Sadece LitRes`te okuyun

Kitap dosya olarak indirilemez ancak uygulamamız üzerinden veya online olarak web sitemizden okunabilir.

Kitabı oku: «Hüseyin Fellah», sayfa 5

Yazı tipi:

Üçüncü Kısım

Şehlevend’in validesinin gemiden kalkıp hanesine gelmesi akşamı bulmuştu. O geceyi nasıl bir ümitsizlik içinde geçirmiş olacağı tafsile muhtaç değildir. Hâlbuki ümitsizlik yalnız o geceye de mahsus kalmadı. Ondan sonra gün geçtikçe artmaya başladı. Zira Mısır’daki tanınmış tüccardan damadı Ali Haydar Ağa’ya mektup yazmak istediği hâlde babası Laz Mehmet Ali’nin oğluyla dargınlığından dolayı mektubu bir gidenle göndereceğini ümit etmediğinden ve o zamanlar henüz posta bulunmadığından kendi tarafından göndermeye dahi muktedir olamadığından zaruri olarak vazgeçmeye mecbur olmuştu.

Lakin diğer taraftan gün geçtikçe artmakta bulunan fakruzarurete ne yapmalı? Yedinci ayın sonunda bakkala, kasaba, ekmekçiye bir para veremediği için bunlar tayınları kesmekten başka para için onu tazyike dahi başladılar. Kadıncağız kuşluk vakti başka komşulara gider ve yiyeceği bir lokma ekmeğin birkaç bin katı nispetinde yüz suyu dökerek karnını doyurabilirdi.

Gerçi İstanbul’da bir sınıf çanak yalayıcılar vardır ki bu suretle, masrafsız beyler gibi yaşayabilirler. İçlerinde diş kirası alanlar da bulunur. Ancak insanın çanak yalayıcı olması için yine çanak yalayıcı doğması lazım gelip Şehlevend’in validesi ise gördüğümüz ahvaline nazaran bu cibiliyette doğmuş insanlardan değildi. Öteye beriye karnını doyurmak için gitmenin kendisine ne kadar ağır geldiğini anlatmak istersek şunu haber veririz ki bu zillete razı olmamak gayretiyle aç yattığı zamanlar dahi olurdu…

Nihayetinde kadıncağız kendi hayat defterine, yine kendi eliyle son verme kaydına düştü. Hem de bu defa kızı yanında olmadığından o engel dahi bertaraf olmuş sayılabilirdi.

Bu hayalde iken bir akşam ezandan sonra mahallenin imamı bulunan Süleyman Rahmi Efendi geldi. Kapıyı çaldı. Bizim kadıncağız hâlinde bulunan bir hanım için böyle İmam Efendi’nin ansızın gelerek kapısını çalması ne büyük bir heyecana sebep olan şeylerdendir. Bilirsiniz ya? Özellikle de o akşam ki kadının yine aç yatmayı göze almış olduğu akşamlardan birisidir. “Acaba bakkal veyahut ekmekçi veya kasap, İmam Efendi’ye benden şikâyet mi ettiler? Acaba mahallece başka bir şikâyet eden mi var?” diye bin heyecanla indi kapıyı açtı. İmam efendi gayet merhametli bir tavırla söze başladı.

İmam: “Hemşire hanım! Mahallenin fakir ve zengin her sınıf halkına nezaret etmek imamın dince ve hamiyetçe vazifesidir. Pek çok arkadaşımız, bu vazifeyi yerine getirmede kusur ediyorlarsa da ben kusur etmemeye çalışıyorum. Bir zamandan beri hâlinizi tahkik etmekteyim. Pek perişan olduğunu gördüm. Nasıl gördüğümü ve ne yolda tahkik ettiğimi benden sormayınız. Çünkü söyleyemem. Size bir teklife geldim. Tahtakale’de Asmaaltı’nda ve semtimizin sair taraflarında Mısırlı, Şamlı filanlı birçok tüccar var. Çamaşırlarını ötede beride yıkatıyorlar. Size kendi bedenimden yardıma gücüm yok ki edeyim. Elimden gelen iyilik, her gün gidip çamaşır yıkatmak isteyenlerin çamaşırlarını toplayarak akşamdan sonra temizlerini alıp götürüp akçesini de tahsil etmektir. Bu işi bir Allah bilir, bir de ikimiz.”

Biçare kadıncağız dünyada kendi imdadına yetişmeye muktedir hiçbir kimseyi farz bile edemediği hâlde İmam Efendi’nin gösterdiği şu güzel niyeti görünce nasıl sevineceğini bilemedi.

Zira İmam Efendi’yi öteden beri tanır ve nasıl hayır sahibi, fukaraperver bir adam olduğunu ve kendisinin de demiş olduğu gibi mahalle içinde bulunan fakirlerin durumunu araştırarak her birine bir yolda yardımda bulunduğunu bilirdi. Özellikle hanım bekâr çamaşırı yıkayıp yaşamayı çanak yalayıcılık gibi iğrenç görmediğinden bu işi gizli tutmaya dahi lüzum görmediyse de İmam Efendi kendince birçok düşüncelere dayanarak mutlaka gizli tutulmasını tavsiyeyle biçare kadıncağızı gerçekten teselli edecek daha birçok sözden sonra cübbesi altından çıkardığı bir kabı da kapı aralığından içeriye bıraktı, çıktı gitti.

“Mal bulmuş Mağribi” derler ya? İşte o akşam için bu mal bulmuş Mağribi, bizim Şehlevend’in validesi oldu. Bir kere İmam Efendi’nin tavsiye ettiği iş kendisi için bir hazine idi. İkincisi, kap içinde de ekmekten sade yağına, tuza, yumurtaya varıncaya kadar bir hayli erzak bulunduğundan aç yatmaya hazırlanmış olan bir biçare için bunlar hep maldan, menalden2 addolunurdu.

Ertesi akşamdan başlayarak kadıncağız bekâr çamaşırı yıkamaya başladı. İmam efendi ise üçüncü akşamdan itibaren tahsil ettiği paraları getirip teslim ederdi. Her gün gelen ve vücut sağ oldukça her gün geleceğine emniyet hasıl olan muhtelif miktar beş on para, toptan gelen beş yüz kuruştan ziyade hanıma bereketli görünüyordu. Hakikat de bundan ibaret değil midir ya? Bundan önce sayısı belli olan paranın her alışta eksileceğini söylemiştik. Sayısı belli olmayan çalışma semeresinin bu zıtlıktan azade olması, insanı bahtiyar edecek şeylerdendir. Bir akile sormuşlar ki: “Oğlun için ne miras bırakabileceksin?” Cevap vermiş ki: “Her işte kendisini muvaffak edecek bir terbiye ve kudret bırakacağım.” Buna, “Parasız insanda hiçbir kuvvet ve kudret bulunamaz.” diye itiraz etmişler. Akil de bu itiraza “Mevcut para tükenir kaybolur. Çalışmanın semeresi ise tükenmez, kaybolmaz. İş odur ki insan çalıştığından semere alacak kadar terbiye ve talim görsün.” diye mukabelede bulunmuş.

Bizce hak akilindir. Misalimiz ise işte Şehlevend’in validesi! Şimdiye kadar anladığımıza göre külli bir mevcut servetten ayrılmış, yakındaki gözlemlerimize göre beş yüz kuruştan ibaret olan nakit parasını da tüketmiştir. Ancak çalışmayı ayıp görecek bir terbiyede bulunmamış ve çalışmasının semeresini toplamaya kalkışmış olmasıyla yetinmeye başladığı semerelerin de bitip tükenmeyeceği belli olmuştur.

Hanım ilk kazançlarıyla bakkala filana olan borcunu ödemeye başladı. Ancak kazancı çok olmadığından teslimatı pek az idi. Binaenaleyh borçlarını yavaş yavaş öder idiyse de kendisinin günlük idaresini çıkardığı gibi, mahut brik gemisinde bulunan biçare Ömerciği de aralıkta bir görüp gözetebilirdi. Çünkü o zamanlar gemi seferleri nadiren vuku bulduğundan bir kere İstanbul’a gelen gemi, uzun müddet tersanede kalabilirdi.

Bu maişet sureti üzerinden üç ay kadar zaman geçtikten sonra hanım borçlarından kurtuldu ve epeyce rahata nail olduysa da gelin olup gideli dokuz ay geçtiği hâlde henüz bir selamına bile nail olamadığı kızının hasreti ve bu hasretten ziyade, durumunun neye vardığı hakkındaki merakı kadıncağız için yeni birtakım ızdıraplara sebep olmaya başlamıştı.

Zaten böyle olması lazım değil miydi? İnsanoğlu, kamil bir saadeti tatmak için yaratılmamıştır. Biri geçtikçe diğeri katmer kaldıran mihnetler ve meşakkatler içinde ezilmek için yaratılmıştır. Sanki hayat içinde ezilmek için yaratılmıştır. Saadetin her gün beş eksiği tamamlansa ertesi günü o zamana kadar henüz görülmemiş olan yirmi beş eksiklik baş gösterir ve hâlbuki bunların birkaç yüz yirmi beşi dahi nöbetlerini bekleyip durur. Şu dengeden neşet eder ki en büyük bahtiyarların dahi her gün yüz gösteren saadetlerinin noksanları, kendileri için birer yeni mihnettir ve bundan anlaşılır ki insan kısmı daimî bir mihnet içinde bulunur.

O daimî mihnetten kurtulmak için ne yapmalı muharrir efendi? Dünyadan çıkıp gitmeli mi?

Dünyadan çıkmaya acele etmek, mihnetlerin en ağırını bir anda talep etmek demektir. Akıl buna katiyen cevaz vermez. Mihnetten kurtulmak için saadetten vazgeçmek yolu vardır. İmkânı olursa bu yola gitmeli. Zira felek, saadet ve istirahatı bizlere pek minnetle pek de pahalı satıyor. Bilge Diyojen’in yaptığı gibi “Sen bu saadetli hâli al da başına çal!” demeli. Ama bunu da işin başında demeli. Bir kere iş karıştıktan sonra demekte fayda yoktur. Zira o hâlde bu geçici şeyleri terke, âdeta acizlik derler ki akıl bu mağlubiyete hiçbir vakitte razı olamaz.

Şehlevend’in validesi de bir kere ömrün ve hayatın mihnetleri içine dalmış olduğundan artık “Ne olursa olsun.” demeyi havsalasına kabul ettiremeyenlerdendi. Onun üzerine kendisini hayatından meyus edecek sebeplerin ortadan kalkmasıyla tam rahat ve huzur baş göstereceği esnada, ne olduğunu haber alamamasından ötürü gözünde pek biçare ve perişan olmak üzere duran kızını düşünmeye ve onun hasreti ve merakı belasıyla müptela olmaya başladı. Bir akşam bu derdini İmam Efendi’ye de açtı ve kızından ne suretle ayrıldığını hikâye etmekle hamiyetli imamdan yardım istedi.

İmam: “Vallahi hanım hemşire, kızınızı bir yere gelin göndermişsiniz ki senede bir kere hac mevsiminden başka giden yok gibidir. İşim olmasa hâl ve vaktim dahi müsaade etse bir gemi tutup özellikle giderdim. Ne yapayım ki buna muktedir olabilecek bir hâlde değilim.”

Hanım: “Benim sizden ricam başka bir şeydir. Eğer Mısır tarafına giden bir gemi bulursanız bana haber vermenizi temenni ederim.”

İmam: “Korkarım bizzat gitmek istiyorsunuz.”

Hanım: “Evet efendim! Ne olursa olsun bir kerecik kızımı görmek ve hâlinden haber almak isterim.”

İmam: “Başüstüne efendim! Limanda işi olan dostlarıma ve Mısır tüccarlarına tembih ederim. Gidecek gemi bulunduğu zaman bize haber verirler. Ben de gelir size haber veririm. Müsterih olunuz. Cenabıhakk’ın lütfundan ümidinizi kesmeyiniz.”

Şehlevend’in validesi İmam Efendi tarafından aldığı bu vaat üzerine, teselli kapısını açarak bir ay kadar daha selamet kanadı ve istirahatle vakit geçirdikten sonra bir akşam İmam Efendi yine kirli çamaşır ve akçe getirdiği sırada hanıma şöyle bir de haber getirmişti:

İmam: “Efendim! Size bu akşam tuhaf bir şey söyleyeceğim ama öncelikle darılmamanızı rica ederim.”

Hanım: “Aman İmam Efendi! Sizin beni darıltabilecek ne sözünüz olabilir?”

İmam: “Demek oluyor ki darılmayacağınızı vadediyorsunuz?”

Hanım: “Ona şüphe etmeyiniz efendim.”

İmam: “Kısmet bu ya hemşirem, müşteriniz çıkmış.”

Hanım: “Üstüme iyilik sağlık!”

İmam: “Evet efendim! Kutucular içinden geçerken bir kutucu ustası sizi görmüş, beğenmiş. Kendisi elli ile altmış arasında bir adam ise de refakati nefrete sebep olacak ihtiyarlardan değildir.”

Hanım: “Aman İmam Efendi! Demek oluyor ki latife etmiyorsunuz.”

İmam: “Bendeniz latifeden hoşlanan efendilerden değilim efendim. Müşteriniz zengin bir adam değilse de çoluğunu çocuğunu beslemeye muktedir bir adamdır. Beş altı ay önce hanımı vefat etmiş, iki üç çocuğuyla bekâr kalmış. Eğer bu çocuklara valide olmayı kabul ederseniz o da mesut olacak. Tarafından beni vekil ediyor. Ne dersiniz hemşirem?”

Hanım: (biraz düşündükten sonra) “Bana gösterdiğiniz bunca inayetlere teşekkürden başka hiçbir diyeceğim yoktur. Üç dört yetime ana olmak ve onlara analarının acısını unutturup mesut etmek benim için bir şereftir. Lakin kocaya varmak için birçok mânilerim vardır. Onları size anlatabilmek de birçok eski hikâyeleri tekrar etmeye bağlıdır. Dolayısıyla müşterim tarafından bana vekil olduğunuz gibi benim tarafımdan da ona vekillik yaparak kestirme bir cevap olarak kendisine varamayacağımı söyleyiniz. Ben sizin lütfunuz sayesinde pek rahat yaşamaya başladım.”

Hanımın şu cevabına İmam Efendi darılmadı ise de kendisi öteden beri hanımın ahvalini öğrenmeyi gayet merak edinmiş olduğundan, gerçi öteden beriden mümkün olduğu kadar pek çok ahvalini öğrenmişse de henüz halledemediği daha birçok esrar bulunduğundan hazır sözü hanım kendisi açmış iken her sırrı halletmek için şöyle bir söz söyledi:

İmam: “Efendim ben zaten sizi bu nikâhı kabule zorlamak için gelmedim. Herifin bana verdiği memuriyetin ifası boynuma borç olduğundan o borçtan kurtulmak için geldim. Şimdi de verdiğiniz cevabı götürüp kendisine tebliğ ederim. Lakin böyle kupkuru bir cevap onu ikna etse bile beni ikna edemez. Sizi böyle temiz bir adamla izdivaçtan meneden şeylerin ne gibi şeyler olduğunu anlamak isterim.”

Hanım: “Siz zaten benim hemen her hâlimi biliyorsunuz efendim.

Hoş ben de sizden hiçbir hâlimi saklamaya lüzum bile görmem.

Yalnız söz uzar da onun için…”

İmam: “Hâlinizi hikâye etmek size zahmet olmazsa dinlemek de bana zahmet olmaz.”

Hanım: (zaten derdini dökmek için ağaçtan adam aramakta olduğu hâlde karşısında sanki serapa yürekten yaratılmış bir adam görünce hâlini hikâye etmeyi canına minnet bildiğinden) “Öyle ise dinleyiniz efendim.” diye macerasını öyle acındıran bir yolda hikâye etti ki İmam Efendi hıçkıra hıçkıra ağlamaktan hayâ bile etmedi. Bu hikâye yatsı namazı vaktine kadar ancak bitebilmişti. Nihayetinde hanım dedi ki: “İşte İmam Efendi, dertlerimin özeti budur. Ara yerde unutmuş olduğum daha pek çok şey kalmışsa da onları da siz zihninizde bulabilirsiniz. Şimdi benim hâlimde bulunan bir kadın, kutucu ustasına varabilir mi? Eğer siz münasip bulursanız ben de varmaktan geri durmam.”

İmam: “Ben münasip bulmam efendim. Hemen Cenabıhakk’a dua edelim ki sizi kızınıza kavuştursun ve sizi bu hâle koyanları sizden beş beter bir hâle koyup sürüm sürüm süründürsün!”

Hanım: “Beni kızıma kavuşturması için Cenabıhakk’a ettiğiniz duaya ‘âmin’ derim. Fakat düşmanlarım için edeceğiniz duaya ‘âmin’ diyemem. Çünkü Cenabıhak, inandığımız gibi adil ise onları, mutlaka kısas edecektir.”

İmam: “Öyledir efendim. Siz müsterih olunuz da başka bir şey lazım değil. Ben gider herife cevap veririm.”

Dördüncü Kısım

Hanım, kendisi için çıkan talipten de kurtulduktan sonra yeniden daha ziyade bir istirahat ve selamet içinde yaşamaya başladı. Zira bundan önce İstanbul içinde kendi hâline vâkıf ve kendisini düşünür ve özellikle de yardıma ve himaye etmeye muktedir hiçbir kuloğlu göremediği hâlde şimdi İmam Süleyman Rahmi Efendi gibi gerçekten merhametli bir hamiye nail olmuş ve olanca esrarını ona tevdi eylemiş olduğundan bu hâl bir dertli yüreğe emniyet ve istirahat vermeye oldukça kâfi olacağı misalle İmam Efendi dahi hanımın tüm sırlarına vakıf olduktan sonra, ona karşı dikkatini ve himmetini bir kat daha arttırmıştı.

Şu suretle de aradan üç ay kadar bir zaman geçti. Ve Şehlevend’in Mısır’a gelin gitmesi üzerinden de bir seneden ziyade zaman geçtiği hâlde henüz bir eseri zuhur etmemişse de ramazan münasebetiyle Mısır’dan pirinç gemileri gelmeye ve bu gemilerle Hicaz’a gidecek olan hacılar da hazırlanmaya başladığından bu zuhurat, hanımın ümitlerine kuvvet verirdi.

Bir aralık kadıncağız, Ömer’in bağlı olduğu brik gemiye gitmeyi ve kızını bulmak için Mısır’a gideceğini Ömer’e haber vermeyi düşündü. Ancak ilk görüşmesinden sonra Ömer’i birkaç defa daha görmeye gidince çocuk, Şehlevend’e dair hiçbir kelime işitmek istemediğini katiyen beyan etmiş olmakla kadıncık bu kuruntusunu icraya bir türlü cesaret bulamadı.

Ramazan yaklaştı. Lakin bizim hanım için ramazanın ne ehemmiyeti olur. O Mısır’a gidecek yolcudur. Elde hiçbir tedariki olmadığı hâlde bu uzunca sefer için bir hayli hazırlığa muhtaçtır. Artık dişinden tırnağından arttırarak yol tedariklerini görmeye başladı. Hatta bir aralık evini satmayı düşündüyse bin mahzur, bin mülahaza buna cevaz göstermedi. Nihayet ramazanın on beşine doğru bazı hacıları alarak İstanbul’dan hareket edecek olan bir gemi ile yola çıkmayı kararlaştırdı.

Koca imam! İşini gücünü bırakarak ve bin yere başvurarak gerek geminin sahibine ve gerek kaptanına nice ricalarla bizim hanımı bedava naklettirmeye muvafakat kazandı. Bu müjdeyi hanıma getirdiği zaman karıcığın hasıl olan memnuniyeti tarife sığmaz. Zira kendisine en ağır gelen tedarik, navul tedariki idi. Ondan kurtulduktan sonra, o para ile başka tedariklerini görmeye başladı.

Böylece geminin hareketinden evvel hanım bir akşam İmam Efendi’yi çağırarak “Kardeşim! Ben Mısır’a kızıma gidiyorum. İhtimal ki buraya dönmeye ömrüm kifayet etmez. Veyahut ihtimal ki orada kızımın yanında kalırım. Hasılı buraya gelirsem başımı sokmak için bu evceğize yine muhtacım. Her nasıl bir suretle olursa olsun, gelmezsem evim, validenizin ak sütü gibi size helal olsun. Sizden gördüğüm iyiliğe, kardeşliğe mukabil bundan başka arz edecek hiçbir şeyim yoktur.” dedi ve İmam Efendi gayet tokgözlülük ile hanımın bu teklifini reddetmek istediyse de hanım cömertlikte İmam Efendi’nin altında kalmak istemediğinden ettiği ricalar ve ısrar üzerine, imamı zorla razı etti ve mahalle kahvesinden iki değil dört beş şahit bulundurarak bu işi onlara da dinletti.

Hanımın İstanbul’la alakası, yalnız bu bir kümesten ibaret bulunduğundan onu da böylece sarf eyledikten sonra artık hiçbir alakası kalmadı. Binaenaleyh ramazanın on beşinci günü Eminönü’nde demirli bulunan Mısır gemisine tam bir dinlenmişlikle gitti. Yalnız İmam Efendi’den ayrılmak, bir hamiyetli kardeşten ayrılıyormuşçasına tesir ederek gözlerinden bir hayli yaş dahi indirdiyse de “Bir kardeşten ayrılıyorsam bir ciğerpareme kavuşmak için ayrılıyorum!” düşüncesi, kendisini teselli edebildi.

O zamanların hac seferi, şimdiki Hicaz seferleri gibi yirmi gün ve nihayet bir ayda icra edilir bir şey olmayıp her türlü iyi tesadüfün yardımıyla birlikte ancak altı ayda icra edildiğinden ve özellikle gerek deniz ve gerek kara yollarında, gemiler ve ayakkabı tüccarlarını bekleyip duran türlü türlü tehlikeli yerlerden kurtulup gelmek öyle her kula müyesser olan şanslardan bulunmadığı için hacca gidenler gibi her ne vasiyeti varsa edip öyle giderlerdi.

Ahirete gidenler bu surette giderlerse ahirete gidenleri gönderenler nasıl gönderirler? Burasına da dikkat etmek lazım değil midir?

Bir yandan eş dost ve hısım akrabanın “Gidip gelmemek ve gelip bulmamak var.” diye hacılara sarılıp ağlaya ağlaya öpüşmeleri ve diğer taraftan gemiye henüz yeni gelen hacıların etrafında tekbir getirilmesi insanı mutlaka hüzne boğacak şeylerdendir. Fakat bu temaşanın bizim hanıma hiçbir tesiri olmazdı. Doluya tutulmuş olanın yağmurdan pervası kalmayacağı ve kös dinleyene davulun dümbelek kadar da gelmeyeceği muvazenesiyle bizim hanım gibi bütün elemlerin zehriyle zehirlenmiş olanlara da öyle olur olmaz seyirlerin, temaşaların bir tesiri olamayacağı ortadadır. O yalnız İmam Efendi’den ayrılacağı için üzülerek bu üzüntüsünü de kızıyla buluşma ümidi bertaraf eyledikten sonra artık her şeyden evvel kendisine bir yer bulmakla meşgul olmaya başladı.

Gerçi tayfaların hepsi biçareye “navulsuz kadın”3 diye muamele ettikleri gibi bazı yolcular da hanımın fakir hâlini görerek istediği yeri vermemek için rahatsız etmeye başlamışlarsa da İmam Efendi, hanım için kaptana pek ziyade rica etmiş dolayısıyla geminin çorbacısı da kaptan tarafından özel bir emir almış olduğundan karıcığı her rahatsız edeni de azarlayarak, gemicilerin “lokanta” tabir ettikleri büyücek bir sandıktan ibaret olan mutfak ile bunun arkasında bulunan gemi direğinin arasını hanıma tayin etti. Ve yatağı filanını bizzat serip yerleştirdikten sonra oradan bir tarafa ayrılmamasını tavsiye ile çıktı, işine gitti.

Bir mahzun yürekten kaptanın aldığı dua!.. Yolcuların gelmesiyle uğurlayıcıların resmî vedalarını bitirerek gemiden çıkmaları akşam ezanını bulmuştu. Hatta ramazan olmamış olsaydı yatsıya kadar da geminin yalnız kendi yolcularıyla kalamayacağı ortada idi. Her ne hâl ise o zaman hacı gemileri giderken âdet olduğu üzere bazı pek sadık dostlar ve pek muhabbetli hısımlar gemi, Ahırkapı hizasına geldiği vakit kayıklara atlayıp dönmek için yine gemi içinde bulunduğu ve kayıkları dahi gemiye bağlı olduğu hâlde tam iftar topları patlarken demir alınmaya başladı.

Ve üç dört kulaçtan ibaret bulunan demir bir saatte alınabilerek saat bire doğru gayet hafif esen bir batı rüzgârı gemiyi Marmara’ya doğru sürüklemeye başladı.

Bu gemi “Okyanus Şeytanı” isminde üç direkli büyük ve güzel bir Arap navisiydi4 ki içinde kadın ve erkek olarak seksenden fazla hacı vardı.

Eminönü’nden Kızkulesi’ne doğru yalnız bir randa5 ve bir filika yelkeni ile gayet aheste giderek pupa tarafından gelmekte olan batı rüzgârına tam yelken verilirse Sarayburnu hizasında iskele alabanda edememek suretiyle, karşıda Salacak İskelesi’ne düşmek tehlikesini bertaraf ettikten sonra trinketaları, babafingoları, kısacası bütün yelkenleri birer ikişer açmaya başladı. Gerçi rüzgârın hafifliği böyle tekmil armayı fora etmeyi icap eylemiştiyse de rüzgâr yine gemiyi iskele bordası üzerine ağnatabilmekten aciz kalmamıştı.

Şu hâlde Ayastefanos önünde atılan bir paraketa, Okyanus Şeytanı’nın saatte dört buçuk mil mesafe katettiğini haber verdi.

Bu zamanda olduğu gibi o zaman da hacı gemisiyle seyahat pek ömür idi. Uzun bir yol için yolcuların tedariki herhâlde mükemmel olduğundan gemi içinde bolluk dizde olmasından başka, beş vaktin deniz üzerinde cemaatle kılınması da başkaca bir zevk yerine geçerdi. Hele seferin işbu ilk gecesinde güzel sesli bir efendi grandi çanaklığına çıkarak yatsı ezanını okuduğu zaman havanın dahi ortada olan müsaadesinden dolayı herkesin abdest telaşına düşmüş ve namaza acele göstermesi gerçekten bir safa idi. Tam mehtaba karşı teravih kılındı. Ondan sonra ortalığa bir sükût ve sükûnet gelerek yalnız hatim sürenlerin birer ufak yol feneri ziyasında okudukları Kur’an’dan ve bir de aralıkta Arap kılavuzun provadan dümenciye “Işkala sangak!” diye verdiği iskele ve sancak kumandalarından başka bir ses işitilmezdi.

Hayır, hata ettik. Onlardan başka bir ses daha işitilirdi ki o da rüzgârın gayet hafif bir suretle dalgalandırabilmekte olduğu denizin, kendisini adi bir süratle yarıp geçmekte olan gemiye güya latife yollu yavaş yavaş tokatlıyormuş gibi borda kaplaması üzerine şapır şapır vurmasından hasıl olan latif şamatadır. Kadrükıymetini bilenleri pek ziyade mütelezziz edecek olan bu şamatayı ihbar ve ihtar etmeden geçmek reva mıdır?

Bu gidişle ertesi sabah Marmara Adası iskele tarafından görünmeye başladı. Bu ada ile Rumeli sahilleri arasından geçilerek ikindi üzeri Gelibolu göründü. Yolculardan bazıları seferî olup oruç tutmamak hasebiyle canlıca bulunur ve bazıları “Eğer seferîlikle beraber oruç tutarsanız sizin için hayırlıdır.” hükm-i şerifine hac yolunda bulunmak münasebetiyle bir kat daha riayet ederler idiyse de umumu birden dünyada İstanbul’dan başka memleketler olduğunu yalnız işitmiş ve fakat İstanbul’dan başka memleketlerin nasıl şeyler olduğunu ve olacağını düşünmemiş ve hayal dahi etmemiş olduklarından Gelibolu görüldüğü zaman hepsi küpeşte üzerine dizilerek seyretmeye başlamışlardır. Bu memleketi bazılarının Anadolu Hisarı’na ve bazılarının Rumeli Hisarı’na benzetmeleri umum için bir eğlence olmuştu. Hele tuhaflardan birisi “Hayır hacılar! Gelibolu, Anadolu Hisarı’na da benzemez Rumeli Hisarı’na da. Benzeyeceği bir yer varsa yine Gelibolu’dur. Gelibolu yine Gelibolu’ya benzer vesselam. Boşuna mücadele etmeyiniz.” demişti ki bu söz bütün hacılar ve haceler için umumi bir kahkahaya sebep olmuştu.

Batı havasıyla Gelibolu Boğazı’na yaklaşan bir geminin voltaya mecbur olacağı, ehl-i vukufa malumdur. Binaenaleyh denizin ve geminin latif suretlerini, daima nazar-ı dikkatle müşahede edenlerin her şeyden ziyade burada Hacıbaba diye isimlendireceğimiz Arap navisinin kâh Anadolu ve kâh Rumeli sahillerine başvurarak istihkâmları ve tepeleri birer birer selamlamakta olmasını beğenseler hakları vardır.

Esmekte bulunan hava daima ilk hâliyle esmekte bulunduğundan gemi o gün akşama kadar değil o gece sabaha kadar ancak Çanakkale Boğazı’ndan dışarıya çıkabildi. Sabah namazı için uyanık bulunanlar, Bozcaada’yı sabah namazından sonra görebilmişlerdi. Ancak boğazı çıktıktan sonra batı rüzgârı birkaç kerte kuzeybatıdan gelmeye başladığı gibi şiddetini de gereği gibi arttırdığından Okyanus Şeytanı yavaş yavaş büyümekte olan dalga üzerinden saatte yedi mil süratiyle sekerdi.

Bu hava ile Midilli’ye kadar vardılar. Bu ada, esmekte olan rüzgâr için siper olduğundan dalgalar küçüldüğü gibi rüzgâr dahi kesilmiş ve gemi saatte iki mil derecesine inmiştir.

Bu zayiattan kurtulmak için Arap kaptanı Midilli’yi güç bela ile geçtikten sonra öteki tesadüf ettiği adaları hep sağ tarafında bırakarak geçmeye başladı. Gerçi bu manevra ile rüzgâr tarafını daima açık bırakarak süratlice mesafe kateder idiyse de açıla açıla ta Rodos ile Girit Adası arasında bulunan Kaşot Adaları hizasına kadar açılmış olduğundan ve rüzgâr da şiddetini arttırdıkça arttırmakta bulunduğundan geminin ziyadece yalpa etmesi ve herkesi kusturması hacıları şikâyete mecbur etmişti. Fakat Arap kaptan, bu şikâyetleri men edebildi.

“Ol vagıt Girit Adasın gaşagak, hepsi argadan galagak. Sallanmak ma fiş. Yağ gibi kayagak, bir gun bir gîce yallah Skanderiye!” diye Girit Adası’nı geçtikten sonra rüzgârın pupadan geleceğinden bahisle, sallanmadan bir gün, bir geceye kadar İskenderiye’ye varacakları vaadi ile hepsini temin etti. Şu kadar var ki evdeki pazar çarşıya uymadığından hacılar bir gün bir gece sonra İskenderiye’ye varamadıkları gibi beş on gün, beş on gece sonra başka bir yere vardılar. Şöyle ki…

2.Menal: Ele geçirilen şey. Nail ve sahip olunan şey.
3.Gemi ücretini ödemeden binen kadın.
4.Navi: Üç direkli gemi.
5.Randa: Gemilerin mizana direğinin gerisindeki yelken.
₺35,23

Türler ve etiketler

Yaş sınırı:
0+
Litres'teki yayın tarihi:
11 temmuz 2023
ISBN:
978-625-6485-06-8
Yayıncı:
Telif hakkı:
Elips Kitap
Metin PDF
Ortalama puan 0, 0 oylamaya göre
Metin
Ortalama puan 0, 0 oylamaya göre
Metin
Ortalama puan 0, 0 oylamaya göre
Metin
Ortalama puan 0, 0 oylamaya göre
Metin
Ortalama puan 0, 0 oylamaya göre
Metin
Ortalama puan 0, 0 oylamaya göre
Metin
Ortalama puan 0, 0 oylamaya göre
Metin
Ortalama puan 0, 0 oylamaya göre
Metin
Ortalama puan 0, 0 oylamaya göre