Kitabı oku: «Hüseyin Fellah», sayfa 6
Beşinci Kısım
Okyanus Şeytanı, İstanbul’dan Kaşot Adası önünde bulunan küçük adalara kadar olan mesafeyi ancak altı gün ve yedi gecede katedebilmişti. Yedinci gece, akşamüzeri ay karanlığında hacılar, dalgalanarak fosforlanmakta ve etrafa nurlar saçmakta olan denizi temaşa ile geminin İskenderiye tarafına yönelmesini beklerlerken, bir de tek Latin yelkeni açmış ufarak bir şalopanın6 gerçekten şeytan gibi bir süratle geminin hemen yanı başından geçip gittiğini görünce yürekleri oynamıştı.
Hacıların yüreklerini oynatan şey şalopa geçerken turna kuşu gibi kabarmış olan dalgaların bunu elma gibi kaldırıp da hemen geminin içine atıverecek zannolunan hareketinden ibaret değildi. O zaman Cezayir dayıları ile Akdeniz’in adalar korsanları, her nevi gemiye büyük zararlar verdiklerinden ve Gelibolu Boğazı’ndan çıktıktan sonra herkes sürekli bu korku ve endişe içinde bulunduklarından, bu kere yüreklerini oynatan şey de işte yine şu deniz hırsızı korkusuydu.
Bir aralık yolcular “Adam sende! Sünger kayığıdır. Korkacak bir şey yok. Velev ki hırsız olmuş. Koca gemi bir sandaldan da korkacak değil ya!” diye yek diğerini temine başlamışlardı. Fakat kaptan tesadüf ettikleri belanın nasıl bir bela olduğunu derhâl keşfettiğinden taifesini hemen mevcut olan iki topun etrafına topladı ve hacılara da: “Yahu hagılar! Silah başına silah başına!” diye bir kumanda verdi.
Öteden beri Arap’ın lisanını alay konusu etmekte bulunan bazı zevzekler yine alay etmek istemişlerse de gördükleri bazı alametler artık alaya da mahal bırakmamaktaydı. Bu alametlerin birincisi geminin yanından geçip yarım mil mesafeye kadar ayrılmış olan şalopadan atılan bir havai fişek idi ki bunun “vıjjj” diye bir serv-i âteşin-âsâ bulutlara kadar çıkması İstanbul’da Kadir Geceleri şehrâyinlerinde7 atılan havai fişekler gibi etrafa letafet vermeyip bilakis bu alameti tanıyanların yüreklerini tırmalayarak çıkmıştı. Bunu müteakip üç dört mil kadar uzaktan ve sıkıca bir karanlık içinden bir havai daha havalandı. Bir de top atıldı. İşte bu top herkesin yüreğini sarstı. Aradan beş dakika geçtikten sonra şalopanın içinden bir çanak maytabı yaktılar. O zaman kayık içinde üç dört asker, koca sarıklı ve kolları sıvalı Cezayir dayısı görüldü ki kırmızı bir ziya içinden bunların görünüşü olsa olsa cehennem içinde zebanilerin görünüşüne benzetilebilirdi.
Bunun üzerine Arap kaptan, hacıların en söz anlayanları yanına gelip batı tarafından doğru tam pupa yelken yıldırım gibi gelmekte bulunan koca bir gemiyi göstererek “İşte düşmanınız bu taraftadır. Bu gemide bizim topu topu iki topumuz var. Onların ise en aşağı sekiz topları vardır. Cenk etmenin ihtimali yoktur. Eğer yalnız şu şalopa olsaydı bir çaresine bakardık. Ben canımı beyhude yere tehlikeye koymamak için gemiyi teslim edeceğim. Yok, eğer siz teslim olmak istemezseniz cenk edebilirsiniz.” hükmünü Arap şivesiyle hacılara anlattı. Bu defa Arap’ı alaya alacak bir kimse bulunamamıştı. Bir kimse bile harbi istemedi. Herkes “Malımızı alırsa alsın, tek bir canımız kalsın, razı oluruz.” dediler. Kaptan, insaniyetten azat ederlerse ona diyeceği olmadığını ve illa yalnız malları değil kendilerinin de esir düşeceklerini fakat cenge kıyam edip de o zaman bir de mağlup dahi olurlarsa işte o zaman canlarından da emin olamayacaklarını anlattı. Can korkusu hacılara esareti dahi göze aldırtmakla hepsi olaylara muntazır8 kaldılar.
Bu müzakerede kaptanı hiçbir suretle ayıplamaya ve ithama hakkınız yoktur. Gelen geminin büyüklüğünden anlaşıldığına göre sekiz on topa ve kırk elli hırsıza, yalnız iki top ve on kadar tayfa ve bir miktar cenk eden bihaber hacı ile mukabele edilemeyeceği ortadadır. Hatta kaptan mukabeleyi göze almış olsaydı, o zaman yiğit değil mecnun addolunmak lazım gelirdi.
Ama diyeceksiniz ki kaçsın.
Buna da imkân yoktu. Zira kendisi henüz borda istikametinden gelen rüzgâr üzerinde bulunup, düşmansa bu rüzgârı pupasına almış olduğu hâlde geldiğinden, kendisi iskele alabanda edip de yelkenleri şişirinceye ve gemi süratini alıncaya kadar üç mil mesafeden işaret kaldıran düşmanın gelip çatacağı apaçık ortadadır. Farz edelim ki arada üç mil mesafe olduğu hâlde firara başlamaya muvaffak olsun. Hırsız gemisi, savaşmak, kaçmak ve kovalamak için yapılmış olduğundan bu üç mil mesafeyi birkaç saatte yediremez mi?
Velhasıl yolcuların muntazır kaldıkları olaylar, bizim şu mülahazaları ettiğimiz zaman kadar gecikmeden geldi çattı. Yarım milden az bir mesafeye kadar gelip orsa alabanda arma ederek denize demirlenmiş gibi değil, mıhlanmış gibi yerinde kalan haydut gemisi başta, kıçta ve ortada birer çanak maytabı yakarak kendisini hacıların gemisine gösterdi.
Aslında harp sanatınca, haydut gemisinin bu hareketi uygun olmayıp savaşacak olan bir geminin kendisini mümkün mertebe karanlık içine saklaması lazım gelirse de işbu haydut gemisi önce şalopa tarafından yakılan maytap ışığında yolcu gemisini layığıyla muayene ederek korkulacak bir şey olmadığını görünüşünden anlamış olduğundan bu kere yolcuları korkutmak ve silah kullanmaksızın arzusuna kavuşmak için böyle harekette bulunmuştu.
Gerçekte ettiği hareket, hacı gemisini korkutmaya kâfi idi. Zira haydut gemisi, hacı gemisini sancak bordası hizasına alıp bu hâlde sancak küpeştesinde dizili olan altı parça topun ağzı gemi tarafına açık bulunduğu gibi iskele tarafında bulunup denizin dalgalanması münasebetiyle yerlerinde bağlı olan toplar dahi sancak tarafına ve hacı gemisi üzerine çevrilmiş olduğu hâlde bağlanmış ve gemi de sancak bordası üzerine eğilmiş olduğundan, güvertenin üzerinde işbu on iki kıta topun ve ellerinde fitil ve tomar veyahut tüfek ile hazır bulunan seksen kadar eşkıyanın kırmızı maytaplar ziyası içinde bir kat daha artan heybetleri, hacı gemisinden ayan beyan görünüyordu.
Hacılar, bu garip temaşa üzerine titremeye başladılar. “Aman kaptan! Sen bilirsin! Aman çabuk teslim ol! Yoksa herifler kavga ederler!..” diye yalvarmaktan başka ellerinden ve dillerinden bir şey gelmezdi. Kaptan dahi teslim olma komutunu verip yelkenleri indirdikten başka, sair vakitler matem alameti olup böyle bir vakitte ise teslim alameti olmak üzere seren çubuklarını dahi bir tarafa eğdi.
Bu işaret üzerine haydut gemisinde hâlâ yanmakta bulunan maytapların denize atılmasından başka bir hareket görülmedi. Gemi yine yerinde dururdu. Yalnız mahut şalopa gelip yanaştı ve gerek yolcuların ve gerek tayfaların ellerini bağlamak için dört kişi gemiye girerek vazifelerini ifaya başladılar.
Nasıl, şu dört kişiyi yakaladığınız gibi parça parça etmek hatırınıza geliyor mu? Geliyorsa o tarafta ağızlarını açıp beklemekte bulunan on iki topu da hatırdan çıkarmayınız. Dört eşkıyayı tepelemek için geminin bir anda içindekilerle kaybolması hesabınıza elverirse haydutları tepelemekte serbestsiniz.
Lakin bu ise hacıların hesabına elvermemişti. Hepsi birer birer teslim olarak ellerini bağlattılar. Hatta o merhametsiz haydutlar kadınların bile ellerini bağlarlardı. “Aman ağalar! Merhamet ediniz! Bize ilişmeyiniz! Biz hacılarız, Mekke-i Mükerreme ve Medine-i Münevvere’ye gidiyoruz.” diyenlere “Bizim için sizden güzel av olmaz. Bir tüccar gemisini vurup da bin beş yüz pastaf çuka almaktan sizi soymak daha kârlıdır. Çünkü sizde nakit akçe vardır.” derler ve “Canım biz bu parayı Beytullah için biriktirdik, alsanız bile bir hayrını görmezsiniz.” diyenlere o itikatsız eşkıya “Beytullah’ın paraya ihtiyacı yoktur. Siz o paracıkları Hicaz Araplarına yedirmeye götürüyorsunuz. Onlara para götüren sair sizin gibi yetmiş bin adam var. Bari sizin paralar da bize kısmet olsun. Biz pek güzel hayrını görebiliriz. Araplardan ziyade hayrını görebiliriz.” cevabıyla karşılık verirlerdi.
Herkesin eli bağlandıktan sonra eşkıya, gemiyi soymak hususunda asla acele etmedi. Niye acele etsinler? Mal kendilerinin değil mi? Ne zaman isterlerse alabilirler. Özellikle gece yarısı bu işin hiç zamanı değildir. “Sabah ola hayrola.” dediler.
Şalopanın ilk defa olarak zuhuruyla hacıların ellerinin bağlanması arasında bir buçuk iki saat kadar zaman geçmişti. Ondan sonra ortalığın karanlığı bir yarım saat kadar daha devam edip sonra doğu ufku kızarmaya başladı.
Bu kızıllığın sabah ve güneş alameti olmadığı malumdur. Malum olmasa bile kızıllığın sebebi bir çeyrek sonra ortaya çıkmıştı. Yarı çap derecesinde kalan mübarek ramazan ayının evvelemirde bir ucu uzakta dağ üzerinde yanan ateş gibi sönük sönük parlamaya başlayıp bir çeyrek zaman sonra ise ufuktan âdeta uzaklaşmış idi.
Hava pek berrak olmayıp birazcık dumanlı olduğundan ayın deniz üzerine saçtığı ışık, kalplere tatlılık verecek kuvvet ve letafette değildi. O baygın çizgilerin ışığı, insana ağırlık verdiği gibi bu ışık arasında hac gemisinin güvertesi dahi bütün bütün acınacak bir suret tasvir ederdi.
Birbirinin karşısına oturmuş boyunlarını bükmüş eli bağlı yürekleri dağlı karı ile kocanın bu hüzün kaplamış hâllerini görmekte ne safa ümit edebilirsiniz? Hâlbuki Okyanus Şeytanı üzerinde bu gibi rikkat verici temaşalar birden ziyade idiler. Hele lokanta sandığıyla orta direk arasında Şehlevend’in validesini görmüş olsa idiniz hâline ağlardınız. Başka yolcuların hiç olmazsa dert ortağı olmak üzere yanlarında birer kimsesi vardı. Bizim biçarenin ise Allah’tan başka kimsesi yoktu. Kaptanı hatıra getirmeyiniz. Aldığı tavsiye üzerine kaptan karıcığa iltifat etmiş idiyse de şimdi kendisi dahi bütün yolcular gibi eli bağlı bir hâlde bulunduğundan himayesinde olana değil, kendi nefsine bile bir çaresi yoktu. Gemiler iki saat kadar bu surette çalkandı. Hatta kaza ve kadere tam olarak teslimiyetten başka bir çareleri kalmayan yolculardan pek çoğu uykuya varıp Allah bilir ama nice korkunç rüyalar ile azap çekmekte idiler. Bu aralık haydut gemisi tarafından patlayan bir iki el tabanca ve düdük sesi ve atılan naralar hacı gemisini dahi telaşa düşürdü. Hacı gemisini beklemekte bulunan dört kişiden ikisi yine bu gemiye uzunca bir ip ile bağlı bulunan şalopayı alıp karşıya götürdüler. Beş dakika sonra yine döndüler ki bu dönüşte şalopa içinde bulunan dokuz kişiden üçü yine hacı gemisine çıktıktan sonra altısı Latin yelkenini fora ederek doğu tarafına doğru yol verdiler.
Altıncı Kısım
Şalopa doğu tarafına doğru yol verdikten sonra hacı gemisi içinde bulunanların dahi hep o tarafa dikkat nazarlarını çevirecekleri besbellidir.
Ne gördüler?
Ta uzakta beş altı mil mesafede bir koca gemi ki batı rüzgârına borda vererek yıldız tarafına doğru gitmekteydi. Hacılar bu gemiyi seyretmekte iken gemi içindeki beş haydut bir yere gelerek içlerinden iri ve siyah bıyıklı birisi diğer dördüne şu emri verdi:
“Giden şalopa eğer iki havai fişek atarsa görünen gemi zor durumda kalan bir gemi demek olacak ki o zaman bizim gemi de bir havai atacak. Biz de ona bir havai ile cevap vereceğiz. Sonra bizim gemi önde ve bu gemi bir mil kadar arkada olarak görünen gemi üzerine yürüyeceğiz. Bizim gemi iki çanak maytabı yakarsa biz de yakıp bu geminin yolcularını da küpeşteye dizerek alay göstereceğiz. Anlıyor musunuz? Eğer görünen gemiyi bu suretle korkutabilirsek ne âlâ. Korkutamazsak bizim gemi cenge başlayacak. Biz o zaman sokulmayıp uzaktan seyredeceğiz. İşte Candanbezdi Reis’in emri budur. Fişekleri maytapları da getirdik, şuraya koyduk.”
Candanbezdi Reis’in şu emrini işiten birkaç hacı, “Canı çıksın hınzırın, canı!..” demişler idiyse de bu sözü âdeta kendi kulakları dahi işitemeyecek kadar yavaş söylemiş olacakları apaçık ortadadır. Şalopa doğu tarafına doğru yol verdikten bir saat sonra havai fişeğini fırlatmıştı. Beş nefer haydut, “Durunuz bakalım, bir daha çıkacak mı?” derlerken bir dahası ateşlendi. Bunu müteakip haydut gemisinden de bir havai atıldığı gibi hacı gemisindeki haydutlar da bir tanesini attılar. Sonra birkaç yelkeni fora ederek önleri sıra gitmekte olan haydut gemisinin bir mil kadar gerisinden gittiler.
Daha yolda giderlerken beş nefer haydut, elleri bağlı olan hacıların hepsini ve gemi tayfasını ayağa kaldırıp başlarında sarık olmayan kadınlara da koca sarıklar sardıktan sonra hepsini küpeşte etrafına dizmişler ve her kim yerinden kımıldanır ise o anda canının alınacağını anlatmışlardı.
Bu suretle haydut gemisi, görünen gemiye bir buçuk mil kalınca iki maytabı yaktığı gibi hacı gemisindeki haydutlar da tam iki buçuk mil mesafeden maytapları yaktılar. Lakin görünen gemi, hacı gemisi kadar gevşeklik göstermeyip bu maytaplara cevap olmak üzere haydut gemisi üzerine sekiz topa birden ateş vermiştir.
Beş nefer haydut birbirine, “Ya Venedikli ya İtalyan! Çünkü toplarının patlayışından öyle anlaşılır!” dediklerinden hacılar, “Venedikli olsun, İtalyan olsun, aman ya Rab, şu gemiye zafer ver de biz de kurtulalım!” diye kalplerinden dua ederlerdi.
İki gemi cenge tutuştular. Öte taraftan şalopanın içinde bulunan bir tek ufak top da aralıkta bir patlardı. Muharebe yarım saatten fazla uzadığı hâlde ateş kesilince hacıların cüreti artıp bir ikisi, “Haydi bari biz de şu beş melunun haklarından gelelim de firar edelim, birbirimizin ellerini çözebiliriz.” demişlerdi.
Ah! Keşke dememiş olaydılar! Bu söz haydutlardan birisinin kulağına gitmekle derhâl söz söylendiği yerde duran adamlardan on kadarını çırılçıplak soyduktan sonra, “Aman ben söylemedim, ben ağzımı bile açmadım, merhamet ediniz!” diye haydutların ellerini ayaklarını öpmek için davranarak ettikleri yürekler paralayan istirhamlara kulak bile vermeyerek hemen oldukları yerden denize atıverdiler.
Bunu gören sair hacılarda ses çıkarmaya mecal mi kalır?
Öte tarafta muharebe hâlâ devam etmekte iken haydutlar gemisinden hacı gemisine bir sandal geldi. İçinden beş nefer haydut daha çıktı. Bunların getirdiği emir üzerine Arap gemisinin kaptanından barutun ve kurşunların bulunduğu yer haber alınarak zaten haydutlar aleyhine görülmüş olan tedariklerle hacı gemisi dahi Venedik veyahut İtalyan gemisi mi olduğu henüz hükmedilemeyen gemi üzerine top atmaya ve attıkça yavaş yavaş yaklaşmaya başladı.
Bir de Venedik gemisinin bir güllesi de hacı gemisinin ta ortasına düşmesin mi? Bunu dört gülle daha takip ettiyse de onlar aşıp gittiğinden bir zarar verememişlerdi.
Vay hacılardaki korku! Vay kadınlardaki çığlık!
Gerçi gülle güvertenin bir miktar yerini sakatladı ise de insanca bir zarara yol açmamıştı. Haydutlar da kadınlara hitaben, “Her kim sesini çıkarırsa derhâl denize atılır!” diye tehdit etmeleriyle can korkusundan tir tir titremekte bulunan biçareler seslerini de çıkaramamaya mecbur oldular.
Öncelikle, “İtalyan olsun, Venedikli olsun aman ya Rab şu gemiye zafer ver de biz de kurtulalım!” diye dua eden hacıların bu defa, “Haydutlar belki canımıza kıymazlar. Aman ya Rab! Haydutları muzaffer et de varsın malımız gitsin bari canımız kurtulsun!” diye duaya başlamış oldukları başkaca ve özel olarak dikkate şayan bir durumdur.
İşte İslâm âlimlerinden, duaya icabet meselesinde, itiraz vadisine ayak atarak büyük büyük sözler söylemiş olanların özellikle bu gibi durumları da nazar-ı hikmet ve dikkat önüne alarak söz söylemiş olacakları aşikârdır.
Şimdi bu muharebe üzerinde birkaç yürekten, birkaç türlü dualar ediliyor. Bunların hangisi kabul olunacak? Herifin dediği gibi kaçan da dua ediyor, kovalayan da. İkisinin de duası kabul edilecek olsa kaçanın kaçabilmesi ve takip edenin de muvaffak olması lazım gelirdi ki bu iki hüküm birbirine zıttır.
Ama bu meselede ehlisünnetin verdiği karar pek muvafıktır. Cenabıhakk’ın mesul olmayan iradesi hangi cihette ise o cihetin duası kabul edilmiş sayılır. Yine olacak olur.
Bu kavgada da Cenabıhakk’ın irade-i sübhaniyyesi haydutların galebesi tarafında imiş ki muharebe tam iki saat uzadıktan sonra karşıdaki gemi atılan yağlı paçavralardan ateş aldı. İçindeki mal ve canla beraber cayır cayır yanmaya başladı. İnsan tabiatında garabet mi istersiniz? Bizim hacı babalar, hem kendi canlarının muhafazası gayretiyle İtalyan mı yoksa Venedikli mi ne olduğu anlaşılmadan yanmakta bulunan geminin yanmasından memnun olurlar hem de içinde yananlara, üzülmekten de kendilerini menedemezlerdi.
Gemi zaten yanmamış olsa bile batacak mertebede zedelenmiş olduğundan yarım saat kadar da ateşin tahrip edici gücüne göğüs gerdikten sonra denizin dibine indi gitti. Haydutlar, “Bir şey alamadık ise onlara da bir şey bırakmadık ya!” diye kendilerini teselli ettiler.
Bu arbedenin sonu artık sabaha tesadüf eylemişti. Ortalık gereği gibi aydınlandıktan sonra haydut gemisinin direklerinde, küpeştelerinde, bordasında bir hayli sakatlık görüldü. Hacı gemisinin ise güvertesindeki yaradan başka bir yara da bordasında açılıp başka bir sakatlık görmemişti.
İki gemi ve şalopa bir yere geldiğinde haydutlar arasında bir hayli üzücü sözler söylendi. “Bir ava kanaatle ötekine hiç tamah etmemeli idik. Az tamah çok ziyan getirir derler. İşte getirdi. Nüfusça, yoldaşça zararımız yok ise de gemice bakınız ne zarara uğradık. Galiba hacıların bedduası bizi bu hâle koydu.” denildi. Hele bu son söz, birkaç ağızda tekrarlandığı zaman hacılar, “Hiddeti teskin yolunda kurban olmayalım!” diye bir hayli korkuştularsa da çok şükür haydutlar, böyle bir melanete daha kalkışmayı hatırlarına getiremediler.
Biraz akıllarını başlarına aldıktan sonra haydutların birinci derecede akıl ettikleri şey, Tunus sularına doğru yol vererek o sulardan uzaklaşmak oldu. Çünkü etrafta gemiler varsa bir iki saat boyunca atılan topların sesine şayet imdat isteme manası vererek gelirler düşüncesi, o suları bunlara tehlikeli gösterirdi. Bu karar üzerine kopan ipleri bağlamak gibi küçük tamiratlar çabuk ve acile olarak icra edildikten sonra güney tarafına doğru yol aldılar. Hacılar hâlâ ne olacaklarını bilemeyerek büyük bir şüphe içinde bulunurlardı.
Hele biçare Şehlevend’in validesini sormayınız. O artık dünyasından da Şehlevend’inden de cümleden vazgeçip “Acaba şu haydut, bıçağı ne zaman göğsüme sokacak veyahut beni de sair sekiz on hacı gibi ne zaman denize atacaklar?” diye ölümünü beklerdi.
Ya haydutlar ne yaparlar, ne derlerdi?
Onlar ise bu defaki gördükleri zararın çokluğundan bahisle kadın, erkek, ihtiyar ve genç hacılardan hiçbirisini affetmeyip cümlesini esir etmek ve ucuz pahalı demeden satıp pahasıyla gemiyi tamir etmek suretini müzakere ederlerdi.
Vay! Şehlevend gibi validesi de esir oldu ha, muharrir efendi?
İşte görüyorsunuz ya! Artık “El ile gelen düğün bayram!” darbımeseliyle müteselli olabilirse varsın olsun!
ÜÇÜNCÜ KİTAP
Birinci Kısım
Bundan evvelki ikinci kitapta hacı gemisiyle Venedik veyahut İtalyan olduğu anlaşılamayan bir diğer gemiyi vuran korsanların Cezayirli olduklarını haber vermiştik. Ancak Cezayirlilerin yalnız böyle bir tek vakalarını haber vermek Cezayirlileri okuyucularımıza tanıtmaya kâfi olamaz. Hikâyemizin en büyük bir kısmı da Cezayir’e ait olduğu için bu memleketi güzelce bir nazarı dikkatten geçirmek lazım gelir.
Hicri 1200 senesine doğru, yani bundan doksan sene kadar önce ve Fransızların Cezayir’i zapt ve gasp etmelerinden kırk beş sene kadar evvel Cezayir’deki “dayılar”, bir ehl-i dikkatin nazar-ı dikkatini davet edebilecek bir hâlde idiler.
“Cezayir’de dayılar” sözü büyücek bir sözdür. Cezayir!.. O Cezayir ki azim ve cesim olan İslam memleketlerinin bir kolu, hem de kahramanlık kolu demektir. Dayı!.. O isim ki kahramanlık ve sahipkıranlık9 anlamları hep bu ismin hükmü altına girebilir.
Fenlerin esasına giren hususlarda, şairane mübalağalara hiçbir eserimizde iltifat etmemiş ve ehemmiyet vermemiş olduğumuzdan Cezayir ile dayıları hakkında söylediğimiz şu iki sözün de mübalağaya hamledilmemesini ümit ederiz. Özellikle bir şey hele apaçık ortada olursa mübalağaya hamletmeye mahal mi kalır? Cezayir, o Cezayir değil midir ki bazı dişlice kaptanları, hemen hemen Akdeniz’in bütün sahillerini haraca kesmek derecesine varmışlar? Dayılar öyle kahramanlardır ki pek çok adamın gözünü yıldıran ölüm, onlardan tir tir titreyerek, herifler âlemde ölüm denilir bir hüküm, bir durum olduğunu unutacak mertebeyi bulmuşlar?
Lakin yazık ki bizim burada haber verdiğimiz Cezayir, düşünce erbaplarının bu isimden anladıkları Cezayir değildir. Burada kale aldığımız dayılar da okuyucularımızın keza bu namdan anlamak istedikleri adamlar değildir. İşin böyle olduğu, Cezayir’in özel tarihi incelenmekle ortaya çıkar.
Hem bu Cezayir’in özel tarihi araştırılmalıdır. İslam’ın kahramanlık tarihi kaleme alınırsa en şanlı, en şevketli kısmı işbu Cezayir kahramanlık tarihi olur. Lakin bizim hikâye ettiğimiz zamanki durumları, kahramanlık devrinden ibaret olacak bir hususi tarihin dışında kalır.
Önceleri Cezayir’de siyasi gücü temsil etmek üzere bir vali ve harp gücünün reisi olmak üzere bir dayı bulunur iken hicri 1122 senesine doğru Baba Ali namındaki dayı, Cezayir valisi aleyhine ayaklanarak askerin muvafakatıyla muvaffak olduktan, yani valiyi kovarak kendisi hem Cezayir valisi hem de dayısı olduktan sonra Cezayir dayısı olan zatın bir vali mertebesinde büyümüş lazım gelecek gibi hesap edilirken tam aksi ortaya çıkmış ve Cezayir valisinin bir dayı derekesinde küçüldüğü görülmüştü. Malumdur ki bir küçüğün büyümesi halk nazarında yeni bir ehemmiyet peyda ederse de bir büyüğün küçülmesi halk için oyuncak olmaktan başka bir şey icat eylemez.
Binaenaleyh Cezayir’de de valilik makamı, dayılık mesnedi kadar küçüldükten sonra bir rezalet baş gösterdi ve gitgide vali demek olacak olan dayının veyahut dayı demek olacak olan valinin asker elinde oyuncak olması derecesine kadar da vardı. Asker taifesi kimi münasip görür ise onu dayılık ve valilik mertebesine çıkardıklarından askerî sınıfın ihtilafları ile bir günde altı kişi dayı indirmek ve seçmek gibi rezaletler dahi görüldü ve olayların sayfalarına işlendi.
Şimdi size sorarız ki bu Cezayir, bildiğiniz Cezayir midir? Bu dayılar da tanıdığınız dayılar mıdır?
Bu dayılar o eşkıya zümresindendir ki aslında halkın ırz ve mallarını kendileri muhafazaya memur kimselerden iken ırz ve mala tasallutla eşkıyalık yoluna girerler ve bu yolda yoldaşlarını ve yoldaşlarının yardımıyla tasallutu arttırdıkça, kuvvetlerinin dairesini dahi genişleterek, nihayet güya Cezayir valiliği ve hatta hükümdarlığı demek olan dayılık derecesine kadar varırlardı. İşte siyasetin inceliklerinden ve işlerin öneminden tamamen gafil bulunan bu herifler değil midir ki o mübarek memleketi muhafaza edemeyerek en sonra ecnebiye kaptırmışlardır?
Şu kadar var ki; burada bizim haydutluk falan gibi tabirlerimizden bunların Lefter gibi birer hırsız olduklarını zannetmemelidir. Hoş öyleleri de vardı ya? Lakin içlerinde namuslarını da muhafazaya gayret gösterenler(!) eşkıyalıklarını umumun nazarından gizlerlerdi. Mesela bir gece on beş yirmi atlı ile filan köyü basıp yağma ettikleri hâlde, ertesi sabah bu köye yine kendileri giderek dün geceki eşkıyayı araştırırlardı. Kâh olurdu ki köylüler de onları tanıyıp kim bilir ne yolda lanetlere delalet eden tebessümleriyle “Ağalar! Gelen haydutlar pek uzağa kaçmışlardır. Nafile aramayınız! Hiç onlar sizden korkmadan bu civarda kalırlar mı?” derlerdi. Zira ağalar hazeratı dün gece köy halkını haydut sıfatıyla soydukları gibi bugün de kır serdarı ve zabitlik sıfatıyla soyduklarından, biçare köylüler hiç olmazsa ikinci beladan kurtulmak çaresine bakarlardı.
İşin bu cihetlerini açıklamaktan maksadımız, Cezayir’in o meşhur olan dayılarının dahi o anlatılan dayılar olmadığını düşünce erbabına güzelce ispat etmektir. Bunların suret ve eşkıyalıkları mertebesi konusunda şu fıkra dahi bir hayli izahat verir ki:
Eşkıyalık yolunda layığıyla ilerlemiş olanlar bunu üç şekilde icra ederlerdi. Birisi denizde ve ikisi karadadır. Deniz eşkıyalığı, bunun için özel surette teçhiz ettikleri gerek büyük ve gerek küçük gemilerle korsanlıktır ki bu eşkıyalık, bundan önceki ikinci kitapta görüldüğü üzere, hacı gemisine varıncaya kadar herkesi taciz ederdi. Karada olan iki suretin birisi atlı eşkıyalık olup Fas ve Tunus tarafları, bu eşkıyalıktan eleman çağırırlardı. Diğeri ise Cezayir şehri içinde veya civarında geceleri gizlice edilir, âdeta hırsızlık olup hatta bir eşkıya fırkasının diğer fırkayı soyduğu dahi vaki olurdu ki işin hepsinden fazla hayrete şayan tarafı da budur.
Hayret edilecek tarafın birisi de şu üç tür eşkıyalıktan evvelki iki türün halkın nazarında ayıp sayılmayıp da sadece üçüncü nevin ayıp ve kötü sayılmasıdır. Lakin buna hayret edilse bile ayıplamaya mahal yoktur. Zira mülahaza edilmelidir ki Köroğlu gibi bir adam pespaye bir haydut iken şu sanatı ayıp olabildiği hâlde Çamlıbel gibi bir derbentte maiyetinde iki üç yüz de atlı bulundurduktan sonra onu kınayanların alnını karışlarlar! Her hâli acayip ve garip olan ve tuhaf hâlleri hikâye edilip edilip de bitirilemeyen insan kısmında, işte bu garabet vardır.
Bu yolda sözü uzatmaktan kaçınarak yine hikâyemize devam edelim:
Dışarıdan Cezayir’e ilk defa olmak üzere ayak atan eşkıyanın, en evvel gece hırsızlığından işe başlayacakları ortada olup o yolda malumatı tamamlar ve gaye olan rütbeye ulaşırsa atlı eşkıyalığa başlar. Nihayet deniz yolunda da üç beş korsan gemisi edinirse artık kendisini Cezayir ileri gelenlerinden sayarak, bu kere de askerî takımından kendi lehinde bir fırka tedarikine çalışır ve bu gibi fırkalar asker içinde de zaten eksik olmadığından müteşebbislerin en çoğu bu konuda emeline nail dahi olur.
Cezayir içinde yerliden türeyenlere gelince: Bunların gece hırsızlığından başlaması pek de lazım gelmeyip yalnız bir küçük kıyas dâhilinde olmak üzere işe üç yolun üçüne birden teşebbüs edebilirlerdi. Hem de bu yerli türedilerin dışarıdan gelenlerden daha çabuk meydan alabilecekleri ortadadır. Zira sonradan gelenler süvarilikte gerekli terakkileri peyda etmek için pek çok zahmeti ve bir hayli zamanı göze almak lazım gelip yerliler ise âlâ atlar ile bir gece içinde sekiz on saatlik yere varıp eşkıyalığı icra ile ertesi sabah erkenden yine Cezayir’de bulunmak derecesindeki biniciliğe babalarından irsî olarak mazhar olurlar ve beş çifte bir sandal ile üç direkli bir gemiyi soymak mertebesindeki deniz maharetlerini dahi ta çocukluklarından itibaren kazanırlardı.
Şu saydığımız hususları, bir hikâyecinin vicdanının hayalhanesinde icat edilmiş hayaller ve tasavvurlar kabilinden olmak üzere telakki etmemenizi rica ederiz. Zaten şu gibi harikulade hâllerin yalnız eşkıyalık yolunda olmayıp kahramanlık yolunda icra şeklini görmek içindi ki Cezayir’in özel tarihini incelemenizi tavsiye etmiştik.
Ama diyeceksiniz ki şu incelenmesini tavsiye ettiğiniz Cezayir’in özel tarihini nerede satarlar ki alıp da inceleyelim?
İşte böyle bir söz söylerseniz, size ikna edici bir cevap vermekten aciz kalırız. Biz millî kütüphanemizi, bu asırda bir adamın muhtaç olduğu vukuf ve malumatı vermeye kâfi göremediğimizden bir ecnebi lisanı öğrendik de o lisanın kütüphanesiyle ihtiyacımızı giderebildik. Fakat Osmanlı fertlerinden her birisine, “Vukuf ve malumat kazanmak isterseniz bir ecnebi lisanı tahsil ediniz.” diye bir ham teklif etmekten hayâ olunur. Bugünkü millî kütüphanemiz kâfi değilse, yeterli dereceye ulaştırılması iktidar sahiplerinin borcudur. Lakin bu hizmeti de Allah için ifaya onları davet edemeyiz. Halk bu gibi zaruri ve medeni ihtiyaçları gerçekten ihtiyaç görmeli. O ihtiyaçla erbabını teşvik etmeli. Böyle bir şey olursa siz de incelemek için lisanınız, hem de sizin kolaylıkla anlayacağınız yeni lisanınız ile yazılmış birçok Cezayir özel tarihleri bulabilirsiniz. Eğer rağbetinizi yalnız hikâye tarzındaki şeylere hasrederseniz emelinize kavuşamazsınız. Çünkü bir hikâyeci Cezayir’i size şu bapta tanıtmış olduğumuzdan ziyade tanıtmayı kendi vazifesi dâhilinde görmez.
Ücretsiz ön izlemeyi tamamladınız.