Sadece LitRes`te okuyun

Kitap dosya olarak indirilemez ancak uygulamamız üzerinden veya online olarak web sitemizden okunabilir.

Kitabı oku: «Hüseyin Fellah», sayfa 4

Yazı tipi:

Yedinci Kısım

Validesi edeceği tekdirleri edip bitirdikten sonra artık gecenin kalanının ana ile kız arasında garip bir sükûtun devamıyla geçmiş olacağı pek kolay tasavvur edilebilir. Ertesi sabah erkenden Laz Mehmet Ali, sabah namazına gelip eda ettikten sonra cenaze namazgâhına da geldi, ana ile kızı buldu. Koca Laz, sözü açmak için zihninde nasıl girişler arar durur idiyse de valide hanım bu girişlere hacet bırakmayarak “Ağa birader! Ben kızımı size layık görmediğim gibi, vermek de istemiyorum. Lakin kızım istiyor. Eğer ben razı olmazsam size kaçacakmış. Şu kadar felaketim içinde bir de kızımın bana isyan ederek kaçtığını görmemek için işte zaruri rıza gösteriyorum.” dedi.

Gerçi bir kayınvalide tarafından bu gibi sözler işitmek, nikâha kuvvet verir şeylerden olduğu malumdur. Hatta bu tür sözleri yalnızca Laz’ı caydırmak için söylemiş olduğuna da hükmedebiliriz. Fakat Laz Mehmet Ali, halkın bildiği kayınpederlerden olmadığı için kadıncağızın sözlerine darılmak değil, bilakis son derece memnuniyet göstererek hemen ana ile kızı kaldırdı, Karabaş Mahallesi’nde bulunan evine götürdü.

Valide hanım hâlâ kızına dargın. Şu kadar var ki daha ertesi günü Şehlevend’in emir ve onayıyla karşıda, İstanbul tarafında Tahtakale’de iki odalı bir küçük hane o zamanın fiyatınca dört yüz aslanlıya satın alınıp, bir yüz kuruş da öteki ihtiyaçlara verildi. Valide hanım hâlâ dargın ise de böyle kutu gibi bir eve girip de minder üzerinde dahi beş yüz kuruş harçlık bulunca dargınlığı yavaş yavaş sükûnet bulmaya başladı ve sükûnet buldu.

Ah! Bu ev, bu para, ciğerparesi kızının hürriyetinin bedeli olduğunu bilseydi acaba yine sükûnet bulabilir miydi? Biçare kadıncağız işin içyüzünü bilmiyor ki! Evceğizinde yerleştikten sonra, o beş yüz kuruşu kızı için ağırlık makamında tutarak bununla çeyiz düzmeye dahi kalkıştı. Lakin Laz Mehmet Ali, gelini için validesinden bir çevre bile çeyiz istemiyordu. Çeyizi yağlıkçılardan hazır alacağından bahisle valideyi menettikten sonra bir aralık da çeyizin doğrudan doğruya yağlıkçı tarafından sandığa basıldığı rivayetini çıkarıp nihayet bir cuma günü idi ki Mısır’a yönelerek Dersaadet’ten hareket eden bir gemi ile Şehlevend’in dahi gelin(!) gitmesi lazım geldi.

Laz Mehmet Ali, kılığını kıyafetini bir yolcu şekil ve suretine koymuş olduğu hâlde gelip Şehlevend de bazı zaruri yol ihtiyaçlarından ibaret olan tedariklerini görmüş olduğundan onlar bir hamala verilip kızcağız da validesiyle veda merasimini ifa eyledi.

İşte bu vedalaşma yürekleri cayır cayır yırtacak bir surette idi. Valide hâlâ kızı gelin gidiyor inancıyla birtakım nasihatlerde bulunur, tebrikler eder ve kız ise ne hâl ve mertebe ile gittiğini bildiği için boynuna sarılmış olduğu validesini kolları arasından bırakmayarak sel gibi gözyaşları içine gark eylerdi.

Her ne hâl ise yolcular ayrılabildiler. Yemiş iskelesine inip oradan bir kayığa binerek karşı tarafta demir üzerinde bulunan Mısır gemisine çıktılar. Laz Mehmet Ali, Şehlevend’i geminin kaptanına teslim ederek şu suretle artık vazifesini ifa edip bitirmiş sayıldığından bir daha kızcağıza “Uğurlar olsun! Allah selamet versin!” bile demeye lüzum görmemişti.

Kaptan, Şehlevend’i geminin başaltına götürdü. Kız içeriye girince iki üç genç kız ile bir iki çocuk daha gördü ki kızlar hüngür hüngür ağlar ve dünyanın belaları ve musibetleri bile kendileri için oyuncak olan çocuklar, halatlar üzerinde misafir oyunu oynar idiler.

Şehlevend’in içeri girmesi bunların ağlamasına ara verdi. Hatta biraz sonra gerek Şehlevend bunlarla ve gerek bunlar Şehlevend ile teselli bulmaya bile başladılar. Çünkü bunların hepsinin aynı derdin ortağı olduğu malumdur. Bir derdin müptelası ne kadar çoğalırsa inde’l hakika edilecek teessüfün o nispette artması lazım gelirse de derdin ortağı çoğaldıkça tesir ve ızdırabından erbabının hissesinin küçülmemesi de insanın acayip ve garip birtakım huylarının gereğidir.

Şehlevend’in kızlarla olan konuşmalarından anlaşıldığına göre Laz Mehmet Ali, bu kızları da güya fakruzaruretten kurtarmak için yüz ellişer ve ikişer yüz kuruşa satın almış. Şehlevend, diğerlerinin kıymetinin kendisinin beşte biri, üçte biri kadar olduğunu görünce biraz daha fazla teselli bulmuştu. Çocuklar ise mektep seyrine gidiyoruz diye memnun olduklarından bunların hayretleri yalnız ellerinde bulunan üç dört hacıyatmaz ile bir iki dilli düdük ve davul pahasına satın alınmış olduğu ortadadır.

Bu ilk kitabımıza nihayet vermekte olduğumuz şu sırada düşünen insanlara sual ederiz ki şu başaltında bulunan beş altı kız ve çocuklar içinde en ziyade acıdıkları hangisidir?

“Hepsine aynı şekilde acıyoruz.” diyenleri tebrik ederiz. Yalnız Şehlevend’e acıyanlara ise hiçbir şey söyleyemeyiz. Zira insanlardan büyük bir kısmının vereceği cevabın bu olduğunu zaten biliriz. O büyük kısmın fertleri, bir kimseyi yakinen tanımaz ve duçar olduğu felaketin mahiyet ve derecesini ayrıntılarıyla bilmezse o kadar acımaz. Bir gemi batsa, içinde otuz kişi boğulsa bir “Vah vah vah!” otuzuna da yeter. Ancak bunlar içinde tanınan bir adam olsa üzüntüsü bir hayli müddet baki kalır.

Hesap edilecek olsa insanlığımızın pek çok cihetleri insaniyetten beklenen şana aykırı düşerse de biz bu gibi aykırılıkları, daima kadere, nasibe, feleğe ve hatta Cenabıhakk’a atıf ve isnat ederek kendimizi daima haklı çıkarırız. Kusurun kimsede değil bizde olduğunu bilsek, kusurumuzu düzeltmeye gayret eder idiysek de kendimizde hiçbir kusur göremediğimiz için düzeltilmesine lüzum görememekteyiz. Binaenaleyh dört bin sene evvel nasıl insan imişsek bugün yine öyle insan kalmış olduğumuz gibi korkarız ki dört bin sene sonra da hep öyle insan kalacağız da “Benî Âdem âzâ-yı yekdîğerend” ila-ahir kıtasını sadece bir şiir okur gibi okuyup gideceğiz.

İKİNCİ KİTAP

Birinci Kısım

Şehlevend Mısır’a gelin gittiği zaman validesini İstanbul’da beş yüz kuruş ile terk etmiş olduğunu hatırdan çıkarmamışızdır.

Gerçi bundan yüz sene evveline göre bu para epeyce büyücek bir meblağdır. Bir kere o zamanın beş yüz kuruşu bu zamanın iki bin yedi yüz, üç bin kuruşu kadar eder. Bundan başka fiyatların yüksekliği akçenin kıymetine ve akçenin kıymeti de bulunmama derecesine göre olacağı için o zamanın bir kuruşuyla görülen iş bugünün (nispette yine o zamanın bir kuruşuyla denk düşecek olan) altı kuruşuyla görülemez. Şu hâle göre Şehlevend’in validesinin yanında kendisini epeyce bir zaman idare edebilecek para vardı. Paradan başka ileride damadının kendisini gözeteceği ümidi de vardı!..

Düşünce sahipleri esrara Şehlevend’in validesinden daha ziyade vâkıf olduğu için ileride damadının kendisini görüp gözeteceği hakkındaki ümit, onlarca akçe eder ümitlerden değildir. Dolayısıyla biz de muhakememizi, şimdilik kadıncağızın kesin ümidi olan mevcut parası üzerine tesis etmeliyiz.

Mevcut paranın sarfı, âdeta ömrün sarf edilmesine benzediği, bizden başka yerlerde ve zamanımızdan başka zamanlarda da fark edilmiş bir şeydir. Fark edilmiştir ki “Vakit nakittir.” demişler. Eğer onlar yalnız kıymet cihetini nazar-ı dikkate almış olsalar bile biz sarf olunması cihetini de denk bulmaktayız: Bir sandığa sayılmış para koydunuz. Bir yandan da sarf etmeye başladınız. Eminsiniz ki bu paranın son kuruşu alınıp sandıkta hiçbir şey kalmadığı zaman dahi olacaktır. Ömür defterine, bir miktar vakit kaydettiniz. Her gün birazını sarfla hesap edilişini yürütmekte, yani sarf edilmişi mevcuttan düşmektesiniz. Eminsiniz ki bu çıkarmanın sonucu sıfıra eşit olduğu bir zamanı da göreceksiniz. Şu hâle göre vakitle nakdin bir farkı kalırsa o da sandıkta mevcut olan nakdin miktarı malum olarak ona göre sarf etmek ve hayat defterinde kayıtlı bulunan vaktin miktarı ise bilinemeyeceğinden gelişigüzel geçirmek suretinden ibarettir.

Hasılı Şehlevend’in validesi de mevcut paradan harcamaya başladı. Hem de miktarı beş yüzden ibaret olduğunu ve arkası gelmeyeceğini bilerek bir harcayış değil. Öyle olsa belki biraz ihtiyata lüzum görürdü. “Kızımın kaynatası Mısır’a gittiyse orada kalacak değildir ya? On beş günde oraya varsın, bir ay da orada kalsın, on beş günde de gelir, nihayet iki ay sonra buradadır. İhtimal ki kayınpederi gelirken kızım biraz harçlık da gönderir.” düşüncesiyle harcardı.

Hanımın hesap ettiği iki ay, mesutların ömrü gibi pek çabuk geçti. Hâlbuki kendisi de bu iki ay içinde pek mesut idi. Mesudun ömrü çabuk geçeceği ise tecrübe edilmiş şeylerdendir. Ama miktarı azalarak çabuk geçiş değil, Allah bu afetinden cümleyi korusun. Belki nasıl geçtiğini bilememekten ibaret bu geçiş süratini haber vermek istiyoruz. Felaketzede ve mihnet çekenlerin ömrü çabuk geçmemiş ise mihnet dakikalarının her biri erbabına bir asır kadar geldiğinden neşet eder.

Hanımın hesap ettiği iki ay geçtiği hâlde kızının kayınpederinden bir eser zuhur etmeyince kadıncağız, Mısır yolunu biraz daha uzatmaya mecbur oldu. “Hava olmaz ise gemi nasıl yürüyecek? Az yol da değildir. Bazı hacılar bir ayda Mısır’a ancak varabilirler. Bir ay gitmek, bir ay gelmek, bir ay da orada kalmak, etti üç ay. İkisi geçti, birisi kaldı. Bir ay daha beklemek lazım.” diye öbür ayı da geçirdiyse de bunun uzunluğu ilk iki aydan ziyade olmuştu. Çünkü sandıktaki beş yüz kuruşun da dört yüzü tükenip yüzü kalmıştı. Öbür ay da geçti. Hâlâ Laz Mehmet Ali’den haber yok. Kadıncağız Mısır’daki ikamet süresini iki ay kadar uzatmaya mecburiyet gördüyse de bu hesapça beklemesi lazım gelen bir ayın uzunluğu geçen üç ayın tamamından da ziyade olmuştu. Çünkü geri kalan yüz kuruştan ancak nefsine yetecek miktar sarfıyla ellisi dahi elden çıkarılmış ve dolayısıyla sefaletin yaklaşması dakikaların uzamasını gerekli eylemişti.

Velhasıl zaman geçtikçe geçimin daralması ve buna bağlı olarak sefaletin de artması sebebiyle dakikalar, saniyeler, saliseler uzaya uzaya altı ay geçti. Hâlâ Mehmet Ali Ağa’dan eser yok. Sandıkta da âdeta bir para yok! Biçare kadıncağız henüz tam bir ümitsizlik içine dalmamışsa da ümidi dahi birçok şüphe içinde kaldığından Mehmet Ali Ağa’nın Karabaş’ta bulunan evine gidip şüphelerini defetmeye mecbur oldu.

Hani ya kayık parası? O zaman ise Galata ile İstanbul arasında köprü de yoktu.

Acayip, muharrir efendi! Biçare kadıncağızda kayık parası verecek kadar da para kalmadı ha?

Bereket versin ki ekmekçi, kasap ve bakkal ile alışverişini aylık hesabı üzerine icra etmekte olup altı aydan beri biriken borcu dahi hâlâ emniyeti sarsacak mertebeye varmamış olduğu için yiyeceği bulabilmekteydi.

Bununla beraber Karabaş’a kadar seyahat lüzumu hiçbir şey ile menedilemediğinden karıcık kalktı, feracesini, yaşmağını giyinip kuşanarak sokağa çıktı. İskeleye kadar vardı. Oradan yine geriye dönüp alışveriş ettiği bakkala gelerek “Bakkal! Karşıya gideceğim ama para kesemi(!) evde unutmuşum, bana birkaç para ver de hesabıma yaz.” diye bakkalı âdeta dolandırmak suretiyle kayık parası tedarik etti. Yemiş’ten bir kayığa binip Tophane İskelesi’ne çıktı.

Tophane İskelesi’nin biçare kadıncağıza birtakım eski faciaları ihtar eylemiş olduğunu hesap ediyorsunuz ya? Hem de bu ihtarların o kadar tesiri olmuştu ki hâlâ yeni bir felakete daha ayak atmakta bulunan kadıncağızın iskele tahtalarına ayak atarken dizleri tir tir titremişti. İskeleye çıktıktan sonra arkasına dönüp denize bir nazar eyledi. Bu nazarın nasıl bir feci nazar olduğunu okuyucularımız göz önüne getirebilecekleri gibi, kadıncağızın çehresi okuyucularımızın bildiği esrardan haberdar olmayanları dahi irşat edebilecek bir suretteydi.

Bu iç ızdırabıyla kadıncağız, Kılıç Ali Paşa Camisi’yle Paşa Hamamı arasındaki yolu tuttu. Tam caminin kapısının yanına geldiğinde başını sağ tarafa dönmekten bir türlü menedemeyerek mahut cenaze namazgâhını da gördü! Artık gözünün nuru, ciğerparesi Şehlevend’in hayali cami avlusunda salınıp gezmekte olduğunu apaçık bir suretle görmeye başlayınca zaten titremekte olan dizlerinin bağı çözülerek yine bu caminin diğer kapısında bir sabah kızı Şehlevend’in sabah namazından çıkan cemaate avuç açtığını gördüğü zaman yıkıldığı gibi bu defa da yıkılıp yığılıvermeye ramak kalmıştı.

Artık olanca cesaretini değil, kendisinde olmayan cesareti dahi bulup buluşturmak ve derip devşirmek lazım geldi. Paşa Hamamı’ndan Yamalı Hamam’a kadar hanımın yürüyüşüne ve hareketine birisi dikkat edecek olsaydı sarhoş olması gibi bir suizanda bulunmayacak olsa bile, mutlaka saralı olduğundan asla şüphesi kalmazdı.

Yamalı Hamam’ı da geçti. Karabaş Camisi yanından bu isimde olan mahalleye sapıp nihayet esirci Trabzonlu Mehmet Ağa’nın önceden tanımış ve öğrenmiş olduğu evinin kapısını çaldı.

Laz Mehmet Ali’nin zevcesi bulunan ve kendi hanesinde misafir kaldığı gece hanıma ziyadesiyle ikram etmiş olan bir Kabartay karısı pencereden bakarak hanımı layığıyla tanıdıktan sonra ne dese beğenirsiniz? Bakınız ne dedi:

Kabartay: “Kimdir o?”

Hanım: “Açsanıza hanım! Benim.”

Kabartay: “Siz kimsiniz?”

Hanım: “Allah Allah, a kardeş benim kim olduğumu görmüyor musunuz? İşte Şehlevend’in validesi!”

Kabartay: “Nasıl Şehlevend?”

Hanım: “Canım gelininizi de mi unuttunuz?”

Kabartay: “Biz öyle Şehlevend filan tanımayız hanım! Ne oğlumuz vardır ne de gelinimiz. Yoksa yanlış yere gelmiş olmayasınız?”

Hanım: “Üstüme iyilik sağlık! Esirci Mehmet Ali Ağa’nın hanesi bu değil midir?”

Kabartay: “Ha! Anladım kardeşim! Yine yanlışsınız ya! Bu hane Mehmet Ali Ağa’nın değildi. Mehmet Ali Ağa burada kiracı idi. Çıktı. Nereye gittiğini bilemeyiz. Ondan sonra biz taşındık.”

Hanım: “Niçin böyle söylüyorsunuz a kardeşim? Ben sizi tanımıyor muyum sanki?”

Kabartay: “Sen bizi tanıyorsan hanım, biz seni tanımıyoruz.” diye cumbadan çekildi. Ondan sonra kadıncağız her ne söylediyse güya yalnız cumbaya söylüyormuş oldu. Cumba insana cevap mı verir?

İşte biçare Şehlevend’in biçare validesi Laz’ın kapısından bir ayrılış ayrıldı ama bu ayrılış bütün ümitlerinden ayrılmak demek olduğu için, karıcığın ne hâle girmiş olduğu ancak düşünce sahiplerinin mülahazalarına muhtaç kalır.

Kabartay karısının hısımlığa akrabalığa sığmayan bu muamelesini neye yoracağını ve yeniden düşmekte olduğu felaketten kaçmak için hangi yola gideceğini bilemeyerek ve özellikle bir daha Kılıç Ali Paşa Camisi önünden geçmeye yüreğinde kuvvet bulamayarak kapı içinden geçip Galata yolunu tuttu. Niyeti Karaköy İskelesi’ne gelip de oradan bir kayığa binerek Yemiş’e çıkmak idi. Tam Sandıkçılar Çarşısı’na gelince Laz Mehmet Ali’yi bir çilingir dükkânında yine kendisi gibi bir Laz çilingir ile konuşmakta görmesin mi?

Bu aralık damadını ve hatta doğrudan doğruya kızını görmüş kadar memnun olmuş idiyse de yukarıda geçen Kabartay karısının muamelesi hatırına gelince güya yine o kadını görmüş gibi derin bir ızdırap hissetti. Hiddetinden, ızdırabından, hayretinden titreye titreye Laz’ın karşısına varıp boğula boğula söze başladı.

Hanım: “A Mehmet Ali Ağa! Mısır’dan geldin de bir kere gelip hâlimi sormadın. Böyle hısımlık akrabalık mı olur?”

Laz: “Nasıl Mısır’dan?” (yanındaki Laz’a hitaben) “Hemşehrim, ben bu yakında Mısır’a gittim mi?”

Hemşehrisi: “Yok! Sen üç seneden beri İstanbul’dan dışarıya çıktın mı?”

Hanım: “Canım kızımı gelin götürmedin mi?”

Laz: “Haa!.. Onu mu soruyorsun? Şehlevend’i değil mi? Ben onu kendim gelin götürmedim hanım, gönderdim. Fakat sağlık selametle göndermemiş olaydım…”

Hanım: (heyecanla) “Sakın bir dirliksizlik olmasın! Kızımdan kâğıt da aldığım yok!”

Laz: “Hayır! Onların dirlikleri düzenlikleri pek yerinde. Lakin o oğlum olacak katırla bozuştuk. Selamı sabahı kestik. Dört aydır bir mektup aldığım yok.”

Hanım: (biraz nefesi genişleyerek) “Niçin böyle uygunsuzluklar oluyor a kardaş! Baba ile oğul arasında…”

Laz: “Öyle oğul yere geçsin! Adı batsın! Hem Allah’ı severseniz hanım, bir daha bana o melunun sözünü etmeyiniz! Damadınıza mektup mu yazacaksınız, ne yapacaksınız, hasılı ne edecek iseniz kendiniz ediniz.”

Hanım: (tam bir utangaçlıkla, yavaşça) “Canım harçlığım da kalmadığından…”

Laz: (hiddetle, telaşla) “Dedim ya işte, ben bir şeye karışmam! Katırın ismini bile ağzıma almam. Yeminim var ay efendim, yeminim var! Ağzımdan fena sözler çıktı. Şartım var!”

Hanım: “Güzel ama a Mehmet Ali Ağa! Ben mektup yazsam bile kimle göndereyim! Geleni gideni bilmem.”

Laz: “Sen mektup yazacak olursan getir bu dükkâna bırak. Ben giden olursa gönderirim. İşte bildiğim de söyleyeceğim de bu kadar.”

Hanım: “Hem siz evden çıkmışsınız. Şimdi nerede olduğunuzu da bilmiyorum ki!”

Laz: “Kasımpaşa’da dere üzerinde bir yerde oturmaktayız. Gelip kime sorsanız evimizi gösterebilir.”

Mehmet Ali, bu sözleri o kadar müdafaakârane bir surette hiddetle, telaşla söyledi ki kadıncağız, korkusundan ne söyleyeceğini de şaşırdı. Nihayet son sözünü de bitirdikten sonra aldı başını yürüyüverdi. İki eli böğründe kalan kadıncağız, bir müddet donup kaldıktan sonra çilingir Laz’ın, “Hanım bugün Mehmet Ali Ağa’nın pek hiddetli bir günüdür. Boşuna bekleme.” demesi üzerine zaten Kabartay karısının muamelesi ve Laz Mehmet Ali’nin dahi “Kasımpaşa’da oturuyoruz.” diye açıkça yalan söylemesi, kadının emniyet ve itikadını bütün bütün ihlal etmiş olduğundan, artık göz pınarlarına birikmiş kalmış olan yaşları yaşmağına içirerek, içini çekerek, boynunu bükerek, mahzun ve meyus Karaköy İskelesi’ne vardı.

İkinci Kısım

Şehlevend’in annesi Karaköy İskelesi’ne geldiği zaman yaşlıca bir kayıkçıya “Aman kayıkçı, beni Yemiş İskelesi’ne çıkar.” diyerek âdeta sersem bir hâlle kayığa atlamıştı. Hâlbuki kayıkçı henüz avare etmeden, bir de tersane adamlarından üstü başı temiz bir ağa gelip “Kayıkçı, beni de şu brike bırakıver.” diye kayığın kıçına atladı. Gerçekten Yağkapanı önünde bir Osmanlı brik gemisi demirli olup etrafına üşüşmüş bulunan kayıklardan, geminin henüz yeni taşradan gelmiş olduğu anlaşılıyordu.

Hatta kayıkçı, durumu tersaneliden izah etmesini dahi istedi ve “Bu gemi Gemlik’te idi. Bu sabah geldi. İçinde bir dostum var da onu görmeye gidiyorum.” cevabını aldı.

Üç beş dakikada gemiye vardılar. Malum olmalıdır ki o asırda tersanenin kürek ile çektirilen gemilerini temaşa için yaklaşmak, insana hoş gelir bir şey değildi. Çünkü müebbet veya muvakkat suretiyle verilmiş cezalar için kürek çivileri hizasına çakılmış ve “altta yok, üstte yok” tabirinin gerçek niteliğini taşıyan kürek suçlularının esef verici hâlleri insana rikkat verirdi.

Ya her yüzden biçare, her yüzden felaketzede olan kadıncağızın, bu yüzden dahi herkesten ziyade muzdarip olacağı hesap edilemez mi?

Şehlevend’i gelin gitmekten mene çalıştığı esnada hani ya bir Ömer ismini yâd etmişti. Bu isim hatırınızda mıdır? Çocuğun ölüme bedel küreğe konulmuş olduğunu ve hâlbuki bu felakete dahi sadece Şehlevend’e hizmet ve onun intikamını almak yolunda maruz kaldığını haber vermişti. Şimdi Yağkapanı önünde yatmış olan gemideki kürek suçlularını görünce Ömer’in felaket hâlini yâd ederek arttıkça artmakta bulunan ızdırabı bir derece daha arttı.

Bir de geminin ortalık yerinde Ömer’i de gözleriyle görmesin mi? Hem de hayalini değil, ta kendisini!

Bir kere “Hay!” dedi ve olduğu yere yığılıverip konuşmaya mecali kalmadı.

Gerek kayıkçı ve gerek tersaneli, kadıncağızın bu hâlinden ürkerek imdadına koşmak istediler. Hanım bir aralık gözlerini açıp “Ömer! Evladım!” sözlerini telaffuz edebildi. Ve bu Ömer’in nasıl bir Ömer olduğunu tersanelinin sorması üzerine kadıncağız, evladından ibaret bildiğini yine bu iki kelimecikle beyan ederek ondan şefkat beklercesine bir tavırla tersanelinin yüzüne bakakaldı.

Tersaneli, oldukça çok şeyler görmüş bir adamdı. Binaenaleyh kadıncağızın hâl ve tavrından meramını anlayarak eğer adı geçen Ömer ile görüşmek arzusunda ise mümkün olabileceğini beyan edince, kadıncağız nasıl teşekkür edeceğini bilemeyerek az kaldı ki tersanelinin boynuna sarılsın.

Seferden yeni gelmiş olan gemilerdeki kürek memurları ve kürek mahkûmları ile görüşmek müsaade altında bulunmaktaydı; tersanelinin yol göstermesiyle hanım, Ömer’in yanına kadar ulaşabildi. Ulaşabildi ama baygınlık dereceleri hanım için sıhhat hâli sayılabilecekti.

Ya Ömer ne hâlde idi?

Bunu hiç sormamalı.

Ömer dediğimiz adam uzun boylu, kara yağız, siyah kaşlı, siyah bıyıklı, beyaz çehreli, gayet yakışıklı, yirmi beş yirmi yedi yaşında bir delikanlı idiyse de üç seneden beri kürekte ve kuru bir güverte tahtası üzerinde geçirdiği ömrün maddi manevi tesirlerinden mübalağasız, kehribar gibi sararmış, kurumuş kalmıştı.

Hanımı görünce o da candan bir ah çekerek ayağındaki zincirin uzunluğunun müsaade ettiği mesafeye kadar koştu. Anası makamındaki hanımı karşılayarak öpmek için elini eline aldı. Hangi eline almış olduğunu mülahaza buyuruyorsunuz ya? Üç senedir kürek çekmekten nasırlanıp pastırma kesilmiş olan iki eli içine aldı ki hanımın zihni müsterih olsaydı, o vahşi ve yabani ellerden korkacağı kesindi.

Hangisinde konuşmak için mecal var? İkisinin de gözlerinden çağlayanlar gibi gözyaşı çağlardı.

Ayak üzerinde şu feci hâl bir çeyrek kadar devam ettikten sonra Ömer hanımı yelken bezi içine yetersiz bir miktar üstüpü doldurmak suretiyle yapılmış olan minder üzerine davet etti ise de derhâl ettiği davetten yine kendisi pişmanlık göstererek “Oturmayınız! Ayakta durmanız hayırlıdır.” diye hanımı oturmaktan menetti. Çünkü bundan yüz sene önce beylik gemilerinin kamaralarında bile bit ordusuyla gezip hele kürek başında bulunan suçlulardan bazılarının bit dişleriyle telef oldukları dahi rivayet edilir!..

Bunca elemler içinde bulunan kadıncağız bu dertlerin ortağı demek olan Ömer’i bulur da ne konuşur?

Hâl ve hatır sormaya gerek bile yoktu. Çünkü Ömer’in ne hâlde olduğu açıkça ortada olup maceralarının başından beri ettiği muvazeneler üzerine, Ömer dahi hanımın durumunun ne merkezde olduğunu çıkartabilmekteydi. Ömer’in bilmediği ve bilemeyeceği yeni musibet Şehlevend’in Mısır’a gelin gitmesi(!) olduğundan hanımefendi bu durumu hikâyeye başladı.

Daha Şehlevend ismi yâd edildiği anda Ömer’in kehrüba rengi birdenbire karadut rengine dönüşüp gelin olduğunu işittiği zaman ise güya bir büyük müjdeye nail olmuş gibi rengi yerini buldu. Tavrında bir güler yüzlülük belirdi. Hatta yüreği bile kımıldanmadan canıgönülden bir tebrik ve kutlamaya dahi acele gösterdi.

Hanım: “Acayip! Ömer Efendi! Şehlevend’in gelin gitmesine bu kadar memnun olacağını ümit etmezdim. Ben bu haberi sana âdeta kara haber olmak üzere vermiştim.”

Ömer: “Bilakis valideciğim! Pek memnun oldum. Allah mübarek eylesin. Gerçi bundan önceki hayatımda, Şehlevend Hanımefendi Hazretleri’ne kul olmaktan başka saadet tasavvur edemiyordum. Ama şimdi o tasavvura da mahal kalmadı. Çünkü ömrümü elimden aldılar. Şu üzerine bastığımız tahta yok mu? O tahta benim hem teneşirim hem de tabutumdur. Yarın bu zincir hâlâ ayağımda ve bir ucu yine bu tahtaya çakılı olduğu hâlde vücudum içinde ödünç bulunan canımı çıkarıp attığım gibi vücudumu dahi şuradan denize atacaklardır. Gemi batsa, yine ben burada olduğum hâlde helak olacağım.”

Hanım: “Ah evladım! Bu gençlikte, bu civanlıkta!..”

Ömer: “Öyle değil nineciğim! Bana şimdi yirmi altı yaşındasın diyorlar. Ben ise dünyada yirmi üç sene yaşamış, sonra gebermiş bir adamım. Size ne dedim? Vücudumdaki can ödünçtür, dedim. Sözlerimi biraz daha izah edersem demeliyim ki karşınızdaki Ömer, bildiğiniz Ömer değildir. O Ömer’in naaşıdır. Sizin bildiğiniz Ömer’de, size en büyük musibet içinde hizmet etmeye, düşmanlarınızdan ise intikam almaya kuvvet vardı. Bu laşede ise o kuvvet yok. Kuvvetsizlik laşenin sıfatıdır. İşte ben de bir laşeyim valideciğim!”

Bu sözleri söyleyen gözyaşıyla söylediği gibi dinleyen dahi onun gibi gözyaşlarıyla dinlemekte olduğu izaha muhtaç görülmemelidir.

Hanım: (bir müddet sessizlikten sonra) “Doğrusun evladım, haklısın!.. İşte bu sözlerin doğru olduğunu bildiğim için ben de sana Şehlevend’in evliliğini bir kara haber olmak üzere haber vermiştim. Sen bu hâlde oldukça Şehlevend de ya benim gibi sürünmeli veyahut geberip gitmeliydi.”

Ömer: “Hayır anacığım! Ben böyle düşünmemekteyim. Ben şu felaketli hâlim içinde sizi ne kadar rahat görürsem, o kadar memnun olurum. Hatta bugün hâl ve tavrınızdan hâlâ felaketzede olarak yaşadığınızı anladığım için şu konuşmanızdan memnun olmadığımı söylemekten çekinmem. Şehlevend Hanım mesut olmalıdır ki ben memnun olayım. O kocasıyla yiyip içmede ve zevküsefada olsun. Ben burada kuru tahta üstünde demirler içinde mahvolayım, memnunum. Çünkü düşmanlarımızın mahvetmek istedikleri Şehlevend’i mesut görmek, onlar için büyük bir iç yarasıdır. Benim için ise muvaffakiyet meyvesidir. İşte ben böyle bir çocuğum nineciğim!”

Ömer şu son sözü söylerken yerinden fırlayıp da ağzından fırlayacak veyahut göğsünü delip çıkacak kadar heyecanda bulunan kalbinin ızdırabı arttıkça artmakta bulunduğunu, gözlerinden çağladıkça çağlamakta bulunan yaşlar ispat ederdi. Ancak bu hikâyenin yazarı bulunmak cihetiyle Ömer’in hâli cümleden ziyade bizce mazbut olmak lazım gelirse işte biz itiraf ederiz ki çocuğun şu artan ızdırabı, samimi bir kalple Şehlevend’in saadetini arzudan başka bir histen doğmazdı.

Aradan biraz vakit daha sükûtla geçtikten sonra:

Hanım: “Hepsi ne ise ne evladım. Lakin bugün tesadüf ettiğim bir hâl, cümleden ziyade perişanlığıma sebep oldu.” diye Laz Mehmet Ali’nin gerek kendisinden ve gerek zevcesinden görmüş olduğu muameleyi hikâyeye başlayınca Ömer’in tavrı büsbütün değişmeye başlayarak çehresinde o kadar gazap, hiddet ve şiddet alametleri göründü ki karşısında bulunan hanımı hemen paralayıp telef edecek zannolunurdu.

Hanım bu hâlin de farkına vardı ve hikâye ettiği şeyleri söylediğine de söyleyeceğine de pişman olarak “Herifin derdi kendisine yetmiş, ben de deli gibi tutup derdine dert katıyorum. Ne eşekmişim?” diye nefsini ayıpladı ve hatta hikâyeyi de yarıda bırakmak istediyse de Ömer, tamamlaması hususunda âdeta tehditkârane ısrar ettiğinden hanım da meseleyi baştan sona hikâye etti.

Ömer bu duruma hiç cevap vermemişti. Meseleyi sonuna kadar dinledikten sonra “Haydi nineciğim, haydi! Şimdi, şu anda hemen git. Zira kendimi zapt edemiyorum. Bari gözüm seni görmesin!” diye kadıncağızı âdeta kovdu.

Hanım, evladı olan Ömer’den gördüğü şu son ret muamelesi üzerine darılmayarak ve biçare çocuğu mazur görerek yalnız Şehlevend’in ne garip bir kayınpedere gelin olduğu hakkında Ömer’in görüş ve fikrini alamadan gittiğine teessüfle döndü.

Acaba Ömer’in bu düğün hakkında bir fikri olmadığı için mi hanıma görüş ve fikrini söylemedi?

Bilakis Ömer’in bu konuda büyük bir görüş ve fikri vardı ama hanıma söylenilebilecek görüşlerden ve fikirlerden değildi. Sonra söyledi. Ama kendi kendisine söyledi. Dedi ki:

“Zavallı kadıncağız! Hâlâ kızının gelin gittiği itikadında! Cihanın tanıdığı Laz Mehmet Ali’yi kendisi tanımadığı için bu itikada düşmüş. Şehlevend’in Mısır’a gelin gittiğini haber vererek beni de sevindirmişti. Meğer gelin değil, esir gitmiş! Ah!.. Şehlevend Hanımefendi Hazretleri esir düşmüş. Hem de nasıl esaret ya? Hiç Laz Mehmet Ali öteden beriden bedava gibi bir suretle kandırıp esir bulmak iktidarıyla şöhret bulmuş iken hanıma bir ev ve beş yüz kuruş para vererek Şehlevend’i esir eder mi? Bu işte mutlaka düşmanların parmağı vardır. Mutlaka Laz Mehmet Ali vasıtasıyla başımıza bu felaketi de getirmişlerdir. Mağlubuz, yine mağlubuz vesselam! Az kaldı ki kadına sırların bu katmerlerini dahi açayım. İyi ki açmadım. Biçarenin yüreğine inerdi… Yüreğine ineceğini bilse idim yine söylerdim. İhtimal ki aklına dokunur, çıldırırdı. O zaman bütün bütün çaresiz kalırdı.

Zavallı çocuk, kendi kendisiyle şu hasbihâli ettikten sonra denize doğru ümitsizliğin son derecesinde bulunanların bakacağı nazarla bir kere baktı, bir de ayağındaki zincire baktı da dedi ki:

“Ah! Bu kürekte bulunan adam kendi kendisine kıyamayacak da. Ayağımdan zincir ile mıhlanmışım! Başka bir helak edici alet de vermiyorlar… Ama ne zararı var? Yine kahır zehriyle zehirlenip gidecek değil miyim? Biraz geç olacakmış. Geç olsun da güç olmasın. Kafamı küpeşteye vura vura kırmaktansa acılar içinde kıvrana kıvrana gebermek daha kolaydır.”

₺35,23

Türler ve etiketler

Yaş sınırı:
0+
Litres'teki yayın tarihi:
11 temmuz 2023
ISBN:
978-625-6485-06-8
Yayıncı:
Telif hakkı:
Elips Kitap
Metin PDF
Ortalama puan 0, 0 oylamaya göre
Metin
Ortalama puan 0, 0 oylamaya göre
Metin
Ortalama puan 0, 0 oylamaya göre
Metin
Ortalama puan 0, 0 oylamaya göre
Metin
Ortalama puan 0, 0 oylamaya göre
Metin
Ortalama puan 0, 0 oylamaya göre
Metin
Ortalama puan 0, 0 oylamaya göre
Metin
Ortalama puan 0, 0 oylamaya göre
Metin
Ortalama puan 0, 0 oylamaya göre