Kitabı oku: «Dostoyevski'nin hayatı», sayfa 2
Dostoyevskiler böyle gezginlerdi, yeni düşüncelerle yeni izlenimler edinmeye öyle susamışlardı ki geçmişi unutmaya çalışıp atalarının çocuklarıyla konuşmayı reddetmişlerdi. Ne var ki böylece geçmişten feragat ederken bir yandan da gezip duran ailelerini Ariadne’nin ipine benzer bir şekilde birbirine bağlama arzusunu taşıyorlardı. Onları yüzyıllar boyunca takip edebilmemizi sağlayan bu ip, taşıdıkları aile adı olan Andrey’dir. Litvanyalı Katolik Dostoyevskiler geleneksel olarak erkek çocuklarından birine, genellikle de ikincisine ya da üçüncüsüne bu adı verirlerdi; Ortodoks Dostoyevskiler de bu geleneği günümüze dek sürdürmüşlerdir. Ailemizin her neslinde her zaman bir Andrey olur ve tıpkı eskiden olduğu gibi bu isim ikinci ya da üçüncü erkek çocuk tarafından taşınır.
Fyodor Dostoyevski’nin Çocukluğu
Moskova’daki tıp eğitimini tamamladıktan sonra büyükbabam Mihail cerrah olarak orduya katılıp 1812 Savaşı sırasında bu sıfatla görev yaptı. Kendisinin mesleğinde çok yetenekli olduğunu tahmin edebiliriz, zira çok geçmeden Moskova’da yer alan büyük bir devlet hastanesinin başhekimliğine atandı. Bu sırada genç bir Rus kızıyla, Mariya Neçayev’le evlendi. Bu evliliğin her şeyden önce karşılıklı sevgi ve saygı üzerine kurulu olmasının yanında Mariya aynı zamanda kocasına yeterli miktarda çeyiz de getirmişti. Genç çiftin pek tabii ki herhangi bir eksiği yoktu, zira o günlerde kamu görevleri epey kazançlıydı. Devlet, eğer maaşlar yüksek değilse memurları için konforlu bir yaşamın tüm gereklerini karşılayarak bunu telafi ederdi. Bu sayede büyükbabam Mihail maaşına ek olarak bir kraliyet binasında, on dokuzuncu yüzyılda tüm kraliyet yapılarımız tarafından benimsenen bayağı imparatorluk tarzında inşa edilmiş tek katlı küçük bir eve yerleştirilmişti. Bu ev hastaneye yakındı ve bir bahçeyle çevriliydi. Fyodor Dostoyevski, 30 Ekim 1821’de bu küçük evde doğdu.
Büyükbabama, hastanede çalışan uşakların hizmetleri ve kentteki hastalarını ziyaret edebilmesi için bir araba tahsis edilmişti. İşini iyi yapıyor olmalı, zira çok geçmeden Moskova’dan 150 verst16 uzaklıkta bulunan Tula Guberniyası’ndan iki arsa alabilmişti. Bu arsalardan Darovoye olarak anılan ilki Dostoyevskilerin tatil mekânıydı. Baba hariç olmak üzere tüm aile yazı burada geçirirdi. Tıbbi görevleri nedeniyle şehirde kalan büyükbabam yalnızca temmuz aylarında birkaç günlüğüne onlara katılırdı. Her yıl, sözünü ettiğimiz demiryolu öncesi zamanlarda troykayla yapılan bu yolculuklar, çocukluğunda atlara vurgun olan babamı mest ediyordu.
Büyük oğullarının doğumundan birkaç yıl sonra büyükbabam, kendisini ve oğullarını Moskova’nın kalıtsal soyluları kütüğüne kaydettirdi.17 O dönemde babam beş yaşındaydı. Bütün hayatı boyunca Moskovalılardan uzak duran büyükbabamın, ailesini Rus soylularının koruması altına almak istemesi tuhaf. Burada, Rus Soylular Birliği’nin aslında taklit ettiği Litvanya Schliahta’sını görmüş olması muhtemeldir.18 Nasıl ki kadim ataları, oğullarını birleşik Litvan soylularının sancağı altına yerleştirdiyse, büyükbabam da bir an önce çocuklarını birleşik Rus soylularının korumasına vermişti.
Büyükbabam Moskovalı bir soylu olsa da ahlaki açıdan Litvanyalı bir Schliahtitch olmaya devam etmiştir; gururlu, hırslı, düşüncelerinin büyük bir bölümünde son derece Avrupalıydı. Neredeyse cimrilik seviyesinde tutumlu biriydi, fakat oğullarının eğitimi sözkonusu olduğunda hiçbir masraftan kaçınmadı. İki oğlunu da Suchard’ın Fransız okuluna yerleştirerek işe koyuldu. Bu kurumda Latince öğretilmediğinden büyükbabam Latince derslerini kendisi üstlendi. Eve geldiklerinde oğulları Fransızca derslerini hazırlar, akşam olduğunda ise babalarıyla Latince alıştırmaları yaparlardı. Babalarının huzurunda oturmaya asla cesaret edemiyor, babalarına büyük bir hayranlık ve saygı duyarak fiillerini ayakta çekimliyor, hata yapmamaya çalışıyorlardı. Büyükbabam çok asabiydi, gelgelelim çocukları asla fiziksel şiddet görmemiştir. Bu her şeyden çok daha dikkat çekicidir, zira o dönemin Moskovalı minikleri çok şiddetli bir şekilde dayak yerdi. Tolstoy çocukluk anılarında, on iki yaşındayken nasıl dayak yediğini bize anlatmaktadır. Büyükbabam Mihail’in eğitimle ilgili Avrupai düşüncelere sahip olduğu açıktır. Polonya ve Avusturya’ya olan yakınlıkları sayesinde Litvanya ve Ukrayna, Rusya’ya göre çok daha uygardı. Sonraki yıllarda Dostoyevski çocukluğunu hatırladığında küçük kardeşleri Andrey ve Nikolay’a anne babalarının muhteşem insanlar olduğunu, fikri açıdan çağdaşlarının büyük bir bölümünden çok daha ileride olduklarını söyleyecekti.
Ataları Katolik din adamları tarafından Latinleştirilen birçok Litvanyalı gibi büyükbabamın da Fransızcaya karşı bir sevgisi vardı. Eşiyle Fransızca konuşur, çocuklarını da kendilerini bu dilde ifade etmeye teşvik ederdi. Onu hoşnut edebilmek için babaannem ve kızları kendisinin doğum gününde iyi dileklerini Fransızca yazarlardı. Büyükannem müsveddelerin üzerinde kızlarının hatalarını düzeltir, çocuklar da süslü kâğıtlara bunları kopyalardı. Doğum günü geldiğinde sırayla babalarının yanına gidip renkli kurdelelerle bağlanmış kâğıt rulolarını yüzleri kızararak ona sunarlardı. Büyükbabam ruloları açar, bu yapaylıktan uzak tebrikleri duygulanarak yüksek sesle okur, çocuklarını öperdi. Daha sonraları, oğulları iyi dileklerde bulunmakla yetinmemeye başladılar; babalarını mutlu edebilmek için Fransızca şiirleri güzelce ezberleyip bunları kardeşlerinin huzurunda okudular. Bir keresinde babam, bir aile buluşmasında Henriade’dan bir parça okumuştu.
Dostoyevski babasının Fransızca sevgisini miras almıştı; romanlarında ve gazete yazılarında Fransızca tümcelere sıkça rastlanmaktadır.19 Almancayı da çok iyi derecede bilmesine rağmen Alman dilinde Fransızca kadar çok okuma yapmamıştı. O dönemde Almanca, Rusya’da pek revaçta değildi. Yine de babam bu dili unutmadı; Almanca babamın beyin hücrelerinden birinde bozulmadan kalmış olmalı çünkü Prusya sınırını geçer geçmez Almanca konuşmaya başlamış, üstelik annemin dediğine göre akıcı bir şekilde konuşmuş.
Büyük oğulları Suchard’ın okulundaki Fransızca derslerini tamamladıklarında büyükbabam onları Moskova’daki en iyi özel okula; şehrin aydınlarının çocuklarıyla dolu pahalı bir kurum olan Çermak’ın hazırlık okuluna yerleştirdi. Derslerini öğretmenlerinin gözetiminde çalışabilmeleri için büyükbabam onları okula yatılı olarak gönderdi, eve yalnızca pazar günleri ve bayramlarda geldiler. O dönemin Moskovalı soyluları çocuklarını özel okullara göndermeyi tercih ediyorlardı, çünkü kraliyet kurumlarında en ağır fiziksel cezalar uygulanmaktaydı. Çermak’ın okulu ataerkil bir karaktere sahipti, tüm düzenlemeler aile yaşamına göre planlanmıştı. Bay Çermak öğrencileriyle yemek yer, onlara sanki kendi evlatlarıymış gibi kibar davranırdı. Okulunda eğitim vermesi için Moskova’daki en iyi öğretmenleri getirmişti, okulunda yapılan işler ise üst düzeydi.
Büyükbabam Moskovalı ayaktakımının gaddarlığından çok korkuyordu, dolayısıyla çocuklarının sokaklarda yürümesine asla izin vermezdi. Andrey Amcam bir keresinde, “Okula babamızın arabasıyla gönderiliyor, eve de aynı şekilde geliyorduk,” demişti bana. Babam memleketi olan bu şehirle ilgili o kadar az şey biliyordu ki romanlarından herhangi birinde Moskova’yla ilgili tek bir betimleme bile yoktur. Pek çok Leh ve Litvan gibi büyükbabam da Rusları küçümsüyordu, onları barbarlar olarak görerek tepeden bakacak kadar da önyargılıydı. Evinde ağırladığı Moskovalılar eşinin akrabalarından ibaretti. Daha sonra babam da Petersburg’tan Moskova’ya gittiğinde Büyükbabam Rus uygarlığına itimat etmiyor olsa bile bunu çocuklarının önünde söylememeye dikkat ediyordu. Onları Avrupai bir tarzda yetiştirmişti; kalplerindeki vatanseverliği uyandırmaya ve beslemeye çalışmıştı. Bir Yazarın Günlüğü yapıtında Dostoyevski, kendisi bir çocukken babasının akşamları yüksek sesle Karamzin’in Rus tarihinden kesitler okumaktan ve bunları küçük oğullarına açıklamaktan hoşlandığını aktarmaktadır.20 Bazen çocuklarını Kremlin’in tarihi saraylarını ve Moskova’nın katedrallerini gezmeye götürürdü. Bu geziler, oğullarının gözünde neredeyse büyük vatanseverlik törenleri kadar önemliydi.
Büyükbabamın, bahsi geçtiği üzere Moskovalılardan uzak durarak çok tipik bir Litvan özelliği olan tecrite boyun eğmiş olması da muhtemeldir. “Litvanyalılar yalnızlığın cazibesine kapılmışlardır,” diye yazıyor Vidunas, “kendi başlarına yaşamayı severler. Yalnızlık onlar için bir sığınaktır.” Litvanyalıların bu tuhaf çekingenliği muhtemelen topraklarının verdiği bir üründür. Engin düzlüklerin sakinleri olan Ruslar ve Ukraynalılar büyük köyler kurabilmiş, komşu kasabalardaki pazarlara gidebilmiş, diğer köylülerle görüşebilmiş, onlarla ilişkiler kurabilmiş ve böylece sosyal ve konuksever olmuşlardır. Litvanya’nın devasa ormanları ve geniş bataklıkları büyük köylerin ortaya çıkmasını engellemiştir. Sağlam zemine sahip yerlere birkaç ev inşa edilebiliyordu fakat geçit vermez yollar nedeniyle herhangi bir aile, komşu yerleşimlerin sakinlerini ziyaret edemiyordu. Bu şekilde birbirlerinden uzakta yaşayan Litvanyalılar sosyalleşemez olmuşlardı. Yüzyılların büyüttüğü bu mizaç kusurlarını düzeltmek yine yüzyıllar alır, farklı bir ülkede farklı koşullarda yaşamaya başlayanlar için bile bu geçerlidir.21
Litvanyalılar genellikle muhteşem birer eş ve baba olurlar. Sadece evlerindeyken mutludurlar; fakat evlerini öyle içtenlikle severler ki bu sebeple eşlerini ve çocuklarını kıskanmaya eğilimli olurlar, onları dış etkilerden muhafaza etmeyi isterler. Büyükbabam, en nihayetinde birer Rus olan ve yurttaşlarıyla birlikte çalışmak zorunda kalan oğullarını Moskova’nın göbeğinde bulunan bir tür yapay Litvanya’ya kapadığında böyle bir eğitimin çocukların yaşamını nasıl güçleştireceğini fark edememişti. Neyse ki büyükbabam en azından ev hapsindeki çocukları için iyi bir arkadaş olmuştu; bayram akşamları bütün aile konuk salonunda toplanır, sırayla yüksek sesle büyük Rus yazarların eserlerini okurdu. Babam, on beş yaşına geldiğinde başyapıtlarımızın çoğunu biliyordu. Çocuklar öğrendikleri şiirleri okumayı alışkanlık haline getirmişti. Kimi zaman erkek çocuklar arasında şiir okuma yarışmaları düzenlenirdi. Babam ve kardeşi Mihail, Rusça şiirleri güzelce ezberler, anne babaları ise hangisinin en iyi okuduğuna karar verirdi. Babaannem çocuklarının okumalarına büyük bir ilgi gösteriyordu. Kendini ailesine adamış, kocasına mutlak surette itaat eden sevimli, nazik bir varlıktı. Hassas biriydi; çok sayıda loğusalık yaşamak onu çok yormuştu.22 Bebeğiyle birlikte günlerce yatakta kalması gerekiyor, o zaman da oğullarının, kendisinin en sevdiği şiirleri okumalarını duymaya bayılıyordu. İki büyük oğlu Mihail ve Fyodor ona tapıyordu. Erken yaşta öldüğünde son derece büyük bir kederle yas tuttular, mezar taşının kitabesi için bir şiir yazdılar. Büyükbabam, babaannemin anısına diktiği mermer anıta onun suretini işletti.
Günün modasına uygun olarak büyükbabamın ve eşinin Moskovalı bir sanatçı tarafından yapılmış portreleri vardı. Babaannem 1830 yılının kıyafeti ve başörtüsüyle, genç, güzel ve mutlu biri olarak resmedilmişti. Babası Moskovalı bir Rustu, buna karşın kendisinde Ukraynalı tipi vardı. Annesi muhtemelen Ukraynalıydı.23 Belki de büyükbabamı ilk başta etkileyen ve bu Moskovalı kızla evliliğe götüren şey onun kökeniydi. Büyükbabamın portresi onu altın işlemeli tören elbisesiyle gösteriyordu. O dönemde Rusya’daki her şey askerileştirilmişti. Devlete hizmet eden doktorların sivil kıyafet giymelerine izin verilmiyor, üniforma giymeleri ve kılıç kuşanmaları gerekiyordu. Dostoyevski anılarında babasını bir ordu mensubu olarak görür, bunun en büyük sebebi ise hayata askeri cerrah olarak başlayan babasının bir subayın askeri tavırlarını her zaman muhafaza etmiş olmasıdır. Kendisi Litvan tipinin özelliklerine sahipti, dört oğlu da ona çok benziyordu. Ne var ki babamın gözleri kahverengiydi, hakiki Ukraynalı gözleriydi, ayrıca Rus annesinin nazik gülümsemesine sahipti. Geri kalan erkek kardeşlerinden daha canlı, daha tutkulu ve daha girişkendi. Anne babası ona “delifişek” derdi. Kibirli değildi, genellikle Lehlerin ve Litvanların proletaryaya karşı sergilediği küçümseyici tavra sahip değildi. Yoksulları sever, onların yaşamlarına büyük bir ilgi duyardı. Büyükbabamın özel bahçesi ile hastanenin, nekahet dönemlerindeki hastaların yürüyüşe çıkarıldığı bahçesi arasında bir demir kapı vardı. Küçük Dostoyevskilerin bu kapıya gitmeleri kesinlikle yasaktı, büyükbabamların Moskovalı alt sınıfların tavır ve davranışlarına itimatları yoktu. Tüm çocuklar bu yasağa boyun eğmişti, babasının gazabına meydan okuyarak sessizce kapıya yaklaşıp nekahet dönemindeki köylüler ve küçük esnaflarla muhabbet eden babam hariç. Yazın Darovoye’ye yapılan ziyaretlerde babam, anne babasının serfleriyle24 arkadaş olmuştu. Andrey Amcama göre kardeşi Fyodor’un en büyük zevki tarlada çalışan zavallı köylü kadınlara yardımcı olmaktı.
Büyükbabamlar çok dindardı. Sık sık kiliseye gider, çocuklarını da yanlarına alırlardı. Babam, kilisedeyken işittiği İncil okumalarının üzerinde yarattığı derin etkiyi yapıtlarında anımsamaktadır. Büyükbabamın inancının, Rus aydınlarının mistik, histerik ve ağlamaklı inancıyla pek bir ortak yanı yoktu. Yurttaşlarım yaşamın insanların başına sardığı sonu gelmez dertlerden yakınırlar; Tanrı’yı acımasızlıkla suçlar, ona küfreder, tıpkı aptal çocuklar gibi yumruklarını göklere doğru sallarlar. Büyükbabamın Litvan inancı ise acı çeken ve mücadele eden olgun insanların inancıydı. Cizvitler ve belki de Töton Şövalyeleri, Litvanyalılara Tanrı’ya saygı göstermeyi ve onun iradesine boyun eğmeyi öğretmişlerdi. Din adamlığını, tüm meslekler içindeki en soylu ve en seçkin kariyer olarak gören dindar Ukraynalılardan geliyor olmaları Dostoyevski ailesini Tanrı’yı sevmeye, ona yakınlaşmayı arzu etmeye yöneltmişti. Büyükbabam genç eşini, oğullarını ve kızlarını işte bu ideallerle yetiştirmişti. Çocukluk anılarından biri, babamın zihnini derinden etkilemişti. Bir bahar akşamı, bütün ailenin toplanmış olduğu konuk salonunun kapısı bir anda savrularak açılmış, Darovoye’deki mülkün kâhyası eşikte belirmişti. “Arazimiz yandı,” demişti acıklı bir sesle. Büyükbabamlar ilkin mahvolduklarını düşünmüşlerdi; fakat bundan yakınmak yerine ikonaların önünde diz çöküp onlara verilen bu derdi taşımak için kendilerine güç vermesini dileyerek Tanrı’ya dua etmişlerdi. Ne büyük bir inanç ve tevekkül örneğiydi bu çocuklarına verdikleri; babam fırtınalı ve talihsiz yaşamı boyunca bu sahneyi ne çok anımsamıştır kimbilir!
Delikanlılık
Büyük oğulları Çermak’ın hazırlık okulundaki eğitimlerini tamamladıktan sonra büyükbabam onları Petersburg’a götürdü. Onları doktor yapmaya niyetli değildi; oğullarını o dönem zeki insanlar için muhteşem olanaklar sunan orduya sokmayı istiyordu. Rusya’da her memurun çocukları için devlet okullarında ücretsiz eğitim talep etme hakkı vardı. Büyükbabam işini bilen biri olduğundan görünüşte iki nedenden dolayı Askeri Mühendishane’yi tercih etmişti; buradan mezun olan öğrenci İmparatorluk Muhafızları alayında subay olup muhteşem bir kariyere sahip olabilir ya da inşaat mühendisi olup ciddi bir servet biriktirebilirdi. Çocukları sözkonusu olduğunda büyükbabam Mihail çok hırslıydı, dur durak bilmeden çalışmak zorunda olduklarını onlara her zaman hatırlatırdı. “Siz yoksulsunuz,” derdi. “Size bir servet bırakamam, güvenebileceğiniz tek şey kendi gücünüz, çok çalışmalı, yaptığınız işe dört elle sarılmalı, sözlerinize ve hareketlerinize dikkat etmelisiniz.”
O dönem babam on altı, Mihail Amcam ise on yedi yaşındaydı. Her daim babalarının gözetiminde, yaşama dair hiçbir şey bilmeden, kendileriyle yaşıt arkadaşları olmadan büyütülmüş olduklarından içten ve romantik iki koca çocuktan başka bir şey değildiler. İki kardeş arasında çok büyük bir sevgi vardı. Hayal dünyasında yaşıyor, çok okuyor, edebi görüşlerini birbirleriyle paylaşıyor, ortak idolleri Puşkin’in eserlerine tutkulu bir hayranlık besliyorlardı. Petersburg’a doğru yola çıktıklarında çocukluklarının sona erdiğini, yeni bir dünyaya adım atmakta olduklarını fark etmemişlerdi.25
Dostoyevski Askeri Mühendishane’de.
Moskova’dan Petersburg’a yapılan ve birkaç gün süren bu yolculuk boyunca26 genç Dostoyevskiler hayal kurmaya devam etmişlerdi. “Ağabeyim ve ben,” diyor babam, “büyük ve güzel şeyler hayal ediyorduk. Sözcükler kulağımızda muhteşem tınlıyordu. Onları ironi yapmaksızın kullanıyorduk. O günlerde hepsi de eş düzeyde güzel kimbilir kaç sözcük tekrarlayıp durduk. Ne olduğunu bilmediğim bir şeye tutkulu bir inanç duyuyorduk, matematik sınavlarının tüm zorluklarının farkında olmamıza rağmen yalnızca şiirleri ve şairleri düşünebiliyorduk. Ağabeyim şiirler yazıyordu, ben ise Venedik’te geçen aşk hikâyeleri yazıyordum.”
Genç hayalperestleri Petersburg’ta büyük bir talihsizlik bekliyordu. Büyükbabam, çocukları için Mühendishane’de iki kişilik yer elde etmiş olmasına rağmen buraya yalnızca Fyodor’u yerleştirebildi. Mihail başkentte çalışmak için fazla narin bulundu ve yetkililer onu bazı gençlerle birlikte Mühendishane’nin bir tür ek binasının bulunduğu Reval’e gönderdi. Babamın, çok sevdiği kardeşinden ayrılması karşısındaki çaresizliğinin bir eşi daha yoktu. Babası Moskova’ya döndüğünde, hiçbir arkadaşlık ilişkisi olmadan kelimenin tam manasıyla yapayalnız kaldığı için daha çok acı çekti. Yatılı okuyordu, şehirde kimseyi tanımadığı için tüm tatillerini okulda geçirmek zorundaydı.27 Mühendishane, kentin en iyi bölgesinde bulunan Yaz Bahçesi’nin karşısında, Fontanka Nehri’nin kıyısındaki, talihsiz imparatorun katledildiği kadim Paul Sarayı’nda bulunuyordu. Odalar geniş ve aydınlıktı, temiz hava ve güneş ışığıyla doluydu. Kimse çocuklarının kalması için daha iyi bir yer isteyemezdi; büyükbabam bir doktor olduğundan geniş alanın ve ışığın gençlerin beden eğitimlerinde önemli bir rol oynadığının farkındaydı. Ne var ki babam Mühendisler Kalesi’nde mutlu değildi.28 Diğer öğrencilerle paylaştığı ortak yaşamı sevmiyordu, çalışmak zorunda olduğu matematik bilimleri şair ruhuna itici geliyordu. Babasının isteklerine bağlı kalarak görevini itinayla yerine getiriyordu fakat bunu kalben yapmıyordu. Boş vakitlerini pencere boşluğunda oturup akan nehri izleyerek, gemilerin ahşap gövdelerine hayranlık duyarak, hayal kurarak ve okuyarak geçiriyordu. Babasının evinden pek ender çıkmıştı, Litvan asosyalliği onu ele geçirdiğinde yalnızlığın cazibesine kapıldığını hissetti. Yeni arkadaşları ilgisini çekmiyordu. Bunların çoğu, çeşitli taşra kasabalarındaki garnizonlara komuta eden albayların29 ve generallerin çocuklarıydı.
Bu dönemde taşrada okuryazar pek yoktu, düşünen insanların sayısı ise çok daha azdı. Buralarda ciddi kitaplar bulmak zordu, buna karşın iyi bir markanın güzel bir şişe şampanyası dikkate alınırdı. İnsanlar çok içer, çok yüksek bahislerden kumar oynar, flört eder ve her şeyden önemlisi tutkuyla dans ederdi. Anne babalar çocuklarına pek az dikkat eder, onları uşakların bakımına bırakırlardı. Babamın yeni arkadaşları neşe dolu, gülmeyi, koşmayı ve oynamayı seven genç hayvanlara benziyordu. Moskovalı okul arkadaşları, babamın ciddi havası ve okuma tutkusuyla dalga geçiyorlardı. Dostoyevski ise cahillikleri nedeniyle onlardan nefret ediyordu, ona sanki bu insanlar başka dünyaya aitmiş gibi geliyordu. Bu şaşırtıcı değildi. Babam Rus yurttaşlarından birkaç yüzyıl ilerideydi. “Düşünme tarzları, oyunları, konuşmaları ve uğraşlarındaki aptallık karşısında şaşkına dönmüştüm,” diye yazacaktı sonraları. “Başarıdan başka hiçbir şeye saygıları yoktu. Erdemli, fakat küçük düşürülmüş ve zulüm görmüş ne varsa onların acımasız alaycılıklarını ortaya çıkarıyordu. On altı yaşındayken ufak tefek güzel kazanç getiren işlerden konuşuyorlardı. İşledikleri günahlar canavarlıklarıyla yarışırdı.” Dostoyevski okul arkadaşlarını gözlemlerken babasının Ruslara karşı duyduğu Litvanya kökenli küçümsemenin, uygar bir bireyin vahşi ve cahil kimselere karşı duyduğu iğrenme hissinin, kalbinde uyandığını hissediyordu.30
Tüm bunlara rağmen babam sonunda bir arkadaş bulabilmişti. Bu kişi tıpkı kendisi gibi yarı Rus olan genç Grigoroviç’ti, anneannesi Fransızdı. Torununun eğitimine büyük bir dikkat göstermiş, onun çok bilgili bir genç adam olmasını sağlamıştı. Fransızların geneli gibi neşeli ve sosyal olan Grigoroviç arkadaşlarıyla oyun oynamaya her zaman hazırdı, fakat o babamla vakit geçirmeyi tercih ediyordu. Onları birbirine bağlayan bir şey vardı; her ikisi de gizlice yazıyor, roman yazarı olmayı arzuluyorlardı.31
Babamın genç Grigoroviç’le olan arkadaşlığı ona kardeşi Mihail’i unutturmamıştı. Sürekli yazışıyorlardı; bu mektuplardan bazıları yayımlanmıştır. Bu mektuplarda Racine’den, Corneille’den, Schiller ve Balzac’tan konuşuyorlar, birbirlerine ilginç kitaplar öneriyorlar, edebi izlenimlerini paylaşıyorlardı. Amcam Reval’de geçirdiği sürede Alman dilini derinlemesine çalışma şansı bulmuştu. Sonraları Goethe ve Schiller’in bazı yapıtlarını çevirdi, çevirileri Rus kamuoyunun büyük takdirini topladı.
Genç Dostoyevski’nin babasına gönderdiği mektuplar da yayımlanmıştır. Bu mektuplar saygı doluydu, fakat genellikle para talebinden başka bir şey içermiyordu. Büyükbabam çocukları tarafından sevilmiyordu. Çok sayıda iyi özelliği bulunan bu Litvanyalının büyük bir kusuru bulunuyordu: Çok içiyor, sarhoşken şiddet dolu ve kuruntulu biri oluyordu. Eşi, kendisi ile çocukların arasına girip müdahale etmek için orada bulunuyorken her şey yolundaydı, büyükbabamın üzerinde ciddi bir etkisi vardı, çok içmesinin önüne geçiyordu. Kadının ölümünün ardından büyükbabam zaafına yenik düştü, çalışamaz hale gelip görevinden istifa etti. Küçük oğulları Andrey ve Nikolay’ı Çermak’ın okuluna yerleştirdikten, en büyük kızı Barbara’yı Moskova’nın yerlilerinden biriyle evlendirdikten sonra emekli olup Darovoye’ye çekilerek kendini tarıma adadı. İki küçük kızını da yanına aldı. Vera ve Alexandra’nın, kendisiyle birlikte korkunç bir yaşam sürmelerine yol açtı. O dönem kız çocuklarının ebeveyn gözetiminde yetiştirilmesi olağandı. Onlara verilen eğitim çok kapsamlı değildi: Fransızca, Almanca, biraz piyano ve dans, dikiş nakış. Yalnızca yoksulların kızları çalışırdı. Soylu ailelerin kızları evlenmeye mahkûmdu, bekâretleri dikkatle korunurdu. Büyükbabam güzel kızlarının tek başlarına dışarı çıkmalarına asla izin vermemiş, taşradaki komşularını ziyaret etmeye gittikleri ender zamanlarda onlara bizzat eşlik etmişti. Babalarının bu kıskanç teyakkuz hali halalarımın narinliğine halel getirdi. Daha sonraları babalarının, gizli âşıklarını yataklarının altında saklamadıklarından emin olmak için geceleri yatak odalarına nasıl girdiğini de korkuyla anımsayacaklardı. O zamanlar halalarım saf ve masum çocuklardı.
Büyükbabamın içki alışkanlığı kendini gitgide daha çok gösterdikçe tamahkârlığı da artıyordu. Oğullarına o kadar az para gönderiyordu ki neredeyse her şeye muhtaç kalmışlardı. Babam genellikle sağanak yağış altında gerçekleştirilen idmanlardan döndüğünde bir fincan çayın tadını çıkaramıyor, botlarını değiştiremiyordu; hepsinden kötüsü, stajyer mühendislere hizmet eden emir erlerine verecek paradan yoksundu. Dostoyevski, babasının rezilliğinin kendisini mahkûm ettiği yoksulluğa ve aşağılanmaya isyan etti; bu rezilliğin özrü yoktu, zira büyükbabam toprak sahibiydi ve kızlarının çeyizi için ayırdığı parası vardı. Babam, kendisi için büyükbabamın parlak ve seçkin bir okul tercih etmiş olması sebebiyle ona arkadaşlarıyla aynı düzeyde yaşamasına yetecek parayı da vermesi gerektiğini düşünüyordu.
Baba ile oğulları arasındaki bu sürtüşme çok uzun sürmedi. Büyükbabam serflerine karşı her zaman çok zalim davranmıştı. Sarhoşluğu onu öyle vahşileştirmişti ki sonunda onu öldürdüler. Bir yaz günü diğer arazisini, Çermaşnaya’yı ziyaret etmek üzere evden ayrıldı ve bir daha geri dönmedi. Biraz vakit geçtikten sonra iki arazinin ortasında, arabasındaki yastıklarla boğulmuş olarak bulundu. Arabacı atlarla birlikte kayıptı, köy sakinlerinden bazıları da eş zamanlı olarak ortadan kaybolmuştu. Mahkemece sorgulandıklarında büyükbabamın diğer serfleri bunun bir intikam cinayeti olduğunu kabul ettiler.
Bu korkunç ölüm gerçekleştiğinde babam evde değildi. Artık Darovoye’ye gitmiyordu, çünkü yazın Mühendishane öğrencilerinin Petersburg civarında manevra yaptırmaları gerekiyordu. Darovoye’nin, çocukken çok sevdiği köylüleri tarafından işlenen bu cinayet onun gençlik imgeleminde büyük bir etki yarattı.32 Bütün yaşamı boyunca bunun hakkında düşündü, bu korkunç sonun nedenleri üzerine derinlemesine kafa yordu. Büyükbabamın bütün ailesinin, onun ölümünü bir utanç kaynağı olarak görmeleri, bu olaydan hiç bahsetmemeleri ve Dostoyevski’nin yaşamını detaylıca bilen yazar arkadaşlarının, babama ilişkin hatıralarında bu konuyla ilgili konuşmalarını engellemeleri son derece ilginçtir. Amca ve halalarımın kölelikle ilgili olarak o dönemin Ruslarından daha Avrupai düşüncelere sahip oldukları açıktır. Köylüler tarafından işlenen intikam cinayetlerine o sıralar çok rastlanıyordu fakat kimse bundan hicap duymuyordu. Kurbanlara acınıyor, katiller dehşetle kınanıyordu. Rusların, efendilerin serflerine köpek gibi davranabileceğine ve serflerin de buna karşı çıkma haklarının olmadığına ilişkin saf düşünceleri vardı. Büyükbabamın Litvan ailesi ise meseleye çok farklı bir bakış açısıyla yaklaşıyordu.
Dostoyevski’nin yaşlı Karamazov tipini yaratırken aklında babasının bulunduğunu düşünmüşümdür her zaman. Bu karakterin, büyükbabamın kopyası olmadığı açıktır. Fyodor Karamazov bir soytarıdır, büyükbabam ise her zaman onurlu biriydi. Karamazov çapkın bir adamdır, Mihail Dostoyevski ise eşini seviyordu, ona sadıktı. Yaşlı Karamazov oğullarını bir kenara bıraktı ve onlarla ilgilenmedi, büyükbabam ise çocuklarına titiz bir eğitim verdi. Ancak bazı özellikler her ikisinde de ortaktır. Dostoyevski, Fyodor Karamazov tipini yaratırken belki de babasının, oğullarının çok fazla ıstırap duymalarına ve uğradıkları haksızlık dolayısıyla öfkelenmelerine yol açan tamahkârlığını, sarhoşluğunu ve bunun çocuklarında yarattığı fiziksel tiksinmeyi anımsamıştır. Alyoşa Karamazov’un bu tiksinmeyi paylaşmadığını fakat sefil babasına acıdığını söylediğinde Dostoyevski muhtemelen genç kalbinde hissettiği o tiksinti anlarını takip eden acıma hissini hatırlamaktadır. Babasının en nihayetinde hastalıklı ve mutsuz bir varlık olduğunu sezmiş olmalı. Büyükbabam ile yaşlı Karamazov arasındaki benzerliğin bütünüyle benim varsayımım olduğunun anlaşılması gerek, zira bu konuyla ilgili belgeye dayalı hiçbir kanıt bulunmamaktadır. Yine de yaşlı Karamazov’un ölmeden önce oğlunu gönderdiği köye Çermaşnaya33 adını vermiş olması bir tesadüften ibaret olmayabilir. Böyle düşünmeye eğilimliyim zira aile içinde babamın aslında Ivan Karamazov’da kendini resmettiği söylenir. Böylece kendini yirmi yaşındayken hayal etmişti. Ivan’ın dini inançlarını, şiirini, Büyük Engizisyon’u ve Katolik Kilisesi’ne olan büyük ilgisini yakalamak oldukça ilgi çekicidir. Dostoyevski ile atalarının Katolikliği arasında yalnızca üç ya da dört yüz yıllık bir sürenin bulunduğu unutulmamalıdır. Katolik inancını ruhunda hâlâ yaşıyor olmalıydı. Dostoyevski’nin kendi ismi Fyodor’u yaşlı Karamazov’a vermesi ve Smerdyakov’un ağzından Ivan’a şunları söylemesi çok daha ilgi çekicidir: “Tüm oğulları arasında babana en çok benzeyen sensin.” Babasının kanlı hayaletinin, yaşamı boyunca Dostoyevski’ye musallat olmuş olması ve babasının günahlarını miras almış olabileceğinden korkarak eylemlerini titizlikle incelemiş olması muhtemeldir. Oysa gerçekler böyle olmaktan çok uzaktı, Dostoyevski’nin karakteri tamamen farklıydı. Şaraptan hoşlanmıyordu, tıpkı sinirli yapıdaki insanlar gibi şarap da midesini bulandırıyordu. Çevresindeki herkese karşı kibar ve sevgili doluydu, kuşku uyandıran biri olmak şöyle dursun gayet sade ve güven veren biriydi. Dostoyevski, para tutmayı bilmemesi nedeniyle sıklıkla kınanmıştır. Ondan para isteyenleri asla geri çeviremez, sahip olduğu her şeyi başkalarına verirdi. Bunu yalnızca hayır için değil aynı zamanda babası gibi tamahkâr biri olmaktan korktuğu için yaptığına şüphe yok. Böyle olmaktan daha çok korkuyordu çünkü bu kötülüğün, kardeşi Barbara’da yeniden kendini gösterdiğini ve yavaş yavaş gerçek bir deliliğe dönüştüğünü görmüştü. Hiç şüphesiz ki Dostoyevski tamahkârlığın, bu ahlaki illetin ailesinde kalıtsal olduğunu ve eğer dikkatli olmazlarsa her birinin bu illetin saldırısına uğrayabileceğini kendine itiraf etmişti.
Büyükbabamın alkolikliği neredeyse tüm çocuklarının yaşamlarını mahvetti. En büyük oğlu Mihail ile en küçük oğlu Nikolay bu hastalığı miras almışlardı. Mihail Amcam, sarhoş olmasına rağmen en azından çalışabiliyordu, ne var ki talihsiz Nikolay, parlak bir eğitim hayatının ardından hiç ama hiçbir şey yapamayarak bütün yaşamı boyunca ailesine yük olmaya devam etti. Babamın kendisine çok fazla ıstırap veren epilepsisi de muhtemelen aynı nedenden kaynaklanıyordu. Ancak ailenin en sefil üyesi kesinlikle halam Barbara’ydı. Kendisine Moskova’da hatırı sayılır miktarda gayrimenkul bırakan hali vakti yerinde biriyle evlenmişti. Evler iyi gelir getiriyordu; halamın çocukları hayatlarını rahatça kurmuşlardı, hiçbir şeyin eksikliğini hissetmiyorlardı. Bu sayede ilerleyen yaşında rahatını sağlamak için gerekli olan her şeye sahip olmuştu, ancak talihsiz kadın cimriliğinin ve hastalık derecesindeki tamahkârlığının kurbanı oldu. Para çantasını bir tür yeisle açardı, en ufak harcamalar bile onun için bir işkenceydi. En sonunda maaşlarını ödemekten kaçınmak için tüm hizmetkârlarını kovdu. Odalarında ateş yanmıyordu, bütün kışı bir pelerine sarınmış halde geçirirdi. Yemek yapmıyordu, haftada iki defa dışarı çıkıyor, biraz ekmek ve süt alıyordu. Yaşadığı çevrede onun bu akıl almaz tamahkârlığı hakkında büyük dedikodular dönüyordu. Muhtemelen çok parası olduğu ve bu nedenle tüm varyemezler gibi parasını evinde sakladığı konuşuluyordu. Bu dedikodu, halamın kiracılarına hamallık yapan genç bir köylünün aklına yatmıştı. Mahallede sinsice dolanmakta olan bir serseriyle anlaşarak bir gece zavallı deli kadının evine girip onu öldürdüler. Bu cinayet babamın ölümünden çok sonra işlendi.