Kitabı oku: «Dostoyevski'nin hayatı», sayfa 3
Büyükbabamın alkolikliğinin kalıtsal olması gerektiği sonucunu çıkarıyorum, zira kendisinin münferit sarhoşluğu ailemizde böyle bir felakete yol açamazdı. Bu rahatsızlık Mihail Amcamın ailesinde de kendini göstermeye devam etti, ikinci ve üçüncü nesiller de bu illetin kurbanı oldular. Barbara Halamın oğlu öyle aptaldı ki budalalığı neredeyse zekâ geriliği düzeyindeydi. Andrey Amca’mın genç ve parlak bir dâhi olan oğlu tüm vücuduna yayılan felç yüzünden hayatını kaybetti. Bütün Dostoyevski ailesi nevrasteni34 hastasıydı.
İlk Adımlar
Dostoyevski, Mühendisler Kalesi’ndeki çalışmalarını tamamladıktan sonra Askeri Mühendislik Daire Başkanlığı’na atandı. Bu pozisyonda uzun süre kalmadı, çok geçmeden istifa etti. Artık kendisini devlete hizmet etmeye zorlayacak babası yoktu, askerlikten tat almıyor, roman yazarı olmayı ise her zamankinden daha çok istiyordu. Genç Grigoroviç de onu örnek aldı. Birlikte yaşamaya karar verdiler, bekâr evine çıkıp kendilerine bir uşak tuttular. Grigoroviç taşrada yaşayan annesinden para alıyordu. Babam ise Moskova’daki velisinden harçlık alıyordu ki kendisi mütevazı bir yaşam sürmeye yetecek kadar para gönderiyordu. Ne yazık ki babam ekonomiyle ilgili her zaman uçuk kaçık düşüncelere sahipti. Bütün yaşamı boyunca bir sonraki gün nasıl yaşayacağını kendine sormadan cebindeki parayı harcayan bir Litvan Schliahtitch oldu. Yaşlandıkça da akıllanmadı. Yaşamının sonlarına doğru kendisiyle birlikte yaptığımız bir yolculuğu hatırlıyorum, yazı Jean Amcamla birlikte geçirmek için Ukrayna’ya gidiyorduk. Yol üstünde birkaç günlüğüne Moskova’da kalmamız gerekiyordu, Dostoyevski, annemi çok gücendiren bir şey yaparak kentte yer alan en iyi otelde konaklamakta ısrar edip birinci katta yer alan süitlerden birini tutmuştu; oysa Petersburg’ta oldukça mütevazı bir evimiz vardı. Annem kendisine boş yere karşı çıkmıştı, kocasının müsrifliğine çare olmayı asla başaramadı. Aile ziyafetlerimizden biri için akrabalarımız akşam yemeğine geleceklerinde, babam gidip Rusların akşam yemeğinde çok önemli bir yere sahip olan, meyve ve tatlıdan oluşan ordövr almayı teklif eder-di. Annem buna rıza gösterecek kadar basiretsiz olursa Dostoyevski kentteki en iyi dükkânlara gidip orada bulduğu tüm iyi şeyleri alırdı. Dimitri Karamazov’un Mokroye’ye doğru yola çıkmadan önce Plotnikov’un dükkânından erzak aldığını ne zaman okusam gülümserim. Staraya Russa’da, bazen babamla gittiğimiz dükkânda olduğumu, eksiklerini giderirken takındığı o kendine özgü tavırlarını hevesli bir çocuk gibi ilgiyle izlediğimi gözümde canlandırırım. Buraya annemle gittiğimizde kadıncağız dükkândan elinde mütevazı bir paketle çıkardı. Babama eşlik ettiğimde ise dükkândan elimiz boş çıkardık, fakat birkaç küçük çocuk önümüzde ya da arkamızda bizimle birlikte evimize doğru yürür, iyi bir bahşiş alacaklarını umarak büyük sepetleri neşeyle taşırdı. Babam gerçek bir Schliahtitch gibi zengin ya da yoksul olup olmadığını asla sorgulamadı. Eskiden Polonya ve Litvanya’nın yerlisi soylular evde açlık çeker, halka açık toplantılara ise yaldızlı arabalarla, muhteşem kadife ceketlerle, paltolarla giderdi. Borçlardan belleri bükülmüş vaziyette yaşar, aldıklarının ancak onda birini geri öder, finansal durumları hakkında düşünmez, kendilerini eğlendirir, güler ve dans ederlerdi. Bu ırksal kusurların ortadan kaldırılması yıllar alacak, Dostoyevski soyundan gelenlerin birçoğu atalarının çılgın müsrifliğinden mustarip olmaya devam edecek. Ancak babamla Litvanya Schliahtitchi’si arasında önemli bir fark vardı. Onlar yalnızca mutlu yaşamayı umursuyor, başka şeylere önem vermiyordu. Babam ise karşılaştığı tüm fakirlere sadaka verirdi, bedbahtlıklarından bahsederek kendilerine yardım etmesi için ona gidenlere para vermekten asla geri duramazdı. En ufak hizmetleri karşılığında uşaklara verdiği bahşişler olağanüstüydü ve bu durum zavallı annemi çileden çıkarıyordu.
Babamın bu şekilde yaşayarak Moskova’daki velisinin gönderebileceğinden çok daha fazlasını harcadığı açıktır. Borca girmiş, alacaklılarının usandırıcı ısrarlarından kurtulma isteğiyle velisine sahip olduğu mirası görece az miktarda nakit para karşılığında takas etmeyi teklif etmişti. Gazetelerle ya da yayımcılarıyla ilgili hiçbir şey bilmediğinden tüm masumlu-ğuyla kalemi sayesinde geçimini sağlamayı umuyordu. Velisi pazarlığa oturmayı kabul etmişti, aslında bundan memnuniyet duymaması gerekirdi. Halalarım, ağabeyleri Fyodor’un ticaretten anlamadığını, ona en dezavantajlı şartların bile kabul ettirilebileceğini düşünüyordu. Bu süreci daha sonra, Dostoyevski ailesi birkaç arazi daha miras aldığında tekrarlamaya çalıştılar; babamın kız kardeşleriyle girmek zorunda kaldığı bu mücadele yaşamının son demlerini kararttı. Bu meselelerden kitabımın son bölümünde bütünüyle bahsedeceğim.
Borçlarını kapatan Dostoyevski çok geçmeden geriye kalan parayı da harcadı. Çeviriler35 yapmaya çalıştı ama pek tabii ki bunun getirisi pek az oldu. Bu noktada Kumanin Teyzesi yardımına koşarak ona bir ödenek sağladı. Kumanin, Dostoyevski’nin annesinin zengin bir adamla evlenen kız kardeşiydi, etrafı kendini işlerine adamış bir hizmetkâr ordusuyla çevirili bir hâlde Moskova’da iyi bir evde yaşıyor, birkaç hanım arkadaşı tarafından refakat edilip eğlendiriliyor, karşısında titreyen bu zavallı kadınların zengin despotluğundan doğan kaprislerine kaynaklık ediyordu. Yeğenlerini her daim korurdu, özellikle de her daim favorisi olan babama karşı nazik davranırdı. Bütün ailede babamın yeteneklerinin kıymetini bilen tek kişiydi ve her zaman yardımına koşmaya hazırdı. Diğer genç yeğenleri gibi Dostoyevski de onunla biraz dalga geçse bile yaşlı teyzesi Kumanin’i çok severdi. Kumarbaz’da Almanya’ya gelen, rulet oynayıp servetinin yarısını kaybettikten sonra tıpkı geldiği gibi aniden Moskova’ya geri dönen Moskovalı yaşlı büyükannenin şahsında teyzesini resmetmiştir. Ruletin Almanya’da popüler olduğu zamanlarda büyük teyzem seyahat etmek için fazlasıyla yaşlıydı. Gerçi Moskova’da iskambil oynayıp büyük paralar kaybetmiş olabilir. Dostoyevski, teyzesini Almanya’ya gelip yanında rulet oynarken resmederek belki de kumara olan tutkusunun nereden geldiğini göstermek istiyordu.
Bununla birlikte çok para harcadığı için babamın müsrif bir hayat yaşadığı sanılmasın. Dostoyevski’nin gençliği çalışmak ve üretmekle geçmişti. Dışarı pek nadiren çıkardı, gün boyunca yazı masasında oturur, kahramanlarıyla konuşur, güler, ağlar ve onlarla birlikte acı çekerdi. Ondan daha pratik biri olan Grigoroviç bir yandan yazarken bir yandan da gelecekteki kariyerine yardımı dokunabilecek ilişkiler kurmaya çalışıyordu, kendini edebiyat çevresine tanıtmış ardından Dostoyevski’yi de bu çevreyle tanıştırmıştı. Grigoroviç yakışıklı, şen ve zarif biriydi; kadınlarla sevişir, her birini büyülerdi. Babam ise tuhaf, utangaç, sessiz, görece çirkin biriydi, az konuşur çok dinlerdi. İki arkadaş, müdavimi oldukları konuk salonlarında kendisi de roman yazarlığı kariyerine Petersburg’ta başlayan genç Turgenyev’le tanışmışlardı. Babam ona büyük bir hayranlık duyuyordu. Masum bir dille, “Turgenyev’e âşığım,” diye yazmıştı askeri eğitimini tamamlayıp Reval’de subay olarak görev yapmakta olan ağabeyi Mihail’e. “Çok yakışıklı, çok ince, çok zarif biri!” Turgenyev, babamın sunduğu saygıları sanki lütufta bulunuyormuş edasıyla kabul etmişti. Babamı önemsiz biri olarak görüyordu.
Grigoroviç, bir edebiyat dergisi çıkarmayı planlayan şair Nekrasov’la tanışmayı başarmıştı. Grigoroviç bu dergiyle o veya bu şekilde bağlantıda olmaya hevesliydi. İlk çalışmaları henüz tamamlanmış değildi -cemiyet hayatını biraz fazla seviyordu- fakat babamın halihazırda bir roman yazmış olduğunu ve pek başarılı olmadığından endişe duyarak bunu durmadan düzelttiğini biliyordu. Grigoroviç, kitabın taslağını kendisine teslim etmesi konusunda Dostoyevski’yi ikna ederek romanı Nekrasov’a götürdü. Nekrasov, Grigoroviç’e arkadaşının çalışmasından haberdar olup olmadığını sordu ve kendisinin romanı okumak için henüz vakit bulamadığı yanıtını aldı; romanın herhangi bir değere sahip olup olmadığını görebilmek için iki ya da üç bölümün üzerinden birlikte geçmeyi teklif etti. Babamın ilk romanının tamamını bir oturuşta bitirdiler.36 Kitabı bitirdiklerinde, günün ilk ışıkları pencereden içeri süzülüyordu. Nekrasov hayretler içinde kalmıştı. “Haydi gidip Dostoyevski’yi görelim,” teklifinde bulundu, “Çalışmasıyla ilgili neler düşündüğümü söylemek istiyorum.” Grigoroviç, “Ama şu anda uyuyordur, henüz sabah olmadı,” diyerek kendisini reddetti. “Ne önemi var? Uykudan çok daha önemli bir şey bu!” Hayranlıkla dolan Nekrasov, babamı sabahın beşinde yatağından kaldırıp kendisinin olağanüstü bir yeteneğe sahip olduğunu söylemek için yola koyuldu, Grigoroviç de peşinden geliyordu.
Daha sonra kitabın taslağı ünlü eleştirmen Belinski’ye gönderildi, kendisi taslağı okuduktan sonra genç yazarı görmek istedi. Dostoyevski, Belinski’nin huzuruna heyecandan titreyerek çıktı. Belinski ise onu ciddi bir ifadeyle karşıladı. “Genç adam,” dedi, “Sen ne yazdığını biliyor musun? Hayır, bilmiyorsun. Bunu henüz anlayamazsın.”
Nekrasov İnsancıklar’ı dergisinde yayımladı, roman büyük başarıya ulaştı. Babam bir gün içinde üne kavuşmuştu. Herkes onu tanımak istiyordu. Her yerde insanlar, “Kim bu Dostoyevski?” diye sorar olmuştu. Babam daha yeni yeni edebiyat çevresinin müdavimi olmaya başlamıştı, kimse özel olarak onu fark etmemişti. Çekingen Litvan her zaman ya bir köşeye ya da bir pencere boşluğuna çekilir veya bir perdenin ardına gizlenirdi. Fakat artık saklanmasına izin verilmiyordu. Etrafı sarılıyor ve iltifatlar ediliyordu; konuşmaya teşvik ediliyor, insanlar onu büyüleyici buluyordu. Petersburg’ta roman yazarı olmayı arzu edenlerin ya da edebiyata ilgi duyanların ağırlandığı edebi toplantıların yapıldığı salonlara ek olarak yalnızca ünlü yazarların, ressamların ve müzisyenlerin kabul edildiği daha ilgi çekici başka salonlar da vardı. Seçkin şair Prens Odoyevski’nin, on dokuzuncu yüzyılın ilk yarısındaki Rus yaşamının içe işleyen betimlemelerini bizlere sunan zevk sahibi roman yazarı Kont Sollohub ve onun kayınbiraderinin salonları da işte bu türden salonlardı. Kont Viyellegorski, Ruslaşmış bir Lehti. Tüm bu beyefendiler bir an önce Dostoyevski’yle tanışmak istiyordu, onu evlerine davet edip içtenlikle ağırladılar. Babam en çok Viyellegorski’yle birlikteyken keyif alıyordu, burada müzik harikaydı. Dostoyevski müziğe bayılırdı. Bununla birlikte kendisinin müzik kulağına sahip olduğunu düşünmüyorum, zira yeni bestelere şüpheyle yaklaşıyor, halihazırda bildiği parçaları dinlemeyi tercih ediyordu. Bu parçaları ne kadar çok dinlerse o kadar tat alıyordu.
Kont Viyellegorski tutkulu bir müzik aşığıydı; müzisyenlere kol kanat geriyordu, başkentin kuytu köşelerinde müzisyen avına çıkmayı alışkanlık haline getirmişti. Tuhaf tipli, biraz yoksul, sarhoş, muhteris, düşkün bir kemancının, bir tavan arasında Kont Viyellegorski tarafından bulunup kendisinin resepsiyonlarında çalmaya teşvik edilmiş olması babamın hayal gücünü tetiklemişti; zira kendisinin Netoçka Nezvanova romanının geçtiği yer Kont Viyellegorski’nin evidir. Bu romanda Dostoyevski, gençliğinden kaynaklanan deneyimsizliğiyle bunu okurlarına yeterince açıklayamamış olsa da kadın psikolojisine ilişkin gerçek bir başyapıt ortaya koymuştur. Kontes Viyellegorski’nin Prenses Biron olarak doğduğu söylenir. Kurlandiya’nın yerlilerinden olan Prenses Biron her zaman Avrupa aristokrasisinden ziyade hanedana mensup olduğunu iddia etmekteydi. Eğer Netoçka Nezvanova’yı dikkatle okursak çok geçmeden, zavallı bir yetim kıza yuvasını açan Prens S.’nin iyi eğitim almış, iyi çevresi olan bir adamken karısının bir hayli kibirli ve evine bir saray havası veren biri olduğunu fark ederiz. Çevresindekiler kendisinden sanki bir hanedan mensubuymuş gibi bahsederler. “Ekselansları,” diye hitap edilen şımarık ve kaprisli kızı Katya, hizmetindekilere bir an dehşet saçarken bir an onları gözdeleri yapar. Netoçka’ya duyduğu sevgi bir anda tutkulu hatta biraz erotik bir hal alır. Rus eleştirmenler bu erotizm iması nedeniyle Dostoyevski’yi yerden yere vurmuşlardır. Babam gerçeklere mükemmelen sadıktı; asla aşk evliliği yapamayan ve her zaman devletin çıkarları için kurban edilen sözkonusu Alman prensesler sıklıkla böylesi tutkulu ve hatta erotik kadınsı dostluklar kurmaktan mustariptiler. Bu rahatsızlıklar onlarda kalıtsaldır, dolayısıyla kendini o soydan gelen birinde, erken gelişmiş bir çocuk olan küçük Katya’da göstermiş olabilir. Viyellegorski’nin hiç kızı yoktu; Katya tipi bütünüyle, onları inceledikten sonra asil hane halkını resmeden babam tarafından yaratılmıştı. Bu küçük nevrotiğe ilişkin çizdiği portreyle Dostoyevski, kadınlara yaklaşmaya neredeyse hiç cesaret edememiş utangaç bir genç adama göre kadın psikolojisine ilişkin oldukça dikkat çekici bir bilgi birikimi ortaya koymaktadır. O dönemde yeteneği çoktan üst düzeye ulaşmıştı. Ne yazık ki model olarak kullanabileceği kimse yoktu. Hiçbir şey Petersburg’un bir bataklıkta doğup büyüyen mutsuz yerlilerinden daha sönük ve birbirinin bu kadar aynısı olamazdı. Onlar Avrupa’nın kopyalarından ve karikatürlerinden ibarettiler. “Bu insanların hepsi çok uzun zaman önce ölmüş,” der Rus yazar Mihail Saltikov. “Sırf polis onları gömmeyi unuttuğu için yaşamaya devam ediyorlar.”
Dostoyevski’nin, edebi kariyerlerine yeni başlayan roman yazarı arkadaşları onun bu beklenmedik başarısını kabullenecek olgunluğa sahip değildi. Kıskançlığa kapıldılar, bu çekingen ve mütevazı genç adamın tanınmış kişilerin, yazar adaylarının henüz kabul edilmediği salonlarında ağırlanıyor olması fikrinden rahatsızlık duydular. Romanını takdir etmeyeceklerdi. İnsancıklar onlara bıkkınlık verici ve saçma görünmüştü. Şiirlerle, yazılarla bu yapıtın parodilerini yapıp genç yazarla acımasızca alay ettiler.37 Kamuoyu nezdinde onu karalamak için hakkında grotesk hikâyeler uydurdular. Başarının Dostoyevski’nin başını döndürdüğünü, çok yakında Nekrasov’un dergisinde yayımlanacak olan ikinci romanın, dergide yer alan diğer çalışmalardan ayırt edilebilmesi için her bir sayfasının çerçeveye alınması konusunda ısrarcı olduğunu öne sürüyorlardı. Pek tabii ki bu bir yalandı. Öteki çerçevesiz yayımlandı. Dostoyevski’nin, kadınlar arasında kaldığı zamanki çekingenliğiyle alay edip konuk salonlarından birinde takdim edildiği genç güzelin ayaklarının dibine heyecandan nasıl da bayıldığını anlatıyorlardı. Babam arkadaşlığa ilişkin görüşlerini yitirirken çok acı çekti. Arkadaşlıkla ilgili çok farklı düşünceleri vardı; tüm masumiyetiyle, onların başarı elde etmesi karşısında nasıl ki hiç şüphesiz sevinçle dolacaksa onun elde ettiği başarıya da arkadaşlarının sevineceğini düşünüyordu. İnsancıklar’ın başarısı karşısında çileden çıkıp Dostoyevski’yi yaralamak için elinden geleni ardına koymayan Turgenyev’in yaptığı kötülükler babam için özellikle yaralayıcıydı. Turgenyev’e çok bağlanmıştı, ona çok içten bir hayranlık duyuyordu. Bu, yaşamları boyunca devam eden ve Rusya’da epey bir tartışılan düşmanlığın başlangıcıydı.
Babamın yaşamı boyunca sahip olduğu tüm arkadaşlarını gözden geçirdiğimizde ilk yetişkinlik dönemindeki arkadaşlarının olgunluk dönemindekilerden belirgin bir şekilde farklı olduğunu görürüz. Kırk yaşına kadar Dostoyevski’nin ilişkileri neredeyse Ukraynalılar, Litvanyalılar, Lehler ve Baltık eyaletleri yerlileriyle sınırlıydı. Yarı Ukraynalı yarı Fransız Grigoroviç onun ilk arkadaşıydı ve ilk kitabı için yayıncı bulmuştu. Annesi bir Leh olan Nekrasov ona ilk başarısını armağan etmişti; kökeni itibarıyla Leh ya da Litvan olan Belinski, Dostoyevski’nin dehasını halkla buluşturmuştu. Büyük bir Litvanyalı ailenin soyundan gelen Kont Sollohub ve bir Leh olan Kont Viyellegorski, babamı salonlarında içtenlikle ağırlayan kişilerdi. Daha sonraları Dostoyevski’yi Sibirya’da İsveçliler ve Baltık eyaletleri yerlileri tarafından korunurken bulacağız. Tüm bu insanlar Dostoyevski’yi bir Avrupalı, Batı kültürüne sahip biri, kendi Slavo-Norman düşüncelerini paylaşan bir yazar olarak tanımışlar gibi görünüyor. Bununla birlikte tüm Ruslar ona düşmandı. Mühendishane’deki arkadaşları onunla acımasızca dalga geçer, edebi çevreden genç arkadaşları ise ondan nefret eder, onu hor görür ve komik duruma düşürmeye çalışırdı. Sanki onda Rusya’ya ilişkin düşüncelerine aykırı bir şey görüyormuş gibiydiler.
Dostoyevski’nin keskin bir şekilde Rus tavrını takındığı kırk yaşından sonra arkadaşlarının milliyeti de değişti. Slavo-Normanlar yaşamından silinip gitti. Ruslar onun arkadaşlığını arar olup çevresinde canlı kalkan oluşturdular. Ölümünden sonra da tıpkı geçmişte olduğu gibi onu kıskançlıkla korumaya devam ettiler. Ne zaman ailemizin Litvan geçmişinden bahsetsem yurttaşlarım kaşlarını çatarak şöyle der: “Unut şu sefil Litvanya’yı! Aileniz orayı yıllar önce terk etti. Baban Rustu, tüm Ruslar arasındaki en büyük Rus oydu. Kimse gerçek Rusya’yı onun gibi anlayamadı.”
Kıskançlıktan bahsederken gülümsüyorum çünkü bu kıskançlık özünde sevgiydi. Netice itibarıyla Rusların haklı olduğunu düşünüyorum, zira Dostoyevski’ye sahip olduğu o muhteşem yeteneği veren onlardı. Litvanya onun karakterini ve uygar zihnini biçimlendirmiş, Ukrayna ise atalarının kalbinde yatan şairliği uyandırmıştı; fakat yıllar, çağlar sonunda ortaya çıkan bu meşale ancak Kutsal Rusya’nın büyük dehasının kıvılcımıyla yanmaya başladı.
Babamın ilk romanı kesinlikle çok iyi yazılmıştı, fakat özgün değildi. Zamanının Fransız edebiyatını taklit eden Gogol’un romanlarından birinin taklidiydi. O müthiş Jean Valjean’ıyla Sefiller bu yeni edebi akımın temelinde yer almaktadır. Sefiller’in daha sonra yazıldığı doğrudur ama müthiş soylu bir zihne sahip bir hükümlü olan Valjean tipi çoktan Avrupa’da ortaya çıkmaya başlamıştı. Fransız Devrimi’yle uyanan demokratik düşünceler yazarları yoksul insanları,38 köylüleri ve küçük esnafları soyluların ve orta üst sınıf aydınlarının yer aldığı saflara taşımaya itti. Edebiyattaki bu yeni eğilim, hiçbir zaman feodal aristokrasiye sahip olmamış, her zaman demokratik düşüncelerin cazibesine kapılmış Ruslar için oldukça memnun ediciydi. Bu dönemde parlamış ve yükseköğrenim görmüş kişiler olan Rus yazarlar artık konuk salonunu betimlemeyecek; kahramanlarını tavan arasında aramaya başlayacaklardı. Bu tip insanların gerçekte nasıl olduklarına dair en ufak bir fikirleri yoktu, onları gerçekte oldukları gibi okuma yazma bilmeyen, yoksulluk nedeniyle acımasızlaşan kimseler olarak betimlemek yerine yeni kahramanlarına şövalye hassasiyetleri bahşederek onlara Madame de Sévigné’ye yaraşacak mektuplar yazdırdılar. Bu durum sahte ve saçmaydı, yine de bu romanlar ülkemizin gurur kaynağı olan muhteşem on dokuzuncu yüzyıl edebiyatımızın başlangıç noktasıydı. Yazarlar, yeni bir dünyayı betimlemeden önce onu çalışmaları gerektiğini yavaş yavaş anladılar. Köylüleri, din adamlarını, tüccarları, kasaba halkını gözlemlemek için işe koyuldular; hakkında pek az şey bilinen Rus yaşamına dair mükemmel betimlemeler sundular. Ama bunlar çok sonraları yapıldı. Hakkında yazmakta olduğum dönemde ise Rus yazarlar hayal güçlerinden yararlanıp bizi saçmalıklarla dolu yapıtlarla baş başa bıraktılar.
Babamın bu romanların ne kadar sahte olduğunu fark ettiğine şüphe yok, çünkü ikinci yapıtında bu yeni edebi türden kopmaya çalışmıştı. Öteki, İnsancıklar’a kıyasla çok daha yüksek kalitede bir kitaptır. Özgündür, bütünüyle “Dostoyevski”dir. Ruhbilimcilerimiz bu küçük başyapıta büyük hayranlık duyuyor ve genç bir roman yazarının tıp okumaksızın bir delinin son günlerini böyle detaylı bir şekilde betimleyebilmiş olmasına şaşırıyorlar.39
Ne var ki bu ikinci roman ilki kadar başarılı olamadı. Fazla yeniydi; insanlar, insan kalbinin bu kadar titiz bir şekilde çözümlenmesini anlamamışlardı, oysa bu daha sonraları çok büyük takdir toplayacaktı. O dönem deliler revaçta değildi, erkek ya da kadın başkahramanın yer almadığı bu roman ilgi çekmedi. Eleştirmenler hayal kırıklıklarını saklamıyorlardı. “Yanılmışız,” diye yazıyorlardı, “Dostoyevski’nin yeteneği sandığımız kadar büyük değilmiş.” Eğer babam biraz daha büyük olsaydı muhtemelen bu eleştirileri görmezden gelir, yeni türde ısrarcı olur, bunu halka benimsetir ve o dönemde bile çok iyi psikolojik çalışmalar ortaya koymuş olurdu. Ama çok gençti, eleştiriler onu üzmüştü. İlk romanıyla elde ettiği başarıyı kaybetmekten korkuyordu, bu nedenle sahte Gogol tarzına geri döndü.
Fakat bu kez kendi hayal gücünden yararlanmakla yetinmeyecekti. Rus edebiyatının yeni kahramanlarını inceledi, tavan arasında yaşayanları gözlemlemek için başkentin kafelerine ve içki dükkânlarına gitti. Onlarla sohbet etti, onları izledi, örf ve âdetlerini dikkatle not etti. Kendini utangaç hisseden ve onlara nasıl yaklaşacağından emin olamayan Dostoyevski onları bilardo oynamaya davet etti. Oyuna yabancıydı ve hiç de ilgi duymuyordu, doğal olarak epey bir para kaybetti. Ama bundan pişmanlık duymadı, çünkü bilardo oynarken ilginç gözlemler yapabilmiş, çok sayıda özgün ifadeyi not edebilmişti.40
Dostoyevski, hakkında hiçbir şey bilmediği bu ilgi çekici kesimi inceledikten sonra halkın ilgisini çekebileceğini düşünerek toplumun alt kesimini olduğu gibi betimlemeye başladı. Ama heyhat! Öncekinden daha da başarısız oldu. Rus halkı sefil insanlara ilgi duymaya hazırdı, tabii eğer Jean Valjean tarzında servis edilseydi. Tüm o menfur alçaklığıyla bu insanların gerçek yaşamı kimseyi ilgilendirmiyordu.
Dostoyevski güçlerine duyduğu güveni yitirmeye başlamıştı. Sağlığı bunu kaldıramamış, gergin ve histerik biri haline gelmişti. Epilepsi içinde gizleniyordu, onu fena halde baskılı-yordu.41 Dostoyevski toplum içine çıkmaktan kaçınıyor, saatlerce odasına kapanıyor ya da Petersburg’un en karanlık ve en ıssız sokaklarında dolanıyordu. Yürürken kendi kendine konuşuyor, el kol hareketleri yapıyor, yanından geçenlerin dönüp kendisine bakmasına neden oluyordu. Görüştüğü arkadaşları onun delirdiğini düşünüyorlardı. Bu renksiz, aptal şehir yeteneğini söndürmüştü. Üst sınıflar, Avrupalıların karikatürleri olmaktan ibaretti; Dostoyevski’ye büyük Rus halkıyla ilgili herhangi bir fikir vermeyen, aşağı ırklardan birine mensup bir kitleydiler. Dostoyevski’nin Avrupa’ya, Kafkasya’ya ya da Kırım’a gidecek kadar parası yoktu; o dönemde seyahat etmek maliyetliydi. Babam Petersburg’ta çürüyor, kendini yalnızca edebiyata adamayı isteyerek görevinden istifa edip Petersburg’a yerleşen kardeşi Mihail’le birlikteyken mutlu oluyordu. Mihail, Revalli bir Alman olan Emilie Dibmar’la evlenmiş, birkaç çocuğu olmuştu. Babam yeğenlerine çok düşkündü, onların çocukça kahkahaları melankolisini dağıtıyordu.
Çoğu erkek için aşkın tam vakti olan bu ilk gençlik döneminde Dostoyevski’nin yaşamında hiçbir kadına rastlamamak şaşırtıcıdır. Nişanlısı yok, metresi yok, bir flörtü bile yoktu! Bu olağanüstü erdem yalnızca bünyesinin geç gelişimiyle açıklanabilir ki bu durum Kuzey Rusya’da pek ender görülen bir şey değildir. Rus kanunları kadınların on altı yaşında evlenmesine izin vermektedir; fakat yakın dönemde, savaştan birkaç yıl önce, Rus düşünce insanları bu barbar geleneğe karşı çıkmaya başladı. Onların gözlemlerine göre Kuzey Rusyalı kadınlar yirmi üç yaşlarına dek gelişimlerini bütünüyle tamamlayamamaktaydılar. Eğer bundan önce evlenecek olurlarsa hamilelik onlara büyük zarar verebilir ve sağlıklarını kalıcı olarak mahvedebilirdi. Doktorlarımız, çok sayıda Rus hanesini kasıp kavuran histeri ve sinirsel rahatsızlıkları işte bu kötücül geleneğe bağlamaktadır. Eğer düşünce insanları haklıysa, erkekler her zaman kadınlardan daha geç olgunlaştıklarından Kuzey Rusyalı erkek bireylerin gelişimlerini bütünüyle tamamladıkları yaşı yirmi beş olarak belirleyebiliriz. Sözgelimi, epilepsi hastaları gibi anormal bünyelerin ise daha yavaş olgunlaşıyor olmaları gerekir. O yaşta Dostoyevski’nin sezgilerinin henüz uyanmamış olması olasıdır. Kadınlara uzaktan hayranlık besleyen, onlardan oldukça korkan ve henüz onlara ihtiyaç duymayan bir okul çocuğu gibiydi. Babamın arkadaşları, gördüğümüz üzere, kendisinin kadınlarla bir aradayken yaşadığı gerginliğiyle alay ederdi.42 Dostoyevski’nin romantik dönemi hapisliğinden sonra başladı, o zaman hiç de gerginlik göstermedi.
Dostoyevski’nin ilk romanlarındaki kadın kahramanlar soluk, bulanık ve canlılıktan yoksundur. Bu dönemde yalnızca iki iyi kadın portresi çizebilmiştir, bunlar on ile on iki yaşlarındaki Netoçka Nezvanova ve küçük Katya’dır. Öteki’yi dışarıda tutacak olursak bu roman sözkonusu dönemde ortaya koyduğu en iyi çalışmaydı. Tek bir kusuru vardı ki bu Dostoyevski’nin hapse düşmeden önce yazdığı tüm romanlarda ortaktı: Kahramanlar fazlasıyla enternasyoneldi. Bu kahramanlar herhangi bir yerde yaşayabilir, herhangi bir dili konuşabilir, herhangi bir iklime dayanabilirler. Anayurtları yoktur ve tüm kozmopolitler gibi soluk, belirsiz ve anlaşılmazdırlar. Onları yaşatmak için kendilerine bir milliyet yaratmak gerekiyordu. Dostoyevski’nin Sibirya’da yapmak üzere olduğu şey buydu.