Kitabı oku: «Dostoyevski'nin hayatı», sayfa 4
Petraşevski Kumpası
Babam, yaşamının bu tatsız döneminde Petraşevski kumpasına karışmıştı. Dostoyevski’nin, yaşamının ilerleyen dönemlerindeki monarşik ilkelerine aşina olanlar babamın kendisini devrimcilerle nasıl ilişkilendirebildiğini asla anlayamadılar. Babamın Litvanya kökeni göz ardı edilirse bu durum insana pek tabii ki anlaşılmaz gelir. Çar’a karşı kumpas kurmuştu, çünkü henüz Rus monarşisinin gerçek anlamını kavrayamamıştı. Dostoyevski, yaşamının bu döneminde Rusya hakkında pek az şey biliyordu. Çocukluğunu, Moskova’nın kalbinde babası tarafından yaratılan bir tür yapay Litvanya’da geçirmişti. Mühendisler Kalesi’nde geçirdiği delikanlılığı sırasında Rus arkadaşlarından mümkün olduğunca uzak durmuştu. Roman yazarı olduğunda bütün ülkedeki en dengesiz topluluk olan Petersburg edebiyat çevresinin müdavimi olmuştu. O dönemde Rusya pratikte tanınmıyordu, coğrafyacılarımız ve tarihçilerimiz yok denecek kadar azdı. Seyahat etmek zor ve pahalıydı. Ülkede ne demiryolu ne de buharlı gemiler vardı. Köylü serfler topraklarını işleyip sessizliklerini korurdu; mujiklere “sfenks” denirdi. Rus yazarlar yalnız Avrupa aklıyla yaşar, sadece Fransızca, İngilizce ve Almanca kitaplar okur, Avrupalıların özgürlükle ilgili görüşlerinin hepsini paylaşırlardı. Yazarlarımız, Avrupalıları Rus düşüncesiyle tanıştırmak yerine müthiş bir maharet göstererek Avrupa’dan Rusya’nın nasıl bir yer olduğunu kendilerine açıklamasını rica ediyorlardı. Yurttaşlarım Rusya hakkında pek az şey biliyorsa, Avrupa hiçbir şey bilmiyordu. Avrupalı yazarlar, bilim insanları, devlet yöneticileri ve diplomatlar Rus dilini öğrenmiyor, Rusya’ya gitmiyor, kalkıp da mujikleri evlerinde inceleme zahmetine girmiyorlardı. Kentlerinde yaşayan siyasi mültecilerden bilgi edinmek onlara yetiyordu. Tüm bu Yahudiler, Lehler, Litvanlar, Ermeniler, Finler ve Letonlar Rusça bile konuşamıyor, konuşabilenlerin de berbat bir aksanı oluyordu. Ne var ki bu durum onların Rus halkı adına Avrupalılara hitap etmesine engel olmuyordu. Mujiklerin Çar’ın boyunduruğu altında inim inim inledikleri, onlara (mültecilere göre) gece gündüz hayalini kurdukları Avrupai cumhuriyeti armağan etmek için Avrupalı milletlerin gelip kendilerini kurtarmalarını sabırsızlıkla bekledikleri konusunda Avrupalıları temin ediyorlardı. Avrupa onların sözlerine inanmıştı. Avrupalılar ancak şimdilerde, “Çarcılığın” yerini Bolşevizmin ve bozgunculuğun aldığını gördüklerinde nasıl da kandırılmış olduklarını anlamaya başladılar. Gerçek Rusya’yı anlamaları ise daha çok vakit alacak.
Petraşevski kumpası sırasında babam bir Rustan ziyade bir Litvandı, Avrupa onun için anavatanından daha değerliydi. Hapsedilmeden önce yazdığı romanların hepsi Avrupalı yapıtların taklitleriydi: Schiller, Balzac, Dickens, Georges Sand ve Walter Scott onun ustalarıydı. Avrupa gazetelerine İsa’nın öğretilerine inanır gibi inanıyordu. Avrupa’da yaşamayı hayal ediyor ve iyi yazabilmeyi bir tek orada öğrenebileceğini öne sürüyordu. Mektuplarında arkadaşlarına bu tasarıdan bahsediyor, bunu gerçekleştirmek için gerekli olan şeylerin eksikliğinden yakınıyordu. Büyük bir Rus yazarı olabilmek için doğuya gitmenin iyi bir fikir olabileceğini aklından bile geçirmiyordu. Dostoyevski, Ruslardaki Moğol damarından nefret ediyordu; yaşamının bu döneminde gerçek bir Ivan Karamazov’du.
Serflerin kurtuluşu o dönem çok yakındı. Herkes bunun hakkında konuşuyordu, herkes bunun gerekli olduğunun farkına varmıştı. Geleneğine sadık kalan devletimiz ise reform yapmaktan kaçınıyordu. Kendi ağır ve üşengeç ulusal karakterinin farkında olan Ruslar bunu elde edebilmek için bir ya da iki yıl sabırla beklemeleri gerektiğini biliyordu. Lehler, Litvanlar ve Baltık eyaletleri yerlileri bu gecikmeye anlam veremiyor, Çar’ın bu insanlara asla özgürlük vermeyeceğine inanıyorlardı. Köylüler adına onların özgürlüğünü güvenceye alabilmek için Çar’ı devirmeyi planladılar. Dostoyevski de onların kuruntularını paylaşıyordu. Doğuya özgü üşengeçlik hakkında hiçbir şey bilmiyordu, tüm hayatı boyunca etkin ve enerjik biri olmuştu. Bir fikir ona doğru göründüğünde derhal uygulamaya koyardı, Rus bürokrasisinin işi ağırdan alma eğilimine anlam veremiyordu. Babasının trajik ölümünü unutamıyor; efendileri zulme, köleleri ise cinayete sevk eden sistemin yıkılmasını yürekten arzuluyordu. O zamanki düşünüş tarzıyla Petraşevski’yle yaptığı toplantının ölümcül sonuçlarının olması kaçınılmazdı. Adından da anlaşılacağı üzere Petraşevski Polonya ya da Litvanya kökenliydi; Dostoyevski’yle aralarında bulunan bu bağ, diğerlerininkinden çok daha güçlüydü. Petraşevski uzdilli ve hünerliydi; Petersburg’taki tüm genç hayalperestleri kendine çekip onları alevlendirdi. Diğerlerinin mutluluğu için kendini feda etme fikri, genç ve cömert kalpleri cezbediyordu; özellikle de kendi yaşamları tıpkı babamınkinin de o zamanlar olduğu gibi mutsuz olduğunda. Petersburg’un karanlık sokaklarında yalnız başına yürürken kendi kendine soylu bir dava için ölmenin hiçbir işe yaramayan bir varlığı boş yere sürdürmekten daha iyi olacağını düşünmüş olmalı.
Petraşevski davası, tüm Rus siyasi davaları arasındaki en karanlık davalardan biridir. Yayımlanan gizli belgeler; Avrupa’dan gelen yeni fikirlerle ilgili herkesçe bilinen gerçekleri tekrarlamak, Sansür Kurulu’nca yasaklanan kitapları birbirlerine ödünç vermek ve devrimci bildirilerin kışkırtıcı bölümlerini ateşli bir şekilde okumak için bir araya gelen gençlerin katıldığı politik toplantıların son derece olağan bir resmini çizmektedir. Yine de babam bunun Çar’ı devirmeyi ve Rusya’da aydınlar cumhuriyeti kurmayı amaçlayan politik bir kumpas olduğunu her zaman savunmuştur. Petraşevski’nin gönüllüler ordusu kurarken girişimlerinin gizli amaçlarını yalnızca seçilmiş birkaç kişiye açmış olması muhtemeldir. Dostoyevski’nin zekâsını, cesaretini ve güçlü ahlakını takdir eden Petraşevski muhtemelen babamın gelecekteki cumhuriyette önemli bir rol oynayacağını düşünüyordu.43
Mihail Amcam da sözkonusu topluluğa ilgi duyuyordu fakat evli ve bir aile babası olduğundan Petraşevski toplantılarına büyük bir gayretle sık sık katılmamanın akıllıca olacağını düşünüyordu. Bununla birlikte yasaklı kitaplar kitaplığından faydalanıyordu. Amcam o zamanlar Fourier’nin büyük hayranlarından ve kendisinin romantik kuramlarının ateşli takipçilerinden biriydi. Andrey Amcam da bu toplantılara katılıyordu. O dönemde çok genç bir adamdı, yükseköğrenimine henüz başlamıştı. İki büyük ağabeyiyle arasında yıllar vardı, onlara eşitlerinden ziyade ebeveyn gözüyle bakıyordu. Ağabeyleri ise ona küçük bir çocukmuş gibi davranıyorlardı. Ruslarda bu ilişkiler olmasa da Leh ve Litvan ailelerde sözkonusu ilişkilere sıklıkla rastlanırdı. Babam küçük kardeşiyle asla siyaset tartışmazdı, Andrey Amcam Petraşevski’nin topluluğunda nasıl bir rol oynadığının farkında değildi. Andrey Dostoyevski, kardeşlerinin edebi yeteneklerinden hiçbirine sahip değildi; bununla birlikte büyükbabam Mihail’in küçük oğulları için sürdürdüğü aile okumaları ona büyük bir edebiyat merakı kazandırmıştı. Sonraları, çeşitli taşra kasabalarında devlete hizmet ederken bölgenin tüm aydınlarını etrafında toplayabilmeyi her zaman başarmıştır. Petraşevski’nin evinde gerçekleşen ilginç toplantılardan haberdar olduğunda arkadaşlarından birine kendisini bu toplantılara katması için yalvardı. Babamla karşılaşmadan birkaç toplantıya katıldı. Bir gece, Andrey bir gruptan diğerine geçerek genç adamların siyasi tartışmalarını büyük bir ilgiyle dinliyorken aniden yüzü bembeyaz kesilmiş, öfkeyle gerilmiş bir halde ağabeyi Fyodor’u karşısında buldu.
“Burada ne işin var?” diye sordu korkunç bir sesle. “Defol, derhal defol git buradan; bir daha seni bu evde görmeyeyim.”
Amcam, ağabeyinin öfkesi karşısında öyle telaşlanmıştı ki Petraşevski’nin resepsiyonundan hemen ayrıldı ve bir daha da geri dönmedi. Polis daha sonra bu kumpası keşfettiğinde Dostoyevski biraderlerin hepsi tutuklandı. Andrey Amcamın masumane yanıtları kumpasla ilgili hiçbir şey bilmediğini hâkimlere açıkça gösterdi ve çok geçmeden serbest bırakıldı. Ağabeyinin öfkesi onu kurtarmıştı. Mihail Amcam birkaç hafta hapis yattı. Dostoyevski daha sonra, Bir Yazarın Günlüğü’nde Mihail’in çok şey bildiğini söylemiştir. Babamın, kendisinden herhangi bir sır saklamamış olması muhtemeldir. Amcam aynı zamanda diline nasıl hâkim olacağını da biliyordu, böylece hiçbir itirafta bulunmadı. Petraşevski’yi pek nadiren ziyaret ettiğini, evine yalnızca kitap almak için gittiğini kolaylıkla kanıtlayabildi. Sonunda serbest bırakıldı, davaya bakmakta olan Prens Gagarin iki kardeş arasındaki sevgiden haberdardı; kardeşinin salıverildiğini, onun için endişelenmemesi gerektiğini hemen babama bildirdi. Babam Prens Gagarin’in bu cömert davranışını asla unutmadı ve Bir Yazarın Günlüğü’nde bundan bahsetti.
Fyodor Dostoyevski, kardeşlerinden daha sert muameleyle karşılaştı. Petro ve Pavel Kalesi’ne, siyasi kumpasçıların kapatıldığı korkunç hapishaneye gönderildi. Burada hayatının en sefil aylarını yaşadı. Bunlar hakkında konuşmak istemez, unutmaya çalışırdı. Bunu söylemek tuhaf. Hapishanede yazdığı Küçük Kahraman romanı tüm yapıtları arasındaki en şiirsel, en nazik, en genç ve en taze çalışmaydı. Romanı okurken Dostoyevski’nin karanlık hücresinde çiçeklerin kokusunu, büyük parklarda yüzyıllık ağaçların yarattığı şiirsel gölgeleri, çocukların en neşeli kahkahalarını ve genç kadınların zarafetini zihninde canlandırmaya çalıştığını düşünebiliriz. Petersburg’ta yaz hüküm sürüyordu, fakat güneş yaşlı kalenin nemli duvarlarına neredeyse hiç vurmuyordu.
Rusya’da her zaman olduğu gibi Petraşevski davası da uzadıkça uzadı. Vali kumpasçılarla ciddi anlamda ilgilenmeye karar verdiğinde çoktan sonbahar gelmişti. Siyasi davalarımıza neredeyse her zaman askeri mahkemeler tarafından bakılırdı; Petraşevski olayını soruşturmakla yükümlü generallerin başında General Rostovzov bulunuyordu. Kendisi, daha sonra serflerin özgürleştirilmesi için kurulan komisyonun başkanlığına atanmış; serfleri özgür bırakmayı fakat tüm toprakları ellerinde tutmayı isteyen büyük toprak sahipleriyle etkin bir mücadele yürütmüştür. Ona büyük bir saygı duyan II. Aleksandr tarafından desteklenen Rostovzov zafere ulaşmış, köylüler kendi paylarına düşen toprakları kazanmışlardı. General Rostovzov ateşli bir vatanseverdi, siyasi kumpasları birer cinayet olarak görürdü. Polisin Petraşevski ile onun partisine mensup gençlerin evlerinde ele geçirdiği belgeleri dikkatle inceledi; onlara karşı toplanan delillerin zayıflığı karşısında muhtemelen şaşkına dönmüştü. Dostoyevski’nin zekâsı ve yeteneği hakkında bir şeyler bildiğinden onun, hareketin liderlerinden biri olduğundan şüphelendi ve onu konuşturmayı aklına koydu. Duruşma günü babama karşı sıcakkanlı ve cana yakındı. Dostoyevski’y-le, yapmakta olduğu şeyin ağırlığının bütünüyle farkında olmadan talihsiz bir şekilde bir siyasi kumpasın içine çekilmiş, büyük yeteneklere, yüksek Avrupa kültürüne sahip genç bir yazarla konuşur gibi konuştu. General ağır bir cezadan kurtulabilmesi için Dostoyevski’nin oynaması gereken rolü açıkça belirtiyordu. Babam her zaman çok masum ve saf bir insandı. Bunların hiçbirini anlamamıştı; kendisine bir suçlu gibi değil de bir dünya insanı olarak davranan bu generalden etkilenmişti, tüm sorularını büyük bir istekle yanıtladı. Rostovzov ağzından bir şeyler kaçırmış olmalıydı, çünkü babam yoldaşlarını satarak kendi özgürlüğünü kazanmaya davet edildiğinin aniden farkına varmıştı. Ona böyle bir teklifte bulunulduğu için derinden öfkelenmişti. Rostovzov’a duyduğu sempati nefrete dönüşmüştü. İnatçı ve temkinli bir hal alarak kendisine yöneltilen her soruya kaçamak cevaplar verdi. Genç adam heyecanlı, histerik ve hapiste geçen uzun aylardan sonra yorgun düşmüş olsa da General’den daha güçlüydü. Taktiğinin fark edildiğini gören Rostovzov kontrolünü kaybetti; salondan ayrılıp sual varakasını soruşturmada yer alan diğer üyelere bıraktı. Arada sırada, bitişikte bulunan odanın kapısını açıp şöyle diyordu: “Dostoyevski’yi sorgulamayı bitirdiler mi? Bu pişkin günahkâr, mahkeme salonunu terk edinceye dek oraya dönmeyeceğim.” Babam Rostovzov’un düşmanca tutumunu asla affedemedi. Ona şarlatan derdi, bütün yaşamı boyunca onun hakkında kaba bir şekilde konuştu. Onu daha çok küçümsüyordu, çünkü dava sırasında Dostoyevski haklı olduğuna inanıyor, kendini ülkesini kurtarmaya istekli bir kahraman olarak görüyordu. Sorgu esnasında çektiği acılar onun zihninde çok derin bir etki bırakmıştı. Bu durum daha sonraları kendini Raskolnikov’un Porfiri’yle; Dimitri Karamazov’un ise kendisini Mokroye’de sorguya çekmeye gelen sorgu memurlarıyla yaptığı düelloda ifade bulmuştur.
Rostovzov başkanlığındaki generaller ölüm cezasını I. Nikolay’a sundular. O ise bunu imzalamayı reddetti. İmparator zalim biri değildi fakat dar görüşlüydü, psikolojiye dair en ufak bir fikri yoktu. Doğrusunu söylemek gerekirse sözkonusu bilim o dönem Rusya’sında pek az biliniyordu. İmparator kumpasçıların ölmesini arzu etmiyor; fakat “bu genç adamlara iyi bir ders vermek” istiyordu. Danışmanları acıklı bir komedi oynamayı önerdiler. Mahkûmlara ölüme hazırlanmaları söylendi. İdam iskelesinin kurulduğu halka açık bir alana getirildiler. İskelenin üzerine çıkarıldılar. Kumpasçılardan biri gözleri bağlanarak bir direğe bağlandı. Askerler sanki bu talihsiz mahkûmları vurmak üzereymiş gibi davranıyorlardı. O anda bir ulak geldi ve İmparator’un bu ölüm cezasını ağır iş cezasına çevirdiğini ilan etti. O döneme ait kayıtlarda herhangi bir kaza yaşanır korkusuyla askerlerin tüfeklerinin dolu bile olmadığı, Saray’dan gelmiş olması gereken ulağın ise kumpasçılar henüz oraya gelmeden önce orada bulunduğu belirtilmektedir. Tüm bunlar şüphesiz ki doğrudur; gelgelelim talihsiz gençler bunlardan haberdar değildi ve ölmeye hazırlanıyorlardı. Eğer I. Nikolay daha zarif bir yaradılışta olsaydı kumpasçıları vurmanın onların böyle bir acıya katlanmak zorunda kalmalarından çok daha cömert bir davranış olacağını anlardı. Gelgelelim İmparator döneminin gereklerine uygun davranmıştı, dedelerimiz sahte duygusallık dolu sahnelere bayılırdı. Hiç şüphe yok ki Nikolay, genç adamlara yaşamlarını idam için kurulan iskelede geri vererek onlara büyük bir mutluluk bahşettiğini düşünmekteydi. Fakat onlardan pek azı bu mutluluğu hissedebildi, kimileri aklını kaçırdı, diğerleri ise genç yaşta öldü. Eğer bu acımasız jest olmasaydı belki de babamın epilepsisi asla böyle korkunç bir hal almayacaktı.
Petraşevski Kumpası
Dostoyevski ne kadar hasta ve zayıf düşmüş olsa da idam iskelesine cesurca çıkmış, ölümle yiğitçe yüzleşmişti. Bize o an hissettiği tek şeyin, hazırlıksız bir şekilde Tanrı’nın huzuruna çıkacak olmasından kaynaklanan mistik bir korku olduğunu söylemişti. İdam iskelesinin etrafında toplanan arkadaşları da onun sakin ve ağırbaşlı olduğunu söylüyorlar. Babam o an hissettiklerini Budala’da betimlemiştir. Burada ölüme mahkûm edilen birinin acısını resmetse de cezasının tecilini öğrendiğinde hissettiği sevince dair hiçbir şey anlatmaz bize. Hayvani neşenin ilk hücumu sona erdiğinde kendisiyle oynandığı ve çok zalimce işkence edildiği düşüncesiyle büyük bir acı, engin bir öfke duymuş olması muhtemeldir. Gözünü çoktan göğe yükselmeye dikmiş olan saf ruhu muhtemelen dünyaya geri dönmek ve hepimizin çırpınmakta olduğu çamura bir kez daha saplanmak zorunda kalmaktan yeis duymuştu.
Babam kaleye geri döndü. Birkaç gün sonra bir polis memurunun eşliğinde Sibirya’ya gitti. Petersburg’tan Noel akşamı ayrılmıştı. Bir kızağın içinde başkent sokaklarından geçerken evlerin aydınlatılmış pencerelerine baktı ve kendine şöyle dedi: “Şimdi ağabeyim Mihail’in evinde Noel ağacını ışıklandırıyorlardır. Yeğenlerim ağaca hayranlıkla bakıyor, etrafında gülüyor, dans ediyor ama ben onların yanında değilim. Onları tekrar görebilecek miyim, Tanrı bilir!” Dostoyevski bu soğuk kalpli şehri arkasında bırakırken kederli zihninde yalnızca yeğenleri vardı.
Sibirya’ya ulaştıktan sonraki mola yerlerinin ilkinde iki hanımefendi babamı ziyaret etti. Bunlar, yeni gelen siyasi mahkûmlarla, onları rahatlatacak birkaç söz söylemek ve birer hükümlü olarak onları bekleyen yaşamla ilgili bazı tavsiyeler vermek üzere tanışmayı kendilerine görev edinen “Aralıkçılar”ın eşleriydi.44 Babama bir İncil vermişlerdi, hapishaneye kabul edilen tek kitap buydu. Kadınlardan biri, polis memurunun sırtının dönük olduğu bir andan yararlanıp babamla Fransızca konuşarak ona yalnız kaldığında kitabı dikkatle incelemesini söyledi. Babam, İncil’in iki yaprağı arasına sıkıştırılmış 25 rublelik bir kâğıt para buldu. Bu parayla kendine küçük bir çarşaf, sabun, zahmetli yolculuğunu biraz iyileştirmek için tütün ve beyaz ekmek aldı. Sürgünde geçirdiği süre boyunca başka hiç parası olmadı. Kardeşleri, teyzesi ve arkadaşları, işlediği suç ve çarptırıldığı ceza nedeniyle korkuya kapılarak onu son derece alçak bir şekilde terk etmişti.
Hapishane Yaşamı
Bir insan yerinden yurdundan edilip de yıllarını yabancı bir dünyada, kaba halleri ve eğitimsizlikleriyle onu üzecek insanlarla birlikte geçirmeye mecbur bırakıldığında, duyarlılıklarına gelebilecek en büyük zararlardan kaçınmasını sağlayacak bir plan düşünür, bir tavır takınır, belli bir davranış biçimi üzerine kafa yorar. Bazıları rahat bırakılacaklarını ümit ederek kendini sessizlik ve kibir içinde emniyete alır, diğerleri ise dalkavuklaşıp en aşağılık şekilde yaltaklanarak güven satın almaya çalışır. Yıllarca hapiste etrafına korku salan, kaybedecek bir şeyleri olmayan, hiçbir şeyden korkmayan, her şeyi yapabilecek bir grup suçlunun arasında yaşamaya mahkûm edilen Dostoyevski ise çok farklı bir tutum tercihinde bulundu; bir tür Hıristiyan kardeşliği üslubu geliştirdi. Bu onun için yeni bir şey değildi, henüz bir çocukken babasının özel bahçesindeki demir kapıya yaklaşıp cezalandırılmayı göze alarak hastanedeki yoksul hastalarla sohbet ederken, yine Darovoye’nin köylü-serfleriyle konuşurken ve tarlada çalışan zavallı kadınlara yardım ederek onların sevgilerini kazanmaya çalışırken bunu öğrenmişti. Daha sonraları başkentin küçük kafelerinde ve içki dükkânlarında Petersburglu yoksulları incelediği, onlarla bilardo oynadığı, kalplerinde yatan sırları ortaya çıkarmaya çalıştığı sırada onlara istedikleri içecekleri ısmarlarken o kardeşçe üslubu takınmıştı. Dostoyevski iyi kesimli ceketleri, modaya uygun kravatları, boş kafaları, kansız kalpleri ve renksiz ruhlarıyla kibar insanların doldurduğu zarif konuk salonlarını sık sık ziyaret ederek asla iyi bir yazar olamayacağının farkına varmıştı. Tüm yazarlar, acılarını boş laftan örülmüş peçelerin ardına saklama sanatını hiç öğrenmemiş olan basit ruhlara sırtlarını yaslar. Yasnaya Polyanalı köylüler, Tolstoy’a Moskovalı arkadaşlarının öğretebileceğinden çok daha fazla şey öğretmiştir. Av gezilerinde Turgenyev’e eşlik eden köylüler, kendisine Avrupalı arkadaşlarından daha çok özgün fikir vermişlerdir. Dostoyevski de sırtını yoksul halka yaslamış, çocukluğundan itibaren içgüdüsel olarak onlara erişmenin yollarını aramıştır. Halihazırda belli düzeyde edinmiş olduğu bu teknik ona en büyük hizmeti Sibirya’dayken sağlayacaktı.
Dostoyevski kendini mahkûm arkadaşlarına nasıl sevdirdiğini bizden saklamamıştır. Budala romanında, attığı ilk adımları ayrıntılı olarak anlatır. Avrupa kültürüne sahip çok köklü bir aileden gelen Prens Mışkin, soğuk bir kış gününde seyahat etmektedir. Kendisi bir Rus olmasına rağmen tüm gençliğini İsviçre’de geçirmiştir, anavatanı hakkında pek az şey bilmektedir. Rusya son derece ilgisini çekmekte, onu cezbetmektedir; Rusya’nın ruhuna inmeyi, sırlarını keşfetmeyi arzulamaktadır. Prens yoksul olduğundan üçüncü mevkide seyahat eder. Züppe değildir; kaba, sıradan yol arkadaşları onda tiksinti uyandırmaz. Bunlar gördüğü ilk gerçek Ruslardır; İsviçre’de yalnızca Avrupalıları taklit eden aydınlarla ve adına Rusça dedikleri korkunç bir aksanla konuşan ve ulusumuzun kutsal hayallerinin temsilcileriymiş gibi davranan siyasi mültecilerle tanışmıştır. Prens Mışkin o âna dek yalnızca kopyalar ve karikatürlerle karşılaşmış olduğunu fark eder, en sonunda asıl Rusları tanımaya can atmaktadır. Üçüncü mevkideki arkadaşlarına sempatiyle bakarak onlarla muhabbete girmesini sağlayacak ilk cümleyi bekler. Yol arkadaşlarından biri onu merakla gözlemlemektedir, daha önce böyle bir kuşu bu kadar yakından görmemişlerdir. Prens’in kibar davranışları ve Avrupai kıyafeti onlara saçma görünmektedir. Belki onunla eğlenirler diye alay etmek üzere kendisiyle sohbet etmeye başlarlar. Prens’in söylediği ilk sözlere kaba bir şekilde güler, birbirlerini dürterler; fakat Prens konuşmaya devam ettikçe, yavaş yavaş gülmeye son verirler. Büyüleyici nezaketi, züppelikten uzak hali, sanki onlar kendi eşitiymiş, kendi dünyasından birileriymiş gibi masumane bir davranış sergilemesi bu insanların eşine ender rastlanan ilginç bir yaratığın (gerçek bir Hıristiyan’ın) huzurunda bulunduklarını fark etmelerini sağlamıştır. Genç Rogojin sözkonusu Hıristiyan kibarlığının çekimini hissediyor, yüreğinde yatan sırları kendisini çok büyük bir ilgiyle dinleyen bu seçkin yabancıya bir an önce açmak istiyordu. Rogojin okuma yazma bilmiyor olmasına karşın çok zeki biridir, Prens Mışkin’in kendisinden ahlaken daha üstün olduğunu anlamaktadır. Ona hayranlık duyar, saygı gösterir fakat bu yoksul Prens’in yaşam hakkında hiçbir şey bilmeyen kocaman bir çocuk, saf bir hayalperest olduğunu da açıkça görmektedir. O ise dünyanın ne kadar kötü ve amansız bir yer olduğunu bilmektedir. Bu büyüleyici Prens’i koruma fikri Rogojin’in soylu kalbine düşer. Petersburg istasyonunda onun yanından ayrılırken “Sayın Prens,” der, “lütfen gelip beni ziyaret ediniz. Sizin için içi kürklü bir manto hazırlatacağım; size, para ve konumunuza uygun muhteşem kıyafetler vereceğim.”
Dostoyevski Sibirya’ya soğuk bir kış gününde ulaştı. Anavatanın bağrından çıkarıp Sibirya’nın farklı infaz istasyonlarına gönderdiği hırsızlar ve katillerle birlikte üçüncü mevkide seyahat ediyordu. Yeni arkadaşlarını merakla gözlemledi. İşte en sonunda orada, boş yere Petersburg’ta aradığı gerçek Rusya’daydı! Slavlar ile Moğolların, dünyanın altıda birini fetheden ilginç karışımı olan şu Ruslar işte oradaydı. Dostoyevski yol arkadaşlarının kasvetli yüzlerini inceledi, tüm ciddi yazarların az ya da çok sahip oldukları altıncı his, onların düşüncelerini deşifre etmesini ve çocuksu kalplerini okumasını sağladı. Kendisiyle birlikte yürüyen mahkûmlara sempatiyle bakıyordu, ilk fırsatta onlarla sohbete girişti. Mahkûmlar ise ona dost canlısı olmaktan uzak, sorgulayan gözlerle bakıyorlardı. Soylu değil miydi; serflere köpek gibi davranıp onları, efendileri aşırılık içinde yaşasın diye bütün hayatları boyunca zahmet çekmeye mahkûm edilmiş köleler olarak görüp tepeden bakan şu uğursuz kalıtsal tiranlar sınıfından gelmiyor muydu? Dostoyevski’ye gülmeyi ve onu mutsuz ederek kendilerini eğlendirmeyi umut ederek onunla sohbete başladılar. İlk sözlerini duyduklarında birbirlerini dürtüp babamla alay ettiler, fakat babam konuşmaya devam ettikçe alaylar ve kahkahalar yavaş yavaş kesildi. Tanrı’yı her şeyin üzerine yerleştiren; ne sınıfın ne de eğitimin insanlar arasında bir ayrım yaratabileceğine, herkesin Tanrı nezdinde eşit olduğuna içtenlikle inanan; böbürlenmek için değil etrafına dağıtabilmek için kültürlenecek kadar uğurlu gerçek bir Hıristiyan, bilge ve mütevazı bir adam görmüşlerdi. Mujiklerin gerçek soylulara, gerçek baréye45 ilişkin düşünceleri bu yöndeydi ama heyhat! Bu tür soylulara pek nadiren rastlamışlardı. Dostoyevski’nin ağzından çıkan her sözle birlikte yol arkadaşlarının gözleri daha da açılıyordu.
Dostoyevski kahramanlarından birinin şahsında kendi portresini çizmek ve yaşamının bir dönemiyle ilişkilendirmek istediğinde sözkonusu kahramana o dönemde sahip olduğu tüm düşünceleri ve duyguları aktarır. Suçlu olmayan, hayatında hiç yargılanıp hüküm giymemiş biri olan Prens Mışkin’in (Budala’da) Petersburg’a vardıktan sonra ölüme mahkûm edilen bir adamın son anlarından başka bir şey hakkında konuşmaması biraz tuhaf görünüyor. Kendisinin tamamen bu düşünce tarafından ele geçirilmiş olduğunu hissediyoruz. Dostoyevski bu tuhaf davranışı, zavallı Prens’in ailesi tarafından gönderildiği sanatoryumun yöneticisinin kendisini bir idamı izlemek için Cenevre’ye götürmüş olduğunu söyleyerek açıklar. İsviçrelilerin, sinir hastalarının tedavisiyle ilgili tuhaf bir fikri var gibi görünmektedir; Prens’i tedavi etmeyi başaramamış olmaları şaşırtıcı değildir. Babam biraz abartılı bu açıklamayı Prens Mışkin’in gerçekte hapishane yaşamındaki ilk yılı boyunca idam iskelesindeki anılarıyla hipnotize olan ve başka hiçbir şey düşünemeyen talihsiz hükümlü, siyasi kumpasçı Fyodor Dostoyevski’den46 başkası olmadığını halktan gizlemek için kullanmıştı. Budala’da Prens Mışkin ölüme mahkûm edilen bu adama dair tüm izlenimlerini Epançin ailesinin hizmetkârına anlatır. Daha sonra kendisine idamla ilgili soru sorduklarında Prens şöyle cevap verir: “Hizmetkârınıza izlenimlerimi aktardım, bunun hakkında daha fazla konuşamam.” Epançinler, Mışkin’i bu konuda konuşturmakta büyük güçlük çekerler. Dostoyevski’nin tavrı da tam olarak buydu; çektiği acıları hükümlülere anlattı fakat sonraları Petersburg’un aydınlarıyla bunları tartışmayı reddetti. Onu boşu boşuna hevesle soru yağmuruna tuttular, Dostoyevski kaşlarını çatıp konuyu değiştirdi.
Nastasya Filippovna’ya âşık olan Prens Mışkin’in kadınla evlenmeye talip olmaması, kendisini seven ve onunla evlenmek isteyen bir genç kıza ise, “Ben hastayım, asla evlenemem,” demesi son derece etkileyicidir. Bu muhtemelen Dostoyevski’nin ilk erkeklik döneminde sahip olduğu anlayıştı; hapishaneden çıkana dek bunu değiştirmeyecekti. Dostoyevski ile kahramanı arasındaki benzerlik en küçük ayrıntıları dahi kapsamaktadır. Prens Mışkin Petersburg’a bavulu olmadan, içinde yalnızca temiz bir çarşafın bulunduğu küçük bir paket taşıyarak gelir. Bir kopeği bile yoktur, General Epançin ona yirmi beş ruble verir. Dostoyevski de Sibirya’ya polisin getirmesine izin verdiği, içinde çarşaf bulunan küçük bir paketle gelmişti; bir kopeği bile yoktu, Aralıkçılar’ın eşleri ona İncil’in sayfaları arasına gizlenmiş yirmi beş ruble vermişti.
Dostoyevski’nin Sibirya’da yanına aldığı İncil.
İyi itibarı onu takip ediyordu; Omsk’ta kendisiyle birlikte hapis yatmakta olan yol arkadaşları yeni dostlarına, cezasını kendileriyle birlikte çekecek olan bu tuhaf adamdan, Dostoyevski’den bahsetmişti. Bazı iyi huylu hükümlüler bu genç hasta adamı, romanlarındaki kahramanları düşünmekle son derece meşgul olduğundan gerçek hayatı incelemek için hiç vakit ayıramamış olan bu hayalperesti, nasıl koruyabileceklerini düşünmeye çoktan başlamışlardı. Hükümlüler kendi kendilerine çocukluktan beri tükenmişlik ve yoksunluğa alışkın oldukları halde onlara ağır gelen yaşamın, konfor içinde yetiştirilen ve her şeyden önemlisi, toplumsal konumu sayesinde herkes tarafından saygı görmeye alışmış biri olan Dostoyevski için ne kadar zor olabileceğini düşünüyorlardı. Yaşamın uzun, kendisinin ise hâlâ genç olduğunu, salıverildikten sonra mutluluğun kendisini beklediğini söyleyerek onu teselli etmeye çalıştılar. Rus köylülerine özgü bir duygusal hassaslık gösterdiler. Babam Ölüler Evinden Anılar’da hapishanede üzgün bir şekilde dolanırken hükümlülerin nasıl gelip ona politika, yabancı ülkeler, kraliyet ve büyük şehirlerdeki yaşamla ilgili sorular sorduğunu betimlemiştir. “Verdiğim yanıtlara pek ilgi gösteriyormuş gibi görünmüyorlardı,” diyor babam; “Neden bu gibi bilgiler edinmeye çalıştıklarını hiç anlayamadım.” Gelgelelim bunun yanıtı oldukça basitti; iyi kalpli bir hükümlü Dostoyevski’nin tek başına, bir tür rüyadaymış gibi boşluğa bakarak yürüdüğünü fark etmişti. Onu düşüncelerinden kurtarmayı istiyordu. Bir beyefendinin bayağı şeylerle ilgilenmesi onun kaba zihnine imkânsız görünmüştü, dolayısıyla insan ilişkilerinde usta olan temiz kalpli bu adam babamla politika, yönetim, Avrupa gibi afili konulardan konuşmuştu. Yanıtlar ilgisini çekmiyordu fakat amacına ulaşmıştı. Dostoyevski uyanmıştı, canlılıkla konuşuyordu, melankolisi defolup gitmişti. Hükümlüler babamın içinde üzgün ve acı çeken bir genç adamdan fazlasını görüyorlardı. Onun dehasını sezmişlerdi. Okuma yazma bilmeyen bu mujikler bir romanın tam olarak ne olduğunu bilmiyorlardı fakat yüce bir ırkın yanılmaz sezgisiyle Tanrı’nın bu hayalperesti dünyaya muhteşem işler yapması için gönderdiğini anlamışlardı. Güçlü ahlakının farkına varmışlardı, ona bakabilmek için ellerinden geleni yaptılar. Dostoyevski Anılar’ında hükümlülerin banyoya gönderildikleri bir gün, içlerinden birinin babamı yıkamak için izin istediğini anlatmaktadır. Bu işi büyük bir dikkatle yapmış, ıslak tahtalarda kaymasın diye tıpkı bir çocuk gibi ona destek olmuştu. Adamın gösterdiği tüm bu dikkat karşısında büyülenen Dostoyevski, “Beni sanki çiniden yapılmışım gibi yıkadı,” der. Babam haklıydı. Aslına bakılacak olursa o, mütevazı dostlarının arasında değerli bir nesneydi. Rus toplumuna büyük hizmetlerde bulunacağını hissettikleri için hepsi onu koruyordu. Bir gün, kendilerine verilen yemeklerden dolayı çileden çıkarak bir gösteri düzenlediler ve Omsk Kalesi Kumandanı’nı görmek istediler. Babam bu gösteride yer almanın kendisi için bir görev olduğunu düşünmüştü fakat hükümlüler onun kendilerine katılmasına izin vermeyecekti.47 “Senin yerin burası değil,” diye bağırarak hapishaneye geri dönmesi konusunda direttiler. Hükümlüler gerçekleştirdikleri protesto nedeniyle ağır bir cezaya çarptırılma riskini üstlendiklerini biliyor, Dostoyevski’yi korumak istiyorlardı. Bu mütevazı mujikler şövalye ruhuna sahipti. Babama karşı Petersburglu arkadaşlarından, genç yaşında elde ettiği başarıyı zehretmek için ellerinden geleni yapan kötü ve kıskanç yazarlardan çok daha cömerttiler.
Eğer hükümlüler babamı koruduysalar, onlar üzerinde büyük bir ahlaki etki bırakmış demektir. Kendisinden bahsetmek için fazlasıyla mütevazıydı fakat Nekrasov bunu herkese duyuracaktı. Bu şair büyük bir gözlem yeteneğine sahip biriydi. Nekrasov, dergisinde büyük bir iştahla yayımladığı İnsancıklar’da Dostoyevski’nin zekâsının farkına varmıştı. Genç roman yazarıyla tanıştığında kalbinin saflığından ve soylu zihninden etkilenmişti. Dönemin Rus yazarlarının içinde yaşadığı dar, kıskançlık dolu, entrikacı çevre Nekrasov’un babamın arkadaşı olmasını engellemişse de onu asla unutmadı. Dostoyevski Sibirya’ya gönderildiğinde Nekrasov sık sık onu düşünüyordu. Bu şair, köylülerin ruhlarına ilişkin engin bilgisiyle diğerlerinden ayrılıyordu. Tüm çocukluğunu babasının küçük mülkünde geçirmiş, yaşamının ilerleyen dönemlerinde de her yaz oraya gitmişti. Rus halkını ve Dostoyevski’yi tanıyan biri olarak hükümlülerle genç roman yazarı arasındaki ilişkilerin nasıl olabileceğini kendi kendine sorup duruyordu. Şairler şarkılarla düşünürler, Nekrasov da bize muhteşem bir şiir bırakmıştır. Zavallı adlı şiiri, Dostoyevski’nin suçlular arasındaki yaşamını betimlemektedir. Ondan ismiyle bahsetmez -o dönemde çok katı olan Sansür Kurulu buna izin vermezdi- fakat edebiyat çevresinden arkadaşlarına ve daha sonrasında da bizzat Dostoyevski’ye kahramanın kim olduğunu söylemiştir.
Ücretsiz ön izlemeyi tamamladınız.