Kitabı oku: «Monte Kristo Kontu», sayfa 2
4
Ertesi gün hava çok güzeldi. Güneş, dalgaların köpüklü göğüslerini kırmızıya çalan bir morlukla hafifçe boyayarak pırıl pırıl yükseldi. Düğün sofrası, çardağını daha önce gördüğümüz La Reserve Meyhanesinin ikinci katındaki büyük bir odada hazırlanmıştı. Ziyafet öğle vakti başlayacaktı fakat daha saat on birde meyhane sabırsız misafirlerle dolmuştu. Bunlar Firavun’un gemicileri ile Dantés’nin arkadaşları olan askerlerdi.
Ziyafete Mösyö Morrel’in de geleceği söyleniyordu. Bu Dantés için öyle büyük bir şerefti ki… Fakat kimse onun geleceğine ihtimal veremiyordu. Gemi sahibi hakikaten gelince bütün gemicilerin yüreklen kopan alkışları ile karşılandı. Onun gelişiyle, Dantés’ninkaptanları olacağı hakkındaki söylentinin bir hakikat olduğuna inandılar ve Dantés mürettebat tarafından çok sevildiği için, gemi sahibinin kararı ile kendi isteklerinin ilk defa olarak bağdaşmasından ötürü büyük bir memnunluk duydular.
Mösyö Morrel’in geldiğini Dantés’ye haber vermeleri ve acele etmesini söylemeleri için Danglars ile Caderousse gönderildi fakat onlar daha yüz adım gitmemişlerdi ki küçük düğün alayının gelmekte olduğunu gördüler. Edmond ile Mercédés’in yanlarında dört genç kız ile Edmond’nun babası vardı.
Peşlerinden, yüzünde hain bir gülümseme ile Fernand yürüyordu fakat Edmond ile Mercédés bunu fark etmediler. O kadar mutluydular ki kendilerinden ve onları kutlayan mavi gökten başka bir şey görmüyorlardı.
La Reserve’den görünecek kadar yaklaştıkları zaman Mösyö Morrel alt kata indi ve onları karşılamak üzere dışarı çıktı. Öbür davetliler de kendisini takip ettiler. Sonra hep beraber, basamakları çatırdatarak tekrar üst kata çıktılar. Sofraya oturdular.
Mercédés’in önüne konmuş olan bir bardak sarı şarabın kokusunu ciğerlerine çeken Edmond’nun babası, “Bu ne kadar sessiz bir toplantı böyle dedi. Kimse burada bir evlenmeyi kutlayan neşeli otuz kişi olduğunu söyleyemez.” dedi.
Caderousse da “Damatlar her zaman neşeli olmazlar.” dedi.
Dantés cevap verdi: “Şu anda neşeli olamayacak kadar mesudum. Eğer damatların bu hâlini kastediyorsanız haklısınız. Sevincin bazen garip bir tesiri olur. Bizi âdeta bir üzüntü gibi sıkar.”
Danglars, “Bir şeye canınız sıkılmıyor ya?” dedi. “Her şey pekâlâ yolunda.”
“İşte beni üzen de bu. İnsanın bu kadar kolay mesut olabileceğini sanmıyordum. Saadet, kapılarını ejderlerin beklediği masallardaki saraylara benzer. Bu sarayları ele geçirmek için mücadele etmek lazımdır. Mercédés’e eş olabilmek talihini hak etmek için ne yaptım bilmiyorum.”
Caderousse gülerek “Dur bakalım hele kaptan!” dedi. “Daha koca olmadın. Hele koca gibi bir davran bakalım ne olacak.”
Mercédés kızardı. Fernand sandalyesinde dönerek bir fırtınanın ilk yağmur taneleri gibi alnında biriken iri iri ter damlacıklarını sildi.
Tam o sırada merdivenden karmakarışık birtakım sesler geldi. Ağır adımlar, gürültülü konuşmalar, kılıç şakırtıları meyhanedeki neşeli gürültüyü bastırdı. Herkes sustu. Kapıya kuvvetle üç defa vuruldu. Kalın bir ses “Kanun namına açın!” diye bağırdı.
Kimse kımıldamadı. Peşinde bir onbaşı idaresinde silahlı dört asker olan bir polis komiseri içeri girdi.
Komiseri tanıyan Mösyö Morrel kalkarak gelenleri karşıladı.
“Bir yanlışlık oldu galiba…”
Komiser cevap verdi: “Bir yanlışlık varsa çabucak düzelir Mösyö Morrel. Elimde bir tutuklama emri var. Vazifemi yapmam lazım. Edmond Dantés adlı kişi kimdir?”
Bütün gözler, son derece heyecanlanmış olmakla beraber vakarından bir şey kaybetmeyerek kalkıp komisere doğru giden ve “Edmond Dantés benim efendim, bir emriniz mi var?” diyen genç adama çevrildi.
“Edmond Dantés seni tutukluyorum.”
Dantés sarardı.
“Tutukluyor musunuz? Niçin ama?”
“Bilmiyorum. Gideceğiniz yerde niçin olduğunu söylerler tabii.”
Mösyö Morrel münakaşanın lüzumsuzluğunu anlamıştı. Elinde tutuklama emri olan bir komiser artık bir insan değil; soğuk, sağır ve dilsiz bir kanun heykeliydi fakat Dantés’nin babası komisere doğru koştu. Bir baba yahut ana kalbinin anlayamayacağı şeyler vardır. Yalvardı yakardı. Gözyaşı ve yalvarmanın bir faydası olmadı fakat yaşlı adamın kederi o kadar büyüktü ki komiser de müteessir oldu.
“Lütfen sakin olun.” dedi. “Oğlunuz belki bazı gümrük formalitelerini tamamlamamıştır. İstenilen malumatı verince bırakırlar kendisini herhâlde.”
Dantés arkadaşlarının ellerini sıkarak “Merak etmeyin.” dedi. “Belki ben daha yoldayken yanlışlık düzeltilir.”
İki tarafında askerler, peşinde komiser olduğu hâlde aşağı indi. Kapıda bir araba duruyordu. Ona bindiler. Arabanın kapısı kapandı. Marsilya’ya doğru yola çıktılar.
5
Aynı gün ve aynı saatte Rue du Grand Cours’daki gösterişli binalardan birinde başka bir düğün ziyafeti vardı fakat fakir gemici ve askerlerin yerine buradaki misafirler Marsilya sosyetesini en yüksek tabakası idi. Bunlar, zorba imparatorun saltanatı zamanında vazifelerinden ayrılmış eski yüksek memurlar; Condé’nin ordusuna katılmak için mevkilerini bırakmış eski subaylar ve aileleri tarafından imparatora karşı en koyu nefretle yetiştirilmiş genç adamlardı. Yüz yirmi milyon tebanın çeşitli dillerde “Napolyon çok yaşa!” diye bağırmalarını duyduktan sonra Elba Adası’nda beş altı bin kişinin kralı olarak yaşayan Napolyon, bu adamlar tarafından artık tekrar eski mevkisine gelmesine imkân olmayan birisi olarak telakki ediliyordu. Bu neşeli ve muzaffer kralcılar için sanki hayat yeni başlıyor, korkunç bir kâbustan yeni uyanıyorlardı.
Saint Louis nişanını taşıyan yaşlı Saint Méran markisi kalkarak Kral XVIII. Louis şerefine kadeh kaldırmalarını teklif etti. Bu teklifin gördüğü karşılık son derece hararetli oldu. Hemen bütün kadehler kalktı. Kadınlar masayı, elbiselerindeki çiçeklerle doldurdular.
Elli yaşına rağmen güzel ve asil yüzlü, ince dudaklı, mütehakkim bakışlı bir kadın olan Saint Méran markizi, “Terör zamanında bize eziyet eden ihtilalciler şimdi burada olsalardı, bir inanca en hakiki şekilde bağlı kalışın bizimki olduğunu kabule mecbur kalırlardı çünkü onlar yükselmekte olan bir güneşe tutunmuş, servet yapmakla meşgulken biz parçalanan bir krallığa sadık kalarak elimizdeki her şeyi kaybettik. Bizim kralımızın hakikaten çok sevilen Louis olduğunu, kendi zorba imparatorlarının da lanet edilen Napolyon’dan başka bir kimse olmadığını kabule mecbur kalırlardı. Öyle değil mi Mösyö de Villefort?”
“Affedersiniz madam, sözlerinizi takip edemedim.”
Marki, “Gençleri rahat bırak!” dedi. “Yakında evlenecek onlar. Siyasetten başka konuşacak birçok şeyleri vardır.”
Sarı saçlı, tatlı bakışlı, güzel bir kız “Affedersin anne.” dedi. “Mösyö de Villefort beni dinliyordu da…”
Markiz, bu mütehakkim yüzde görülmesi insanı şaşırtan tatlı bir gülümseme ile “Zararı yok Renée.” dedi. “Mösyö de Villefort, diyordum ki; Bonapartçılarda ne bizim inancımız ne de heyecan ve bağlılığımız vardır.”
“Evet madam fakat onlarda bütün bunların yerini tutan başka bir şey var: Körü körüne bağlılık. Napolyon, bütün bu aşağılık fakat hırslı insanlar için Batı’nın Muhammed’idir. Onlar için yalnız bir kanun yapıcısı ve başkan değil, aynı zamanda bir sembol, eşitliğin canlı bir timsalidir. Robespierre aşağılatıcı bir eşitliği temsil etti. Kralları giyotine gönderdi. Hâlbuki Napolyon’un eşitliği ‘yükseltici’ oldu. O, halkı tahtın seviyesine çıkardı.”
Markiz, “Herhâlde siz de farkındasınız Mösyö de Villefort…” dedi. “Sözlerinizde kuvvetli bir ihtilal kokusu var fakat ben sizi affediyorum. Bir Girondin’nın oğlundan da eski bir mayanın lezzetinden tamamıyla kurtulmuş olması beklenemez.”
Villefort kızardı.
“Babamın bir Girondin olduğu muhakkak madam.” dedi. “Fakat ben kendimi onun, yalnız fikirlerinden değil, isminden de ayırdım. Babam eskiden olduğu gibi belki hâlâ da bir Bonapartçıdır. Adı da Noirtier’dir. Ben ise kralcıyım. Adım da Villefort. Bırakın ihtilalci öz, kurusun ve yaşlı gövdenin içinde ölsün madam. Elinde olmadan hatta isteği dışında o gövdeden yetişmiş olan genç dalı bırakın da ondan tamamıyla kurtulsun.”
Marki, “Bravo Villefort!” dedi. “Güzel konuştun. Ben boş yere karımı geçmişi unutmaya zorladım. İnşallah sen bu hususta daha başarılı olursun.”
Markiz cevap verdi: “Peki, geçmişi unutalım. Ben razıyım fakat siz de gelecekte fikir değiştirmeyeceksiniz Mösyö de Villefort. Elinize bir fesatçı düştüğü zaman, onlarla iş birliği hâlinde olması muhtemel bir aileden geldiğiniz için yakından takip edileceğinizi unutmayın.”
“Ne yazık ki mesleğim ve bilhassa içinde bulunduğumuz şartlar beni çok şiddetli davranmaya mecbur ediyor madam. Bugüne kadar birçok siyasi olayla karşılaştım. Bu olaylar, ne dereceye kadar şiddetli davranabileceğim konusunda bana bir fırsat verdi. Maalesef bu gibi olayların sonu da alınmış değildir.”
“Sahi mi?”
“Maalesef. Napolyon, hemen hemen kıyılarımızdan dahi görünebilecek bir yer olan Elba Adası’nda. Onun böyle bir yerde olması taraftarlarının hiçbir zaman ümitlerini kaybetmemelerine sebep oluyor.”
“Eğer bu memlekette hâkim olan kral ise onun da hükûmeti kuvvetli, hükûmet adamları azimli olmalı. Kötülük ancak bu suretle önlenebilir.”
Villefort gülümsedi.
“Maalesef madam. Savcı daima kötülük işlendikten sonra gelir.”
“O zaman işi düzeltmek size düşüyor.”
“Müsaadenizle söyleyeyim ki madam biz kötülüğün meydana getirdiği zararları gidermeyiz; ancak öç alırız.”
O sırada bir uşak içeri girerek Villefort’nun kulağına bir şey fısıldadı. Villefort sofradakilerden özür diledi. Çıktı. Birkaç dakika sonra döndü. Nişanlısına “Hürriyetime sahip değilim ki!” dedi. “Burada, evlendiğim gün bile buldular beni!”
Genç kız merakla sordu: “Ne var?”
“Mühim bir mesele imiş. Galiba Bonapart taraftarı bir olay meydana gelmiş.”
Markiz, “Ne diyorsunuz!” dedi.
“Size ihbar mektubunu okuyayım.”
Sonra yüksek sesle mektubu okudu:
“Tahtın ve dinin bir taraftarı tarafından savcıya ihbar edilir ki; İzmir’den kalktıktan sonra Napoli ve Elba Adası’na uğrayarak bu sabah buraya gelen Firavun gemisi ikinci kaptanı Edmond Dantés, kendisine emanet edilen bir mektubu Napolyon’a vermiş; Napolyon da kendisine, Paris’teki Bonapartçı gruba götürülmek üzere bir mektup tevdi etmiştir. Dantés tutuklanarak ihbarımızı doğrulayıcı bilgi elde edilebilir. Çünkü bu mektup ya kendisinin üstünde ya babasının evinde yahut da Firavun gemisindeki kamarasındadır.”
Renée, “İyi ama mektup imzasız.” dedi. “Hem sana değil, savcıya yazılmış.”
“Savcı izinli. Kendi adına gönderilecek bütün mektupları açmaya kâtibi yetkilidir. O da bu mektubu açmış, beni aratmış, bulamayınca adamın tutuklanmasını emretmiş.”
Markiz, “Git öyleyse oğlum.” dedi. “Bizimle beraber olmak için vazifeni ihmal etme. Krala karşı vazifen senin nerede olmanı gerektiriyorsa oraya git.”
Villefort odadan çıkar çıkmaz yüzündeki neşeli ifade kayboldu. Kendi arkadaşlarının hayatı konusunda karar vermek üzere çağrılmış bir insanın vahim ruh hâline büründü. Kendisini tamamıyla kurtaramadığı takdirde geleceği için çok tehlikeli olması muhtemel olan babasının siyasi fikirleri hakkındaki endişesi dışında Gerard de Villefort, şu anda bir insan için mümkün olamayacak kadar mesuttu. Henüz yirmi yedi yaşında olmasına rağmen zengindi ve adliyede iyi bir mevkisi vardı. Delicesine olmamakla beraber, bir savcı yardımcısına yakışır şekilde mantıklı bir ölçü ile sevdiği güzel bir kızla evlenecekti. Matmazel de Saint Méran güzel olduğu kadar, sarayda yüksek mevkisi olan bir aileye de mensuptu. Üstelik yüz elli bin frank değerinde bir çeyizi vardı ve yarım milyon franklık bir mirası kazanmaya adaydı. Bütün bunlar bir araya gelerek Villefort’nun saadetini tamamlıyordu.
Bir polis komiserini kapıda kendisini bekler hâlde buldu. Onu görür görmez de daldığı hayal âleminden sıyrılarak ayaklarını yere bastı. Yüzüne daha da ciddi bir ifade vererek “Mektubu okudum.” dedi. “Adamı tutuklamakla iyi yaptınız. Şimdi bu adam ve tertip hakkında ne biliyorsanız söyleyin.”
“Fesat hakkında henüz hiçbir bilgimiz yok efendim. Üstünde bulduğumuz bütün evrakı mühürledik. Mektupta okuduğunuz gibi sanığın adı Edmond Dantés’dir ve Morrel ve Oğlu firmasına ait olup İskenderiye ile İzmir’den pamuk taşıyan üç direkli Firavun gemisinin ikinci kaptanıdır.”
O sırada bir adam Villefort’ya yaklaştı. Bu, Mösyö Morrel’di.
“Sizi bulduğuma çok sevindim Mösyö Villefort.” dedi. “Garip, gülünç bir yanlışlık yapıldı. Gemimin ikinci kaptanı Edmond Dantés’yi tutukladılar.”
“Biliyorum efendim. Şimdi gidip kendisini sorguya çekeceğim.”
“Siz Dantés’yi tanımazsınız. Dünyanın en efendi, en güvenilir adamıdır.”
Daha önce de gördüğümüz gibi Villefort, şehrin asil tabakasına; Morrel ise aşağı sınıfa mensuptu. Birincisi hararetli bir kral taraftarı idi. Ötekinin ise Bonapart taraftarı olduğundan şüphe ediliyordu. Villefort onu hor gören bir bakışla soğuk bir şekilde cevap verdi: “Eğer sanık suçlu değilse bana boş yere müracaat etmemiş olduğunuza emin olabilirsiniz. Sıkıntılı günler geçiriyoruz. Eğer sanık suçlu ise vazifemi yapmaya mecburum.”
O sırada adliye binasının önüne gelmişlerdi. Villefort soğuk bir şekilde gemi sahibinden müsaade isteyerek binaya girdi.
Binanın avlusu, Dantés’yi muhafaza eden asker ve polislerle doluydu. Villefort ona bir göz attı. Bir polisin kendisine verdiği kâğıtları aldı ve dışarı çıktı. Dantés hakkındaki ilk intibası olumluydu fakat esaslı bir siyaset düsturu olarak ilk intibalara güvenmemesi gerektiğini duymuştu. Villefort bu düsturu intibalarına olduğu kadar hislerine de tatbik ederdi. Bu bakımdan iyi hislerini frenledi, vahim durumlardaki yüz ifadesini aldı. Kaşlarını çatarak masasının başına oturdu.
Bir müddet sonra Dantés içeri girdi. Yüzü hâlâ solgundu fakat sakindi ve gülümsüyordu. Villefort’yu nezaketle selamladı. Oturacak bir yer arandı.
Villefort, polisin kendisine verdiği kâğıtlara dokunarak “Adın ne? Ne iş yaparsın?” diye sordu.
“Adım Edmond Dantés’dir. Morrel ve Oğlu firmasına ait Firavun gemisinin ikinci kaptanıyım.”
“Kaç yaşındasın?”
“Yirmi.”
“Tutuklandığın zaman ne yapıyordun?”
Dantés sesi hafifçe titreyerek cevap verdi: “Misafirlerim ve nişanlımla düğün sofrasında idim. Üç seneden beri sevdiğim bir kızla evlenecektim.”
Villefort kendi durumunu düşündü. Bu tesadüf, her zamanki soğukkanlı görünüşünü sarstı ve kalbinin derinliklerindeki bir his teline dokundu. O da evlenmek üzere idi ve kendisi gibi en büyük saadete erişmek üzere olan bir kimsenin neşesini allak bullak etmek üzere çağırılmıştı. Bu felsefi mukayese Mösyö de Saint Méran’nun salonunda iyi bir hava yaratacak,diye düşündü ve orada yapacağı küçük konuşmanın ana hatlarını hazırladı. Sonra tekrar Dantés’ye dönerek sordu: “Zorbaların hizmetinde bulundun mu hiç?”
“Deniz eri olarak sevk edileceğim sırada Napolyon düştü.”
“Radikal siyasi fikirlerin olduğunu söylediler bana.”
Kimse Villefort’ya böyle bir şey söylememişti fakat sorularını doğrudan doğruya itham edecek şekilde sormak için bir şüphesi olmadığından böyle yapıyordu.
Dantés, “Siyasi fikirlerim mi efendim?” dedi. “Utanarak söyleyeyim ki fikir denecek hiçbir inanışım olmamıştır. Az önce de söylediğim gibi daha yirmi yaşındayım ve çok şey bildiğim söylenemez. Hayatta önemli ve ümit ettiğim mevkiye geçersem elde edeceğim her şeyi Mösyö Morrel’e borçlu olacağım. Bütün düşündüklerim şunlardır: Babamı çok severim. Mösyö Morrel’e çok hürmetim vardır, Mercédés’e de âşığım. Size söyleyebileceğim bunlardan ibaret efendim. Görüyorsunuz ki onlar da pek ilgi çekici değil.”
Villefort dikkatle Dantés’ye bakıyordu. Delikanlı o kadar saf ve samimi, kendisi de dâhil olmak üzere herkese karşı öyle sevgi dolu idi ki Villefort’da onun her sözünün doğru olduğu kanaati uyandı.
“Hiç düşmanın var mı?” diye sordu.
“Düşman mı? Ben düşmanı olacak kadar önemli bir kimse değilim ki! Belki çabuk kızan bir yaradılıştayım ama emrimde olanlara karşı tutumumda daima kendime hâkim olmaya çalışmışımdır. Emrimde on iki gemici vardır efendim. Beni onlara sorun. Hepsi de çok sevdiklerini ve saydıklarını söyleyeceklerdir.”
“Eğer düşmanın yoksa seni kıskanan kimseler olabilir. Yirmi yaşında kaptan olacaksın. Seni seven güzel bir kızla evleneceksin ki az erişilir bir nimet değildir bu. Bu iki hadiseden biri bazı kimselerin kıskançlıklarını uyandırmış olabilir.”
“Hakkınız var efendim. İnsanları muhakkak ki benden çok iyi tanıyorsunuz fakat eğer bu kıskanç kimseler benim arkadaşlarımın arasında ise onların kimler olduğunu öğrenmek istemem çünkü bu sefer onlardan nefret etmeye mecbur olacağım.”
“Bu şekilde düşünmek doğru değil. Etrafımızda olup bitenleri mümkün olduğu kadar bilmeye çalışmamız lazım. Öyle eşi az bulunur genç bir adamsın ki seni buraya getiren ihbar mektubunu göstererek durumunu anlaman hususunda sana yardımcı olacağım. İşte… Bu el yazısını tanıyor musun?”
Dantés mektubu okudu. Yüzünden karanlık bir bulut geçti.
“Hayır efendim.” dedi. “Bu el yazısını tanımıyorum, iftira ediyor ama durum oldukça açık. Şansım varmış.”
Minnetle Villefort’ya bakarak ilave etti: “Tesadüf karşıma sizin gibi bir kimseyi çıkardığı için şansım varmış. Bu gerçek bir düşmanın işi.”
Bu sözleri söylerken genç adamın gözlerinde çakan şimşekler, Villefort’ya, kendisine ilk anda çok tesir etmiş olan o sakin görünüşün altında çok korkunç bir enerjinin saklı durduğunu göstermeye yetti.
“Şimdi bana bütün açık kalpliliğinle -hâkim karşısındaki bir suçlu gibi değil- bir insanın, kendi durumu ile çok yakından ilgilenen başka bir insana açıldığı gibi cevap ver. Bu imzasız ihbar mektubunda doğru olan ne var?”
Tiksinti duyuyormuş gibi bir yüz ifadesi ile mektubu masanın üstüne bıraktı.
“Gemicilik şerefim, Mercédés’e olan aşkım ve babamın üzerine yemin ederim ki size her şeyi olduğu gibi söyleyeceğim efendim. Napoli’den hareket ettikten sonra Kaptan Leclére, beyin hummasına tutuldu. Öleceğini anlayınca beni yanına çağırdı ve ‘Oğlum Dantés, senden istediklerimi yapacağına namusun üzerine söz ver, çok mühimdir!’ dedi. ‘Söz veriyorum kaptan.’ dedim. ‘İkinci kaptan olduğun için ben öldükten sonra geminin kumandasını sen alacaksın. Rotayı Elba Adası’na çevir. Portoferraio’da karaya çık. Mareşali bul ve bu paketi kendisine ver. Belki onlar da sana bir mektup verirler yahut senden başka bir vazife isterler. Bu vazife bana verilecekti. Şimdi sen yapacaksın ve yapacağın bu işin bütün şerefi sana ait olacak.’ diye cevap verdi. ‘Yaparım kaptan.’ dedim. ‘Fakat mareşali görmek sizin dediğiniz kadar kolay olmasa gerek’. Bunun üzerine kaptan bana bir yüzük verdi. ‘Bu yüzük bütün güçlükleri ortadan kaldırır.’ dedi. İki saat sonra kendinden geçerek sayıklamaya başladı. Ertesi gün de öldü.”
“Sonra sen ne yaptın?”
“Benim yerimde olan herhangi bir kimsenin yapacağı şeyi yaptım. Ölmek üzere olan bir kimsenin arzusu mukaddestir fakat bir denizci için üstünün arzusu, muhakkak yapılması gereken bir emirdir. Ertesi gün Elba Adası’na geldik. Ben yalnız başıma karaya çıktım. Tahmin etmiş olduğum gibi mareşali görmek ilk ağızda pek kolay olmadı. O zaman kendisine yüzüğü gönderdim. Bütün kapılar açıldı. Mareşal bana Paris’e götürülmek üzere bir mektup verdi. Mektubu benim götürmemi istedi. Kaptanın vasiyeti de bu şekilde olduğu için mektubu götüreceğime dair mareşala söz verdim. Marsilya’ya gelince gemideki bütün formaliteleri çabucak tamamlayarak karaya çıktım. Nişanlımı görmeye gittim. Onu her zamankinden daha güzel ve daha cana yakın buldum. Netice itibarıyla efendim, yarın Paris’e gitmek üzere kendi düğün soframda oturuyordum ki sizin de benim kadar tiksindiğinizi gördüğüm bu ihbar mektubu yüzünden tutuklandım.”
“Bana doğruyu söylediğinden eminim. Eğer suçlu isen sırf tedbirsizliğin yüzünden suçlusun. Seni bu tedbirsizliğe yönelten de kaptanın olmuştur. Elba Adası’nda aldığın mektubu bana ver, çağırıldığın zaman geleceğin hususunda şerefin üzerine yemin et ve dostlarının yanına git.”
Sevinçten deliye dönen Dantés “Beni serbest mi bırakıyorsunuz efendim?” diye sordu.
“Evet fakat mektubu ver.”
“Mektup sizde olmalı efendim. Bütün kâğıtlarımla beraber onu da aldılar.”
Şapkasını ve eldivenlerini alan Villefort, “Bir dakika!” dedi. “Kime hitaben yazılmıştı mektup?”
“Mösyö Noirtier’ye. Rue Coq Héron. Paris.”
Eğer bir yıldırım olsaydı, bundan daha ani yahut daha habersiz bir şekilde Villefort’ya çarpamazdı. Dantés’den alınmış kâğıtlara uzanmak üzere kalktığı sandalyesine çöktü. Kâğıtların arasından söz konusu olan zarfı aldı. Gittikçe rengi sararak anlatılmasına imkân olmayan bir korku ile zarfın üstündeki adresi mırıldandı: “Mösyö Noirtier, 13 Rue Coq Héron…”
“Evet efendim… Onu tanıyor musunuz?”
Villefort şiddetle “Hayır!” dedi. “Kralın sadık bir hizmetkârı fesatçıları tanımaz!”
Serbest olduğuna inandıktan sonra şimdi ilk geldiğinden daha çok korkmaya başlamış olan Dantés “Mektup bir fesatlıkla mı ilgili efendim?” diye sordu. “Fakat size daha önce de söylediğim gibi içinde yazılanlardan hiç haberim yok.”
Villefort, “Evet.” diye mırıldandı. “Fakat kime gönderildiğini biliyorsun.”
“Mektubu sahibine verebilmek için bilmeye mecburdum.”
Villefort mektubu okuyarak sordu: “Hiç kimseye gösterdin mi bu mektubu?”
“Hayır efendim. Yemin ederim!”
“Mösyö Noirtier’ye, Elba Adası’ndan bir mektup götürdüğünü kimse bilmiyor mu?”
“Mektubu bana verenden başka kimse bilmiyor efendim.”
Villefort mektubu okurken “Bu kadarı da artık çok fazla, çok fazla!” diye mırıldanıyordu. Sımsıkı kapanmış dudakları, titreyen elleri ve gözlerindeki parıltı Dantés’yi korkutuyordu.
Villefort, Mektupta yazılanları bilse, Noirtier’nin babam olduğunu öğrense mahvolurum, mahvolurum! diye düşünüyordu.
Villefort kendine hâkim olmak için müthiş bir gayret sarf etti. Sonra mümkün olduğu kadar sükûnetle Dantés’ye, “Şimdi görüyorum ki hakkındaki ithamlar çok ağır. İlk düşündüğüm gibi seni hemen serbest bırakmanın imkânı yok. Sana ne kadar yardım etmek istediğimi biliyorsun fakat seni bir müddet – mümkün olduğu kadar kısa bir müddet- için alıkoymam lazım. Hakkındaki başlıca delil bu mektuptur. Ve gördüğün gibi…” diyerek ocağa gitti. Mektubu ateşe attı. Kâğıtlar kül oluncaya kadar baktı. Sonra sözlerine devam etti: “Gördüğün gibi onu da ortadan kaldırdım.”
“Siz yalnız iyi değil, iyiliğin ta kendisisiniz efendim!”
“Artık bana tam manası ile güvenebileceğini anlamışsındır. Onun için söyleyeceklerimi dikkatle dinle. Geceye kadar burada kalacaksın. Seni başka biri de sorguya çekebilir. Eğer böyle birsey olursa mektup hariç, bana anlattığın şeyleri ona da anlatabilirsin. Yalnız mektubu ağzına almayacaksın.”
“Başüstüne efendim!”
“Sana mektuptan bahsedenler olursa inkâr et. Kesinlikle inkâr et; kurtulursun!”
“İnkâr ederim efendim, merak etmeyin.”
“Güzel.”
Villefort bir çıngırak ipini çekti. Polis komiseri içeri girdi. Villefort, Dantés’ye, “Komiseri takip edin.” dedi.
Dantés eğildi. Ona minnetle bakıp selamlayarak dışarı çıktı.
Kapı kapanır kapanmaz Villefort bütün kuvvetini kaybetti. Bayılır gibi koltuğuna yığıldı. “Tanrı’m!” diye söylendi. “Eğer savcı, Marsilya’da olsaydı mektubu görecek, ben de mahvolacaktım! Ah baba daima böyle benim saadetimi engelleyecek misin? Senin geçmişinle ömrüm boyunca mücadele etmek mecburiyetinde mi kalacağım?”
Sonra kafasında hiç ümit etmediği bir ışık yandı. Dudaklarında bir gülümseme belirdi. Sıkıntı içindeki gözleri bu ışığa bakar gibi sabitleşti. “Evet…” diye söylendi. “Beni mahvedebilecek olan bu mektup ihya edebilir de. Haydi Villefort, davran!”
Mahkûmun binadan çıkmış olacağına kanaat getirdikten sonra başsavcı yardımcısı da nişanlısının evine gitmek üzere aceleyle odadan çıktı.