Kitabı oku: «Monte Kristo Kontu», sayfa 8
“Yanılıyorsunuz dostum. Tanrı bazen unutmuş görünür ama er geç hatırlar; işte ispatı.”
Rahip böyle diyerek cübbesinin cebinden elması çıkardı ve Caderousse’a verdi: “Alın. Sizindir bu.”
Caderousse şaşkınlıkla “Yalnız benim mi?” diye bağırdı. “Benimle alay etmiyorsunuz değil mi?”
“Elmas, Edmond’nun arkadaşları arasında taksim edilecekti fakat onun sizden başka arkadaşı yokmuş. Bunu alın ve satın. Dediğim gibi elli bin frank kıymetindedir. Bu para da sizi sefaletten kurtarır sanıyorum. Alın bunu fakat…”
Parmaklarını elmasa değdirmiş olan Caderousse hemen elini çekti. Rahip gülümsedi.
“Fakat bunun karşılığında, Mösyö Morrel’in ocak rafı üstünde bırakmış olduğu keseyi bana verin. Bu kesenin hâlâ sizde olduğunu söylemiştiniz, değil mi?”
Büyük bir şaşkınlığa düşen Caderousse duvardaki meşe dolaba giderek kapağı açtı ve rengi solmuş kırmızı bir ipek kese çıkardı. Rahip keseyi alarak elması Caderousse’a verdi. Hancının minnet ve şükran sözleri arasında dışarı çıktı. Atına atladı. Caderousse’a veda ederek geldiği yöne doğru uzaklaştı.
Caderousse geri döndüğü zaman omuz başında, eskisinden daha sarı bir yüzle karısını gördü.
Kadın, “Duyduklarım doğru mu?” diye sordu.
Sevinçten aklını oynatma derecesine gelmiş olan Caderousse cevap verdi: “Ne duydun? Bütün elması bize verdiğini mi?”
“Evet.”
“Bundan daha doğru hiçbir şey olamaz. İşte!”
Kadın bir an elmasa baktı. Sonra boğuk bir sesle “Ya sahici değilse bu elmas?” dedi. “Ya taklitse?”
Caderousse’un rengi attı.
“Taklit mi? Niye taklit bir elmas versin bana?”
“Metelik vermeden bildiklerini öğrenmek için, budala.”
Caderousse bu ihtimal karşısında adamakıllı şaşırmıştı. Bir müddet sonra şapkasını alarak kırmızı bir mendille sardığı başına koydu.
“Öğreniriz.” dedi.
“Nasıl öğrenirsin?”
“Beaucaire’de panayır var. Paris’ten kuyumcular geldi. Gider onlara gösteririm elması. Sen hana göz kulak ol. İki saate kadar dönerim.”
Dışarı çıkarak yolun aşağısına doğru koşmaya başladı. Madam Caderousse kendi kendine söylendi:
“Elli bin frank az para değil… Ama bir servet de değil…”
16
Caderousse’un hanındaki bu olayın ertesi günü, hem kıyafet hem de şive bakımından bir İngiliz’i andıran otuz yaşlarında bir adam kendisini Marsilya belediye reisine tanıtıyordu:
“Mösyö, ben Roma’daki Thomson ve French firmasının genel kâtibiyim. On seneden beri Marsilya’daki Morrel ve Oğlu firması ile iş yaparız. Firmadan aşağı yukarı yüz bin frank kadar bir alacağımız var. Bu alacak bizi düşündürüyor. Çünkü aldığımız haberlere göre firma iflasın eşiğindeymiş. Roma’dan buraya sırf bu konu hakkında sizden bilgi almak için geldim.”
“Mösyö Morrel’in son dört beş yıldan beri işleri iyi gitmiyor. Benim de şirkette on bin franklık hissem var. Bununla beraber firmanın mali durumu hakkında size bilgi verecek durumda değilim. Eğer şahsi kanaatim sorarsanız size şu kadarını söyleyebilirim ki Mösyö Morrel son derece namuslu bir insandır. Bugüne kadar da bütün yükümlülüklerini titiz bir hassasiyetle yerine getirmiştir. Eğer bu konuda daha fazla bilgi edinmek istiyorsanız size Hapishaneler Müfettişi Mösyö de Boville’i salık verebilirim. Kendisinin şirkette iki yüz bin franklık hissesi vardır. Onun yatırımı benimkinden çok daha fazla olduğu için, eğer hakikaten bir tehlike varsa sizi benden çok daha iyi aydınlatabilir.”
İngiliz, belediye reisinin yanından ayrıldı ve İngilizlere has o yürüyüşle hapishaneler müfettişini görmeye gitti.
Mösyö de Boville makamında idi. İngiliz ona, az önce belediye reisine sorduğu şeyi tekrarladı.
Mösyö de Boville “Korkunuz maalesef hiç de yersiz değil.” dedi. “Karşınızdaki, bu konuda bütün ümitlerini kaybetmiş bir adamdır. Mösyö Morrel’in firmasında iki yüz bin franklık hissem var. Bu para kızımın çeyiz parası idi. İki hafta sonra düğün yapmayı düşünüyorduk. Bu ayın on beşinde yüz bin frank alacaktım. Yüz bin frank da gelecek ayın on beşinde. Yarım saat önce Mösyö Morrel beni görmeye geldi ve Firavun gemisi bu ayın on beşine kadar gelmediği takdirde parayı veremeyeceğini söyledi. Bu bana bir iflas gibi görünüyor.”
“Şu hâlde şirketteki hissenizden adamakıllı endişeli olmanız lazım.”
“Bu parayı batmış olarak kabul ediyorum.”
“Hisse senetlerini sizden satın alabilirim.”
“Büyük bir indirimle herhâlde?”
“Hayır. Yine aynı tutara. Şirketimiz bu gibi alışverişlerde son derece dürüsttür.”
“Ödeme şekli ne olacak?”
“Nakit para.”
İngiliz, cebinden, Mösyö de Boville’in hissesinin en aşağı iki misli tutarında bir para tomarı çıkardı. Adamın yüzünden bir neşe parıltısı geçti fakat belli etmemek için büyük bir gayret sarf ederek “Sizi ikaz edeyim…” dedi. “En iyi bir ihtimalle bu hisseler karşılığında elinize geçecek para bana vereceğinizden yüzde altı daha az olacaktır.”
“Bu husus beni ilgilendirmez. Bunu kendi adlarına iş gördüğüm Thomson ve Frenchfirması düşünsün. Belki de bu suretle rakip bir firmanın ortadan kalkmasını çabuklaştırmak istiyorlar. Eğer bir feragat senedi verirseniz ben size bu parayı ödemeye hazırım. Yalnız sizden bir komisyon rica edeceğim.”
Mösyö de Boville neşe ile “Gayet tabii.” dedi. “Komisyon genel olarak yüzde bir buçuktur ama siz kaç istiyorsunuz? İki, üç, yoksa daha fazla mı?”
İngiliz güldü.
“Mösyö, bu konularda ben de çalıştığım firma gibiyimdir. Benim istediğim komisyon başka türlü.”
“Söyleyin lütfen.”
“Siz hapishaneler müfettişisiniz değil mi?”
“Evet.”
“Her mahkûma ait kayıtlar bulunur mu sizde?”
“Evet, her mahkûma ait kayıtlar vardır.”
“İyi. Beni Roma’da, bir gün ansızın ortadan kaybolan fakir bir rahip büyütmüştü. Sonradan öğrendiğime göre İf Kalesi’nde hapsedilmiş. Onun ölümü hakkında bilgi edinmek istiyorum.”
“Adı neydi?”
“Rahip Faria.”
“O mu? Gayet iyi hatırlıyorum kendisini. Deliydi. Büyük bir hazinenin yerini bildiğini iddia eder, serbest bırakılması karşılığında hükûmete büyük paralar teklifinde bulunurdu. Beş altı ay önce, geçen şubatta öldü. Tarihini hatırlıyorum çünkü zavallının ölümü çok farklı bir olayla ilgilidir.”
“Nedir bu olay? Öğrenebilir miyim acaba?”
“Tabii! Faria’nın hücresi 1815’te birçok zorbanın geri dönmesini sağlayan ve çok tehlikeli bir adam olan eski bir Bonapart taraftarı ajanın hücresinden on beş metre uzaklıktaydı. Faria’yı ya 1816 ya da 1817 yılında hücresinde görmüştüm. Üzerimde çok derin bir tesir bırakmıştı. Yüzü hep gözlerimin önündedir.”
İngiliz belli belirsiz gülümsedi. Adam devam etti: “Anlaşıldığına göre Dantés…”
İngiliz onun sözünü kesti: “Dantés bu tehlikeli Bonapart taraftarı ajan mıdır?”
“Evet, Edmond Dantés. Anlaşıldığına göre Dantés ya bazı aletler temin etmiş yahut yapmış; çünkü iki mahkûmun hücreleri arasında bir yer altı geçidi bulundu.”
“Kaçmak için yapılmış olmalı bu geçit herhâlde?”
“Muhakkak fakat maalesef Faria bir kriz sonunda öldü. Dantés kaçmaktan ümidini kesmemişti. Herhâlde İf Kalesi’nde ölen mahkûmların alelade bir mezarlığa gömüldüklerini sanmış olacak ki Faria’nın cesedini kendi hücresine taşımış, kendisi de onun içine konmuş olduğu çuvala girmiş ve gömülmeyi beklemiş. Fakat İf Kalesi’nde mezarlık yoktur. Ölen mahkûmlar, ayaklarına bir top güllesi bağlanmak suretiyle denize atılır. Tabii kayalıktan fırlatıldığını anlayınca Dantés’nin ne kadar şaşırmış olacağını gözlerinizin önüne getirebilirsiniz. Çok isterdim o zaman yüzünü görmeyi.”
İngiliz, “Pek kolay olmazdı bu.” dedi.
İki yüz bin frangını kurtaracağından dolayı çok neşeli olan Mösyö de Boville,
“Tabii…” dedi. “Ama gözlerimin önüne, getirebiliyorum.” Ve kahkahalarla gülmeye başladı.
İngiliz de başka anlama gelecek şekilde gülerek “Ben de.” dedi. Sonra sordu: “Tabii, boğuldu değil mi?”
“Ona ne şüphe!”
“Pekâlâ… Şimdi gelelim kayıtlara.”
“Ah evet, affedersiniz, hikâye beni konudan uzaklaştırdı. İçeri gelin lütfen, size kayıtları göstereyim.”
Yandaki odaya geçtiler. İngiliz bir koltuğa oturdu. Müfettiş, içinde İf Kalesi’ne ait kayıtların bulunduğu dosyayı ona verdi. Rahat rahat incelemesini söyleyerek kendisi de bir köşeye çekildi ve gazete okumaya başladı.
İngiliz, çabucak Rahip Faria’ya ait kayıtları buldu. Fakat Mösyö de Boville’in anlattığı hikâye kendisini çok ilgilendirmiş olacak ki rahibe ait kayıtları okuduktan sonra sayfaları çevirerek Edmond Dantés’den bahseden kısma geldi. Dantés ile ilgili bütün vesikalar orada idi: İhbar mektubu, sorgu, Morrel’in dilekçesi, Villefort’nun tavsiyeleri… İngiliz yavaşça ihbar mektubunu katlayarak cebine soktu. Sonra sorguyu okudu. Sorgunun hiçbir yerinde Noirtier adının geçmediğini gördü. Morrel’in 10 Nisan 1815 tarihli dilekçesini okudu. Morrel bu dilekçede, Napolyon o tarihte iktidarda olduğu için, Dantés’nin imparatorluk uğrunda yaptığı hizmetleri abartarak anlatıyordu. Şimdi artık her şeyi anlıyordu. İkinci Restorasyonda bu dilekçe Villefort’nun elinde müthiş bir silah olmuştu. Onun için, kayıtlarda, adının yanında şu satırları görünce hiç hayret etmedi:
Edmond Dantés: Ateşli bir Bonapart taraftarıdır. Napolyon’un Elba’dan dönüşünde aktif bir rol oynamıştır. Tek kişilik hücrede tutulması ve sıkı kontrol altında bulundurulması lazımdır.
Bu yazı ile Morrel’in dilekçesine verilmiş şerhi inceledi. Yazı aynı elden çıkmıştı. İkisi de Villefort tarafından yazılmıştı.
İngiliz dosyayı kapayarak “Teşekkür ederim.” dedi. “İstediklerimi öğrendim. Şimdi sözümü yerine getirmek sırası bende. Bir feragat senedi hazırlayın, paranızı vereyim.”
Mösyö de Boville büyük bir telaşla senedi hazırlarken İngiliz de paraları sayıyordu.
17
Morrel ve Oğlu firmasını bilen ve birkaç yıl önce Marsilya’dan ayrılmış olan biri hikâyemizin geçtiği sırada şehre dönmüş olsaydı firmayı bıraktığından çok daha başka bir durumda bulurdu. İşleri yolunda bir ticarethanenin refah ve saadet fışkıran o havası; koridorlarda telaşla gidip gelen kâtipleri; ticaret malları; hamalların kahkaha ve gürültüleri ile dolu ardiyeleri yerine dikkatini çeken ilk şey üzüntü ve büyük bir sessizlik olurdu. Yazıhaneleri dolduran memur kalabalığı şimdi iki kişiye inmişti. Bunlardan biri, Mösyö Morrel’in kızını seven ve ailesinin istifa etmesi için yaptığı tüm ısrara rağmen şirkette kalan yirmi üç yirmi dört yaşlarındaki Emmanuel Herbault; öteki de iyi kalpli, sabırlı ve işine bağlı bir adam olan fakat iş hesaba gelince bütün dünyaya hatta gerekirse Mösyö Morrel’e dahi kafa tutan yaşlı, tek gözü sakat Veznedar Coclés idi. Coclés yirmi yıldan beri şirkette idi ve kurumuna olan güveni bütün gücü ile devam ediyordu. Bir önceki aya ait bütün ödemeler zamanında ve tam olarak yapılmıştı.
Fakat bu başarıyla atlatılan aydan sonra Mösyö Morrel birçok ızdıraplı saatler geçirmişti. Bu ödemeleri yapabilmek için bazı fedakârlıklara katlanmak mecburiyetinde kalmıştı. Bu çarelere başvururken görülür ve içinde bulunduğu sıkıntı Marsilya’da dedikodulara sebep olur diye korktuğu için karısının bazı mücevherleri ile bir kısım gümüş takımını satmak üzere Beaucaire Sergisi’ne gitmişti. Bu sayede müessesenin şerefini kurtarabilmişti ama artık bütün imkânları da tükenmişti. O ayın on beşinde Mösyö de Boville’e ödemek mecburiyetinde olduğu yüz bin frankla öbür ayın on beşinde ödemek mecburiyetinde olduğu üç yüz bin frank tutarında bir meblağı karşılamak için tek ümidi Firavun’un dönmesi idi. Firavun’la aynı zamanda Kalküta’dan hareket etmiş olan başka bir gemi iki hafta önce Marsilya’ya geldiği hâlde Firavun’dan hâlâ hiçbir haber yoktu.
Thomson ve French şirketinin temsilcisi. Mösyö Morrel’i ziyarete geldiği zaman şirketin durumu bu hâlde idi. Temsilciyi Emmanuel ve Coclés karşıladı. Ziyaretçiyi Mösyö Morrel’in yazıhanesine götürmesini söyledi. Merdivende, yabancıya kuruntu ile bakan on altı on yedi yaşlarında güzel bir kıza rastladılar.
Veznedar, “Mösyö Morrel odasında mı Matmazel Julie?” diye sordu.
Kız tereddütle, “Galiba.” dedi. “Ben bir haber vereyim.”
İngiliz, “Haber vermenize lüzum yok matmazel.” dedi. “Mösyö Morrel beni tanımaz. Ben babanızla iş yapan Thomson ve French şirketinin genel kâtibiyim.”
Kız sarararak merdivenden aşağı inmeye devam etti. Coclés ile yabancı da üst kata çıktılar. Kız, Emmanuel’in odasına girerken Coclés de üçüncü katta yalnız kendisinde olan bir anahtarla bir kapıyı açtı; yabancıyı bekleme odasına aldı; ikinci bir kapıdan çıkarak kapıyı ardından kapadı, içeride fazla kalmadan döndü ve yabancıyı buyur etti.
Mösyö Morrel kalkarak yabancıya yer gösterdi. Bu saygıdeğer adam, on dört yılda çok değişmişti. Şimdi elli yaşındaydı. Saçları ağarmış, alnı kırış kırış olmuş, vaktiyle o kadar kendinden emin ve hâkim bakan gözleri kararsız ve bitkin bir hâl almıştı.
İngiliz ona içten gelen bir ilgi ile baktı.
“Hangi müesseseyi temsil ettiğimi biliyorsunuz değil mi?”
“Veznedarım Thomson ve French’in genel kâtibi olduğunuzu söyledi.”
“Evet. Müessesem bu ay ve gelecek ay Fransa’da bir hayli ödemelerde bulunacak. Bu bakımdan, sizin ne kadar dürüst iş gördüğünüzü bildikleri için üstünde sizin imzanız olan senetlerden mümkün olduğu kadar topladılar ve senetlerin zamanı gelince paraları sizden tahsil etmek üzere beni görevlendirdiler.”
Morrel derin bir soluk koyuvererek elini alnından geçirdi.
“Şu hâlde elinizde benim imzalı senetlerim var.”
İngiliz, cebinden bir tomar kâğıt çıkararak “Evet.” dedi. “İlk olarak Mösyö de Boville tarafından şirketimiz adına yapılmış iki yüz bin franklık bir feragat senedi var. Mösyö de Boville’e olan bu borcu kabul ediyor musunuz?”
“Evet. Bu, Mösyö de Boville’in aşağı yukarı beş yıl önce yüzde dört buçuktan şirketimize yaptığı bir yatırımdır. Bunun yarısının vadesi bu ayın on beşinde, öbür yarısının vadesi de gelecek ayın on beşindedir.”
“Tamam. Şunlar da bu ayın sonunda vadesi gelecek olan başka senetler ki tutarı otuz iki bin beş yüz franktır.”
Mösyö Morrel, hayatında ilk defa olmak üzere, kendi imzasına bakıp -belki de karşılayamayacağı düşüncesinden doğan bir utançla- kızararak “Onları da kabul ediyorum.” dedi. “Hepsi bu kadar mı?”
“Hayır. Vadeleri gelecek ayın sonunda gelecek olan şu senetler de var elimizde. Bunların da tutarı elli beş bin frank. Toplam olarak elimizde iki yüz seksen yedi bin beş yüz franklık senet var.”
Bu rakamlar söylenirken Mösyö Morrel’in ızdırabını tarif etmek mümkün değildi. Elinde olmadan tekrarladı: “İki yüz seksen yedi bin beş yüz frank.”
“Evet.”
İngiliz, kısa bir duraksamadan sonra konuşmaya devam etti: “Sizden saklamayacağım Mösyö Morrel; fevkalade dürüst bir insan olarak şöhretinize rağmen, Marsilya’da, borçlarınızı karşılayacak durumda olmadığınız hakkında söylentiler dolaşıyor.”
Bu azap verici samimiyet karşısında Morrel belli olacak şekilde sarardı.
“Bu müessese bana babamdan kaldı. Otuz beş sene o işletmişti. Bütün bu otuz beş sene içinde Morrel ve Oğlu imzasını taşıyan hiçbir senet karşılıksız kalmadı.”
“Bunu biliyorum. Biz şerefli iki insanız. Bana bütün samimiyetinizle söyleyin bu senetleri de aynı şekilde ödeyebilecek misiniz?”
“Mademki bu kadar açık kalplilikle sordunuz ben de size aynı açık kalblilikle cevap vereyim: Eğer ümit ettiğim gibi gemim kazasız belasız gelirse ödeyeceğim çünkü, bugüne kadar başıma gelen talihsizliklerle sarsılan kredimi bu gemi düzeltecektir fakat son ümidim olan Firavun gelmezse üzülerek söylemek zorundayım ki borçlarımı ödemeyi daha geç bir tarihe bırakmak mecburiyetinde kalacağım.”
“Buraya gelirken bir geminin limana girmek üzere olduğunu gördüm.”
“Biliyorum. O da Hindistan’dan geliyor fakat benimki değil.”
Sonra yumuşak bir sesle ilave etti: “Bu gecikme doğal değil. Firavun, Kalküta’dan şubatın beşinde hareket etti. Bir ay önce burada olmalıydı.”
Bir sese dikkatle kulak veren İngiliz, “Bu nedir acaba?” dedi. “Bu gürültü ne?”
Morrel, “Tanrı’m!” diye inledi. “Yine ne oldu?”
Merdivende telaşlı ayak sesleri vardı. İki erkek sesi bir de ümitsizlik ifade eden bir feryat duydular. Morrel kapıya gitmek için ayağa kalktı fakat dizleri büküldü ve tekrar koltuğuna çöktü. O sırada gürültü kesildi. Fakat Morrel’in bir şey bekler gibi bir hâli vardı.
Dış kapının kilidinde dönen bir anahtar sesi duyuldu.
Morrel, “Yalnız Julie ve Coclés’de bu kapının anahtarları vardır.” dedi.
O sırada iç kapı da açıldı ve yanakları gözyaşından sırılsıklam olmuş bir hâlde Morrel’in kızı içeri girdi. Genç kız kendisini babasının kollarına atarak “Baba, babacığım cesaret!” diye inledi.
Morrel kısık bir sesle “Firavun battı, değil mi kızım?” diye sordu.
Kız cevap vermedi fakat babasının göğsüne yapıştırdığı başını salladı.
Morrel, “Ya mürettebat?” diye sordu.
“Şimdi limana giren gemi hepsini kurtarmış.”
Morrel şükranla gözlerini kaldırdı. “Çok şükür sana Tanrı’m!” dedi. “Hiç olmazsa benden başka kimseye zarar vermedin.”
O sırada, peşinde Emmanuel olduğu hâlde ağlayarak Madam Morrel içeri girdi. Onların gerisinde, bekleme odasında yarı çıplak durumda yedi sekiz tane gemici vardı. Gemicileri gören İngiliz şaşkınlıkla onlara doğru bir adım attı. Sonra kendini toplayarak odanın en uzak köşesine çekildi.
Morrel, “Nasıl oldu bu felaket?” diye sordu.
Emmanuel, “Gel içeri Penelon.” dedi. “Anlat bize her şeyi.”
Ellerinde buruşuk bir şapka olan, güneş yanığı, yaşlı bir gemici içeri girdi. Sanki Marsilya’dan bir gün önce ayrılmış gibi “Günaydın Mösyö Morrel.” dedi.
Gemi sahibi, gözlerindeki yaşlara rağmen gülümseyerek “Günaydın dostum.” dedi. “Kaptan nerede?”
“Kaptan hasta Mösyö Morrel; Palma’da kaldı ama Tanrı isterse bir iki güne kadar benim gibi sapasağlam burada olur.”
“İyi… Şimdi bana olanları anlat Penelon.”
Penelon ağzındaki tütün lokmasını sağ avurdundan sola aktardı. Eliyle ağzını sildi. Başını geri çevirip tütün suyunu aralığa tükürdü. Öne doğru bir adım atarak anlatmaya başladı:
“Efendim… Cape Blanc ile Cape Boyador arasında, tatlı bir güney-güneybatı rüzgârı ile seyrediyorduk ki Kaptan Gaumard yanıma geldi -söylemeyi unuttum ben dümendeydim o sırada- ve ‘Penelon…’ dedi. ‘Ufkun şurasından üstümüze doğru gelen bulutlara ne dersin?’ dedi. ‘Ne düşündüğümü söyleyeyim sana kaptan… Bu bulutlar lüzumundan hızlı geliyorlar. Ve bu bulutları ben hiç beğenmiyorum kaptan.’ dedim. Kaptan, ‘Haklısın Penelon.’ dedi. ‘Bir fırtına geliyor.’ dedi. ‘Fırtına mı?’ dedim. ‘Ne fırtınası kaptan, düpedüz berbat bir kasırga değilse bu, ellerimi keserim!’ Rüzgâr, toz bulutu gibi kalkmış öyle geliyordu üstümüze. Uzatmayayım, on iki saat kasırga ile cebelleştikten sonra tekne su almaya başladı. Kaptan ‘Penelon galiba batıyoruz.’ dedi. ‘Dümeni ben alıyorum, sen git ambara bak.’ Ambara indim, bir de ne göreyim? Doksan santim su var. ‘Pompalar! Pompaları getirin!’ diye bağırarak güverteye fırladım. Geç kalmıştık ama çalışmaya başladık. Sanki ne kadar su pompalarsak o kadar su içeri giriyordu. Dört saat uğraştıktan sonra ‘Bu gemi nasıl olsa batacak, bari bırakalım da rahat rahat batsın!’ dedim fakat kaptan ‘Sen başkalarına böyle mi örnek oluyorsun Penelon?’ dedi. Kamarasından bir çift tabanca alarak geldi. ‘Pompayı bırakanın beynini dağıtırım!’ dedi. Durum böyle olunca herkes kahraman kesildi tabii. O ara rüzgâr da biraz dinmişti. Fakat su hâlâ yükseliyordu. Yükseliyordu ama çok değil, saatte beş santim kadar. Saatte beş santim bir şey değilmiş gibi geliyor insana ama on iki saatte altmış santim eder. Eee doksan santim de zaten var. Etti mi sana bir buçuk metre. Bir teknede de bir buçuk metre su olunca çekiver kuyruğunu artık. Kaptan sonra ‘Bırakan pompaları!’ dedi. ‘Gemiyi kurtarmak için ne mümkünse yaptık. Şimdi kendimizi kurtaralım. Hemen kurtarma kayıklarına!’ dedi. Biz Firavun’u seviyorduk Mösyö Morrel ama bir gemici gemisini ne kadar severse sevsin kendi canını daha çok sever. Onun için kaptan ‘Hemen kurtarma kayıklarına!’ dediği zaman karşı koymadık. Nasıl koyardık ki; sanki gemi homurdanıyor; ‘Çabuk olun, gidin gidin!’ diyordu bize. Yalan da söylemiyordu zavallı Firavun, çünkü altımızdaki teknenin sulara gömüldüğünü hissediyorduk. Göz açıp kapayıncaya kadar sekizimiz birden kurtarma kayığına atlayıp suya indik. Biz iner inmez de güverte, devrilen bir ağaç gibi çatırdadı. Önce baş, sonra da kıç taraf suya girdi. Koca gemi, kuyruğunu kovalayan bir köpek gibi fırıl fırıl dönmeye başladı, sonra kayboldu gitti. Üç gün ağzımıza bir lokma yiyecek, bir damla su koymadan yol aldık ve artık aramızdan kimi yiyeceğimiz hususunda kura çekmeyi konuşuyorduk ki Gironde bizi kurtararak Marsilya’ya getirdi. Size gemicilik şerefim üzerine yemin ederim ki her şey böyle cereyan etti. Değil mi arkadaşlar?” Herkesten onaylayıcı sesler duyuldu.
Mösyö Morrel, “Siz elinizden geleni yapmışsınız arkadaşlar.” dedi. “Siz hepiniz iyi insanlarsınız. Bu işlerde benim kötü talihimden başka kimsenin suçu olmadığını zaten biliyorum. Tanrı böyle istedi. Suç bizim değil. Size ne kadar borcum var söyleyin bana?”
“Şimdi bunu konuşmanın sırası mı Mösyö Morrel?”
Gemi sahibi üzgün bir gülümseme ile “Sırasıdır, konuşalım.” dedi.
Penelon, “Üç aylık.” dedi.
“Coclés, bu cesur arkadaşların her birine iki yüz frank ver. Başka zaman olsaydı ‘Herkese iki yüz frank daha ver.’ derdim ama benim için çok talihsiz olan günlerdeyiz arkadaşlar. Elimdeki pek az para da artık benim değil. Onun için lütfen kusuruma bakmayın ve beni kötülemeyin. Şimdi paralarınızı alın ve eğer başka bir gemi bulursanız orada çalışın. Serbestsiniz artık.”
Cümlesinin son kısmı mert gemiciler üzerinde çok şiddetli bir etki yaptı. Şaşkın şaşkın birbirlerine baktılar. Penelon az kalsın ağzındaki tütün lokmasını yutuyordu. Bereket versin tam zamanında elini boğazına götürdü.
“Neden Mösyö Morrel?” dedi. “Neden işten çıkartıyorsunuz bizi? Bizden memnun değil misiniz?”
“Öyle değil dostlarım. Sizden memnun olmamak değil; tam aksine… Fakat elimden ne gelir ki? Başka gemim yok. Gemiciyi ne yapayım? Yeni gemi yapacak param da yok.”
“Paranız yoksa vermeyin, bizim paralarımızı. Biz o para olmadan da geçinir gideriz.”
Heyecanından tıkanacak hâle gelen Mösyö Morrel “Yeter dostlarım yeter!” dedi. “Umarım, daha iyi günlerde tekrar buluşuruz. Emmanuel onlarla beraber git ve dediklerimi yap.”
Coclés’ye bir işaret yaptı. Veznedar dışarı çıktı. Gemiciler onu takip etti. Onların ardından da Emmanuel çıktı. Mösyö Morrel karısına ve kızına döndü.
“Beni biraz yalnız bırakın. Bu beyle konuşmam lazım.”
Bütün bu konuşmalar boyunca odanın bir köşesinde sessiz sedasız durmuş olan İngiliz’e baktı. İki kadın onları yalnız bırakarak çıktılar. Mösyö Morrel koltuğuna çökerken “İşte her şeyi gördünüz ve duydunuz.” dedi. “Size bu konuda söyleyebileceğim başka hiçbir şey yok!”
“Bundan öncekiler gibi hiç de hak etmediğiniz yeni bir felaketin kurbanı olduğunuzu görüyorum. Bu olay size faydalı olabilmek konusundaki arzumu kuvvetlendirdi. Ben sizin başlıca alacaklılarınızdan biriyim, değil mi?”
“Hiç olmazsa vadeleri en kısa zamanda gelecek senetlerin sahibisiniz.”
“Ödeme tarihini ertelememi ister misiniz?”
“Böyle bir erteleme benim şerefimi, dolayısıyla hayatımı kurtarır.”
“Ne kadar bir müddet istersiniz?”
Morrel tereddüt etti.
“İki ay…”
“Size üç ay müddet veriyorum.”
“Fakat ya firmanız…”
“Ben bütün sorumluluğu üstüme alıyorum. Bugün haziranın beşi. Bu senetleri beş eylül tarihine göre yenileyin. Beş eylül sabahı…”
O sırada saat on biri vurmuştu. İngiliz devam etti: “Saat on birde burada olacağım.”
Yeni senetler hazırlandı. Eskiler yırtılıp atıldı. Zavallı gemi sahibi bu suretle son imkânlarını seferber etmek üzere hiç olmazsa üç ay kazanmış oldu.
İngiliz, Mösyö Morrel’in teşekkürlerini her zamanki soğukkanlılığı ile karşıladı. Ona veda etti. Merdivende Julie’ye rastladı. Julie basamakları iner gibi yaptı. Aslında onu bekliyordu. Ellerini kavuşturarak “Oh mösyö…” dedi.
“Matmazel, Gemici Sinbadimzalı bir mektup alacaksınız. Bu mektup size ne kadar garip görünürse görünsün içinde yazılanları aynen yapın.”
“Peki.”
“Mektupta yazılı olanları yapacağınıza söz veriyor musunuz?”
“Yemin ederim.”
“Güzel. Hoşça kalın matmazel. Her zaman böyle iyi ve dürüst olun. Eminim ki Emmanuel’i size eş olarak vermekle Tanrı sizi mükâfatlandıracaktır.”
Julie hafif bir feryat kopararak kıpkırmızı oldu. İngiliz, avluda, ellerinde birer tomar para olan ve bu paraları ne yapacağı konusunda kesin bir karar verememiş gibi duran Penelon’a rastladı.
“Gel benimle dostum.” dedi. “Seninle konuşmak istiyorum.”
Ücretsiz ön izlemeyi tamamladınız.