Kitabı oku: «Monte Kristo Kontu», sayfa 7
14
Dantés ertesi gün ceplerini mücevherlerle doldurdu. Sandığı dikkatle tekrar gömdü. Hiç belli olmayacak şekilde mağaranın ağzını kapattı. Sonra sabırsızlıkla arkadaşlarının gelip kendisini almalarını beklemeye başladı. Faydasız bir hazineyi bekleyen canavar gibi adada kalıp altın ve mücevherlerini seyretmek istemiyordu. Tekrar insanların arasına karışıp büyük servetlerin sağladığı mevki, kuvvet ve kudreti elde etmenin vakti gelmişti.
Kaçakçılar, ayrılışlarının altıncı günü adaya döndüler. Dantés, Genç Amelie’yi daha çok uzaklarda iken tanıdı ve kıyıya indi. Arkadaşları karaya çıktıkları zaman, onlara acı ve ızdırabının hâlâ devam ettiğini fakat eskisiden çok daha iyi olduğunu söyledi. Sonra onların son sefer hakkında anlattıklarını dinledi. Sefer başarılı olmuştu. Hepsi, bilhassa Jacopo, Dantés’nin de aralarında olup adam başına elli gümüş İspanyol lirası tutan hissesini alamadığına çok üzülmüşlerdi. Dantés gülümsemesini tutmasını bildi. Genç Amelie Monte Kristo’ya sırf onu almaya gelmiş olduğu için o akşam Leghorn’a doğru yola çıktılar.
Leghorn’ya vardıkları gün Dantés, en küçük boydaki dört elmasını -her birini beş bin frank karşılığında- orada tanıştığı bir Yahudi tüccara sattı. Ertesi gün Jacopo’ya küçük bir tekne satın aldı ve Marsilya’ya gidip Louis Dantés adında yaşlı bir adamla, Mercédés adında genç bir kadın hakkında bilgi toplaması şartı ile tekneye tayfa tutabilmesi için bu hediyeye yüz gümüş İspanyol lirası ekledi. Jacopo rüya gördüğünü sanıyordu. Dantés ona sırf bir gençlik hevesi ile gemiciliğe atıldığını ve Leghorn’ya gelince amcasından kalmış bir mirası aldığını söyledi. Dantés’nin geniş bilgisi bu hikâyeyi inanılır bir hâle sokmuştu. Jacopo inanmakta tereddüt etmedi. Ertesi gün Marsilya’ya doğru yola çıktı. Dantés ile Monte Kristo Adası’nda buluşacaklardı.
Dantés aynı gün Genç Amelie mürettebatına da hediye olarak bolca para dağıttı. Kaptana tekrar görüşmek vaadinde bulunarak onlardan ayrıldı. Doğru Cenova’ya gitti. Şehre geldiği gün, Cenevizlilerin Akdeniz’in en iyi gemi inşaatçıları olduklarını duymuş olan bir İngiliz tarafından ısmarlanmış küçük bir yatı satın aldı. İngiliz, kırk bin franga yatı satmaya razı olmuştu. Dantés yatın hemen teslim şartı ile altmış bin frank verdi. Yatı inşa etmiş olan adam, mürettebat bulmak üzere Dantés’ye yardım teklif etti. Dantés yalnız seyahat etmek niyetinde olduğunu fakat yata gizli bir bölme yapılırsa çok memnun kalacağını söyledi. Bölme ertesi gün tamamlandı. İki saat sonra da Dantés Monte Kristo Adası’na doğru Cenova Limanı’ndan yola çıktı
İkinci gün akşama doğru adaya geldi. Mükemmel bir tekne olan yatı bu mesafeyi otuz beş saatte almıştı. Adada kimsecikler yoktu. Dantés doğru hazinenin saklı olduğu yere gitti ve sandığı bıraktığı gibi buldu.
Ertesi gün bu muazzam hazine yata taşınmış ve gizli bölmeye kilitlenmişti.
Dantés adada sekiz gün bekledi. Bu süre içinde yatla adanın, çevresinde dolaşarak atını kontrol eden bir binici gibi tekneyi kontrol etti. Bu arada geminin bütün iyi ve kötü taraflarını belirledi. İyi taraflarını daha mükemmel hâle sokmaya, kötü taraflarını da düzeltmeye karar verdi.
Jacopo, sekizinci günün akşamında geldi. Küçük teknesini Dantés’ninyatına bağladı. Dantés’nin öğrenmek istediği şeyler hakkında getirdiği haberlerin ikisi de üzücü idi. İhtiyar Louis Dantés ölmüştü. Mercédés de kaybolmuştu. Dantés, Jacopo’yu dinlerken sarsıldı. Sonra hemen tek başına karaya çıktı. Kimsenin kendisi ile beraber gelmesini istemedi. İki saat sonra döndü. Jacopo’nun gemisinden iki tayfa ona yardım etmek üzere yata geldiler. Dantés, Marsilya’ya doğru hareket emrini verdi.
Babasının ölüm haberi, beklemediği bir şey değildi. Fakat Mercédés’e ne olmuştu? Öğrenmek istediği başka şeyler de vardı ama bunlar hakkında kendisine bilgi edinebilecek, güvendiği kimse yoktu. Leghorn’daki berberin aynası, kendisi için tanınma tehlikesi olmadığını ortaya koymuştu. Üstelik kim olduğunu açıklamadan dolaşabilmek için her türlü imkâna sahipti. Bu bakımdan, peşinde Jacopo’nun gemisi olan yat, bir sabah cesaretle Marsilya Limanı’na girdi ve Dantés’nin İf Kalesi’ne götürülmek üzere kayığa bindirildiği yerin karşısında demirledi.
Dantés, karantina kayığı ile bir jandarmanın yata geldiğini gördüğü zaman heyecanlanmadı değil. Fakat Leghorn’da temin ettiği bir İngiliz pasaportunu büyük bir soğukkanlılıkla jandarmaya gösterdi. Hiçbir zorluk yaşamadan da karaya çıktı.
15
Fransa’nın güneyini yaya olarak dolaşmış olanlar, Bellegarde ile Beaucaire arasında, önündeki demir levhada iri harflerle Pont de Gardeyazılı küçük hanı bilirler. Son yedi sekiz yıldan beri bu hanı bir karı koca işletmekteydi. Fakat Beaucaire ile Aigues Mortes arasında açılan kanal, hanın üstünde bulunduğu yolun bütün müşterisini aldığı için şimdi işleri hiç de iyi gitmiyordu.
Bu talihsiz hancı, Dantés’nin eski arkadaşı Gaspard Caderousse ile karısından başkası değildi. Caderousse günlük işlerle uğraşırken soluk yüzlü, zayıf, hastalıklı karısı hemen hemen daima ateşi olduğu için hanın ikinci katındaki yatak odasında yatıyordu. Kadın bu kötü talihlerine söylendikçe adam “Ne yapalım. Tanrı’nın dediği olur.” diyordu.
Caderousse bir sabah han kapısının önünde durmuş, üzgün gözlerle bomboş yolun altına ve üstüne bakarken uzakta, Bellegarde taraflarından gelen bir atlı gördü. Gelen, siyahlar giyinmiş ve müthiş sıcağa rağmen başında üç köşeli şapka olan bir rahipti. Rahip hanın önünde attan indi. Kırmızı keten bir mendille alnındaki terleri sildi.
Caderousse sevinçle onu karşıladı. Rahip iki üç saniye dikkatle ona baktıktan sonra İtalyan şivesi ile “Siz Mösyö Caderousse’sunuz, değil mi?” diye sordu.
Hancı hayretle “Evet efendim.” dedi. “Gaspard Caderousse. Bir emriniz mi var?”
“Eskiden terzi değil miydiniz siz?”
“Evet. Fakat işlerim bozuldu. Marsilya’da hava o kadar sıcaktır ki Marsilyalıların artık elbise giymediklerini duyarsam hiç şaşmayacağım. Sıcak dedim de… Bir şey içmek istemez misiniz?”
“Evet… Bana en iyi şarabınızdan getirin. Sizle biraz sohbet edelim.”
Caderousse birkaç dakika sonra döndüğü zaman rahibi bir sandalyeye oturmuş, dirseklerini de masaya dayamış buldu. Önüne şarapla bardağı koyduğu zaman rahip, “Burada yalnız mısınız?” diye sordu.
“Hemen hemen… Zavallı karım her zaman hasta. Bana pek faydası olmuyor.”
“Evlisiniz demek?”
Rahip, harap eşyalara bir kıymet biçer gibi gözlerini etrafta gezdirdi. Caderousse iç çekerek “Görüyorsunuz ki zengin değilim.” dedi. “Ama elden ne gelir Bu dünyada mutlu yaşamak için namuslu olmak yeterli değil.”
Rahip ona gözlerini dikti. Hancı da ona aynı şekilde bakarak sözlerine devam etti: “Evet namuslu. İftihar ederek söylerim bunu. Bunu söyleyebilecek çok kimse yok zamanımızda.”
“Eğer sözleriniz doğru ise talihiniz var demektir. Eminim ki er geç iyiler iyiliklerinin mükâfatını, kötüler de kötülüklerinin cezasını görürler.”
Caderousse acı acı “Sizin mesleğiniz böyle konuşmayı gerektirir.” dedi. “Fakat herkes buna inanmaya mecbur değil.”
“Böyle düşünmekle hata ediyorsunuz çünkü ben size bu sözlerimin doğruluğunu ispat edebilirim.”
Caderousse hayretle “Nasıl?” diye sordu.
“İlk önce aradığım adamın gerçekten siz olup olmadığınızı bilmem lazım… 1814 yahut 1815 yılında Dantés adında bir gemici tanıdınız mı?”
“Dantés mi?.. Tabii tanıdım. Zavallı Edmond! En iyi arkadaşlarımdan biri idi benim. Onu tanıyor musunuz? Sağ mı? Serbest mi? Mesut mu?”
“Sefil ve perişan bir hâlde hapishanede öldü.”
Caderousse sarardı. Başını çevirdi. Boynuna sardığı kırmızı mendille gözlerini sildi.
“Zavallı çocuk!..” diye söylendi. “İşte size demin söylediklerimin bir örneği de bu çocuktur. Tanrı yalnız kötülerin yardımcısıdır. Dünya gittikçe beterin beteri oluyor.”
“Dantés’yi sever görünüyorsunuz.”
“Evet çok severdim fakat ne yalan söyleyeyim, çok kısa bir zaman için onu kıskanmıştım. O zamandan beri de kötü talihine daima yanmışımdır.”
Kısa bir sessizlik oldu. Rahip dikkatle hancının yüzüne bakıyordu.
Caderousse, “Siz onu tanıdınız mı?” diye sordu.
“Ölürken ona son dinî telkinlerde bulunmak üzere çağrıldım. Bana İsa hakkı için yemin ederek neden hapsedildiğini bilmediğini söyledi.”
“Doğru. Bilemezdi. Yalan söylememiş zavallı çocuk!”
“Kendisinin hiçbir zaman anlayamadığı bu talihsizliğine neyin sebep olduğunu öğrenmemi ve bu lekeyi temizlememi benden rica etti. Onunla beraber hapiste olan fakat İkinci Restorasyonda serbest bırakılan zengin bir İngiliz, tahliye edilirken geçirdiği bir hastalık sırasında kendisine kardeş gibi bakmış olan Dantés’ye hatıra olarak çok kıymetli bir elmas yüzük hediye etmiş. Dantés bu yüzükle zindancıları yola getirmeyi düşüneceğine, belki bir gün kurtulur ümidi ile kendisine servet sağlayacak olan hatırayı saklamış.”
Caderousse, gözleri parlayarak “Dediğiniz gibi, herhâlde çok kıymetli bir elmas olmalı.” dedi.
“Dantés için çok kıymetli idi. Elli bin frank kıymet takdir ettiler.”
Caderousse hayretle tekrar etti: “Elli bin frank!..”
“Elmas şimdi bende. Dantés, arzusunu yerine getirmek vazifesini bana verdi. ‘Çok iyi üç arkadaşım ile nişanlım vardı. Eminim ki dördü de hâlâ benim için üzülüyorlardır. Arkadaşlarımdan bir tanesinin adı Caderousse idi.’ dedi.”
Caderousse ürperdi. Rahip, onun bu hâlini fark etmemiş görünerek sözlerine devam etti: “Sonra dedi ki ‘İkincisinin adı Danglars idi. Üçüncüsü rakibimdi ama o da beni severdi. Adı Fernand idi. Nişanlımın adı da Mercédés idi. Marsilya’ya gidin. Bu elması satın. Parayı beşe bölün ve beni seven bu insanlara verin.’ ”
“Niye beşe bölün dedi? Siz sadece dört kişiden bahsettiniz.”
“Beşinci ölmüş. Dantés’nin babası idi. Marsilya’da söylediler bana onun öldüğünü.”
Çok lakayt görünmeye çalışarak devam etti: “Dantés’nin babası öleli o kadar zaman olmuş ki niçin, nasıl; öldüğü hususunda hiçbir şey öğrenemedim. Acaba siz bu hususta bir şey biliyor musunuz?”
“Benden başka kimse bu hususta bir şey bilemez. Dantés’nin babası ile komşu idik… Evet, oğlunun arkasından bir sene bile yaşamadı zavallı ihtiyar.”
“Neydi ölüm sebebi?”
“Yanılmıyorsam doktorlar ‘bağırsak iltihabı’ dediler. Kendisini tanıyanlar ise üzüntüsünden öldüğünü söylediler. Fakat ben bu ölümün sebebini çok iyi biliyorum. İhtiyar…”
Caderousse sustu. Rahip ilgi ile sordu: “Evet neden öldü?”
“Açlıktan.”
Rahip, “Açlıktan mı?” diye bağırarak ayağa fırladı. “Hayvanlar bile ölmez açlıktan! Sokaklarda dolaşan bir köpek bile daima kendisine kuru ekmek atacak birisini bulur. Şimdi siz bana bir adamın kendilerini Hristiyan sayan başka adamların ortasında açlıktan öldüğünü söylüyorsunuz, imkânı yok! Hayır imkânı yok!”
“Size doğrusunu söyledim.”
Merdiven başından bir ses “Ama hata ettin.” dedi.
Adamlar başlarını çevirdiklerinde konuşulanları dinlemek için merdiven başına kadar kendini sürüklemiş olan Caderousse’un karısının bitkin yüzünü gördüler. Kadın başını dizlerine dayamış olarak en üst basamakta oturuyordu.
Caderousse, “Seni ilgilendirmez bu! Bu efendi bizden bazı bilgiler istedi.” dedi. “Söylememek ayıp olurdu.”
“Ama söylemek de pek akıllıca bir hareket değil. Senden niçin bu bilgiyi alıyor biliyor musun budala?”
Rahip, “Yalan söylemediği müddetçe kocanızın bir şeyden korkmasına neden yok madam.” dedi. “Benim yüzümden size bir kötülük gelmeyeceğinden emin olabilirsiniz.”
Caderousse’un karısı anlaşılmaz bir şeyler mırıldandı. Tekrar başını dizlerine koydu ve titremeye devam etti. Yerinden kımıldamadı.
Rahip, “Fakat zavallı adamın bu şekilde ölmesi için herkes tarafından terk edilmiş olması lazım.” dedi.
Caderousse cevap verdi: “Hayır. Mercédés ile Mösyö Morrel onu terk etmediler.” Sonra alaycı bir gülümseme ile devam etti:
“Fakat ihtiyar adam, Dantés’nin size arkadaşım diye bahsettiği Fernand’dan hiç hoşlanmazdı.”
“Fernand hakikaten arkadaşı değil miydi onun?”
Merdivenin başındaki ses, “Sözlerine dikkat et Gaspard.” dedi.
Caderousse omuz silkerek devam etti: “İnsan, karısına göz diktiği adamın arkadaşı olabilir mi? Dantés’nin altın gibi bir kalbi vardı. Herkese ‘dostum’ derdi… Zavallı Edmond! Bütün bunları öğrenmediği çok iyi oldu. Yoksa ölürken onları affetmek kendisi için çok zor olurdu ama kim ne derse desin ben bir ölünün lanetinden çok canlı bir adamın nefretinden daha fazla korkarım.”
“Fernand’nun, Dantés’ye nasıl kötülük yaptığını biliyor musunuz?”
“Tabii biliyorum.”
“Söyleyin bana bildiklerinizi öyleyse.”
Madam Caderousse tekrar seslendi: “Gaspard, istediğin gibi hareket etmekte serbestsin fakat beni dinlersen bir şey söylememelisin.”
Caderousse, “Bu sefer haklısın.” dedi.
Rahip sordu: “Bu mesele hakkında başka bir şey söylemek istemiyor musunuz?”
“Ne faydası var? Eğer Edmond sağ olsaydı ve bana gelip sahici dostlarının kimler olduğunu öğrenmek isteseydi ona söylerdim fakat bana söylediğinize göre Edmond öldü ve gömüldü. Artık bundan sonra ne kimseden nefret edebilir ne de kimseden intikam alabilir. Bırakalım bütün bunları.”
“Hakiki dost oldukları için kendilerine verilmesi istenen hediyeleri, dost olmadıklarını söylediğiniz bu insanlara vermemi ister misiniz?
“Hayır, istemem tabii! Hem zavallı Dantés’nin vereceği hediyeden ne olacak bu adamlara? Denizde bir damla gibi!”
Karısı tekrar söylendi: “Ama unutma ki bu adamlar isteseler seni küçük parmakları ile ezebilirler.”
Rahip “Peki bu adamlar bu kadar zengin ve kudretli kimseler mi oldular?” diye sordu.
“Bilmiyor musunuz onların hikâyelerini?”
“Hayır. Anlatın bana.”
Caderousse bir an düşündü.
“Hayır, çok uzun sürer.”
Rahip lakayıt bir ifade ile “Konuşmamakta serbestsiniz dostum.” dedi. “Tereddüdünüze hürmet ederim. Artık bu hususta hiç konuşmayalım. Ben elması satayım.”
Elması cebinden çıkardı ve Caderousse’un hayran bakışları altında, elinde evirip çevirmeye başladı.
Caderousse, “Gel şuna bak.” diyerek karısını çağırdı.
Kadın, “Elmas!” diyerek kalktı ve basamakları inmeye başladı. “Nereden geldi bu?”
“Duymadın mı? Dantés; babasına, nişanlısına ve üç arkadaşı Fernand, Danglars ve bana bırakmış.”
“İnsana, ihanet eden adam arkadaş değildir.”
“Ben de onu söylüyordum. İhaneti, hatta cinayeti mükâfatlandırmak, mukaddesata tecavüz olur.”
Rahip sükûnetle elması cübbesinin cebine koyarken “Bu kabahat sizin olacak.” dedi. “Şimdi söyleyin bana, Dantés’nin arkadaşlarını nerede bulabilirim.”
Caderousse’un alnında iri iri ter taneleri belirdi. Rahibin, atına bir göz atmak için kapıya kadar gittiğini, sonra geri döndüğünü gördü. İzahı mümkün olmayan bir şekilde karısı ile bakıştılar.
Caderousse, “Elmas sadece bizim olabilir!” dedi.
Karısı, “Emin misin?” diye sordu.
“Bir din adamı yalan söylemez.”
“Ne istersen yap öyle ise. Sen bilirsin.”
Ağır ağır basamakları çıktı. Son basamakta durarak döndü.
“İyi düşün Gaspard.”
“Düşündüm.”
“Neye karar verdiniz?” diye sordu rahip.
“Size her şeyi anlatmaya.”
“Galiba en doğrusu da bu. Sakın, bana söylemek istemediğiniz şeyleri merak ediyorum sanmayın fakat Dantés’nin mirasını, onun arzusuna uygun şekilde dağıtabilirsem çok iyi olacak.”
Caderousse’un yanakları ümit ve hırsla kızardı.
“Öyle sanırım.”
“Sizi dinliyorum.”
“Fakat önce bana söz verin.”
“Ne hususta?”
“Size anlatacağım şeylerden herhangi bir kimseye bahsedecek olursanız kesinlikle bunları benden duyduğunuzu söylemeyeceksiniz çünkü bahsini edeceğim kimseler zengin ve mevki sahibidirler. Beni bir sinek gibi ezebilirler.”
“Merak etmeyin dostum. Ben rahibim. Rahipler kendilerine yapılan itirafları katiyen açıklamazlar. Unutmayın ki bütün gayemiz, bir dostumuzun son arzusunu yerine getirmektir. Onun için açık ve rahat konuşun. Fransız değil İtalyan’ım ve hemen, ölen bir kimsenin arzusunu yerine getirmek için ayrıldığım manastırıma döneceğim.”
Caderousse rahibe inanmıştı.
“Öyle ise size, Dantés’nin gerçek dost bildiği bu adamlar hakkındaki bütün hakikati anlatacağım. Üzücü bir hikâyedir. Başlarını belki biliyorsunuzdur.”
“Evet. Düğün sofrasında tutuklanıncaya kadar olan kısmı Dantés bana anlatmıştı.”
“Edmond tutuklandıktan sonra, bu tutuklama hakkında bilgi alabilmek için Mösyö Morrel de ziyafetten ayrıldı. Getirdiği haber çok üzücü idi. Edmond’nun babası eve tek başına döndü ve bütün gün odasından çıkmadı. O gece hiç uyumadı. Ben hemen onun altındaki odada oturduğum için bütün gece onun bir aşağı bir yukarı dolaştığını duydum Bu yüzden ben de uyumadım. Yaşlı adamın üzüntüsü bana çok dokunmuştu. Sanki göğsümün üzerinde geziniyormuş gibi attığı her adımdan ızdırap duyuyordum.
Mercédés ertesi gün Mösyö de Villefort’dan yardım istemek üzere Marsilya’ya geldi fakat hiçbir yardım göremedi. Sonra yaşlı adamı ziyaret etti. Onun ne kadar ızdırap içinde olduğunu görüp bir gün öncesinden beri ne uyuduğunu ne de ağzına bir lokma bir şey koyduğunu öğrenince onu yanına almak ve bakmını üstlenmek istedi fakat yaşlı adam bu tekifi kabul etmeyerek ‘Hayır…’ dedi. ‘Buradan ayrılmam. Oğlum beni dünyada her şeyden çok sever. Hapishaneden kurtulabilirse ilk geleceği yer burasıdır. Burada olup onu karşılamazsam ne der sonra?’
Yaşlı adam gün geçtikçe daha da içine kapanmaya, herkesten uzaklaşmaya başladı. Mösyö Morrel ile Mercédés kendisini sık sık görmeye geliyorlar fakat kapıyı kapalı buluyorlardı; evde olduğunu çok iyi bildiğim yaşlı adam kimseye kapıyı açmıyordu. Bir gün nasıl olduysa Mercédés’e kapıyı açtı ve ona ‘İnan bana kızım, Dantés öldü.’ dedi. ‘Şimdi o bizi bekliyor. Ben bu bakımdan talihliyim çünkü senden daha yaşlıyım. Onu senden daha önce göreceğim.’
İnsan ne kadar iyi kalpli olursa olsun gün geliyor kendisine ızdırap veren kimseyi görmemeyi tercih ediyor. Çok geçmeden yaşlı adam yapayalnız kaldı. Onu görmeye gelen kimseler, ellerinde birtakım paketlerle odadan çıkan yabancılardı. Bu paketlerin ne olduğunu sonra anladım. Yaşlı adam, yaşayabilmek için peyderpey her şeyini satıyordu. Nihayet satacak hiçbir şeyi kalmadı. Üç aylık kira borcu da vardı. Ev sahibi onu sokağa atmakla tehdit etti. Sonra bir hafta daha müsaade etti. Bütün bunları ben ev sahibinden öğrendim.
Bu bir haftanın ilk üç günü, onun yine her zamanki gibi odasında bir aşağı bir yukarı dolaştığını duydum. Fakat dördüncü günü ses seda kesildi. Onu görmeye çıktım. Kapısı kilitliydi. Anahtar deliğinden baktım. Yüzü o kadar sarıydı, öyle bitkin bir hâli vardı ki ağır hasta olduğuna hükmettim.Mösyö Morrel’le Mercédés’e haber gönderdim. İkisi de hemen geldiler. Mösyö Morrel gelirken bir de doktor getirmişti. Doktor, yaşlı adamın hastalığına bağırsak iltihabı teşhisini koydu ve perhiz tavsiye etti. Ben de yanlarında idim. Doktor teşhisini söylediği zaman yaşlı adamın yüzündeki gülümsemeyi hiçbir zaman unutamayacağım.
O günden sonra artık kapısını kilitlemedi. Yemek yememek için bir mazereti vardı şimdi. Doktor perhiz tavsiye etmişti. Mercédés bir dahaki gelişinde onu o kadar kötü buldu ki bir daha Dantés’nin tutuklandığı gün teklif ettiği gibi onu alıp evine götürmek ve bakımını üstlenmek istedi. Mösyö Morrel de aynı fikirdeydi fakat yaşlı adam bunu yine istemedi. Mösyö Morrel, giderken ocak rafının üstüne, içinde para olan bir kese bıraktı fakat yaşlı adam hiçbir şey yememekte inat ediyordu. Nihayet dokuz günlük bir ızdırap ve açlıktan sonra öldü. Ölürken bütün bu hâllere sebep olanlara lanet etti. Mercédés’e de ‘Eğer Edmond’mu görürsen onun için dua ederek öldüğümü söyle.’ dedi.”
Rahip kalkarak bir müddet dolaştı. Boğuk bir sesle “Ne korkunç bir talihsizlik!” dedi.
“Asıl korkunçluk, bu talihsizliğin Tanrı’dan değil de insanlardan gelmiş olmasında.”
“Şimdi bana ötekilerden bahsedin.” dedi rahip ve âdeta tehdit eder gibi ilave etti:
“Bana her şeyi söylemeyi kabul ettiniz. Oğlun ümitsizlikten, babanın da açlıktan ölmelerine sebep olanlar kimlerdi?”
“Bunlar Dantés’yi kıskanan iki kişiydi. Biri aşk yüzünden, öteki de açgözlü oluşu nedeniyle onu kıskanıyordu: Fernand ve Danglars.”
“Kıskançlıkları nasıl gösterdi kendini?”
“Dantés’yi Bonapart taraftarı bir ajan diye ihbar ettiler.”
“Fakat asıl ihbar eden kim? Asıl suçlu kimdir?”
“İkisi de suçlu. Biri mektubu yazdı öteki de postaya attı.”
“İhbar mektubu nerede yazılmıştı?”
“Meyhanede. Düğün ziyafetinden bir gün önce.”
Rahip birdenbire, “Fakat siz de oradaydınız!” diye bağırdı.
Caderousse hayret etti.
“Benim orada olduğumu size kim söyledi?”
Boş bulunduğunu fark eden rahip hemen sözlerine başka bir anlam verdi:
“Kimse söylemedi fakat teferruatı o kadar iyi biliyorsunuz ki sizin de orada bulunmuş olmanız lazım.”
“Doğru. Ben de oradaydım.”
“Öyle iken onlara engel olmadınız. Siz de suç ortağı sayılmaz mısınız?”
“Beni öyle sarhoş ettiler ki ne yaptığımı bilmiyordum. Bu hâlimle engel olmak ne kadar mümkünse o kadar engel oldum ama bana bütün bunları şaka olsun diye yaptıklarını söylediler.”
“Fakat ertesi gün şaka olmadığını anlayabilirdiniz. Dantés tutuklandığı zaman siz de orada idiniz.”
“Evet. Bildiklerimi söylemek istedim fakat Danglars beni kandırdı. ‘Eğer hakikaten suçlu ise onun tarafını tutan da suç ortağı diye hapsedilir.’ dedi. O günlerde olup bitenleri gördüğüm için politik olaylardan korkuyordum. Onun için sesimi çıkarmadım. Biliyorum; yaptığım çok korkakça bir hareket ama hiç olmazsa bir suç değil.”
“Anlıyorum. Siz işleri oluruna bıraktınız.”
“Evet. Ama hâlâ gece gündüz pişmanlık duyarım. Tanrı’ya beni affetmesi için yalvarırım. Bana vicdan azabı çektiren, hayatım boyunca yaptığım tek harekettir bu ve eminim ki talihimin kötü gitmesi hep bu hadise yüzündendir. Bir anlık bir bencilliğin cezasını hâlâ çekiyorum. Karım ne zaman şikâyete başlasa ona ‘Sus, Tanrı’nın dediği olur.’ derim.”
Son derece samimi bir pişmanlıkla başını önüne eğdi.
Rahip, “Çok samimi konuştunuz.” dedi. “Kendisini bu şekilde itham eden bir kimse affedilmeye layıktır.”
“Fakat maalesef Edmond sağ değil. Beni de affetmemiştir.”
“Fakat o bir şey bilmiyordu ki…”
“Şimdi öğrenmiştir. Ölülerin her şeyi bildiğini söylerler.”
Kısa bir an sessizlik oldu. Rahip kalkarak bir müddet dolaştı. Sonra geri yerine oturdu.
“Birçok kez Mösyö Morrel diye birinden bahsettiniz. O kimdi?”
“Firavun gemisinin sahibi.”
“Bu acı hikâyede onun rolü ne oldu?”
“Mösyö Morrel namuslu, cesur ve dostlarına sadık bir adamdır. Dantés için en az yirmi defa araya girdi. İmparator dönünce dilekçeler yazdı, rica etti ve o kadar zorladı ki İkinci Restorasyondan sonra Bonapartçı taraftarı olarak adamakıllı baskı gördü. Daha önce de söylediğim gibi Dantés’nin babasını sık sık görmeye gelirdi. Yaşlı adamı evine götürmek istemişti. Yine dediğim gibi, yaşlı adamın ölümünden bir gün önce ocak rafının üstüne içinde para olan bir kese bırakmıştı. Edmond’nun babasının cenazesi bu para ile kalktı, borçları bu para ile ödendi. Yaşlı adam nasıl hayatında kimseye zarar vermedi ise o şekilde de öldü. Kese hâlâ bendedir.”
“Mösyö Morrel sağ mı?”
“Evet.”
“Herhâlde Tanrı’nın lütfuna mazhar olmuş mesut ve zengin bir kimse olmalı.”
Caderousse acı acı güldü.
“Ben ne kadar mesutsam o da o kadar mesut.”
“Mösyö Morrel kötü durumda mı?”
“Neredeyse elindeki bütün parayı, daha kötüsü şerefini de kaybetmek üzere. Yirmi beş yıllık bir çalışma ile Marsilya iş dünyasında en yüksek mevkiyi elde ettikten sonra mahvoldu. İki yılda beş gemisi battı. Üç firması iflasını istedi. Şimdi bütün ümidi, zavallı Dantés’nin eskiden çalıştığı Firavun gemisinde. Firavun, Hindistan’dan yüklediği kırmızı boya ve çivit yükü ile şimdi Marsilya yolunda. O da ötekiler gibi batarsa Mösyö Morrel tamamı ile mahvoldu demektir.”
“Bu zavallı adamın karısı ve çocukları var mı?”
“Evet. Melek gibi bir karısı, bir oğlu ile bir de kızı var. Kız sevdiği bir adamla evlenmek üzereydi ama adamın ailesi şimdi, oğullarının, bu hâle düşmüş birinin kızı ile evlenmesini istemiyor. Oğlu teğmendir. Zavallı adamın belini büken de ailesi zaten. Eğer kimsesi olmasaydı çoktan bir kurşunla beynini dağıtır, olur biterdi.”
“Feci bir şey! Peki Danglars’ya ne oldu? Asıl kışkırtıcı ve suçlu oydu değil mi?”
“İspanyol bir bankerin yanında çalışmak üzere Marsilya’dan ayrıldı. İspanya Savaşı’nda Fransız ordusu için bazı malzeme taahhüdüne girişti. Bu yüzden bir servet elde etti. Spekülasyon yaparak bu serveti dört misline çıkardı. Yanında çalıştığı bankerin kızı olan ilk karısı öldükten sonra, sarayda iyi bir mevki sahibi olan dul Madam de Nargonne ile evlendi. Zaten milyonerdi. Bu evlilikten sonra da baron oldu. Şimdi Rue du Mont-Blanc’da bir malikânesi, ahırlarında on atı, altı uşağı ve kim bilir kaç milyonu olan Baron Danglars’dır.”
“Ya Fernand? Hiç tahsili ve parası olmayan Katalanyalı fakir bir balıkçı nasıl olur da bir servet elde eder? Emin olun anlamıyorum.”
“Efendim, İkinci Restorasyondan az önce Fernand askere alınmıştı. Hududa hareket etmek üzere olan bir birliğe sevk edildi. Ligay Savaşı’na katıldı. Savaş gecesi, düşmanla gizli temasta olan bir generalin kapısında nöbetçi idi. Aynı gece general İngilizlere teslim oldu. Fernand’ya da beraber gelmesini teklif etti. Fernand nöbeti bırakarak generalle birlikte gitti.
Eğer Napolyon iktidarda kalsaydı bu hareketinden ötürü Fernand muhakkak harp divanına verilirdi fakat tahta geçen Bourbon’lar için bu hareket takdire layık görüldü. Fransa’ya döndüğü zaman teğmenliğe terfi ettirildi. İspanya Savaşı başladığı zaman yüzbaşı idi. İlk spekülasyonlarına da bu sırada başladı. İspanyol asıllı olduğu için vatandaşlarının hislerini öğrenmek üzere İspanya’ya gönderildi. Orada Danglars’ya rastladı. Çok samimi dost oldular. Fernand ona Fransa’da kraliyetçilerden her türlü yardım sağlayacağı konusunda söz verdi. Sonuç olarak İspanya’daki hizmetlerinden ötürü albaylığa yükseltildi. Legion d’honneur nişanını aldı ve kendisine kontluk verildi.”
“Bak şu kadere!”
“Evet fakat daha bitmedi. İspanya ile olan savaş bitince uzun barış dönemi Fernand’nun meslek hayatını tehlikeye soktu. O sırada Yunanistan, Osmanlı İmparatorluğu’na karşı başkaldırmış ve bağımsızlık savaşına başlamıştı. Bütün gözler Atina’ya çevrilmişti. Yunanistan’a acımak ve yardım etmek moda idi. Fernand, Fransız ordusundaki rütbesini kaybetmeden Yunanistan’da, Türkler’e karşı savaşmak için müsaade istedi ve bu izni aldı. Bir müddet, sonra Moroert kontunun -bu Fernand’nun sıfatı idi- general rütbesi ve danışman sıfatı ile Ali Paşa’nın hizmetine girdiği öğrenildi. Bildiğiniz gibi Ali Paşa öldürüldü fakat ölmeden önce Fernand’ya büyük bir miras bırakarak onu mükâfatlandırdı. Fernand, Fransa’ya dönünce tuğgeneralliğe terfi ettirildi. Şimdi Paris’te. Rue du Helder 27 numarada şahane bir malikânede yaşıyor.”
Rahip konuşmak için ağzını açtı. Bir an tereddüt etti. Sonra gayret ederek “Ya Mercédés ne oldu?” diye sordu. “Onun kaybolduğunu söylediler bana.”
“Kayıp mı? Evet kayboldu. Tıpkı ertesi gün daha fazla parlamak üzere akşamları kaybolan güneş gibi.”
Rahip alaycı bir gülümseme ile “O da mı zengin oldu yoksa?” diye sordu.
“Mercédés şimdi Fransa’nın en asil kadınlarından biridir. İlk zamanlar Edmond’nun başına gelen felaket yüzünden çok üzgündü. Onun Villefort’ya, Edmond için nasıl yalvardığını, Edmond’nunbabasına nasıl büyük bir yakınlık gösterdiğini size söylemiştim. Bu ızdırabı arasında başka bir üzüntü daha başına geldi. Fernand askere gitti. Onun, Edmond’ya neler yaptığını Mercédés bilmiyordu. Fernand’yu bir kardeş gibi seviyordu. O da gidince büsbütün yalnız kaldı. Üç ay geçti. Ne Edmond’dan ne de Fernand’dan bir haber geldi. Mercédés’in tek gördüğü kimse, her gün biraz daha ölen yaşlı bir adam, yani Edmond’nun babası idi.
Fernand, sırtında teğmen üniforması ile bir gece çıkageldi. Tabii Fernand’nun askere gitmesi Mercédés’in üzüntüsünün asıl sebebi değildi ama eski hayatının bir parçası olduğu için Fernand’yu büyük bir sevinçle karşıladı. Artık yeryüzünde yapayalnız değildi fakat Fernand bu sevinci yanlış anladı. Mercédés’in kendisini sevdiğini sandı.
Anlattığım gibi Edmond’nun babası öldü. İhtiyar adam ölmeseydi Mercédés kimse ile evlenmezdi çünkü onun kendisini sadakatsizlikle itham edeceğinden çekinirdi. Bunu Fernand da biliyordu. Nitekim yaşlı adamın ölümünü haber alır almaz tekrar geldi. İlk gelişinde Mercédés’e olan aşkından bahsetmemişti fakat bu sefer açıldı. Mercédés, kendisine altı ay müsaade etmesini, Edmond’yu altı ay daha bekleyip matem tutacağını söyledi.”
Rahip acı bir gülümseme ile “Haklı kadın.” dedi. “Daha ne kadar beklesin değil mi?”
Sonra İngiliz şairinin sözlerini mırıldandı: “Ey zaaf, kadındır senin adın!”
Caderousse devam etti: “Altı ay sonra da Eglise des Accoules’de evlendiler.”
“Edmond’yla evlenecek olduğu kilisede, değil mi? Değişen tek şey damat olmuş!”
Caderousse devam etti: “Gelgelelim bu evlenme Mercédés’in durumunda hiçbir değişiklik meydana getirmedi. Yine üzgündü. Eğer kalbinin derinliklerine baksaydı hâlâ sevdiğini anlayacağı adamla on sekiz ay önce düğün yemeğini yediği meyhanenin önünde geçerken bayıldı.
Fernand’yu o zaman bir defa gördüm. Mesuttu fakat Edmond’nun her an ortaya çıkması ihtimalinden korkuyordu. Düğünden hemen sonra gittiler. Katalan köyü hem hatıralarla dolu idi hem de birçok tehlikeye gebeydi.”
“Mercédés’i ondan sonra hiç gördünüz mü?”
“Evet. İspanya Savaşı sırasında Perpignan’da gördüm. Fernand, onu orada bırakmıştı. Oğluna ders veriyordu.”
Rahip şaşırdı. “Oğlu mu?”
“Evet. Oğlu Albert’e.”
“Fakat Mercédés oğluna nasıl ders verebilir? Aklımda kaldığına göre Edmond onun güzel fakat cahil, basit bir balıkçı kızı olduğunu söylemişti.”
“Edmond nişanlısını ne kadar az tanıyormuş. Mercédés’in serveti büyüdükçe kendisi de büyüdü. Resim ve müzik dersleri aldı. Her şeyi öğrendi. Aramızda kalsın, benim anladığıma göre Mercédés bütün bunları sırf kendini meşgul etmek için öğrendi. Bütün bunları sırf kalbindekileri unutabilmek için kafasına doldurdu. Zengin olmasına zengin. Üstelik kontes de… Ama…”
“Ama?”
“Ama eminim ki mutlu değil.”
“Nasıl hükmediyorsunuz buna?”
“Sıkıntılarım artık tahammül edilmez bir hâl alınca belki eski arkadaşlarımın herhangi bir şekilde bir faydası dokunur, diye düşündüm ve Fernand’yu görmeye gittim fakat beni kabul etmedi. Bir uşakla yüz frank gönderdi.”
“Mercédés’i de göremediniz mi?”
“Hayır. Fakat malikâneden ayrılırken ayaklarımın dibine bir kese düştü. İçinde yirmi beş Louis altını vardı. Hemen malikânenin pencerelerine baktım. Mercédés panjurları kapatıyordu.”
“Peki ya Mösyö Villefort?”
“O benim arkadaşım değildi. Tanımazdım bile kendisini. O yüzden kendisine başvurmadım.”
“Onun ne olduğunu, Edmond’nun talihsizliğinde onun rolünü bilmiyor musunuz?”
“Hayır. Yalnız Edmond’nun tutuklanmasından bir müddet sonra Matmazel de Saint Méranile evlenerek Paris’e gitti. Muhakkak talih ona da gülmüş, o da Danglars gibi zengin olmuş, Fernand gibi şana, şöhrete erişmiştir. Tanrı’nın unuttuğu bir insan olarak yalnız fakir ve zavallı ben kaldım.”