Kitabı oku: «Monte Kristo Kontu», sayfa 6
Birkaç adım daha attılar. Sonra Dantés baş ve ayaklarından, kaldırıldığını, ileri geri sallandırıldığını hissetti.
“Bir, iki, üç…”
Üç der denmez de Dantés kendini boşlukta buldu. Yaralı bir kuş gibi aşağı düşerken kalbini müthiş bir korku sardı. Sonsuz gibi gelen bir zamandan sonra sular fışkırdı ve Dantés buz gibi denize gömüldü. Bağırmak için açılan ağzına sular doldu. Ayaklarına bağlı top güllesi yüzünden hızla batıyordu.
İf Kalesi’nin mezarlığı denizdi!
Dantés şaşırmış ve havasızlıktan bunalmış olmakla beraber sağ elinde tuttuğu bıçak ile hemen çuvalı yırttı. Sonra kıvrılıp ayaklarına bağlı top güllesinin ipini kesti. Ayaklarını birbirine vurdu. Nefessizlikten boğulacak hâle geldiği bir sırada da suyun üstüne çıktı. Derin bir nefes alacak kadar suyun üstünde kaldıktan sonra, görülmekten korkarak tekrar daldı.
İkinci defa suyun üstüne çıktığı zaman denize düştüğü yerden yirmi beş metre ötede idi. Başının üstünde siyah, fırtınalı bir gök; önünde, yaklaşmakta olan fırtınanın tesiri ile çalkalanan simsiyah bir deniz; arkasında ise gökten de denizden de siyah korkunç bir hayalet gibi yükselen dev kayalık vardı. Dantés, en yakın boş ada olan beş mil ötedeki Tiboulen Adası’na yüzmeyi düşündü fakat etrafını saran koyu karanlık içinde adayı nasıl bulacaktı. Ansızın, bir yıldız gibi ışıldayan Planier deniz fenerini gördü. Eğer fenere doğru yüzerse Tiboulen Adası solunda kalırdı. Fenere değil de biraz sola doğru yüzmesi gerekiyordu. Hapishanede geçen yılların ne kuvvetine ne de enerjisine tesir etmemiş olduğunu sevinçle gördü. İstediği gibi yüzebiliyordu.
Tasarladığı yöne doğru bir saat kadar devamlı yüzdü. Eğer yanılmamışsam Tiboulen Adası’ndan uzak olmamam lazım, diye düşündü. Fakat ya yanılmışsam? Titredi ve dinlenmek için bir müddet kendini suyun üstüne bıraktı. Fakat hava öyle sertleşmişti ki fazla kalamadı. “Sonuna kadar, kollarımı kaldıramayacak, kımıldayamayacak hâle gelinceye kadar giderim sonra da boğulurum.” dedi. Ümitsizliğin verdiği bir kuvvet ve gayretle tekrar yüzmeye başladı.
Karanlık gök, birdenbire sanki daha kararmış ve yağmur yüklü ağır bir bulut üstüne çöküyormuş gibi geldi. Aynı zamanda dizinde keskin bir acı duydu. Bir mermi ile yaralandığını sandı ve silah sesini bekledi. Fakat beklediği sesi duymadı. O sırada eline sert bir cisim değdi. Karada idi. O zaman, bulut sandığı şeyin on metre ötesinde sönmüş kömür gibi garip şekilli kayalardan meydana gelmiş Tiboulen Adası olduğunu anladı.
Dantés doğruldu. Birkaç adım attı. “Tanrı’ya şükürler olsun!” diye mırıldanarak kendisine, o anda, o güne dek yattığı yatakların en yumuşağı gelen sivri uçlu kayalara uzandı. Rüzgâra, fırtınaya ve yağmaya başlayan yağmura rağmen uyudu.
Bir saat sonra müthiş bir gök gürültüsü ile uyandı. Fırtına bütün şiddeti ile başlamadan önce çıkıntılı bir kayanın altına sığındı. Gökleri aydınlatan bir şimşeğin ışığında, bir bir buçuk mil ötede rüzgâr ve dalgalarla sürüklenen küçük bir balıkçı teknesi fark etti. Tekne iki dalga arasında kayboldu. Bir an sonra başka bir dalganın üstünde göründü. Dantés, korkunç bir hızla adaya doğru sürüklenen teknenin içindeki adamları yaklaşmakta oldukları felaketten haberdar etmek için bağırarak onlara sallamak üzere bir şey arandı. Fakat adamlar muhakkak ki durumun farkında idiler. İkinci bir şimşeğin aydınlığında teknedeki beş kişiden dördünün direklere tırmandığını gördü. Beşincisi de kırık dümen yekesini yakalamıştı. Bir an sonra müthiş bir çatırtı ve bağrışmalar duydu. Üçüncü bir şimşeğin aydınlığında kayalara çarpıp parçalanmış küçük tekneyi ve adamların enkaz arasında ümitsizce çırpındıklarını gördü. Her yer tekrar karanlıklara gömüldü. Dantés denize yuvarlanmak pahasına acele acele kaygan kayalardan indi. Etrafı araştırarak kulak kabarttı. Fakat ne bir şey gördü ne de bir ses duydu. Uğuldayan rüzgârları ve köpüren dalgaları ile ortada fırtınadan başka bir şey yoktu.
Rüzgâr ağır ağır dindi. Kül rengi büyük bulutlar batıya doğru uzaklaştı. Az sonra doğu ufkunda kırmızıya çalan uzun bir çizgi belirdi. Bu ışık aniden dalgaları ışıtarak onların köpüklü sırtlarını altın sorguçlar hâline soktu. Gün doğmuştu.
Dantés, İki üç saat sonra zindancı benim hücreme girerek zavallı dostumun cesedini bulacak ve durumu bildirecek,diye düşündü. Beni denize atanları sorguya çekecekler. Silahlı askerlerle dolu kayıklar denizde beni arayacak, top atarak durumdan kıyı muhafazasını haberdar edecekler, çıplak ve aç bir hapishane kaçkınının herhangi bir yere sığınmaması için gereken bütün tedbirleri alacaklar. Beni ele vererek yirmi frank kazanacak olan köylünün merhametine kalacağım. Tanrı’m, sen ne kadar acı çektiğimi biliyorsun, Tanrı’m bana yardım et. Artık ben kendime yardım edemeyeceğim.
Duasını henüz bitirmişti ki ufukta, Marsilya’dan gelen ve bir Ceneviz teknesine ait olduğunu anladığı bir Latin yelkeni gördü. “Ah…” dedi. “Bir hapishane kaçkını olduğum anlaşılıp tekrar Marsilya’ya götürülmekten korkmasam yüze yüze yarım saatte teknenin önüne çıkardım. Bu adamlar, hep kaçakçı ve yarı korsandır. Kârsız bir iş görmektense beni esir olarak satmayı tercih ederler. Ne uydurmalı acaba onları kandırmak için? Buldum. Dün gece kayalıklarda parçalanan teknenin tayfalarından olduğumu söylerim. Parçalanan teknedekilerin hiçbiri sağ kalmadı ki beni yalanlasın.” Böyle diyerek küçük teknenin parçalandığı yere baktı. Bir iki tahta parçası suyun üzerinde yüzüyordu. Bir kayanın üstünde de gemicilerden birinin kasketi vardı.
Dantés suya atlayarak o kayaya doğru yüzdü. Kasketi başına geçirdi. Tahtalardan birine sarılarak Ceneviz yelkenlisinin geçeceği yere doğru yüzmeye başladı.
Gemi kendisine iyice yaklaşınca büyük bir gayretle bedenini, sudan çıkararak kasketini sallamaya ve bağırmaya başladı. Teknenin burnu kendisine doğru çevrildi. Gemicilerin kayık indirmeye hazırlandıklarını gördü. Artık tahta parçasına ihtiyacı olmadığını anlayınca serbestçe gemiye doğru yüzmeye başladı fakat gittikçe gücünü kaybediyor, bacakları ve kolları son derece ağır hareket ediyor, göğsü hırıldıyordu. Kayıkta kürek çeken iki kişi gayretlerini arttırdılar. Bir tanesi İtalyanca,
“Ha gayret!” diye bağırdı.
Dantés bir müddet daha ümitsizce mücadele etti. Sonra sulara gömüldü. Saçlarından çekildiğini hissetti. Bayıldı.
Gözlerini açtığı zaman kendini geminin güvertesinde sırtüstü uzanmış yatarken buldu. Bir gemici yün bir battaniye ile kolunu, bacağını oğuyor, kendisine “Ha gayret!” diye bağırmış olan tayfa ağzına su kabağı kabuğundan yapılmış bir çanakla rom tutuyor;
bir üçüncüsü de -geminin kaptanı- bir gün önce kendisinin atlattığı fakat ertesi gün yine başına gelebilecek olan bir talihsizlik karşısında birçok kimsenin duyabileceği bencil bir merhametle ona bakıyordu.
Kaptan kötü bir Fransızca ile “Kimsin sen?” diye sordu.
Dantés aynı derecede kötü bir İtalyanca ile cevap verdi: “Maltalı bir gemiciyim. Siraküza’dan geliyorduk. Dün gece Margiou Burnu açıklarında fırtınaya tutulduk. Fırtına bizi şuradaki kayalıklara attı. Bir ben kurtuldum. Sizin geldiğinizi görünce kayıktan kopmuş bir tahta parçasına sarılarak geçeceğiniz yola doğru yüzmeye başladım. Adamlarınızdan biri saçlarımdan tutup çekmeseydi boğulacaktım.”
Samimi yüzlü bir gemici “Bendim o.” dedi. “Saçlarından yapışmasaydım gidiyordun!”
Dantés ona elini uzattı.
“Evet gidiyordum. Teşekkür ederim arkadaş.”
“Bir taraftan da korktum doğrusu. On beş santim sakalın, otuz santim saçınla hayduda benziyordun.”
Dantés hapishanede kaldığı müddetçe saçını, sakalını kesmemiş olduğunu hatırladı.
“Daha önce de böyle bir kaza geçirmiştim.” dedi. “O zaman eğer kurtulursam on sene saçımı sakalımı kesmeyeceğim hususunda Azize Piedigrotta adına yemin ettim. On sene bugün doldu. Fakat ben bugünü boğulmak suretiyle kutlayacaktım!”
Kaptan, “Şimdi ne yapacağız seni?” diye sordu.
“Ne isterseniz. Ben iyi bir gemiciyimdir. İlk uğrayacağınız limanda beni bırakırsanız bir tüccar gemisinde iş bulurum.”
“Akdeniz’i iyi bilir misin?”
“Çocukluğumdan beri Akdeniz’deyim. Gözlerim kapalı girip çıkamayacağım liman yok gibidir.”
Dantés’nin hayatını kurtarmış olan gemici Jacopo
“Niye bizimle beraber kalmıyor kaptan?” diye sordu.
Kaptan, “Eğer çok para istemezsen seni gemide alıkoyarım.” dedi.
“Öbür gemicilere ne veriyorsanız bana da onu verin yeter.”
“Kabul. Bu adama ödünç verebileceğin elbisen var mı Jacopo?”
“Fazla bir pantalonla, bir gömleğim var!”
Dantés, “Onlar da bana yeter.” dedi.
Jacopo bir ambar ağzında kayboldu. Kısa bir zaman sonra elinde pantalon ve gömlekle geldi.
Kaptan, “Başka bir şey istiyor musun?” diye sordu.
“Bir parça ekmekle, az önce tattığım nefis romdan istiyorum.”
Jacopo ona rom çanağını verdi. Başka bir gemici de ekmek getirdi.
Dantés dümen başına geçip geçemeyeceğini sordu. İşten kurtulacağına çok sevinen dümenci, kaptana baktı. Kaptan da ona, işi yeni arkadaşına devretmesini söyledi. Dantés dümeni aldı. Dikkatle Marsilya kıyılarına bakıyordu. Yanına oturan Jacopo’ya “Ayın kaçı bugün?” diye sordu.
“Şubatın yirmi sekizi.”
“Hangi yıldayız?”
“Hangi yıldayız ne demek? Hangi yılda olduğumuzu bilmiyor musun?”
Dantés güldü.
“Dün gece öyle korktum ki az daha aklımı kaybedecektim. Kafam karmakarışık. Bir türlü toparlayamıyorum. Hangi yıldayız sahi?”
“1829.”
Dantés tutuklanalı on dört yıl geçmişti. İf Kalesi’ne girdiği, zaman yirmi yaşında idi. Şimdi ise otuz dört. Yüzünü garip bir gülümseme kapladı. Mercédés ne yapıyordu acaba şimdi? Bütün bunlara sebep olan o üç kişi aklına gelince gözleri nefretle doldu. Danglars, Fernand ve Villefort için hapishanede ettiği intikam yeminini tekrarladı. Artık bu yemin boş bir tehdit de değildi çünkü şu anda pupa yelken, dalgalar üstünde sekerek Leghorn’ya doğru yol alan küçük gemiyi Akdeniz’in en hızlı gemisi bile yakalayamazdı.
Dantés o gün, akşama doğru Genç Amelie adındaki bu Ceneviz gemisinin bir kaçakçı gemisi olduğunu anladı. Bu bakımdan, kaptan kendisinin kim olduğunu öğrenemeden kendisi kaptanın kim olduğunu öğrenebilirdi. Uydurduğu yalana, Marsilya kadar iyi bildiği Napoli ve Malta hakkında doğru bilgilerini de ekleyerek sıkı sıkıya tutundu. Cenevizli açıkgöz kaptan bile bu hikâyeye tamamıyla kandı.
Leghorn’ya gelince Dantés, on dört yıldan beri görmediği yüzünü tanıyıp tanımayacağı hususunda büyük bir meraka kapıldı. Karaya çıkar çıkmaz saç ve sakalını kestirmek üzere bir berbere gitti. Traş işini bitirdikten sonra Dantés bir ayna isteyerek yüzüne baktı.
Dediğimiz gibi şimdi otuz dört yaşında idi ve on dört yıllık hapishane hayatı yüzünü adamakıllı değiştirmişti. İf Kalesi’ne yuvarlak, sevimli yüzlü; hayatta başarılı biri; geleceğine güvenen genç bir adam olarak girmişti. Şimdi bütün bunlar değişmişti. Yuvarlak yüzü uzamış; gülümseyen ağzı kararlı bir çizgi hâline gelmişti. Kaşları, alnındaki derin bir çizgi ile kemerlenmiş; zaman zaman koyu bir nefretle aydınlanan gözleri üzgün bir hâl almış; bu kadar yıl güneş görmeyen derisi solmuş; edindiği bilgi, yüzüne akıllı, kendine güvenen bir ifade vermiş; zaten iyi olan yapısı, kuvvetini belli etmeyen sağlam, enerjik bir hâl almış; uzun zaman karanlık ve yarı karanlık içinde kalan gözleri sırtlan ve kurt gözleri gibi eşyaları karanlıkta da seçebilme hassaslığını kazanmıştı.
Dantés berberin verdiği aynada kendisine bakarken gülümsedi. Eğer hâlâ hayattaysa en iyi arkadaşının bile kendisini tanımasına imkân yoktu. O bile kendisini tanımamıştı.
Genç Amelie’ye döndüğü zaman kaptan ona daimî olarak gemide kalması için teklifini tekrarladı. Fakat başka düşünceleri olan Dantés yalnız üç ay için bu teklifi kabul etti.
Leghorn’ya geldiklerinden bir hafta sonra gemiye, vergi memurlarının damgalamayı ihmal ettikleri muslin, pamuk, İngiliz barutu ve tütün yüklendi. Şimdi bütün mesele bu malı, gümrük resmi ödemeden Leghorn’dan çıkarmak ve bazı kimselerin bu malları kaçak olarak Fransa’ya sokacakları Korsika kıyılarında sahile çıkarmaktı.
Yelken açtılar. Dantés kendini bir defa daha, hapishanede rüyalarına giren mavi deniz üstünde yol alırken buldu.
Kaptan ertesi sabah güverteye çıktığı zaman Dantés’yi küpeşteye dayanmış, yüzünde garip bir ifade ile doğan günün altında pembe pembe ışıldayan granit bir kaya yığınına bakarken buldu. Burası Monte Kristo Adası idi. Genç Amelie adanın bir buçuk mil açığından geçti. Çok şükür ki Dantés beklemesini öğrenmişti. Hürriyetine kavuşabilmek için on dört yıl beklemişti. Zengin olmak için de altı ay, yahut bir yıl bekleyebilirdi. Kardinalin mektubunu kelimesi kelimesine aklından tekrar etti.
İki buçuk ay geçti. Bu müddet zarfında Dantés mükemmel bir kaçakçı olarak yetişti. O kıyı boyundaki bütün kaçakçılarla tanıştığı gibi bu yarı korsanların birbirlerini tanıdığı bütün masonik işaretleri de öğrendi. En aşağı yirmi defa Monte Kristo Adası’nın önünden geçti. Fakat bir sefer dahi olsun adaya çıkmak için bir fırsat kendini göstermedi.
Genç Amelie gemisi kaptanı ile olan anlaşması biter bitmez bir küçük kayık kiralayarak Monte Kristo Adası’na gitmeyi kararlaştırdı. Hazineyi ancak yalnız olarak adaya giderse rahat rahat arayabilirdi. Beraber gideceği kim olursa olsun muhakkak onun adadaki hareketlerini izleyecekti. Bu tehlikeyi göze almaya mecburdu. Kendisini oraya götürecek birisi olmadan başka herhangi bir şekilde adaya gidebileceğini sanmıyordu.
Bir gece yine bu düşüncelerle boğuşurken kendisine çok güvenen ve gemide kalmasını çok arzulayan kaptan, onu, Leghorn kaçakçılarının tercih ettikleri bir buluşma yeri olan Via del Oglio’daki bir meyhaneye götürdü. Çok önemli bir meseleyi görüştüler. Bu mesele Türk halıları, şal ve kumaş gibi Doğu’ya ait bazı mallarla ilgili idi.
Bu malların el değiştirmesi, sonra da Fransa kıyılarına çıkarılması için emin bir yer bulmak lazımdı. İşte başarılı olunduğu takdirde büyük kâr vardı. Adam başına elli altmış gümüş İspanyol lirası düşecekti.
Genç Amelie’nin kaptanı, boş, askeri ve gümrük memuru olmayan Monte Kristo Adası’nın yükü boşaltmak için çok uygun bir yer olduğunu söyledi. Monte Kristo adını duyunca Dantés sevinçle ürperdi. Heyecanını belli etmemek için kalkarak sigara dumanı dolu meyhanede bir aşağı bir yukarı dolaştı. Gelip tekrar masaya oturunca malın Monte Kristo Adası’na çıkarılmasına ve ertesi gece hareket edilmesine karar verildi.
13
Ertesi akşam saat yedide her şey hazırdı. Yediyi on geçe feneri kıvrıldılar. Hava sakindi. Güneydoğudan tatlı bir rüzgâr esiyordu.
Ertesi akşam saat beşte Monte Kristo Adası göründü. Onda karaya çıktılar. Buluşma yerine ilk gelen Genç Amelie olmuştu. Dantés her zaman kendine hâkim olmasına rağmen bu sefer öyle olmadı. Herkesten önce karaya ayak basan o oldu. Eğer cesaret edebilseydi toprağı öpecekti. Araştırmaya gece başlamak faydasız olacaktı. Bu bakımdan araştırmayı üzülerek ertesi güne bıraktı. Hem yarım mil açıktan verilen bir işaret veGenç Amelie’nin aynı şekilde verdiği cevap işin başlayacağını gösteriyordu. Açıktaki gemi, adadan verilen işaret üzerine bembeyaz bir hayalet gibi yaklaştı, kıyıya yakın demirledi. Sonra yük boşaltma işi başladı. Dantés çalışırken kafasındakileri söylediği takdirde bütün bu adamların sevinçten nasıl bağıracaklarını düşünüyordu.
Ertesi sabah eline bir tüfek alıp kayadan kayaya atladıklarını gördüğü yaban keçilerinden bir tane vurmak istediğini söylediği zaman kimsenin aklına başka bir şey gelmedi ve onun bu arzusunu ya avlanmaktan hoşlandığına yahut da yalnız kalmak isteğine verdiler. Onunla beraber gelmek isteyen tek kişi Jacopo oldu. Bir şüphe uyandırmaktan korktuğu için Dantés ona olmaz diyemedi. Fakat beş yüz metre kadar gittikten sonra bir keçi vurmayı becererek hayvanı Jacopo ile geri gönderdi ve keçiyi pişirmelerini, pişince de havaya bir el ateş ederek kendisine haber vermelerini söyledi.
Dantés zaman zaman dönüp arkasına bakarak yoluna devam etti. Nihayet mağaraların bulunduğunu tahmin ettiği yere geldi. Her yeri büyük bir dikkatle incelerken birçok kayanın üstünde bir insan eli ile yapıldığı muhakkak çentikler olduğunu gördü. Muhtemelen bir yolu işaretlemek maksadı ile hepsi aynı biçimde yapılmıştı. Bu işaretler Dantés’ye ümit verdi. Yeğenine yolu göstermek için kardinal tarafından yapılmış olamaz mıydı bu çentikler? Dantés, bittiği yere kadar çentikleri takip etti fakat bir mağaraya ulaşmamıştı. Sağlam bir zemine yerleşmiş büyük, yuvarlak bir kaya bu çentiklerin ulaştığı hedef idi. Dantés. yolun sonunda değil de başında olabileceğini düşündü ve dönerek izi geriye doğru takip etmeye başladı.
Bu arada gemiciler keçiyi pişirmişlerdi. Tam hayvanı uydurma şişten indirecekleri sırada Dantés’yi kayadan kayaya atlarken gördüler, işaret vermek üzere havaya bir el ateş ettiler. Dantés yönünü değiştirdi ve koşarak onlara doğru gitmeye başladı. Hepsi ona bakıyordu. Bu sırada Dantés’nin ayağı kaydı. Onun bir kayanın kenarında sendelediğini ve kaybolduğunu gördüler. Üstün vasıflarından ötürü hepsi Dantés’yi sevdiği için o yöne doğru koşmaya başladılar.
Onu kan içinde ve baygın bir hâlde buldular. Beş altı metrelik bir yükseklikten düştüğü muhakkaktı. Ağzına biraz rom damlattılar. Dantés dizinin acıdığından başında bir ağırlık olduğundan sırtında tahammül edilemez ağrılar hissettiğinden şikâyet ederek gözlerini açtı. Onu kıyıya götürmek istediler. Ellerini değdirdikleri anda Dantés inlemeye başladı ve gidemeyeceğini söyledi. Hemen hareket etmek mecburiyetinde olan kaptan onu gemiye taşımaları hususunda ısrar etti fakat Dantés götürülürken çekeceği ızdıraba katlanmaktansa orada ölmeyi tercih edeceğini söyledi.
“Bana biraz bisküvi, avlanmak için bir tüfek ve beni almak için gelmeniz geciktiği takdirde sığınabileceğim bir yer yapmak üzere bir kazma bırakın.” dedi.
Kaptan, “Açlıktan ölürsün!” dedi. “En aşağı bir hafta sürer bizim seni almaya gelmemiz.”
Jacopo, “Ben bir çare buldum kaptan.” dedi. “Ben burada kalır ona bakarım.”
Dantés, “Yani burada kalmak için kârdaki hissenden vazgeçeceksin öyle mi?” diye sordu.
“Evet. Hiç de pişman olmam.”
“Sen iyi bir dostsun Jacopo. Tanrı seni bu iyi kalpliliğin için mükâfatlandıracaktır fakat ben yanımda kimseyi istemiyorum. Bir iki gün dinlenince bir şeyim kalmaz.”
Sevgi ile Jacopo’nun elini sıktı. Yalnız kalmak hususunda ısrar etti. Kaçakçılar nihayet ona istediği şeyleri vererek gittiler.
Bir saat sonra küçük gemi gözden kaybolmuştu. Dantés dağdaki keçiler gibi çevik bir hareketle kalktı. Bir eline tüfeği, ötekine de kazmayı alarak çentiklerin son bulduğu kayaya doğru koştu.
Kayanın dibinden itibaren çentikleri geriye doğru takip ederek bir kayığın girebileceği büyüklükte bir ağzı ve içinde durabileceği kadar derinliği olan küçük bir koya ulaştı. Görünmek istemeyen kardinalin bu koyda karaya çıktığı, kayığı orada sakladığı, çentiklerle işaretlenen yolu takip ederek o yolun sonunda hazineyi gömdüğü neticesine vardı. Bunun üzerine tekrar büyük, yuvarlak kayaya gitti.
Orada bu varsayımı altüst oldu. Kaya en az iki yahut üç ton ağırlığında idi. Kardinal bu kayayı nasıl buraya oturtabilirdi?
Aklına yeni bir fikir geldi. Kaya buraya oturtulmak üzere kaldırılmamış, aksine indirilmiş olamaz mıydı? Eskiden durduğu yeri bulmak için kayanın üstüne çıktı. Bir bayır gördü. Kaya bu bayırdan şimdiki yerine kaydırılmış ve takoz gibi kullanılan alelade bir yapı taşı ile de şimdiki yerine oturtulmuştu.
Dantés bir zeytin ağacı kesti. Dallarını budadı ve kayayı ağacın gövdesi ile kaldırmaya çalıştı. Fakat kaya o kadar ağır ve altındaki kaya takoz ile olduğu yere o kadar sağlam bir şekilde yerleşmişti ki insan gücü ile kımıldatmanın imkânı yoktu. Bir müddet düşündü. Sonra bütün gücünü, o takozu oynatmak için sarf etmeye karar verdi. Etrafına baktı. Gözlerine, arkadaşı Jacopo’nun verdiği barut ilişti.
Kazma ile koca kayadan takoza doğru uzun bir delik kazdı. Deliğe barut doldurdu. Mendilinden bir parça kopararak fitil yaptı. Fitilin bir ucunu barut dolu deliğe soktu. Öbür ucunu ateşleyerek oradan kaçtı. Az sonra barut patladı. Bu muazzam kuvvetle büyük kaya bir an yerinden oynar gibi oldu. Altındaki takoz da parçalandı.
Dantés kayanın yanına geldi. Hiçbir dayanağı kalmamış olan koca kaya, sırtın ucunda ha düştü ha düşecek durumda idi. Dantés kayanın çevresinde dolaşarak yere en gevşek şekilde dayandığı noktayı buldu. Zeytin ağacının gövdesini buraya yerleştirdi ve bütün gücü ile üstten abandı. Kaya sarsıldı. Sonra tamamıyla yerinden oynadı ve denize uçtu. Üstünde durduğu noktada, ortasında demir bir halka olan dört köşe bir taş meydana çıktı.
Dantés hayret ve sevinçle bağırdı. Bacakları öyle titremeye, kalbi öyle atmaya başladı ki bir an öyle durmaya mecbur oldu. Sonra ağaç gövdesini bu halkadan geçirerek dört köşe taşı şiddetle çekti. Kenara attı. Taşın daha önce olduğu yerde, alttaki mağaranın karanlık derinliklerine doğru giden dik bir merdiven gördü.
Onun yerinde kim olsa sevinçle bağırarak bu merdivene atılırdı. Dantés tereddütle durdu. Yüzü sarardı. “Bir hayal kırıklığına uğrarsam kendimi bırakmamalıyım.” diye söylendi. “Yoksa çektiğim bütün ızdırap boşa gider.” Yüzünde mütereddit bir gülümseme ile mağaranın merdivenini inerken “Kim bilir…” diye söyleniyordu.
Karanlıkta görmeye alışkın olan gözleri, mağaraya girdikten birkaç saniye sonra etrafını iyice seçmeye başladı. Mağaranın duvarları granit idi. Kardinalin mektubundaki kısmı hatırladı: Hazine, ikinci oyuğun sonundadır. Daha birinci mağarayı bulmuştu. Şimdi ikincisini araması lazımdı. Elindeki kazma ile duvarlara vurdu. Böyle vura vura granitin daha boş, daha boğuk ses verdiği bir noktasını buldu. Burasına daha kuvvetle vurdu. Bu sefer gözüne başka bir şey çarptı. Vurduğu yerden astar gibi bir şey sarkmış, altından kül renginde daha yumuşak bir taş çıkmıştı. Granit kayadaki delik başka bir taşla kapatılmış, üstüne, granit kayanın rengi verilmiş bir sıva çekilmişti. Dantés kazmasının ucu ile bu taşa dokundu. Kazma üç santim taşa girdi.
Dantés bir müddet böyle çalıştıktan sonra bu taşın bir bütün olmadığını, çeşitli taşların üst üste konmasından meydana geldiğini ve hepsinin üstüne de bir sıva çekildiğini anladı. Bu taşların arasına kazmanın ucunu sokarak sapı çekti. Bir taş ayaklarının dibine düştü. Öbür taşları da aynı şekilde düşürdü. Uzun bir tereddütten sonra da açılan delikten ikinci mağaraya girdi.
Burası da birinci mağara gibi boştu. Eğer doğruysa hazine bu mağaranın dibine gömülmüştü. En mühim an gelmişti. Büyük mutluluğu yahut isteği ile kendi arasında ancak iki adım vardı. Mağaranın en dip köşesine doğru yürüdü. Sonra ani bir kararla kazmasını yere indirmeye başladı. Beşinci yahut altıncı vuruşta kazmanın ucu madenî bir şeye çarptı. Çarptığı yerin biraz yan tarafına dokundu. Kazmanın ucu hâlâ sert bir şeye çarpıyordu ama ses aynı değildi. Kendi kendine “Demir çemberli tahta bir sandık bu.” diye söylendi.
Tam o sırada ışık bir an için gölgelendi. Dantés elinden kazmayı atarak tüfeğini kavradı ve hızla mağaradan çıktı. Bir yaban keçisi birinci mağaranın ağzının üstünden atlamıştı ve ötede Dantés’ye bakıyordu.Dantés bir an düşündü. Küçük bir çam ağacı kesti. Kıyıya gitti. Gemicilerin keçiyi pişirmek için yaktıkları ateşten elindeki çam ağacını ateşledi. Az sonra görmeyi ümit ettiği şeyin en küçük bir parçasını bile gözden kaçırmak istemiyordu.
Elindeki meşaleyi, kazdığı son yere doğru tuttu. Yanılmamıştı. Kaz ma, tahta ve madenden bir şeye çarpmıştı. Çam ağacının sapını toprağa soktu ve işine devam etti. Bir müddet sonra doksan santim uzunluğunda ve altmış santim eninde bir yeri temizlemişti. Ortaya demir çemberli bir meşe sandık çıktı. Kapağın ortasındaki gümüş bir levhada -Faria kendisine defalarca çizip gösterdiği için- kolayca tanıdığı Spada Ailesi’nin arması vardı. Artık en ufak bir şüpheye mahâl yoktu. Hazine orada idi. İçindekileri aldıktan sonra boş bir sandığı yerine bırakmak için kimse bu kadar zahmete katlanmazdı.
Dantés süratle sandığın etrafını temizledi. Önce kilit, sonra da sandığın her iki tarafındaki kulplar meydana çıktı. Bu kulplar, en basit madenleri bile bir sanat eseri hâline getiren bir devrin anlayışı ile yapılmıştı. Dantés bu kulplardan tutarak sandığı kaldırmak istedi; kilitli idi. Kazmanın ucunu sandıkla kapağı arasına soktu ve kazma sapını aşağı doğru bastırdı. Kapak çıtırdadı, sonra da açıldı.
Dantés gördüklerinden şaşkına döndü. Bir çocuk gibi gözlerini yumdu, açtı ve dili tutulmuş gibi öylece kalakaldı.
Sandık üç bölmeye ayrılmıştı. Bu bölmelerden ilkinde sarı sarı altınlar ışıldıyordu. İkincisinde düzenli bir hâlde yerleştirilmiş külçe altınlar vardı. Ancak yarısına kadar dolu olan üçüncü bölümde de elmaslar, inciler ve yakutlar duruyordu. Dantés bu bölmeye ellerini daldırarak avuç dolusu mücevheri kaldırdı sonra parmaklarını araladı. Taşlar ışıltılı bir çağlayan gibi parmaklarının arasından dökülürken pencere pervazlarına çarpan dolu taneleri gibi sesler çıkarıyordu.
Dantés bu hazineyi görüp titreyen ellerini altın ve mücevherlere daldırdıktan sonra çıldırma derecesine gelmiş insanların o korkunç heyecanı içinde mağaradan fırladı. Adanın çepeçevre etrafını gören bir kayaya tırmandı. Evet, bu hesapsız, bu duyulmamış, kendisine ait bu efsanevi servetle baş başa idi. Fakat acaba uyanık mıydı yoksa rüya mı görüyordu? Altınlarını tekrar görmek istedi fakat o anda bu hazineye bakmak cesaretini kendinde bulamadı. Aklını kaçırmaktan korkar gibi elleri ile başını sıktı. Yaban keçilerini ve martıları ürküten bağırmalar ve el hareketleri ile deli gibi adanın etrafında koşmaya başladı. Sonra geri döndü. Rüya görüp görmemiş olduğundan hâlâ şüphe duyarak mağaraya koştu ve kendini tekrar altın ve mücevherlerin karşısında buldu. Ellerini kalbine bastırarak diz çöktü ve yalnız Tanrı’nın bildiği bir dua okudu.