Kitabı oku: «Üç Silahşörler», sayfa 8
Dartanyan kadının elini arzuyla öptü.
“Keşke sizi hiç görmemiş olsaydım!” diye bağırdı Dartanyan.
“Pekâlâ.” diye devam etti Madam Bonacieux şefkatli bir ses tonuyla Dartanyan’ın elini sıkarken. “Ben sizin kadar çok şey söylemeyeceğim; çünkü bugün kaybedilen sonsuza dek kaybedilecek diye bir şey yok. Özgür olduğumda merakınızı gideririm belki, kim bilir?”
“Aşkım için de aynı sözü veriyor musunuz?” dedi Dartanyan keyifle.
“Onun için söz veremem. Bu sizin bende uyandıracağınız hislere bağlı.”
“O zaman bugün…”
“Bugün için minnettarım size.”
“Ah, çok hoşsunuz!” dedi Dartanyan hüzünle. “Aşkımı istismar ediyorsunuz.”
“Hayır, sadece cömertliğinizi kullanıyorum, o kadar. Ama emin olun ki bazı insanlar her şeyi yoluna sokabilir.”
“Ah beni dünyanın en mutlu erkeği yaptınız. Bu geceyi, bu sözünüzü unutmayın.”
“Rahat olun. Doğru zaman ve doğru yerde her şeyi hatırlayacağım. Şimdi gidin. Tanrı aşkına gidin! Beni gece yarısında bekliyorlardı ve geç kaldım.”
“Beş dakika.”
“Evet, ama bazen beş dakika beş yüzyıl gibidir.”
“Hele de âşıksa biri.”
“Peki ama size biriyle ilişki yaşamadığımı kim söyledi?”
“O zaman sizi bekleyen kişi bir erkek mi?” diye bağırdı Dartanyan, “Bir erkek!”
“Gene başa dönüyoruz.” dedi Madam Bonacieux sabırsızlığını hafiften belli eden bir tebessümle.
“Hayır, hayır! Gidiyorum. Size inanıyorum. Sadık olmanın bütün gereklerini yerine getireceğim. Bu gereklilik aptallık olsa da. Hoşça kalın madam, hoşça kalın!”
Tuttuğu elden güç kullanarak kopması gerekircesine yay gibi fırlayarak oradan uzaklaştı Dartanyan. Madam Bonacieux kapıyı, panjura vurduğu şekilde, üç kez çaldı. Delikanlı caddenin köşesine vardığındaysa geriye döndü. Tuhafiyecinin güzel karısı çoktan kaybolmuştu.
Dartanyan yoluna devam etti. Madam Bonacieux’a kendisini izlememe sözü vermişti ve bu sözü ne pahasına olursa olsun tutmaya kararlıydı.
“Zavallı Athos!” dedi. “Bütün bunların ne anlama geldiğini asla öğrenemeyecek. Beni beklerken uyuya kaldı herhâlde. Belki de evine döndü. Bir kadının geldiği evine… Athos ve bir kadın… Aramis’in evinde bir kadın olduğuna hiç şüphe yok. Bütün bunlar çok tuhaf. Bu olayların nasıl sonuçlanacağını çok merak ediyorum.”
“Çok kötü, beyefendi! Çok kötü!” diye cevap verdi sesini tanıdığı Planchet. Meşgul insanların yaptığı gibi kendi kendine konuşarak ilerlemiş, evinin merdivenlerine ulaşmıştı.
“Nasıl kötü? Ne demek istiyorsun seni aptal?” diye sordu Dartanyan. “Ne oldu?”
“Bir sürü talihsiz şey.”
“Ne?”
“İlk olarak Mösyö Athos tutuklandı.”
“Tutuklandı mı? Athos mu? Ne için?”
“Onu sizin odanızda buldular. Siz zannettiler.”
“Peki kim tarafından tutuklandı?”
“Kaçmak zorunda bıraktığınız siyahlı adamların getirdiği muhafızlar tutukladı.”
“Peki onlara adını neden söylemedi? Bu olayla ilgisi olmadığını neden anlatmadı?
“Bunu yapma zahmetine girmedi beyefendi. Tam tersine bana, ‘Şu an için özgür olmaya ihtiyacı olan efendin, ben değilim. Çünkü her şeyi o biliyor, ben ise bir şey bilmiyorum. Onun tutuklandığına inanırlarsa zaman kazanmış olur. Üç gün sonra onlara kim olduğumu söylerim, beni bırakmak zorunda kalırlar.’ dedi.”
“Bravo Athos! Asil yürekli adam!” diye söylendi Dartanyan. “Peki muhafızlar ne yaptı?”
“Dört kişi onu götürdü. Bastille’e mi yoksa For-l’Evêque’ye mi bilemiyorum. İki kişi siyahlı adamlarla kaldı ve evin altını üstüne getirip kâğıtları götürdü. Diğer ikisi kapıda nöbet tuttu. Her şey sona erince evi bırakıp gittiler.”
“Peki ya Porthos ve Aramis?”
“Onları bulamadığımdan gelmediler.”
“Ama onlara haber saldın ve her an gelebilirler değil mi?”
“Evet mösyö.”
“Tamam yerinden ayrılma. Eğer gelirlerse ne olduğunu anlat. Beni Pomme-de-Pin’de beklesinler. Burası tehlikeli olabilir. Evi izliyor olabilirler. Ben Mösyö de Treville’e koşup olanları anlatacağım. Sonra onlarla buluşurum.”
“Peki mösyö.” dedi Planchet.
“Ama sen kalacaksın değil mi? Korkuyor musun?” dedi Dartanyan uşağını cesaretlendirmek için.
“Rahat olun mösyö.” dedi Planchet. “Beni daha tanımıyorsunuz. Gerektiğinde cesurumdur. Ayrıca ben bir Picardlıyım.”
“O zaman anlaşıldı.” dedi Dartanyan. “Görev yerini bırakmaktansa ölürsün yani?”
“Evet, mösyö. Ayrıca beyefendiye ne kadar bağlı olduğumu kanıtlamak için yapmayacağım şey yok.”
“Güzel!” dedi Dartanyan kendi kendine. “Demek ki bu delikanlı için seçtiğim yöntem en iyisiymiş. Gerektiğinde kullanacağım bir yöntem…”
Gün boyunca dolaşmaktan az biraz yorulan bacaklarının tüm hızıyla Mösyö de Treville’in evinin yolunu tuttu.
Mösyö de Treville, konağında değildi. Louvre’da nöbet tutan birliğinin yanına gitmişti.
Olan biteni bildirmek için Mösyö de Treville’e ulaşmak çok önemliydi. Bu yüzden Dartanyan, Louvre’a girme kararı aldı. Mösyö Dessessart’ın birliğine ait muhafız üniforması giriş belgesi olabilirdi.
Her ne kadar tekneyle gitme kararı alsa da parası olmadığını fark etti.
Guenegaud Caddesi’ne gelip de Dauphine Caddesi’nden çıkan iki kişiyi görünce hayretler içinde kaldı. Biri erkek biri kadın olan bu kişilerden biri Madam Bonacieux’a benziyordu. Erkek olanı ise Aramis’e…
Dahası, kadın hâlâ Dartanyan’ın gördüğü kıyafeti giymekteydi. Erkekte ise silahşor üniforması vardı.
Adam yüzüne mendil tutarken kadın başlığını takıyordu. Tanınmak istemedikleri belliydi.
Dartanyan’ın da yolunun üzerinde olan köprüye geldiler. Delikanlı onları takip etmeye başladı. Kısa süre sonra anladı ki adam Aramis, kadın da Madam Bonacieux’tu.
Kalbi kıskançlıkla sıkışmaya başladı. Hem arkadaşı hem de sevdiği kadın tarafından ihanete uğramış hissediyordu. Madam Bonacieux, Aramis’i tanımadığına yeminler etmişti. Bu iddiasından sadece on beş dakika sonra ise Aramis’in kolundaydı.
Dartanyan tuhafiyecinin karısını sadece üç saattir tanıdığını unuttu. Kadının kendisine kurtarıldığı için duyacağı minnet dışında hiçbir şey borçlu olmadığının, vaatlerde bulunmadığının farkında değildi. Öfkelenmişti. İhanete uğramış ve alay edilmiş hissediyordu. Kan beynine sıçradı. Bu gizemi çözmeye karar verdi.
Takip edildiğini fark eden adam ve kadın daha hızlı yürümeye başladılar. Dartanyan yanlarından geçti. Sonra da sokak lambasının aydınlattığı Samaritaine’de onlarla karşılaşacağı şekilde geri dönüp yürümeye başladı.
Karşılıklı olarak durdular.
“Ne istiyorsunuz mösyö?” diye sordu silahşor geri adım atarak yabancı bir aksanla. Bu da Dartanyan’a yanıldığını gösteriyordu.
“Bu Aramis değil!” diye bağırdı.
“Hayır beyefendi, Aramis değil. Anladığım kadarıyla beni başkasıyla karıştırdınız. Sizi affediyorum.”
“Beni affediyor musunuz?”
“Evet!” diye cevap verdi Yabancı. “Müsaade edin de geçelim. Benimle bir işiniz yok ne de olsa.”
“Haklısınız beyefendi, sizinle bir işim yok ama hanımefendiyle var.”
“Hanımefendiyle mi? Onu tanımıyorsunuz ki!”
“Yanılıyorsunuz beyefendi, kendisini çok iyi tanıyorum.”
“Ah!” dedi Madam Bonacieux sitem eden bir ses tonuyla. “Ah beyefendi, sizden bir asker ve beyefendi sözü almıştım! Umarım bunu yerine getirirsiniz.”
“Ve ben hanımefendi…” dedi Dartanyan utanarak. “Bana söz vermiştiniz!”
“Koluma girin madam.” dedi Yabancı. “Yolumuza devam edelim.”
Yaşananlardan dolayı afallayan ve canı sıkılan Dartanyan, kollarını kavuşturarak karşılarında durdu.
Silahşor yaklaştı ve delikanlıyı eliyle öteye itti. Dartanyan’sa geriye adım atarak kılıcını çekti. Yabancı da yıldırım hızıyla aynısını yaptı.
“Tanrı aşkına lordum!” diye bağıran Madam Bonacieux, aralarına girerek kılıçları aldı.
“Lordum!” diye bağırdı aniden kafası dank eden Dartanyan. “Lordum! Beni bağışlayın beyefendi ama siz…”
“Lord Buckingham dükü!” diyen Madam Bonacieux, alçak sesle ekledi:
“Hepimizi mahvedebilirsiniz!”
“Lordum, hanımefendi! Binlerce kez özür dilerim. Ama onu seviyorum lordum. Kıskançlık ettim. Aşk nedir bilirsiniz değil mi? Beni affedin ve size hizmet etmek için ne yapabilirim onu söyleyin.”
“Çok cesur bir genç adamsınız.” dedi Buckingham dükü elini Dartanyan’a uzatarak. “Bana hizmet etmek istediğinizi söylediniz, ben de bunu bütün samimiyetimle kabul ediyorum. Bizi Louvre’a kadar yirmi adım geriden izleyin. Takip eden olursa da o kişiyi öldürün.”
Kılıcını kolunun altına alan Dartanyan dük ve Madam Bonacieux’u yirmi adım geriden takip etti. I. Charles’ın asil bakanının verdiği emri yerine getirmeye hazırdı.
Şansına sadakatini ispat etmesini gerektiren bir durum ortaya çıkmamıştı. Silahşor ve madam Echelle Kapısı’ndan rahatça saraya girdi.
Dartanyan ise derhâl arkadaşlarının kendisini beklediği Pommede-Pin Meyhanesi’ne gitti. Onları neden çağırdığını uzun uzadıya açıklamadan ilk başta yardımlarına ihtiyaç duyduğu bir meseleyi tek başına çözdüğünü söyledi.
Bu arada üç arkadaşımızı kendi hâllerinde bırakıp Buckingham dükü ve rehberini Louvre’un labirentlerinde takip edelim.
12
Buckingham Dükü
Madam Bonacieux ve dük, Louvre’a zorlanmadan girdi. Madam Bonacieux’un Kraliçe’ye hizmet ettiği biliniyordu. Dük ise o gece sarayda görev yapan Treville’in silahşorlerinin üniformasını giymişti. Ayrıca Germain de Kraliçe tarafındaydı. Eğer bir yanlışlık olursa Madam Bonacieux, Kraliçe’nin sevgilisini saraya sokmakla suçlanacaktı ve bütün riski göze almıştı. İtibarı lekenebilirdi, bu doğru ama sıradan bir tuhafiyecinin karısının itibarının ne değeri olabilirdi ki?
Saraya girdiklerinde Madam Bonacieux, dükü gündüz kapalı gece açık olan bir hizmetçi odasına götürdü. Odadan geçip merdivenden iki kat aşağı indiler. Burada uzunca bir koridoru geçtikten sonra bir kat daha aşağı indiler. Kadın bir odanın kilitli kapısını açtı ve tek bir lambanın aydınlattığı odaya dükü yerleştirdikten sonra “Burada bekleyin lordum, yanınıza biri gelecek.” dedikten sonra kapıyı tekrar kilitleyip oradan uzaklaştı. Dük âdeta hapisti.
Her ne kadar mahsur kalsa da dük en ufak bir korku hissetmemişti. Karakterinin dikkat çeken özelliklerinden biri de aşk maceraları arayışında olmasıydı. Cesur, atılgan ve girişimciydi. Bu hayatını bu türden bir şey için ilk kez tehlikeye atışı değildi. Avusturyalı Anne’den aldığı, kendisinin Londra’ya gelmesini sağlayan mektubun sahte olduğunu biliyordu. Yine de İngiltere’ye dönmek yerine Kraliçe’ye kendisini görmeden Paris’ten ayrılmayacağını haber vermişti. Kraliçe, ilk başta bu teklifi reddetse de dükün sinirlenmesi hâlinde yapabileceği şeylerden korkuyordu. Onu görmeye ve derhâl gitmesini söylemeye karar vermişti Kraliçe. Bu kararı aldığı akşam dükü Louvre’a getirmekle görevlendirilmiş Madam Bonacieux kaçırılmıştı. İki gün boyunca kimse kadından haber alamadığından her şey askıdaydı. Fakat kadın özgürlüğüne kavuşur kavuşmaz Laporte ile iletişim kurunca her şey kaldığı yerden devam etmişti. Eğer kaçırılmasaydı bu tehlikeli işi üç gün önce gerçekleştirecekti Madam Bonacieux.
Yalnız kalan Buckingham dükü aynada kendini incelemeye başladı. Silahşor üniforması üzerine tam oturmuştu. O zamanlar otuz beş yaşında olan dük Fransa ve İngiltere’nin en yakışıklı adamı olarak anılıyordu.
İki Kral’ın da gözdesi olan aşırı zengin bu adam istediğini istediği zaman yapabiliyordu. Buckingham dükü George Villiers’ın görkemli yaşamı yüzyıllar sonra dahi hayretle konuşuluyordu.
Kendinden ve gücünden emin bir tavırla, sıradan insanların uymakla yükümlü olduğu kuralların kendisi için geçerli olmadığını düşünerek elde etmek istediği şeyin ardına düşüyordu. Bu şey herhangi başka bir kimsenin hayal edemeyeceği kadar yüksekte olsa dahi… Güzel ve mağrur Avusturyalı Anne’e işte bu şekilde yaklaşmayı başarmış ve kendini ona sevdirmişti.
George Villiers, şapkanın bozduğu saçlarını düzeltti ve bıyığını burdu. Uzun zamandır beklediği anın nihayet gelmiş olmasının getirdiği sevinç kalbine neşe doldurmuştu. Gurur ve ümitle gülümsedi kendi kendine.
İşte bu sırada duvar halıları arasına gizlenmiş bir kapı açıldı ve içeri bir kadın girdi. Bu görüntüyü aynadan seyreden Buckingham dükü bir sevinç çığlığı attı. Bu kişi Kraliçe’ydi.
Avusturyalı Anne yirmi altı yirmi yedi yaşlarında güzel ve görkemli bir kadındı.
Duruşu bir kraliçeyi ya da bir tanrıçayı andıran bu kadının gözleri zümrüt yeşiliydi. Güzel gözlerinde tatlılık ve ihtişam vardı.
Küçük ağzı gül rengiydi ve alt dudağı Avusturya hanedanı mensuplarının dudakları gibi dışarı çıkıktı. Güldüğünde çok güzel olan ağzı, rahatsız olduğunda küçümseme ile doluydu.
Teninin kadife yumuşaklığı hayranlık uyandırıcıydı. Ellerinin ve ayaklarının güzelliği dönemin şairlerinin eserlerine konu olmuştu.
Sade bir şekilde kıvrılmış saçları gençliğinde sarıysa da artık kestane rengine dönmüştü. Bol miktarda pudranın yardımıyla yüzünü tamamlıyordu.
Buckingham dükü, büyülenmiş vaziyette kalakaldı. Avusturyalı Anne gözüne hiç bu kadar güzel görünmemişti. Üzerinde beyaz bir ipek elbise vardı. Yanında da Kral’ın kıskançlığının henüz uzaklaştıramadığı İspanyol nedimelerden biri Donna Estafania vardı.
Kraliçe iki adım atınca Buckingham dükü yere çöktü ve kadın engel olamadan elbisesini öpmeye başladı.
“Dük, size bu sebepten yazmadığımı biliyorsunuz.”
“Evet, evet madam! Evet majesteleri!” diye bağırdı dük. “Buna inandığım için deli olmalıyım ama. Ama âşıklar çok kolay inanırlar. Bu yolculuk bana bir şey kaybettirmedi ayrıca. Çünkü sizi gördüm.”
“Evet.” diye cevap verdi Anne. “Ama sizi neden ve nasıl gördüğümü biliyorsunuz. Bütün endişelerime rağmen şehirde kalmakta ısrar ettiniz ve bunu yaparak hayatınızı tehlikeye attınız. Beni adımı kirletme tehlikesine de maruz bıraktınız bu şekilde. Sizi görme sebebim krallıkların düşmanlarının ettikleri yeminlerin bizi ayırdığını anlamanız içindi. Bu kadar çok şeye meydan okumak günahtır lordum. Kısacası sizinle birbirimizi bir daha asla görmememiz gerektiğini söylemek için görüşüyorum.”
“Konuşun madam, konuşun Kraliçe!” dedi Buckingham dükü. “Sesinizin tatlılığı sözlerinizin sertliğini örtüyor. Günahtan söz ediyorsunuz. Asıl günah birbirini Tanrı’nın sevdirdiği iki kalbi ayırmaktır.”
“Lordum!” diye bağırdı Kraliçe. “Size asla ‘Sizi seviyorum.’ demediğimi unutuyorsunuz.”
“Ama bana beni sevmediğinizi de hiç söylemediniz. Ayrıca bana böyle şeyler söylemek siz majestelerinin nankörlüğü olurdu. Peki söyleyin bana o zaman. Benimki gibi bir aşkı nereden bulacaksınız? Ne zamanın, ne ayrı kalmanın ne de ümitsizliğin yok edemediği bir aşk… Bir parça kurdele, kaçamak bir bakış, tesadüfen söylenen bir sözle teselli bulabilen bir aşk. Sizi ilk kez üç yıl önce gördüm Madam ve o günden beridir de seviyorum. Size o gün ne giydiğinizi söyleyeyim mi? Altın ve gümüş işlemeli yeşil saten bir elbise giyiyordunuz. Elbisenin kollarına iri elmaslarla armalar işlenmişti. Gözümü kapattığımda o zamanki hâlinizi görüyorum. Açtığımdaysa şimdiki hâlinizi…
“Çılgınlık bu!” diye söylendi Avusturyalı Anne. Dükün tasvirinde herhangi bir kusur bulacak cesarete sahip değildi Kraliçe. “Böylesine gereksiz bir tutkuyu böyle hatıralarla beslemek çılgınlık!”
“Peki ne ile yaşamalıyım? Elimde hatıralardan başka bir şey yok. Bu benim mutluluğum, benim hazinem, benim umudum. Sizi her görüşümde kalbimdeki kutuya bir tane daha elmas koyuyorum. Bu dördüncüsü; çünkü son üç senede sizi sadece dört kez gördüm. İlkini anlattım, İkincisi Madam de Chevreuse’in malikânesindeydi, üçüncüsü ise Amiens Bahçesi’nde…”
“Dük!” dedi utanan Kraliçe, “O gece hakkında bir daha konuşmayın.”
“Tam tersine o geceyi konuşalım. O gece hayatımın en mutlu ve en güzel gecesiydi. Ne kadar güzel bir gece olduğunu hatırlıyor musunuz? Hava ne kadar da yumuşak ve güzel kokuluydu. Mavi gök ve yıldız süslü gece ne kadar tatlıydı öyle. Ah madam! Sizinle bir an için dahi olsa yalnız kalabilmiştim. Siz de bana bütün yalnızlıklarınızı ve kalbinizdeki acıları anlatmak üzereydiniz. Koluma yaslanmıştınız madam. Başımı size doğru eğdiğimde güzel saçlarınız yanağıma dokunuyordu. Her dokunmayla birlikte bütün varlığımla titriyordum. Ah Kraliçe! Kraliçe! Cennetin sevinci ve güzelliği dahi böyle bir an yaratamaz. Bütün servetimi, geleceğimi, görkemimi, ömrümün kalan günlerini verirdim öyle bir an, öyle bir gece için. O gece beni sevdiniz madam, yemin ederim.”
“Evet lordum, yerin tesiri, gecenin büyüleyiciliği, çekiciliğiniz kısacası bir kadını mahvedebilecek binlerce şey etrafımı sarmıştı o ölümcül gecede. Ama biliyorsunuz ki Kraliçe zaafa düşen kadının yardımına koştu. Söylemeye cesaret ettiğiniz ilk sözde cevabınızı aldınız.”
“Evet, evet bu doğru. Benim yerimde başka bir âşık olsaydı bu sınava yenik düşerdi. Fakat benim aşkım daha sonsuz. Paris’e dönerek benden kaçacağınızı sandınız. Efendimin gözetlememi emrettiği hazineyi bırakamam sandınız. Fakat ne dünyanın bütün hazineleri ne de kralları hiç umrumda değil. Sekiz gün sonra geri döndüm madam. O zaman bana söyleyerek bir şeyiniz yoktu. Hayatımı sizi bir an görmek için riske atmıştım hâlbuki. Elinizi bile tutamadım ve siz beni bu kadar itaatkâr ve pişman görünce affettiniz.
“Evet, ama parçası olmadığım bu çılgınlıklar yüzünden iftiralar dört bir yanımı sardı, siz de biliyorsunuz lordum. Kardinal’in kışkırttığı Kral yaygara koparttı. Madame de Vernet yanımdan alındı, Putange sürgüne yollandı, Madame de Chevreuse’ün adı lekelendi. Siz Fransa elçisi olarak dönmek istediğinizde -hatırlayın lordum- Kral bizzat karşı çıktı.”
“Evet, Fransa Kral’ı bu reddedişinin bedelini savaşla ödeyecek. Sizi görmeye iznim yok madam ama benden her gün haber alacaksınız. Seferinin ya da La Rochelle’de Protestanlarla kurduğum ittifakın amacı nedir sizce? Sizi görmenin zevki. Elimde kılıçla Paris’e girme niyetim yok buna eminim. Ama bu savaş barış getirecek ve bu barış için bir müzakereciye ihtiyaç var. O müzakereci ben olacağım. O zaman beni reddetmeye cesaret edemezler. Böylece Paris’e döneceğim ve sizi görebileceğim. Bir anlığına dahi olsa mutlu olacağım böylece. Binlerce adam benim mutluluğumun bedelini canıyla ödeyecek bu doğru. Ama benim için sizi gördüğüm müddetçe bunun bir önemi yok. Bütün bunlar aptallık belki, belki de delilik. Söyleyin hangi kadının böyle bir âşığı, hangi Kraliçe’nin böyle bir hizmetçisi vardır?”
“Lordum, lordum, kendinizi savunmak için söyledikleriniz sizi daha da suçlu yapıyor. Aşkınıza delil olarak sunduğunuz her şey neredeyse suç.”
“Çünkü beni sevmiyorsunuz madam. Eğer sevseydiniz farklı bakardınız. Eğer beni sevseydiniz, ah bir sevseydiniz bu çok büyük bir mutluluk olurdu ve ben çıldırırdım! Ah, Madam de Chevreuse sizin kadar zalim değildi. Holland onu sevdi, o da bu sevgiye karşılık verdi.”
“Madam de Chevreuse kraliçe değildi!” diye söylendi Avusturyalı Anne böylesi bir tutku karşısında kendine hâkim olamayarak.
“O zaman eğer ki kraliçe olmasaydınız beni severdiniz madam. O zaman beni seveceğinizi söyleyin. Bana bu kadar zalim olmanızın sebebinin konumunuz olduğuna inanabilirim. Eğer ki Madam de Chevreuse’ün yerinde olsaydınız zavallı Buckingham dükü ümitlenebilirdi. Bu tatlı sözler için teşekkürler. Ah güzel Kraliçe’m, yüzlerce kez teşekkürler!”
“Ah lordum! Yanlış anlıyor, yanlış yorumluyorsunuz. Bunu demek istemedim.”
“Sessiz olun, sessiz! Eğer ki bir yanlışlıkla mutlu oluyorsam onu benden alma zalimliğini yapmayın. Bir tuzağın içine çekildiğimi bana siz söylediniz madam. Belki de bu tuzak beni öldürebilirdi. Bu çok ilginç olurdu çünkü bir süredir öleceğimi hissediyordum.” Dükün yüzünde üzgün ve çekici bir gülümseme belirdi.
“Aman Tanrı’m!” diye bağırdı Avusturyalı Anne. Düke olan ilgisinin söylemeye cesaret ettiğinden daha fazla olduğunu ortaya koyan bir korku ifadesiyle.
“Bunu sizi korkutmak için söylemedim madam. Bu benim için de sizin için olduğu kadar saçma. Bana inanın ki böyle hislere aldırmam. Fakat az önce söylediğiniz sözler, bana neredeyse verdiğiniz ümit için hayatımı verirdim.”
“Ah, ama ben…” dedi Anne. “Benim de önsezilerim var dük. Benim de rüyalarım var. Rüyamda kan kaybettiğinizi, yaralı vaziyette yattığınızı gördüm.”
“Sol tarafta bir bıçak var mıydı yok muydu?” diye araya girdi dük.
“Evet, vardı lordum. Sol tarafınızda bir bıçak vardı. Bu rüyayı size kim anlatmış olabilir acaba? Ben dua ederken Tanrı’dan başka kimseye anlatmadım.”
“Daha fazla sormayacağım madam. Beni seviyorsunuz, bu yeterli.”
“Sizi seviyorum, ben?”
“Evet, evet. Eğer beni sevmeseydiniz Tanrı size ve bana aynı rüyayı gösterir miydi. Eğer birbirimize bağlı olmasaydık aynı önsezileri tecrübe eder miydik? Beni seviyorsunuz benim güzel Kraliçe’m. Benim için ağlayacak mısınız?”
“Aman Tanrı’m, aman Tanrı’m!” diye bağırdı Avusturyalı Anne. “Bu taşıyabileceğimden daha fazla. Tanrı aşkına gidin dük. Gidin! Sizi sevip sevmediğimi bilmiyorum. Bildiğim tek şey yalan söylemeyeceğim. Bana acıyın ve gidin. Ah, eğer Fransa’da kalır ve Fransa’da ölürseniz ölüm sebebinizin bana olan aşkınız olduğunu düşünmek kendimi asla affetmememe sebep olur. Çıldırırım. Buradan ayrılın, size yalvarıyorum, ayrılın!”
“Ah, ne kadar da güzel şu hâliniz! Ah size ne kadar âşığım…” dedi Buckingham dükü.
“Gidin, gidin size yalvarıyorum. Bir elçi ya da bakan olarak, sizi çevreleyen muhafızlarınız, sizi kollayan hizmetçileriniz varken dönün. O zaman sizin için ya da hayatınız için endişelenmem ve sizi gördüğüme memnun olurum.”
“Ah bu söyledikleriniz doğru mu?”
“Evet.”
“O zaman müsamahanızın delili olarak, rüya görmediğimi bana hatırlatacak bir şey verin bana. Sizin taktığınız benim de takabileceğim bir şey olsun. Bir yüzük, kolye ya da zincir…”
“Dediğinizi yaparsam derhâl gidecek misini?”
“Evet.”
“Şu anda.”
“Evet.”
“Fransa’dan ayrılacak, İngiltere’ye döneceksiniz.”
“Evet, size yemin ederim.”
“O zaman bekleyin.”
Odasına dönen Kraliçe, gül ağacından yapılma altın işlemeli kutuyu alarak derhâl dışarı çıktı.
“Buyrun lordum.” dedi. “Benden hatıra olsun.”
Kutuyu alan Buckingham dükü ikinci kez diz çöktü.
“Gideceğinize söz verdiniz.”
“Ve sözümü tutacağım. Eliniz madam, elinizi uzatın gideceğim.”
Gözlerini kapatan Kraliçe elini uzattı. Diğer eliyle de düşmek üzereymişçesine Estafania’ya tutundu.
Buckingham dükü, Kraliçe’nin ellerini tutkuyla öptü ve ayağa kalktı.
“Eğer ki altı ay içinde ölmezsem sizi tekrar göreceğim madam. Tüm dünyanın altını üstüne getirmem gerekse bile.”
Dük daha sonra odadan ayrıldı. Koridorda kendisini bekleyen Madam Bonacieux ile karşılaştı. Aynı şekilde saraydan ayrıldılar.
Ücretsiz ön izlemeyi tamamladınız.