Kitabı oku: «Üç Silahşörler»
1
Yaşlı Dartanyan’ın Üç Hediyesi
1625 yılının Nisan ayının ilk pazartesi gününde pazar şehri Möng, Güllerin Romantizmi1 kitabının yazarının doğduğu yer, Hügenotlar ikinci bir La Rochelle kuşatması yapmış gibi bir devrim görüntüsü veriyordu. Ağlayan çocuklarını kapı eşiğinde bırakan kadınların Büyük Cadde’ye doğru kaçtığını gören vatandaşlar aceleyle zırhlarını kuşanıp belli belirsiz cesaretlerini desteklemek üzere tüfeklerine sarıldıktan sonra Franc Meunier Oteli’nin önünde sayıları her geçen dakika artan meraklı ve gürültücü topluluğa katıldılar.
O zamanlar için panik hâli pek yaygındı. Herhangi bir şehrin böylesine bir olayı arşivine kaydetmediği gün sayısı çok azdı. Birbirine karşı savaşan asiller, Kardinal’e karşı savaşan Kral ve Kral’a karşı savaşan İspanya vardı. Gizli saklı ya da herkesçe bilinen savaşlara ek olarak soyguncular, dilenciler, Hügenotlar, kurtlar ve dolandırıcılar vardı ki onlar herkese savaş açmıştı. Hırsızlar, kurtlar ya da dolandırıcılar söz konusu olduğunda ahali derhâl silahlarına sarılırdı. Asiller ya da Hügenotlara karşı sık sık, Kral’a karşıysa zaman zaman silah kuşandıkları da vakidir. Fakat Kardinal’e ya da İspanya’ya karşı asla! Bu alışkanlıktan dolayı 1625 yılının Nisan ayının ilk pazartesi gününde bu yaygarayı işitip kırmızı sarı bayrağı ya da Richelieu dükünün adamlarına ait üniformayı göremeyen şehirliler Franc Meunier Oteli’ne doğru aceleyle ilerlediler. Otelin önüne vardıklarında curcunanın sebebini hemen anladılar.
Portresini kısaca çizebileceğimiz bir adam vardı. 18 yaşında bir Don Kişot hayal edin. Metal göğüslüğü, kalça ya da uyluk zırhı olmayan bir Don Kişot. Mavi renkli yün hırkası, şarap kırmızısı ile gök rengi arasındaki adı bilinmeyen bir tona dönüşmüş yün bir hırka giyen bir Don Kişot. Uzun ve esmer yüzünde zekâ işareti olan çıkık elmacık kemikleri vardı. Fazlasıyla gelişkin üst çene kasları, şapkası olmasa bile bir Gasconlu olduğunun şüphe götürmez bir işaretiydi. Zaten kendisi bir çeşit kuş tüyünden yapılma bir şapka takıyordu. Gözü açık ve akıllıydı. Burnu ise kancalı olsa da biçimliydi. Bir ergen için fazla iri, yetişkin biri için fazla ufak tefekti. Deri kılıfından üzerine bindiği ata ve baldırlarına değen uzun kılıcı olmasa onu gören tecrübesiz bir göz kendisinin seyahate çıkmış bir çiftçi oğlu olduğunu düşünebilirdi.
Bu genç adamın herkesin gözüne çarpan bir atı vardı. On iki ya da on dört yaşlarında olan bu midillinin kuyruğundaki kıllar dökülmüştü ve sarı renkliydi. Günde sekiz fersah yol alabiliyordu ancak. Ne yazık ki bu atın özellikleri tuhaf renkli derisinin altında öylesine iyi gizlenmişti ki herkesin at uzmanı olduğu o zamanda Meung’a Beaugency kapısından giriş yapan bu hayvan insanlar üzerinde olumsuz bir hava yaratıyordu. Bu havadan binicisi de nasibini alıyordu.
Bu olumsuz tepkiyi ismi Dartanyan olan genç adam da acı bir şekilde tecrübe etmekteydi. Her ne kadar iyi bir at binicisi olsa da atın sebep olduğu tuhaf görüntüden kurtulamıyordu. Bu sebepten babası atı kendisine hediye olarak verdiğinde derin bir iç çekmişti. Böylesi bir hayvanın 20 pound ettiğinin farkındaydı. Babasının bu hediyeyi kendisine verirken söyledikleri atın değerinden daha önemliydi.
“Oğlum!” dedi Gasconlu beyefendi. “Bu at on üç yıl önce babanın evinde dünyaya geldi. O zamandan beri de burada kaldı. Bu sebepten atı sevmelisin. Atı asla satma. Yaşı geldiğinde sakince ve onuruyla ölmesine izin ver. Eğer onunla birlikte savaşa girecek olursan kendisine yaşlı bir hizmetçiye bakar gibi bak. Eğer olur da saraya gitme şerefine nail olursan…” diye devam etti yaşlı Dartanyan, “Eskilere dayanan soyluluğunun sana sağlayacağı bir haktır bu unutma. Beyefendiliğini kendine yakışır bir şekilde muhafaza etmeye bak. Bu asalet ki beş yüz sene önceki atalarından kalmadır. Bu sebepten hem kendin hem de senden olanların hatırına isminin hakkını ver. ‘Senden olanlar’ derken akrabalarını ve arkadaşlarını kastediyorum. Kardinal ve kral dışında hiç kimseye tahammül etme. Bugünlerde bir beyefendinin istikbali sadece ve sadece kendi cesaretine bağlıdır. Bir anlık bir tereddüt dahi bir kişinin talihin sunduklarını kaçırmasına sebep olabilir. Gençsin. İki sebepten dolayı cesur olman gerek. Birincisi, sen bir Gasconlusun ikincisi de benim oğlumsun. Fırsatları kaçırma ve maceralara atılmakta tereddüt etme. Sana nasıl kılıç tutulacağını öğrettim. Demirden kasların, çelikten bileklerin var. Her fırsatta kavga etmeye bak. Yasaklanmış olsa bile düelloya katıl. Bunun için iki katı cesaret gerekir. On beş ekü2, atım ve nasihatlerim dışında sana verebileceğim bir şey yok. Bir de annende senin için bir merhem var. Bu merhemi Bohemyalı birinden aldı ve kalbe alınan yaralar dışındaki her yarayı iyileştirme özelliğine sahip. Bütün bunlardan yararlanmaya bak. Uzun ve mutlu bir hayat yaşa. Son olarak ekleyeceğim bir şey daha var. Ben hiçbir zaman sarayda bulunmadım ve sadece dinî savaşlarda gönüllü olarak rol aldım. Sana örnek olarak eski komşum Mösyö de Treville’den bahsedeceğim. Kendisi kralımız -Tanrı onu korusun- 13. Louis’nin çocukken oyun arkadaşıydı. Bazen oyun oynadıkları zaman savaşa girişirlerdi. Fakat bu savaşlardan güçlü çıkan her zaman için kral olmazdı. Aldığı darbeler hem öz güvenine hem de Mösyö de Treville ile olan dostluğuna zarar verdi. Mösyö de Treville daha sonra başkalarıyla da savaştı. İlk yolculuğunu yaptığı Paris’te beş kez, müteveffa Kral ile genç Kral’ın tahta çıkacağı süre içinde savaşları ve kuşatmaları saymazsak yedi kez savaştı. O zamandan bugüne dek ise belki yüz kez savaştı. Yani fermanlara, nizamnamelere ve emirlere rağmen kendisi silahşorlerin lideridir. Diyeceğim o ki kendisi Sezarlardan oluşan bir lejyonun lideridir. Kral kendisine büyük saygı duyar. Kardinal ise korkar. (Kardinal’in hiçbir şeyden korkmadığı söylenir hâlbuki). Dahası, Mösyö de Treville yılda on beş bin ekü kazanır. Bu yüzden büyük bir soyludur. O da senin gibi bir başlangıç yaptı. Bu mektubu ona götür ve yaptığı her şeyi örnek al ki sen de onun gibi olabilesin.”
Yaşlı Dartanyan sözlerini bitirdikten sonra kendi kılıcını oğlunun beline taktı. Kendisini yanaklarından şefkatle öptükten sonra onu uğurladı.
Babasının odasından ayrılan delikanlı, onun verdiği öğütlerden dolayı sık sık kullanmasını gerektirecek merhemi elinde tutan annesini buldu. Annesi ile olan vedalaşması biraz daha uzun ve duygusaldı. Ama babası biricik oğlunu sevmediğinden değil de bir erkek olarak duygularını açığa vurmak istemediğinden. Ne var ki Madame Dartanyan bir kadındı ve daha da önemlisi bir anneydi. Uzun uzun ağladı. Genç Dartanyan da müstakbel bir silahşorün yapması gerektiği gibi sert olmaya çalışıp gözyaşlarını tutmak için mücadele etti. Ne var ki o da annesi gibi ağladı.
Aynı gün genç delikanlı yolculuğa başladı. Babasının verdiği üç hediye vardı yanında. On beş ekü, at ve Mösyö de Treville’e vereceği mektup. Tavsiyeler ise hediyelere dâhil değildi.
Dartanyan elindeki kılavuzla hem ahlaki hem de fiziksel yönden tam bir Cervantes kahramanıydı. Bir tarihçi olarak kendisini tasvir ederken onunla kıyas yapmak ne kadar da mutluluk verici… Don Kişot yel değirmenlerini dev, koyunları ordu sanmıştı. Dartanyan ise her gülümsemeyi hakaret, her bakışı tehdit sayardı. Böylece Tarb’dan Meung’a kadar yumrukları sıkılı bir vaziyetteydi. Ellerini sık sık kılıcına götürdü. Ne var ki yumruğu hiçbir surata değmedi, kılıcı kınından çıkmadı. Her ne kadar perişan midillinin görüntüsü yoldan geçenlerin tebessümüne sebep olsa da atın kenarından sarkan hatırı sayılır uzunlukta bir kılıç vardı. Kılıcın üzerinde ise kibirli olmaktan çok acımasız görünen bir çift göz vardı. Bu yüzden görenler kahkahalarını bastırdılar. Kahkahalarına hâkim olamayanlar ise eski zaman maskeleri gibi yüzlerinin sadece yarısıyla gülüyorlardı. Dartanyan haşmetini ve hassasiyetini muhafaza etti. Ta ki talihsiz Meung şehrine varıncaya dek.
Ne var ki Franc Meunier Oteli’nin kapısına gelip atından indiğinde – kendisine yardım etmek üzere ne bir garson ne de bir seyis gelmişti – Dartanyan giriş kattaki açık bir pencereden kaliteli bir at arabası olan iyi görünümlü bir beyefendinin iki kişiyle konuştuğunu gördü. Bu kişiler sert bakışlı beyefendiyi saygıyla dinlemekteydiler. Dartanyan, alışkanlığı üzere bu kişilerin kendisi hakkında konuştuğunu zannetti ve dinlemeye koyuldu. Fakat bu kez Dartanyan kısmen yanılmıştı. Konuşmanın konusu kendisi değil, atıydı. Beyefendi bütün iyi özelliklerini dinleyicilerine sıralıyor gibiydi. Dinleyiciler ise anlatıcıyı büyük bir hürmetle dinliyor gibiydiler. Her an kahkahalar patlatıyorlardı. Hafif bir gülümsemenin dahi öfke patlaması yaşattığı delikanlının bu yüksek sesli neşe karşısında ne tepki vereceği kolayca tahmin edilebilir.
Yine de Dartanyan kendisi ile alay eden bu şahsiyeti daha fazla incelemek istiyordu. Mağrur bakışlarını Yabancı’ya dikti. Bu adam kırk – kırk beş yaşlarında, delici siyah bakışları olan, açık tenli biriydi. Dikkat çeken bir burnu ile biçimli bıyıkları vardı. Mor renkli bir gömlek ile pantolon giyiyordu. Bir de aynı renkten kordon vardı üzerinde. Gömlek ile pantolon her ne kadar yeni olsalar da uzun bir süre bavulda kalan seyahat giysileri misali kırışmışlardı. Dartanyan bütün bu tespitleri kısa bir süre içinde gerçekleştirmişti. İçinden gelen bir ses bu Yabancı’nın gelecekteki hayatına fazlaca tesir edeceğini söylüyordu.
Dartanyan gözlerini mor kıyafetli Yabancı’ya dikedursun beyefendi midilli ile ilgili çok ince tespitlerde bulunuyor, dinleyicilerinin daha da gürültülü kahkahalar patlatmasına sebep oluyordu. Kendisi bile alışkanlığının aksine hafif tebessüm ediyordu. Bu kez hiç şüphe yoktu. Dartanyan’a hakaret ediliyordu. Bunun üzerine şapkasını gözlerinin üzerine indirdi. Seyahat eden Gasconlu genç asillerden kaptığı soylu havaları taklit ederek bir elini kılıcının kabzasına, diğer elini de beline koyarak ilerlemeye başladı. Ne yazık ki her adım atışında öfkesi biraz daha şiddetleniyordu. Tepkisini ortaya koymak üzere hazırladığı hafif ve münasip giriş cümlesi yerine dilinin ucuna berbat bir insana ait cümleler geliyordu. Bir de buna eşlik eden öfkeli jestler…
“Size diyorum beyefendi. Kepenkin arkasına saklanan size… Evet, beyefendi… Neye güldüğünüzü söyleyin de beraber gülelim hadi!”
Beyefendi konuşmayı bırakıp gözlerini adama çevirdi. Bu tuhaf ifadelerin kendisine yöneltildiğinden emin olmak ister gibi bir hâli vardı. Kendisine hitap edildiğine ikna olduktan sonra kaşlarını hafifçe çattı. Tanımlaması imkânsız alaycı ve saygısız bir ses tonuyla Dartanyan’a cevap verdi.
“Size söylemiyordum beyefendi.” dedi.
“Ama ben size söylüyorum.” dedi genç adam. Muhatap olduğu hakaret ile kibarlığın, küçük görme ile nezaketin sebep olduğu bir öfke patlamasıyla.
Yabancı hafif bir tebessüm ile pencereden ayrılıp yavaş adımlarla otelden çıktı ve atın önünde durmaya başladı. Dartanyan ile arasında bir buçuk metre gibi bir mesafe vardı. Sessiz tavrı ile suratındaki alaycı ifade hâlâ pencere kenarında duran iki adamın neşesini daha da arttırmışa benziyordu.
Adamın yaklaştığını gören Dartanyan kılıcını kınından az miktar çıkardı.
“Bu at kesinlikle bir düğün çiçeğine benziyor. Ya da gençliğinde düğün çiçeği gibiymiş.” diye devam etti Yabancı konuşmasına. Penceredeki dinleyicilerine hitaben bir şeyler söylemeye devam ediyor, adamlarla arasında duran ve öfkeden çıldırmış Dartanyan’a en ufak bir tepki göstermiyordu. “Bu renge Botanik’te fazlasıyla rastlanır. Fakat atlarda pek nadirdir.”
“Atın efendisine gülecek cüreti olmayanlar ata gülerler.” diye haykırdı delikanlı öfkeyle.
“Ben sık sık gülmem beyefendi.” diye cevap verdi Yabancı. “Yüzümdeki ifadeden de anlayacağınız üzere. Yine de gülmek istediğim zaman gülerim.”
“Ben de!” diye haykırdı Dartanyan. “Benim istemediğim durumlarda gülünmesine izin vermem.”
“Pekâlâ beyefendi.” diye devam etti Yabancı. Her zamankinden daha da sakindi. “Bu çok doğru!” dedi ve otele girmek üzere geri döndü.
Fakat Dartanyan kendisiyle alay etme cüretini gösteren bir adamın elinden kaçmasına izin verecek biri değildi. Kılıcını kınından tamamen çıkardıktan sonra adamı takip etmeye başladı. “Dön, dön şakacı beyefendi! Yoksa seni arkadan vurmak zorunda kalırım.”
“Hadi vur beni.” diye cevap verdi Yabancı arkasını dönerken. Genç adamı nefret ve hayret dolu bakışlarla incelerken, “Neden delikanlı? Çıldırdınız galiba.”dedi. Daha sonra kendi kendine konuşurcasına bastırılmış bir ses tonuyla devam etti.
“Bu çok sinir bozucu. Hâlbuki majesteleri için bir lütuf olabilirdi. Kendisi silahşor olarak işe alabileceği cesur adamları arıyor her yerde.”
Sözlerini henüz bitirmişti ki Dartanyan öfkeli bir darbe savurdu ona. Eğer çevik bir hareketle geri çekilmiş olmasaydı muhtemelen bunlar söylediği son sözler olacaktı. Olayın basit bir şakadan daha ciddi bir hâl aldığını fark eden Yabancı da kılıcını çıkardı. Rakibine selam verdi ve kendini savunmaya aldı. Fakat o sırada iki dinleyici de ona katılmıştı. Sopalar, kürekler ve maşalarla Dartanyan’ın üzerine çullandılar. Dartanyan darbeler almaya devam ederken Yabancı kılıcını kınına soktu ve biraz önce başrolünde oynadığı kavgayı seyretmeye koyuldu. Her zamanki vurdumduymaz tavrıyla, “Şu Gasconlulara lanet olsun. Bırakın turuncu atına binip defolsun!” diye söylendi.
“Seni öldürmeden asla, korkak!” diye bağıran Dartanyan, kendisine saldırmaya devam eden üç adamın karşısında bir adım dahi geri atmıyordu.
Yabancı homurdanmaya devam etti.
“Şerefim üzerine yemin ederim ki bu Gasconlular iflah olmaz. O hâlde dansa devam, mademki öyle istiyor. Yorulunca belki bize söyler.”
Ne var ki Yabancı nasıl bir inatçı kişilikle muhatap olduğunun farkında değildi. Dartanyan merhamet dilenecek bir adam değildi. Bu sebepten kavga bir müddet daha devam etti. Fakat Dartanyan bir darbe sonucu ikiye bölünen kılıcını nihayet bırakmak zorunda kalmıştı. Alnına aldığı bir başka darbe delikanlıyı yere sermişti. Üstü başı kan revan içindeydi ve bayılmak üzereydi.
Bu sırada insanlar dört bir taraftan olay yerine koşuyordu. Bu durumun sonuçlarından endişelenen otel sahibi hizmetçilerinin de yardımıyla yaralı adamı içeri taşıyıp yaralarını tedavi etmeye çalıştılar.
Beyefendiye gelince, kendisi pencere kenarındaki yerini aldı ve belirgin bir sabırsızlıkla ahaliyi incelemeye koyuldu. Hâlâ dağılmamış olmalarına sinirleniyor gibiydi.
“Pekâlâ, çıldırmış adam ne hâlde?” diye haykırdı. Kapı sesiyle birlikte içeri giren Otel Sahibi’ni gördü. Kendisinin yara alıp almadığını sormaya gelmişti.
“Ekselanslarının sağlık durumu nasıl?” diye sordu Otel Sahibi.
“Ah evet! Çok iyiyim beyefendi. Genç adama ne olduğunu merak etmekteyim.”
“Kendisi daha iyice. Bayılmış.”
“Evet.” dedi beyefendi.
“Fakat bayılmadan önce bütün gücünü topladı ve size meydan okudu.”
“Neden? Bu adam insan kılığına girmiş iblis olmalı.” dedi Yabancı.
“Hayır, hayır beyefendi. Kendisi iblis değil.” diye cevap verdi Otel Sahibi. Yüzünde küçümseyici bir sırıtış vardı. “Kendisi bayılırken valizini aradık ve temiz bir gömlek ile ekü dışında hiçbir şey bulamadık. Fakat yine de bayılırken eğer bu olay Paris’te yaşansaydı pişman olacağınızı söyledi.”
“O zaman…” dedi Yabancı sakin bir şekilde. “Kendisi tebdil-i kıyafet gezinen bir prens.”
“Size söyledim Sayın Beyefendi.” diye devam etti Otel Sahibi. “Kendinizi korumaya almanız gerekirse diye.”
“Peki herhangi bir isim verdi mi?”
“Evet, cebine vururken şöyle söyledi. ‘Mösyö de Treville’in himayesi altındaki birine böyle davranılmasına ne tepki vereceğini göreceğiz.’”
“Mösyö de Treville?” diyen Yabancı daha dikkatli dinlemeye başlamıştı. “Elini cebine koyarken Mösyö de Treville adını zikretti öyle mi? Sayın Otel Sahibi bu genç adam her ne kadar bilinçsiz de olsa cebinde ne olduğunu incelemeyi ihmal etmediniz değil mi? Cebinde ne vardı?”
“Mösyö de Treville’e yazılmış bir mektup vardı Sayın Silahşorlerin Lideri.”
“Gerçekten mi?”
“Tam da size söyleme şerefine nail olduğum gibi oldu ekselansları.”
Ne var ki Otel Sahibi, söylediği sözlerin Yabancı’da ne gibi bir tesire sebep olduğunu fark edecek idrak kuvvetine sahip değildi. Adam pencere önünde oturduğu yerden kalktı. Endişeli bir şekilde kaşlarını çattı.
“İblis!” diye homurdandı dişlerinin arasından. “Treville’in bu Gasconluyu üzerime salmış olması mümkün mü? Kendisi pek genç. Fakat bir kılıç darbesi bir kılıç darbesidir. Darbeyi savuran kaç yaşında olursa olsun. Genç bir adam yaşlı bir adamdan daha az şüphe uyandırır üstelik.” Yabancı birkaç dakika daldı. “Basit bir engel büyük bir amacı yıkmaya yeter bazen.”
“Hancı, bu çılgın çocuktan kurtulmanın bir yolunu bulamaz mısın? Onu öldürmeye vicdanım el vermez ama…” diyen Yabancı soğuk ve tehditkâr bir ifadeyle sözlerine devam etti. “Sinirlerimi bozuyor. Nerede o?”
“İlk katta eşimin odasında. Orada yaralarını sarıyorlar.”
“Eşyaları ve çantası da yanında mı? Ceketini (doublet) çıkardı mı?”
“Her şey mutfakta. Ama eğer bu çılgın sizi sinirlendiriyorsa…”
“Kesinlikle sinirlendiriyor. Hanınızda olay çıkardı ki bu saygın insanların tahammül edemeyeceği bir şey. Hadi git hesabımı getir ve hizmetçime haber ver.”
“Ne oldu mösyö, bizden bu kadar erken mi ayrılcaksınız?”
“Aynen öyle yapacağım. Atımın eyerlenmesini emretmiştim. Emirlerime karşı mı geliniyor?”
“Ekselanslarının da göreceği üzere eyerlendi. Atınız büyük kapıda, yolculuğunuz için hazır.”
“Çok iyi. O zaman sana söylediklerimi yap.”
“Aman aman!” dedi Hancı kendi kendine. “Acaba bu çocuktan korkuyor olabilir mi?” Ne var ki yabancının attığı buyurgan bir bakış üzerine Hancı sustu. Alçak gönüllülükle eğildi ve oradan ayrıldı.
“Bu adam sevgilimi görmemeli.” diye devam etti Yabancı. “Yakında gelecek zaten. Hatta geç bile kaldı. Atıma atlayıp onu karşılamaya gitmeliyim. Treville’e hitaben yazılmış mektupta ne yazdığını bilmek isterdim doğrusu.”
Kendi kendine söylenmeye devam eden Yabancı mutfağa yöneldi. Bu arada Yabancı’nın genç adamın varlığından dolayı hanından ayrıldığından emin olan Hancı eşinin odasına çıktı. Dartanyan o sırada yeni yeni kendine geliyordu. Yabancı gibi soylu bir beyefendiyle – adamın güçlü bir asilzade olduğu kanaatindeydi – kavgaya giriştiği için polisin delikanlıya fazlasıyla zorluk çıkartacağını söyledi Hancı. Sonra da güçsüz olmasına rağmen derhâl ayağa kalkıp mümkün olan en kısa sürede oradan ayrılmasını söyledi Dartanyan’a. Hâlâ yarı şaşkın vaziyette olan delikanlının ceketi (doublet) üzerinde değildi. Başının etrafına da keten bir bez parçası sarılıydı. Dartanyan Hancı’nın desteğiyle ayağa kalktı ve merdivenlerden inmeye başladı. Fakat mutfağa geldiği sırada gördüğü ilk şey hasmının ağır bir arabanın eşiğinde sakince konuşmasıydı. Arabaya iki iri Normandiya atı koşulmuştu.
Adamın konuştuğu kişi araba penceresinden başı görünen yirmi – yirmi iki yaşlarında bir kadındı. Dartanyan’ın bir yüz ifadesini ne kadar hızlı okuduğu bilinen bir şey. Tek bakışta anladığı üzere bu genç ve güzel bir kadındı. Delikanlının o zamana kadar yaşadığı güney eyaletlerinde gördüğünden tamamen farklı bu güzellik onu fazlasıyla sarsmaya yetmişti. Açık tenli ve sarı saçlıydı. Uzun lüleleri omzundan dökülüyordu. Geniş, mavi gözleri ile mahzun bakışları vardı. Dudakları gül rengiydi ve su mermeri gibi elleri vardı. Yabancı ile konuşurken pek canlıydı.
“O zaman Sayın Kardinal buyuruyor ki…” dedi genç kız.
“Derhâl İngiltere’ye dönmenizi ve Londra’dan ayrılır ayrılmaz haber vermenizi söylüyor.”
“Peki, başka bir emir var mı?” diye sordu güzel gezgin.
“Hepsi bu kutunun içinde. İngiltere sınırlarına ulaşmadan açmamalısınız bu kutuyu.”
“Pekâlâ. Ya siz… Siz ne yapacaksınız?”
“Ben Paris’e döneceğim.”
“Ne yani, küstah çocuğa haddini bildirmeden mi döneceksiniz?” diye sordu genç kız.
Yabancı tam cevap vermek üzereydi ki konuşmaları işiten Dartanyan kapı eşiğinde belirdi.
“Küstah çocuk diğerlerine haddini bildirir.” dedi. “Bu kez haddini bildireceğim kişinin daha önce olduğu gibi kaçmayacağını ümit ediyorum.”
“Kaçmayacağını mı?” diye cevap veren Yabancı kaşlarını çattı.
“Kesinlikle. Bir hanımefendinin önünde kaçmaya cüret etmezsiniz zannediyorum.”
Yabancı’nın kılıcına davrandığını gören Milady,
“En ufak bir gecikmenin her şeyi mahvedebileceğini unutma.” dedi.
“Haklısın!” diye bağırdı beyefendi. “Sen yola çık o zaman. Ben de en kısa zamanda çıkacağım zaten.”
Hanımefendiye başıyla selam verdikten sonra atına atladı. Bu arada arabacı atları kuvvetle kırbaçlamaya başladı. Böylece ikisi de ters yönde dörtnala ilerlemeye başladılar.
Yabancı uşağına, “Hesabı öde.” dedi. Hancı’nın ayağına iki ya da üç gümüş fırlatan uşak da dörtnala efendisinin peşinden gitmeye başladı.
“Korkak herif! Sahte asilzade!” diyen Dartanyan da uşağın ardından atına atlamaya çalıştı. Fakat yaralarından dolayı o kadar zayıf düşmüştü ki bu iş onu epey zorladı. Henüz on adım dahi ilerlemeden kulaklarının çınlamaya başladığını hissetti. Başı dönmeye başladı ve gözleri kanlandı. Yolun ortasında yere düştüğü anda dahi bağırmaya devam ediyordu. “Korkak, korkak, korkak…”
“Gerçekten de korkak.” diye mırıldanan Hancı, Dartanyan’ın yanına gitti. Bu ufak jest sayesinde delikanlıyla arasını düzelteceğini umuyordu.
“Evet, tam bir korkak.” diye homurdandı Dartanyan. “Fakat kız çok güzel…”
“Kız ne?”
“Milady” diye mırıldanan Dartanyan bir kez daha bayıldı.
“Hepsi de aynı.” dedi Hancı. “İki müşteri kaybettim ama burada kendisinin bir kaç gün boyunca kalacağına da eminim. Nereden baksan on bir ekü kazandım.”
On bir ekü Dartanyan’ın çantasındaki paranın tamamı demek oluyor hatırlanacağı üzere.
Hancı on bir gün boyunca kalmanın karşılığını günlük bir eküden on bir ekü olarak hesaplamıştı. Ne var ki bu hesabı misafirinin fikrini almadan yapmıştı. Ertesi sabah saat beşte Dartanyan ayağa kalktı. Kimsenin yardımı olmadan mutfağa indi. Ne olduğunu bilmediğimiz birtakım malzemeye ilaveten bir miktar yağ, biraz şarap ve biberiye istedi. Annesinin verdiği karışımın yanında bir de merhem yaptı ve bu merhemi yaralarına sürdü. Sargılarını kendi kendine değiştirdi ve herhangi bir doktordan gelecek yardımı kabul etmedi. O günün akşamında yürümeye başlayan Dartanyan ertesi sabah neredeyse iyileşmişti bile.
Sıkı bir perhiz uyguladığından dolayı biberiye, yağ ve şarap ile at yeminin ücretini ödemek istedi. Atı sahibinin aksine normal bir atın üç katı kadar yem tüketmişti. (En azından Hancı böyle söylüyordu.) Ödeme yapmak üzere cebine uzanan Dartanyan eski kadife kesesinde on bir ekü dışında hiçbir şey bulamadı. Mösyö De Treville’e yazılmış mektup kayıptı.
Delikanlı büyük bir sabırla ceplerini defalarca aradı. Valizinin altını üstüne getirdi. Cüzdanını tekrar tekrar yokladı. Mektubu bulamayacağına ikna olduğundaysa kendisine neredeyse taze şarap, yağ ve biberiyeye mal olacak üçüncü bir öfke patlamasına kapıldı. Sinirden deliye dönen delikanlının mektubu bulunmazsa hanındaki her şeyi mahvedeceğinden korkan Hancı eline bir şiş aldı. Karısı süpürgesini kaptı diğer hizmetçiler de daha önce kullandıkları sopalara davrandılar.
Dartanyan bağırıyordu. “Tavsiye mektubum! Ya tavsiye mektubumu bulursunuz ya da ahdım olsun sizi kiraz kuşu gibi şişlerim.”
Ne yazık ki Dartanyan’ın bu tehdidini gerçekleştirmesinin önünde kuvvetli bir engel vardı. Hatırlayacağımız üzere delikanlının kılıcı yaşadığı ilk sürtüşmede ikiye bölünmüştü. Dartanyan bunu tamamen unutmuştu. Bu sebepten tam da kılıcını çektiği sırada yirmi santim uzunluğunda bir metal parçası buldu. Hancı bu parçayı kılıfa dikkatlice yerleştirmişti. Kılıcın kalan kısmını ise yemek şişi yapmak üzere almıştı.
Ne var ki bu aldatmaca öfkeli genç adamı durdurmaya muhtemelen yetmezdi. Eğer Hancı, misafirinin sorgusunun son derece makul olduğuna kanaat getirmezse.
“Peki tamam da…” dedi şişini indirirken. “Mektup nerede?”
“Evet nerede mektup?” diye bağırdı Dartanyan. “İlk olarak sizi bir hususta uyarmam gerekiyor. O mektup Mösyö de Treville’e hitaben yazılmış. Bu sebepten mutlaka bulunması gerekiyor. Eğer bulunmazsa o nasıl bulunacağını bilir.”
Bu tehdit Hancı’yı yeterince korkutmuştu. Mösyö De Treville’in adı Kral ve Kardinal’den sonra ordu tarafından en çok zikredilen addı. Hatta vatandaşlar tarafından. Bir de Peder Joesph vardı ki onun adı sadece fısıltıyla anılırdı. Kardinal’in yakını olan bu kişinin estirdiği terör herkesçe bilinirdi.
Elindeki şişi indiren Hancı karısına ve hizmetçilerine de ellerindekileri bırakmasını emretti. Kayıp mektubu arama çalışmalarına başlamak üzere ilk adımı kendisi attı.
Birkaç dakikalık beyhude bir araştırmanın ardından: “Bu mektup herhangi değerli bir şey içeriyor mu?” diye sordu Hancı.
“Aman Tanrı’m! Galiba içeriyor!” diye haykırdı Gasconlu. Bu mektubun saraya girmesini sağlayacak şey olduğunu düşününce. “İçinde benim geleceğim vardı!”
“İçinde İspanya devlet tahvili mi vardı?”
“Majestelerinin şahsi hazinesinin tahvilleri vardı.” diye cevap veren Dartanyan bu tavsiye mektubu sayesinde Kral’ın hizmetine gireceğini düşünerek bu tehlikeli ifadeyi kullanmada sakınca bulmadı.
“İblis!” diye bağırdı hayretler içindeki Hancı.
“Para olsa sıkıntı değil.” diye devam etti Dartanyan. “Para sıkıntı değil. Para hiçbir şey ama mektup her şey. Onu kaybedeceğime bin tane tabanca kaybetmeyi tercih ederim.”
O sırada lanet okumakta olan Hancı’nın beyninde bir şimşek çaktı.
“Mektup kaybolmadı.” diye bağırdı.
“Ne!” diye haykırdı Dartanyan.
“Hayır çalındı.”
“Çalındı mı? Kim tarafından?”
“Dün burada bulunan beyefendi tarafından. Kendisi ceketinizin (doublet) bulunduğu mutfağa indi ve bir süre tek başına durdu. Bahse girerim o çaldı.”
“Öyle mi dersiniz?” diye cevap veren Dartanyan çok da ikna olmamıştı. Mektubun değerinin şahsi olduğunun farkındaydı ve çalınmasını gerektiren bir sebep göremiyordu. Ne adamın hizmetçileri ne de diğer yolcular o mektuba sahip olarak bir şey elde edemezlerdi.
“Yani siz…” diye devam etti Dartanyan. “O münasebetsiz beyefendiden mi şüpheleniyorsunuz?”
“Size bundan emin olduğumu söylüyorum.” diye devam etti Hancı. “Zatıalinizin Mösyö de Treville’in öğrencisi olduğunu, bu şanlı adama verilmek üzere bir mektup taşıdığınızı söylediğimde çok rahatsız olmuş gibi göründü. Bana mektubun nerede olduğunu sordu ve derhâl mutfağa indi. Ceketinizin orada olduğunu biliyordu.”
“O zaman hırsız o.” diye cevap verdi Dartanyan. “Mösyö de Treville’e şikâyet edeceğim. Kendisi de Kral’a şikâyet edecek.” Daha sonra haşmetli bir tavırla cüzdanından iki ekü çıkardı ve Hancı’ya verdi. Hancı da bir elinde şapkası kapıya kadar delikanlıya eşlik etti. Dartanyan sarı atına atladı ve Paris, St. Antoine’a kadar olaysız seyahat etti. Delikanlı atı üç ekü karşılığında sattı. Dartanyan’ın atı son seferinde zorladığı hesaba katılacak olursa bunun iyi bir fiyat olduğuna şüphe yoktu. Alıcı ise atı satın almasının asıl sebebinin renginin sıra dışılığı olduğunu söyledi.
Böylece Dartanyan şehre yaya olarak giriş yaptı. Küçük çantasını koltuk altına sıkıştırmış vaziyette bütçesine uygun bir daire buluncaya kadar yürüdü. Bulduğu daire tavan arasındaydı ve Lüksemburg yakınlarında bir bölgedeydi.
Ödemeyi yapar yapmaz odasına çekilen delikanlı günün kalanını annesinin, babasına ait neredeyse yeni ceketten söküp kendisine gizlice verdiği süslemeleri ceketine dikmekle geçirdi. Daha sonra kılıcını yaptırıp Louvre’a doğru yol aldı. Karşısına çıkan ilk silahşore Mösyö de Treville’in nerede kaldığını sordu. Treville’in Vieux-Colombier Caddesi’nde bir yerde olduğunu öğrendi. Burası delikanlının kiraladığı odaya yakındı. Bu durum yolculuğunun başarıya ulaştığına dair olumlu bir işaret gibiydi.
Bunun üzerine Meung’da kendini ortaya koyma biçiminden memnun bir vaziyette, geçmişe dair pişmanlık duymadan, şimdiden emin ve geleceğe dair ümitkâr bir hâlde yatağına çekildi ve cesurların uykusunu uyudu.
Sabah dokuzda uyandı ve babasının iddiasına göre ülkedeki en önemli üçüncü adam olan Mösyö de Treville’i görmek üzere yola koyuldu.