Kitabı oku: «Yaşamın Anlamı ve Amacı», sayfa 2
Çocukluğun ilk dönemlerine ait hatıralar özellikle bireyin yaşama karşı kendine özgü yaklaşımının ne kadar değişmez olduğunu göstermede ve yaşama karşı duruşunu ilk kez açığa vurduğu koşulları ortaya çıkarmada işe yarar. Tüm hatıralar arasında ilkinin iki nedenden dolayı çok önemli bir yeri vardır. İlk olarak temel benlik tahminini ve içinde bulunduğu durumu içermektedir. Dünyanın kendisine nasıl göründüğüne dair ilk görüşü, kendisi ile kendisinden beklenenlere yönelik az ya da çok ilk eksiksiz semboldür. İkinci olarak birey için öznel başlangıç noktası, kendisi için yarattığı otobiyografinin başlangıcıdır. Bu sebeple de burada çoğunlukla zayıflık noktası ve kendi hissettiği yetersizlik ile ideali olarak gördüğü güçlü ve güvende olma hedefi arasında bir tezat karşımıza çıkar. Psikolojik amaçlar doğrultusunda bireyin ilk olarak tanımladığı hatıranın gerçekte hatırlayabildiği ilk olay olup olmadığı ya da bunun gerçek bir olayın hatırası olup olmadığı önemli değildir. Hatıralar sadece ne olarak “algılandıkları”, nasıl yorumlandıkları ve günümüz ile gelecek yaşamı için ne anlam taşıdıkları bakımından önemlidir.
Bu noktada ilk hatıralara yönelik birkaç örneği ele alıp somutlaştırdıkları “yaşamın anlamı”nı inceleyebiliriz. “Çaydanlık masanın üstünden devrildi ve beni haşladı.” Yaşam işte böyledir! Yaşam hikâyesi böyle başlayan bir kızın çaresizlik duygusuyla devam etmesi ve yaşamın tehlikeleri ile zorluklarını abartmasını görmek bizi şaşırtmamalı. Şayet diğer insanlara kendisine yeterince ilgi göstermedikleri için yürekten sitem ederse de şaşırmamalıyız. Muhakkak yaşamındaki birileri bu kadar küçük bir çocuğu böylesine risklere maruz bırakmak konusunda çok büyük bir ihmalkârlık yapmıştır. Bir başka ilk hatırada benzer bir dünya resmedilmektedir: “Üç yaşındayken bebek arabasından düştüğümü hatırlıyorum.” Bu ilk anının yanında sürekli tekrarlanan bir rüya da karşımıza çıkmaktadır, “Dünyanın sonu geliyor ve gecenin yarısında uyanıp gökyüzünün alevler içinde kıpkırmızı olduğunu görüyorum. Yıldızların hepsi düşüyor ve dünyamız başka bir gezegenle çarpışıyor. Ama tam çarpışmadan önce uyanıyorum.” Kendisine herhangi bir şeyden korkup korkmadığı sorulan bu öğrenci “Yaşamda başarılı olamayacağımdan korkuyorum” diye yanıt veriyor. İlk hatırasıyla tekrarlanan rüyasının cesaretsizlik olarak işlev gördüğü ve başarısızlık ile felaketlere karşı korkusunu onayladığı açıkça ortadadır.
Geceleri altına kaçırdığı ve annesiyle sürekli çatıştığı için kliniğe getirilen on iki yaşındaki bir erkek çocuk ise ilk hatırasını şöyle anlatmaktadır: “Annem kaybolduğumu sanıp sokağa fırlamış. Adımı haykırmış ve çok korkmuş. Bütün bu süre zarfında ben evdeki bir dolabın içinde saklanıyordum.” Bu hatıradan şöyle bir tahminde bulunabiliriz: “Yaşam başkalarına zahmet vererek ilgi kazanmaktır. Güvende kalmak için tek yol hilekârlıktır. Beni göz ardı ettiler ama onları kandırabilirim.” Yatağı ıslatması da kendisini endişe ve ilgi odağında tutmak için benimsenmiş çok iyi bir araçtır ve annesinin ona karşı duyduğu endişe ve tedirginlik de yaşamı yorumlama biçimini onaylamaktadır. Önceki örneklerde de olduğu gibi bu çocuk da dış dünyadaki yaşamın tamamen tehlikelerle dolu olduğu izlenimini çok önceleri edinmiş ve sadece diğer insanların kendisi hakkında endişelendiğinde güvende olabileceği sonucuna varmıştır. Ancak bu biçimde ihtiyaç duyduğunda diğerlerinin onu korumak için etrafında olacaklarını bilerek rahatlayabilirdi.
Otuz beş yaşındaki bir kadının ilk hatırası şöyleydi: “Üç yaşımdayken kilere indim. Karanlıkta merdivenlerden inerken benden biraz daha büyük olan erkek kuzenim kapıyı açıp arkamdan geldi. Ondan çok korkmuştum.” Bu anıdan muhtemelen diğer çocuklarla oynamaya alışkın olmadığı ve özellikle de diğer cinsiyetten olanların yanında huzursuz olduğu görünmektedir. Ailesinde tek çocuk olduğuna dair tahmin doğru çıktı ve otuz beş yaşında olmasına rağmen hâlâ bekârdı.
Sosyal duygunun daha yüksek bir düzeyde gelişmesi şu örnekle gösterilebilir: “Annemin bebek kardeşimi arabasında gezdirmeme izin verdiğini hatırlıyorum.” Ancak bu örnekte sadece daha zayıf insanların yanında rahat hissetmenin ve belki de anneye bağımlı olmanın işaretlerini görebiliriz. Yeni bir çocuğun kendisiyle ilgilenecek daha büyük çocukların yardımını alabilecek bir ortamda doğması, onların yeni gelen bebekle ilgilenecek olmaları ve bebeğin refahının sorumluluğunu paylaşmalarına izin verilmesi her zaman en iyisidir. Şayet büyük çocukların işbirliği kazanılırsa bebeğe gösterilen ilginin kendi itibarlarında bir azalma olarak görme eğiliminde olmayacaklardır.
Birlikte olma arzusu her zaman diğer insanlarla gerçekten ilgilenildiği anlamına gelmez. İlk hatıraları sorulduğunda bir kız şu şekilde yanıt vermiştir: “Ablam ve iki arkadaşımla oynuyordum.” Burada şüphesiz sosyal olmaya çalışan bir çocuk görüyoruz. Ancak en büyük korkusunun yalnız bırakılmak olduğunu söylediğinde onunla ilgili yeni bir kavrayış elde ediyoruz. Bu yüzden özgürlük eksikliğinin işaretlerini aramamız gerekir.
Yaşama yüklenen anlam bir kez keşfedilip anlaşıldığında bireyin kişiliğinin anahtarına ulaşırız. Bazen insanın karakterinin değişmez olduğu söylenir fakat bu görüş sadece bu durumun doğru çözümünü bulamamış kişiler tarafından ileri sürülebilir. Bununla birlikte daha önce gördüğümüz gibi asıl hatayı ortaya çıkarmada yetersiz kalırsa hiçbir iddia ya da tedavi başarılı olamaz. Ayrıca tek gelişim olasılığı, yaşama karşı daha işbirlikçi ve cesur bir yaklaşımın öğretilmesinde yatar. İşbirliği ayrıca nevrotik eğilimlerin gelişimine karşı tek korumadır. Bu yüzden de çocukların işbirliği konusunda eğitilip teşvik edilmesi, sıradan görevler ve sıradan oyunlarda kendi yaşlarındaki çocuklar arasında kendi yollarını bulmalarına izin verilmesi son derece önemlidir. İşbirliğini engelleyecek her türlü şey en ciddi sonuçlara yol açacaktır. Örneğin sadece kendisiyle ilgilenmeyi öğrenmiş olan şımartılmış çocuk diğerlerine karşı ilgisizliğini okula da taşıyacaktır. Dersleri sadece öğretmeninin ilgisini elde ettiği müddetçe onun için ilginç olacak, derslerde sadece kendisi için yararlı olduğunu düşündüğü şeyleri dinleyecektir. Yetişkinlik çağına yaklaştıkça sosyal duygu eksikliği giderek daha bariz biçimde vahim bir hal alacaktır. İlk hatasında sorumluluk ve bağımsızlık konusunda kendini eğitmeyi durdurduğu için artık yaşamın herhangi bir sınavına karşı donanımı aşırı derecede yetersiz kalır.
Eksikliklerinden dolayı artık onu suçlayamayız. Sadece bu durumun sonuçlarını hissetmeye başladığında bunları düzeltmesine yardım edebiliriz. Hiç coğrafya eğitimi almamış bir çocuktan bu dersin sınav sorularını başarılı bir şekilde yanıtlamasını bekleyemeyeceğimiz gibi işbirliği hakkında hiç eğitilmemiş bir çocuğun önüne işbirliği eğitimi gerektiren görevler serildiğinde doğru yanıtlar vermesini bekleyemeyiz. Ancak yaşamın her sorunu çözülmesi için işbirliği yapma becerisini gerektirir. Her bir görev insan topluluğu çerçevesinde ve insanlığın refahını sürdürebilecek biçimde ustalaşmayı gerektirir. Yalnızca yaşamın işbirliği anlamına geldiğini anlayan birey zorluklarını cesaretle ve büyük bir başarı olasılığıyla karşılayabilecektir.
Şayet öğretmenler ve psikologlar yaşama anlam yüklemede yapılacak hataları anlayıp kendileri de aynı hataları yapmazlarsa o zaman sosyal çıkardan yoksun çocukların kendi kapasiteleri ve yaşamın sunduğu fırsatları hakkında daha iyi hissedeceklerinden emin olabiliriz. Sorunlarla karşılaştıklarında çabalarından vazgeçmeyecekler, kolay bir çıkış aramayacaklar, kaçmaya çalışmayacak ya da yüklerini başkalarının sırtına yüklemeyecekler, özel muamele ve sevgi talep etmeyecekler, aşağılanmış hissetmeyecekler ve kendi başlarına intikam almaya çalışmayacaklar ya da “Yaşam ne işe yarar? Bana ne faydası var?” diye sormayacaklardır. Aksine “Kendi yaşamlarımızı kendimiz kurmalıyız. Bu bizim görevimiz ve bununla yüzleşebiliriz. Kendi eylemlerimizin hâkimi biziz. Yeni bir şeyler yapılacaksa ya da eski bir şeyin değiştirilmesi gerekiyorsa kendimizden başkasına ihtiyacımız yok,” gibi cümleler kurarlar. Şayet yaşama bu şekilde, bağımsız insanların gerçekleştirdiği bir işbirliği biçiminde yaklaşırsak insan topluluğumuzun gelişiminin sınırlarının olmadığını görebiliriz.
İkinci Kısım
Zihin ve Beden
İnsanlar her zaman zihnin mi bedene yoksa bedenin mi zihne hükmettiği konusu üzerine tartışmışlardır. Düşünürler de tartışmaya katılmışlar ya bir tarafı ya da diğerini seçmişler ve kendilerine idealist ya da materyalist demişlerdir. Bu konuda binlerce sav ortaya atmışlar ancak sorun her zaman olduğu gibi çekişmeli ve belirsiz kalmıştır. Belki bireysel psikoloji çözüme yönelik biraz yardım sunabilir. Çünkü bireysel psikolojide zihin ve bedenin canlı etkileşimiyle karşı karşıyayız. Burada tedavi edilmesi gereken birileri (zihin ve beden olarak) karşımızdadır ve şayet tedavimiz yanlış temeller üzerine dayanırsa bireye yardımcı olmakta başarısız oluruz. Teorimiz kesinlikle deneyimlerden gelişmeli, muhakkak uygulama deneyine dayanmalıdır. Bu etkileşimlerin arasında yaşıyoruz ve doğru bakış açısını bulmak konusunda en büyük güçlükle karşı karşıyayız.
Bireysel psikolojinin bulguları bu sorun hakkındaki yükün büyük bir kısmını ortadan kaldırır. Artık sorun basit bir “ya bu ya da şu” sorunu değildir. Hem zihnin hem de bedenin aslında yaşamın dışavurumu, yaşamın bütününün ayrılmaz parçaları olduğunu anlıyoruz. Ve bu bütün içerisinde karşılıklı olarak birbirleriyle ilişkilerini anlamaya başlıyoruz. İnsanın yaşamı devingen bir varlığın yaşamıdır ve sadece bedenini geliştirmek onun için yeterli olmayacaktır. Bir bitki kök salar, bir yerde kalır ve hareket edemez. Bu yüzden de bir bitkinin zihninin olduğunu keşfetmek çok şaşırtıcı olurdu. Ya da en azından bizim kavrayabileceğimiz türden bir zihnin varlığından bahsetmek. Şayet bir bitki tahminde bulunabilseydi ya da sonuçları öngörebilseydi bu becerisinin hiçbir yararı olmazdı. Bitki için “İşte birisi geliyor. Bir dakika içinde beni ezecek ve ayaklarının altında öleceğim,” diye düşünmesinin ne gibi bir avantajı olurdu? Neticede bitki hâlâ hareket edip adamın yolundan çekilemez.
Bununla birlikte tüm devingen canlılar tahminde bulunup hangi yöne gidebileceklerine karar verebilir. Bu gerçeklik zihinleri veya ruhlarının olduğunu varsaymayı gerekli kılar.
“Elbet vardır duyuların,
Yoksa kımıldayamazdın.”2
Bu hareket yönünü önceden görme yetisi zihnin temel ilkesidir. Bunu fark eder etmez zihnin bedene nasıl hükmettiğini, eyleme geçme hedefini nasıl belirlediğini anlayabilecek bir noktaya varırız. Ancak sadece bir andan bir başka ana rastgele bir hareketi başlatmak hiçbir zaman yeterli değildir. Bunca çabanın bir amacı olmalıdır. Hareketin yöneleceği noktayı belirlemek zihnin işlevi olduğundan yaşamda hâkim bir konumda yer alır. Öte yandan beden de zihni etkiler. Hareket ettirilmesi gereken bedendir. Zihin bedeni ancak bedenin sahip olduğu imkânlar ile bedenin geliştirmeyi öğrendiği diğer imkânlar doğrultusunda harekete geçirebilir. Şayet örneğin zihin bedeni Ay’a götürmeyi tasarlarsa bedenin sınırlarına uygun bir teknik geliştirmedikçe başarısız olacaktır.
İnsanlar hareket etmekle diğer bütün canlılardan daha çok meşguldürler. Sadece daha çok biçimde hareket etmekle kalmazlar, ayrıca ellerinin karmaşık hareketlerinde de görebileceğimiz gibi hareketleri sayesinde etraflarındaki çevreyi de hareket ettirmede daha beceriklidirler. Bu nedenle de öngörme yeteneğinin en çok insan zihninde gelişmiş olabileceğini ve konumlarının tümünü etraflarını çevreleyen tüm koşullara göre geliştirmeye yönelik amaçlı çabanın en bariz örneğini temsil edebileceklerini beklememiz gerekir.
Dahası, her insanda kısmi hedeflere yönelik tüm kısmi hareketlerin ardında tek bir kapsamlı hareket olduğunu keşfedebiliriz. Çabalarımızın tümü güvenlik duygusunu elde edebileceğimiz bir konuma yöneltilmektedir; yaşamın tüm zorluklarının üstesinden gelindiği ve sonunda etrafımızı çevreleyen tüm koşullarla bağlantılı olarak nispeten güvende ve galip gelmiş olma hissi. Bu amacı göz önünde bulundurarak tüm hareketlerin ve dışavurumların eşgüdümlü olup bir bütünlük yaratması gerekir: Zihin sanki nihai kusursuz bir hedefi başaracakmış gibi gelişmeye mecburdur. Aslında bedenden hiçbir farkı yoktur. Beden de bir bütünlük oluşturmayı amaçlar. Yine beden de hücrelerinde önceden var olan kusursuz bir hedefe yönelik gelişim gösterir. Örneğin eğer deride kesik olursa vücudun tamamı bunu yeniden onarmakla meşgul olur. Ancak beden potansiyelini açığa çıkarma konusunda tek başına bırakılmaz. Gelişiminde zihin ona yardımcı olabilir. Alıştırma ile eğitimin ve genel olarak da temizliğin değerinin ne denli önemli olduğu ispatlanmıştır. Üstelik bunların tümü, nihai hedefine ulaşma çabasında bedene zihnin sağladığı araçlardır.
Bu büyüme ve gelişim ortaklığı yaşamın ilk günlerinden başlayıp kesintisiz bir biçimde sonuna dek sürer. Beden ile zihin tek bir bütünün ayrılmaz parçaları olarak işbirliği içindedir. Zihin tıpkı bir motor gibi bedende keşfedilebileceği tüm gizli güçleri yanında sürükleyerek bedeni tüm zorluklar karşısında güvenli ve üstün olabileceği bir konuma taşımaya yardımcı olur. Bedenin her hareketinde, her bir dışavurum ve belirtide zihnin amacının etkisini görebiliriz. Bir insan hareket eder ve bu hareketi bir anlam taşır. Gözlerini, dilini, yüzünün her bir kasını hareket ettirir. Böylece yüzünde bir ifade belirir ve bir anlam taşır. Bu anlamı buraya yerleştiren zihindir. Artık psikolojinin ya da zihin biliminin gerçekte neyle ilgilendiğini anlamaya başlayabiliriz. Psikolojinin çalışma alanı bir bireyin tüm ifadelerine ilişkin anlamı keşfetmek, amacına açığa çıkaran anahtarı bulmak ve bu amacı diğerlerinin amaçlarıyla karşılaştırmaktır.
Nihai güvenlik hedefine ulaşma çabasında zihin her daim bu amacı somutlaştırma gereksinimiyle, “güvenlik belirli bir noktada bulunuyor ve bu noktaya da belirli bir yönde ilerleyerek varılır” hesabını yapmakla yüzleşir. Şüphesiz burada bir hata yapma olasılığı da mevcuttur. Ancak belirli bir hedef olmadan ve bu hedefe gidecek doğrultuyu belirlemeden hiçbir ilerleme kaydedilemez. Şayet elimi kaldırıyorsam bu hareket için zihnimde halihazırda bir amaç olmalıdır. Zihnin belirlediği hareketin doğrultusu gerçek yaşamda felaketle sonuçlanabilir ancak zihin bu doğrultuyu yanlışlıkla en avantajlı olarak algıladığı için seçilmiştir. Bu sebeple psikolojik hataların hepsi hareket doğrultusunun seçiminde yapılan hatalardır. Güvende olma hedefi tüm insanlara özgü bir hedeftir ancak bazı insanlar güvenliğin bulunduğu doğrultuyu yanlış anlarlar ve somut olarak ortaya koydukları hareketler onları kötü bir yola sevk eder.
Şayet bir dışavurum ya da belirti görür de ardında yatan anlamı fark etmede başarısız olursak bunu anlamanın en iyi yolu, öncelikle bunu kabataslak olarak sade bir harekete indirmektir. Örneğin çalma eyleminin dışavurumunu ele alalım. Çalmak kişinin bir şeyin iyeliğini başkasından alıp kendisine vermesidir. Şimdi de bu hareketin amacını inceleyelim; hedef kişinin kendisini zenginleştirmesi ve daha fazla şeye sahip olarak daha güvende hissetmesidir. Yani, hareketin çıkış noktası fakir ve yoksun hissetmektir. Bir sonraki adım ise bireyin hangi koşullar içine konumlandırıldığı ve hangi şartlarda kendisini yoksun hissettiğini öğrenmektir. Sonuç olarak bu koşulları değiştirmek ve yoksun kalmışlık hissini alt etmenin doğru yolunu bulup bulmadığını, yaptığı hareketin doğru doğrultuda olup olmadığını ya da istediğini elde etme konusunda yanlış bir yönteme başvurup başvurmadığını anlayabiliriz. Nihai hedefini eleştirmememiz gerekir ancak bunu somutlaştırmada yanlış bir yol seçtiğini gösterebiliriz.
İnsan ırkının etrafında gerçekleştirdiği değişiklikleri kültürümüz olarak adlandırıyoruz ve kültür de insanların zihinlerinin bedenleri için başlattıkları hareketlerin tümünün sonucudur. Yaptıklarımız zihnimizden ilham alır. Bedenlerimizin gelişimi zihnimiz tarafından yönlendirilir ve desteklenir. Nihayetinde zihnin ortaya koyduğu amaçla dolu olmayan tek bir insan dışavurumu bulamayız. Bununla birlikte zihnin kendi payına düşeni aşırı derecede önemsemesi hiç de arzu edilir bir şey değildir. Şayet zorlukların üstesinden gelmek istiyorsak bedenin sağlıklı olması gereklidir. Bu yüzden zihin bedeni koruyabilecek biçimde çevreyi kontrol etmekle meşgul olur. Böylece beden hastalıktan, rahatsızlıklardan ve ölümden, zarar görmekten, kazalardan ve işlev kaybından korunabilir. Keyif ve acı hissetme, fantezi kurma ve iyi ile kötü koşullarla kendimizi özdeşleştirme yeteneğimizin hizmet ettiği amaç da budur. Hisler bedeni herhangi bir durumu belirli türde bir tepki karşılayabilecek ölçüde formda tutar. Fantezi kurma ile kendini özdeşleştirme öngörme yöntemleridir. Ancak bundan fazlası vardır; aynı zamanda hisleri bedenin davranışını belirleyecek şekilde uyarırlar. Böylelikle bireyin hisleri onun yaşama yüklediği anlamın ve uğraşlarının hedefinin izlerini taşır. Her ne kadar bedenine hükmediyor olsa da büyük ölçüde bedenine bağımlı değildir. Her daim öncelikle bireyin hedefine ve yaşam tarzının sonuçlarına dayanacaktır.
Bir bireyi yönlendirenin tek başına yaşam tarzı olmadığı yeterince açıktır. Kişinin tavırları tek başına belirtileri ortaya çıkarmaz. Eyleme geçmek için duygularla desteklenmesi gerekir. Bireysel psikolojinin bakış açısındaki yenilik ise duyguların asla yaşam tarzıyla çelişmediğine yönelik gözlemlerimizdir. Bir hedefin bulunduğu yerde duygular daima bu hedefi gerçekleştirmeye yönelik olarak şekillenir. Bu sebeple artık sadece fizyoloji ya da biyolojinin alanında değilizdir. Duyguların yükselişi kimyasal teoriyle açıklanamaz ve kimyasal incelemeyle öngörülemez. Bireysel psikolojide fizyolojik süreçleri varsaymalıyız ancak psikolojik hedefle daha çok ilgiliyizdir. Kaygının sempatik ve parasempatik sinirleri etkilemesi artık bizi ilgilendirmemektedir. Artık daha çok kaygının amacı ile sonuna bakmaktayız.
Bu yaklaşım sayesinde kaygının sebebi cinselliğin bastırılması olarak görülemez ya da talihsiz doğum deneyimlerinin bir sonucu olarak geride bırakılamaz. Bu gibi açıklamalar söz konusu değildir. Annesinin sürekli etrafında olmasına, onun yardımına ve desteğine alışkın olan bir çocuğun kaynağı ne olursa olsun kaygıyı annesini denetiminde tutmada çok etkili bir silah gibi göreceğini biliyoruz. Öfkenin fiziksel tanımı bizim için yeterli değildir. Deneyimlerimiz öfkenin aslında herhangi bir kişi ya da durum üzerinde hâkimiyet kurma aracı olduğunu göstermiştir. Her bir bedensel ve zihinsel dışavurumun kalıtsal unsurlara dayandığını kanıksayabiliriz ancak ilgimiz daha çok belirli bir hedefe ulaşma çabasında bu malzemeden nasıl yararlanabileceğimize yönelmiştir. Görünüşe göre bu, tek gerçek psikolojik yaklaşımdır.
Her bireyde duyguların bireyin hedefine ulaşma çabası için gerekli olduğu ölçüde ve bu doğrultuda gelişip büyüdüğüne tanıklık ederiz. Kişinin kaygısı ya da cesareti, neşesi ya da üzüntüsü her daim yaşam tarzıyla bağdaşmıştır. Bunların ölçülü derecede etki ve güçlerinin olması da tam olarak beklentimiz olabilir. Üstünlük kurma hedefine üzüntüyle ulaşan kişi elde ettiklerinden dolayı memnun ve neşeli olamaz. Ancak perişan olduğunda mutlu olacaktır. Duyguların gerektiğinde ortaya çıkıp yok olabileceğini de fark edebiliriz. Alan korkusundan mustarip bir hasta evdeyken ya da başka biri üzerinde hâkimiyet kurduğunda kaygı duygusunu yitirir. Nevrotik hastaların hepsi yaşamlarının başkalarına hükmedecek derecede güçlü hissetmedikleri her bir anını reddederler.
Duygusal tavır yaşam tarzı kadar değişmezdir. Örneğin korkak bir insan her ne kadar daha zayıf insanlara karşı kibirli olsa da ya da başkaları tarafından korunduğunda cesur gibi görünse de her zaman korkaktır. Kapısına üç kilit vurabilir, kendisini koruma köpeği ve tuzaklarla koruyabilir ve hâlâ cesur olduğu konusunda ısrar edebilir. Hiç kimse onun kaygılı hissettiğini kanıtlayamaz ancak korkak karakteri kendini korumak adına çektiği onca zahmetle yeterince açıkça görülmektedir.
Cinsellik ve aşk konusu da bize benzer bir kanıt sunar. Cinsellikle ilgili duygular her zaman birey cinsel hedefine ulaşmayı arzuladığında ortaya çıkar. Dikkatini toplayarak çelişkili vazifeler ile aykırı ilgileri reddetme eğilimindedir. Bu yüzden de münasip duygular ile işlevleri harekete geçirir. Tıpkı iktidarsızlık, erken boşalma, sapkınlık ve cinsel soğuklukta olduğu gibi bu duygular ile işlevlerin yoksunluğunun temeli de uygunsuz vazifeler ile ilgilerden uzak durmayı reddetmek üzerine kurulmuştur. Böylesi anormallikler her zaman hatalı bir üstünlük kurma hedefi ve yanlış bir yaşam tarzı tarafından tetiklenmiştir. Bu gibi durumlarda her zaman vermektense saygı duyulmayı bekleme eğilimi, sosyal duygu eksikliği ile cesaret ve iyimser etkinlikte başarısızlıkla karşılaşırız.
Ailesinde ikinci çocuk olan bir hastam kaçınılmaz ölçüde derin bir suçluluk duygusu çekmekteydi. Hem babası hem de büyük kardeşi dürüstlüğe büyük önem veriyordu. Çocuk yedi yaşındayken öğretmenine bir ödevini kendi başına yaptığını söylemiş. Ancak aslında ödevi ağabeyi yapmış. Çocuk bu suçluluk duygusunu üç yıl boyunca gizlemiş. Sonunda öğretmeninin yanına gidip korkunç yalanını itiraf etmiş. Öğretmeni sadece gülüp geçmiş. Sonra, gözyaşları içinde babasına gidip ikinci kez yalanını itiraf etmiş. Bu sefer daha başarılı olmuş. Babası oğlunun gerçeğe duyduğu sevgiden dolayı gurur duymuş. Onu övüp teselli etmiş. Babasının onu günahından arındırmasına karşın çocuk bunalımda hissetmeyi sürdürmüş. Çocuğun böylesine önemsiz bir şey için kendisini aşırı derecede suçlayarak ne kadar dürüst olduğunu ispatlamaya çalıştığı sonucuna ulaşmaktan kendimizi alamayız. Evindeki yüksek ahlaki ortam ona doğrulukta başarılı olma dürtüsü sağlamıştır. Okul çalışmaları ve sosyal anlamda çekicilik konusunda ağabeyine oranla kendisini aşağılık hissetmektedir ve üstünlük duygusunu kendisini gözden düşürerek elde etmeye çalışmaktadır.
Yaşamının ileriki dönemlerinde başka şeylerden vicdan azabı duymuştur. Kendini tatmin etmeye başlamış ve derslerinde kopya çekmekten kendini bir türlü kurtaramamış. Bir sınava girmeden önce hep suçluluk duygusu artmış. Zaman geçtikçe kedi kendine böylesi zorluklar biriktirir olmuş. Hassas vicdanı sayesinde ağabeyine oranla daha büyük yüklerin altında ezilmiş. Kendisini aynı düzeyde tutmak için tüm başarısızlıkları için hazırladığı bir bahanesi olmaya başlamış. Üniversiteden ayrıldığında teknik işler yapmayı planlamış. Ancak zoraki suçluluk duygusu o kadar şiddetlenmiş ki Tanrı’nın kendisini affetmesi için bütün gün dua eder olmuş. Bu yüzden çalışmaya vakit ayıramaz hale gelmiş.
Artık durumu o kadar kötüydü ki akıl hastanesine gönderildi ve orada kendisi tedavi edilemez olarak görüldü. Bununla birlikte bir süre sonra durumu iyileşmiş ve hastaneden ayrılmış. Ancak şayet durumu tekrar kötüleşecek olursa tekrar kabul edilmesi için izin istemiş. Mesleğini değiştirmiş ve sanat tarihi okumaya başlamış. Sınav zamanı gelmiş. Bir resmî tatil günü kiliseye gitmiş. Büyük bir kalabalığın önünde kendini yere atmış ve “Tüm insanlar içindeki en büyük günahkâr benim,” diye haykırmış. Bu şekilde duyarlı vicdanına dikkatleri çekmeyi başarmış.
Hastanede geçirdiği bir başka dönemden sonra eve dönmüş. Bir gün öğlen yemeğine çıplak gelmiş. Yapılı bir vücudu varmış ve bu konuda hem erkek kardeşi hem de diğerleriyle boy ölçüşebilirmiş.
Suçluluk duygusu diğerlerinden daha dürüst görünmesinde bir araçtı ve böylelikle üstünlük elde etmeye çabalıyordu. Buna rağmen çabaları yaşamın işe yaramaz bir yönüne doğru yönlendirilmişti. Sınavlardan ve mesleki uğraşlardan kaçması korkaklık ile aşırı derecede yüksek bir yetersizlik duygusuna işaret etmekteydi. Üstelik bütün bu sinir bozuklukları yenilme korkusu yaşadığı her türden etkinlikten bilinçli bir şekilde kaçınması idi. Seviyesiz yöntemlerle üstünlük elde etmeye yönelik benzer çabası kilisede abartılı bir şekilde secde etmesi ile yemek odasına çarpıcı bir biçimde girişinde açıkça belli olmaktadır. Yaşam tarzı bunları gerektirmişti ve kışkırttığı hisler de tamamen bununla uyumluydu.
Daha önce gördüğümüz gibi bireyin zihninin bütünlüğünü oluşturmasıyla zihni ve bedeni arasında ilişkileri düzenlemesinin yaşamın ilk dört ya da beş yılı içinde gerçekleşmektedir. Elindeki kalıtımsal malzemeler ile çevresinden edindiği izlenimleri toplar ve bunları üstünlük arayışına uyarlar. Beş yaşını doldurduğunda karakteri açıklığa kavuşur. Yaşama yüklediği anlam, peşinden koştuğu amacı, sorunlara yaklaşım biçimi ve duygusal eğilimi artık belirlenmiştir. Bunların tümü değiştirilebilir ancak bu değişim yalnızca çocukluk döneminde karakterinin açıklığa kavuşması esnasında yaptığı hatadan kendisini azat edebilirse gerçekleşebilir. Tıpkı önceki dışavurumlarının tümünün yaşamı yorumlamasıyla tutarlı olması gibi şayet bu hatayı düzeltebilirse yeni dışavurumları da yaşama dair yeni yorumlamasıyla tutarlı olacaktır.
Bireyin çevresiyle ilişki kurması ve ondan izlenimler kazanması organları sayesinde gerçekleşir. Bu sebeple de bedenini yetiştirme biçimine bakarak çevresinden edinmeye hazır olduğu izlenimleri ve deneyimlerinden nasıl yararlanabileceğini kestirebiliriz. Şayet etrafına nasıl baktığına, etrafını nasıl dinlediğine ve neyin ilgisini çektiğine dikkat edebilirsek hakkında çok şey öğrenmiş oluruz. Vücut duruşunun neden bu kadar önemli olduğunun sebebi de budur. Bireyin vücut duruşu bize organlarının nasıl eğitildiğini ve izlenimler edinmek üzere organlarından nasıl yararlandığını gösterir. Vücut duruşu her zaman bir anlam içerir.
Artık tüm bunları psikoloji tanımımıza ekleyebiliriz. Psikoloji bireyin bedeninin izlenimlerine yönelik tavrının anlaşılmasıdır. İnsanların zihinleri arasında ne denli büyük farklılıklar ortaya çıkabileceğini de anlamaya başlayabiliriz. Çevresine uygun olmayan ve çevrenin taleplerini yerine getirmede zorluk çeken bir beden genellikle zihin tarafından bir yük olarak algılanır. Bu yüzden de kusurlu organları olan çocuklar zihinsel gelişimlerinde normalden çok daha büyük engellerle karşılaşırlar. Böyleleri için bedenlerini etkilemek, hareket ettirmek ve bir üstünlük elde etme yönünde yönlendirmek daha zordur. Zihin için daha büyük bir çaba gerekir ve şayet aynı hedef elde edilecekse zihinsel odaklanma diğerlerine oranla daha yüksek olmalıdır. Bu yüzden zihne aşırı yüklenilir ve sonuç olarak kişi benmerkezci ve bencil birisine dönüşür. Çocuk sürekli olarak kusurlu organları ve hareket zorluklarıyla uğraşmak zorunda kaldığında kendisi dışında başka bir şeye dikkatini veremez. Kendini diğerleriyle ilgili kılmak için ne gerekli vakit ne de yeterince özgürlük bulabilir. Sonuç olarak da daha düşük bir sosyal duygu ve daha az işbirliği becerisine sahip olarak büyür.
Kusurlu organlar şüphesiz pek çok engel ortaya çıkarır ancak bu engeller asla kaçınılmaz bir kader değildir. Şayet zihin kendi adına yeterince aktif olur ve engelleri aşmak için yeterince sıkı çalışırsa o zaman birey kendisine göre doğuştan itibaren sırtında daha az yük olan diğerleri kadar başarılı olma amacına ulaşabilir. Aslında kusurlu organlarla doğmuş çocuklar tüm engellerine karşın çoğu kez daha normal organlarla doğmuş olan çocuklardan fazlasını başarırlar. Bu durumda engel daha ileri gitmek için bir uyarıcı haline gelmiştir. Örneğin gözlerindeki kusurdan dolayı bir çocuk sıradışı ölçüde baskı altında olabilir. Görmek için daha çok çabalamaktadır. Gözle görünen dünyaya daha çok özen gösterir. Renkleri ve biçimleri ayırt etmekle daha çok ilgilenir. Sonuç olarak da gözle küçük ayrıntılara dikkat etmek ve bunlarla mücadele etmek zorunda olmayan diğer çocuklara göre görünen dünyadan çok daha büyük bir tecrübe elde eder. Böylece kusurlu bir organ büyük avantajların kaynağı olabilir. Ancak sadece zihin bu zorlukların üstesinden gelme konusunda doğru tekniği bulabildiyse. Ressamlar ve şairler arasında büyük bir kesimin görme zorluğu çektiği bilinmektedir. Bu zorluklarsa iyi eğitilmiş zihinler tarafından kontrol altında tutulmuş ve sonuç olarak bu zihinlerin sahipleri de neredeyse daha normal olanlara göre gözlerini daha faydalı biçimde kullanabilmişlerdir. Benzer türden bir dengeleme, belki de daha kolayca, solak oldukları fark edilmemiş olan solak çocuklar arasında görülebilir. Evde ya da okul günlerinin başında aksak sağ ellerini kullanmak üzere eğitilmişlerdir. Bu yüzden yazı yazmak, çizim ya da el sanatları için gerçekte pek uygun bir şekilde donatılmamışlardır. Şayet zihin böyle zorlukların üstesinden gelmek üzere kullanılabilirse bu kusurlu sağ elin çoğunlukla yüksek derecede bir sanatsal yetenek için geliştirilebilmesini bekleyebiliriz. İşte olan biten de tam olarak budur. Pek çok örnekte solak çocuklar diğer çocuklardan daha iyi el yazısı, daha iyi çizim ve resim yeteneğine ya da el sanatlarında daha iyi beceriye sahip olmayı öğrenirler. Doğru tekniği bularak, ilgiyle, eğitim ve alıştırmayla dezavantajlarını avantaja dönüştürmüşlerdir.
Yalnızca bütüne katkı sağlamayı arzu eden, ilgisi kendisine odaklanmayan çocuk kusurlarını dengelemek için başarılı bir şekilde eğitilebilir. Şayet çocuklar yalnızca kendilerini kusurlarından kurtarmayı arzularlarsa gerileyeceklerdir. Ancak görünürde çabaları için bir hedefleri olursa ve onlar için bu hedefin yerine getirilmesi önlerinde duran engellerden daha çok önem kazanırsa cesaret bulabilirler. Asıl sorun ilgi ve dikkatlerinin nereye yönlendirildiğidir. Şayet kendilerinin dışındaki bir hedefe ulaşmaya çalışırlarsa doğal olarak kendilerini bunu elde etmek için eğitip donatacaklar. Zorluklar ise başarıya giden yollarında üstesinden gelinebilecek durumlardan başka bir şey ifade etmeyecektir. Şayet, diğer yandan, ilgileri kendi engellerini bastırmaya ya da bu engellerden kurtulmaktan başka hiçbir amaçları olmadan engellerle mücadele etmeye dayanırsa herhangi bir gelişim gösteremeyeceklerdir. Sakar bir sağ elden sadece düşünerek, keşke daha az sakar olsaydı diye temenni ederek ya da sakarlığı göz ardı ederek becerikli bir sağ el geliştirmek mümkün değildir. Böyle bir el ancak pratik eserler üzerinde egzersiz yaparak becerikli kılınabilir ve başarıyı teşvik edici dürtü o zamana dek mevcut olan sakarlıktaki cesaretsizlikten çok daha derinden hissedilmelidir. Şayet bir çocuk sahip olduğu tüm güçleri bir araya getirip güçlüklerinin üstesinden gelecekse hareketlerinin kendisi dışında bir hedefi olmalıdır. Gerçekliğe, diğer insanlara ve işbirliğine dayanan bir hedef.