Kitabı oku: «Yaşamın Anlamı ve Amacı», sayfa 4

Yazı tipi:

Bu sınırlı hareket vaziyeti nevrozun tüm belirtilerine benzemektedir. Kekeleyen kişinin konuşmasında tereddütlü tavrını fark edebiliriz. Sosyal duygusundan arta kalanlar onu hemcinsleriyle ilişki kurmaya iter ancak kendisinin önemsiz olduğuna dair düşüncesi, sınanmaktan korkması sosyal duygusuyla çelişir ve konuşmasında tereddüt eder. Okulda “geri kalmış” çocuklar, otuzunda ya da daha ileri yaşta hâlâ iş bulamamış ya da evlilik sorununu rafa kaldırmış insanlar, aynı hareketleri tekrar ve tekrar etmek zorunda olan zorlanım nevrotikleri, gündelik işlerle kendilerini bezdiren uykusuzluk hastaları – bunların tümü yaşamın sorunlarını çözmede ilerleme kaydetmelerini engelleyen aşağılık kompleksini sergilerler. Kendi kendini tatmin etme, erken boşalma, cinsel iktidarsızlık ve sapıklık yaşam tarzında bir aksaklık gösterir ve diğer cinsiyete yaklaşmada yetersizlik korkusuna neden olur. Şayet “Neden insan yetersizlikten bu kadar korkar?” diye sorsak buna eşlik eden bir üstünlük hedefi ortaya çıkacaktır. Sorunun yanıtı şudur: “Çünkü birey kendisine çok yüksek bir başarı hedefi belirlemiştir.”

Aşağılık duygularının kendi başlarına anormal olmadıklarından bahsetmiştik. İnsanlığın konumundaki tüm gelişmelerin nedenidirler. Örneğin bilim ancak insanlar kendilerini cahil hissettiklerinde ve geleceği tahmin etme ihtiyacı duyduklarında ortaya çıkar: İnsanların tüm durumlarını geliştirme, evren hakkında daha fazla bilgi edinme ve evreni daha iyi kontrol edebilme çabalarının bir sonucudur. Aslında bence insanlık kültürümüzün tamamı aşağılık duygusuna dayanıyor gibi görünmektedir. Örneğin tarafsız bir gözlemcinin gezegenimizi ziyaret ettiğini hayal edecek olsak kesinlikle şu sonuca varırdı: “Tüm birliktelikleri ve kurumlarıyla, güvenlik konusundaki tüm çabalarıyla, yağmurdan korunmak için kurdukları çatılarıyla, kendilerini sıcak tutmak için kullandıkları kıyafetleriyle ve ulaşımı kolaylaştırmak için döşedikleri yollarıyla bu insanlar besbelli yeryüzünün sakinleri içinde en zayıfı olduklarını düşünüyorlar.” Bir bakıma insanlar tüm yaratıkların en zayıfıdır. Bir aslanın ya da gorilin gücüne sahip değiliz ve çoğu hayvan yaşamın zorluklarıyla tek başına mücadele etme konusunda daha iyidir. Bazı hayvanlar zayıflıklarını birleşerek telafi eder, bir sürü kurarak bir araya gelirler. Ancak insanoğlunun dünyanın her yerinde karşılaşabileceğimiz herhangi bir işbirliğinden daha çeşitli ve derin bir işbirliğine ihtiyacı vardır. İnsanın çocuğu bilhassa zayıftır ve uzun yıllar boyunca ilgi ile korumaya ihtiyaç duyar. Her insan bir kez tüm insanların en küçüğü ve zayıfı olduğundan ve insanlığın işbirliği olmadan kaderi tamamen çevrenin insafına kaldığından kendini işbirliği kurma konusuna geliştirmemiş bir çocuğun nasıl da kaçınılmaz olarak karamsarlıkla değişmez bir aşağılık kompleksine sürükleneceğini anlayabiliriz. Hatta yaşamın işbirliğine en yatkın bireyin karşısına da sorunlar çıkarmaya devam edebileceğini anlayabiliriz. Hiçbir birey kendisini nihai üstünlük hedefine ulaşmış, çevresinin tam anlamıyla hâkimi konumunda bulamaz. Yaşam çok kısa, vücutlarımız çok zayıf, üstelik yaşamın önemli üç sorunu her zaman daha zengin ve kapsamlı çözümler gerektirecektir. Her zaman bir çözüme yaklaşırız ancak asla başarılarımızla tatmin olmayız. Mücadele her halükârda devam edecektir. Ancak işbirliğine yatkın birey için bu umut verici ve katkıda bulunan bir mücadele olup genel durumumuzu gerçek anlamda geliştirmeye yönelecektir.

Sanırım nihayetinde yaşamlarımızın en üst derecedeki hedefine ulaşamayacağımız gerçeği konusunda hiç kimse tasalanmayacaktır. Şayet tek bir bireyin ya da tüm insanlığın artık daha fazla zorlukla karşılaşmayacağı bir noktayı vardığını hayal edecek olsak böylesi koşullar altında yaşamın çok sıkıcı olması gerektiğini de düşünmek gerek. O halde her şey öngörülebilir, her şey hemen tahmin edilebilir olurdu. Yarın beklenmedik hiçbir fırsat getirmezdi, gelecekten sabırsızlıkla bekleyeceğimiz hiçbir şey olmazdı. Yaşama karşı ilgimiz çoğunlukla belirsizlikten kaynaklanır. Şayet her şeyden emin olsaydık ve her şeyi bilseydik o zaman tartışılacak ya da keşfedilecek hiçbir şey olmazdı. Bilim denen şeyin sonu gelirdi. Etrafımızı çevreleyen evren ikinci kez anlatılan bir öyküden başka bir şey olmazdı. Bizi ulaşılmamış hedeflerimizin hayaliyle keyiflendiren sanat ve dinin artık bir anlamı olmazdı. Neyse ki yaşam o kadar kolaylıkla bitirip tüketilecek bir şey değil. İnsanların çabaları aralıksız olarak devam eder ve her zaman yeni sorunlar bulabilir ya da yoktan var edebilir ve işbirliğiyle katkıda bulunmak üzere yeni fırsatlar yaratabiliriz. Nevrotik bireyin yolu daha en başında kesilmiştir. Getirdiği çözümler çok düşük bir düzeyde kalır ve buna karşın karşılaştığı zorluklar büyüktür. Normal birey sorunları için gitgide çözümler bulup ardında bıraktıkça yeni sorunlara yönelip yeni çözümlere ulaşır. Bu biçimde diğerlerine katkıda bulunur, toplumda geri kalmaz ve hemcinsleri için sorumluluk almış olur. Özel ilgiye ihtiyacı yoktur ve böyle bir şeyi talep etmez. Aksine cesurca ve özgür iradesiyle sorunlarını sosyal duygusuna uygun olarak çözmeye başlar.

Her bir bireydeki üstünlük kurma hedefi kişisel ve eşsizdir. Kişinin yaşama yüklediği anlama bağlıdır ve bu anlam kelimelerle anlatılmaz. Kişinin yaşam tarzında gelişir ve kendi yarattığı tuhaf bir melodi gibi yaşamı boyunca akıp gider. Yaşam tarzında hedefini nihai olarak formülünü çıkarabileceğimiz biçimde ifade etmez. Hedefini belli belirsiz ifade eder bu yüzden de bize sunduğu emarelerden tahmin etmek zorunda kalırız. Kişinin yaşam tarzını anlamak bir şairin eserini anlamak gibidir. Ancak bu anlam şairin kullandığı sözcüklerden öte bir şeydir. Bu anlamın büyük bir kısmı tahmin edilmelidir. Satırlar arasını okumak zorundayız. Aynı şey en bilgili ve en karmaşık canlı olan bireyin yaşam tarzı için de geçerlidir. Psikolog satır arasını okumayı öğrenmek zorundadır; yaşama yüklenen anlamları değerlendirme sanatını öğrenmelidir. Bunun aksi düşünülemez. Yaşamın anlamına bireyin yaşamının ilk dört ya da beş yılında ulaşılır ve buna matematiksel bir süreçle değil aksine el yordamıyla, tam olarak anlaşılamayan hislerle, ipuçlarına tutunarak ve beceriksizce yorumlarda bulunarak varılır. Üstünlük kurma hedefi de benzer biçimde el yordamıyla ve tahmin edilerek belirlenir. Yaşam boyu süren bir mücadele, devingen bir eğilimdir. Planlanmış ve coğrafi olarak konumlandırılmış bir nokta değildir. Hiç kimse tam anlamıyla tanımlayabilecek derecede kendi üstünlük hedefini bilemez. Belki mesleki hedeflerini bilebilir ancak bunlar da bireysel çabalarının küçük bir kısmından fazlasına karşılık gelemez. Hatta hedefin somutlaştığı durumda bile bu amaca ulaşmak için binlerce farklı çaba ortaya çıkabilir. Örneğin bir insan doktor olmak isteyebilir ancak doktor olmak pek çok şey anlamına gelebilir. Mesela iç hastalıkları uzmanı ya da patoloji uzmanı da olmak isteyebilir. Yaptıklarında kendine yönelik hususi ilgisini ve diğerlerine karşı olan ilgisini gösterir. Hemcinslerine yardımcı olmak için ne kadar çok kendini eğitebileceğini ve yardımseverliğini ne kadar sınırlandırdığını anlarız. Bunu belirgin bir aşağılık duygusuna telafi olarak amaç edinmiştir. Mesleğinde ve diğer şartlarda ortaya koyduğu dışavurumlardan telafi etmeye çalıştığı özel duyguyu tahmin edebilmeliyiz.

Örneğin çoğu kez doktorların çocuklukta çok erken dönemde ölüm gerçeğiyle tanıştığını ve ölümün onlar üstünde en büyük etkiyi bırakan güvensizlik hissinin bir parçası olduğunu görmekteyiz. Muhtemelen ailede bir kardeş ya da ebeveyn ölmüştür ve bu gibilerin eğitimleri daha sonra hem kendileri hem de diğerleri için ölüme karşı korunmanın bir yolunu bulmaya doğru yönelmiştir. Bir başkası ise öğretmen olmayı somut hedefi haline getirmiştir. Ancak öğretmenlerin ne kadar farklı olabileceğini çok iyi biliyoruz. Eğer bir öğretmen düşük düzeyde bir sosyal duyguya sahipse öğretmen olmadaki üstünlük kurma hedefi daha aşağı konumda olanlar arasında hüküm sürme olabilir. Ancak kendisinden daha zayıf ve daha az deneyimli olanların yanında kendini güvende hissedebilir. Aksine yüksek düzeyde bir sosyal duyguya sahip olan öğretmen öğrencilerine kendisiyle eşitlermiş gibi davranacaktır. Gerçekten de insanlığın refahına destek olmayı diler. Öğretmenlerin yeterlikleri ile ilgilerinin ne kadar çok farklılık gösterebileceğinden ve ayrıca hedefleri ne denli büyük olursa olsun bu dışavurumların hepsinin de ortaya çıkabileceğinden bahsetmemize bile gerek yok. Bir hedef somutlaştığında bireyin gizilgüçlerinin kısıtlanması ve hedefine uyacak biçimde sınırlandırılması gerekir. Ancak bütün hedef, prototip daima bu sınırları çekiştirecek ve her koşulda yaşama yüklenen anlam ile nihai üstünlük arayışına dair ideali ifade etmenin bir yolunu bulacaktır.

Bu sebeple her bireyde görünenin ötesine bakmalıyız. Birey tıpkı somut ifadesinin bir dışavurumu olan mesleğini değiştirebileceği gibi hedefini somutlaştırmada kullandığı yöntemi değiştirebilir. Yine de altında yatan bütünlüğe, kişiliğin değişmezliğine bakmalıyız. Bu değişmez birlik kişiliğin tüm dışavurumlarında sabittir. Yamuk bir üçgeni alıp farklı pozisyonlara yerleştirirsek her bir konum bize oldukça farklı bir üçgenmiş gibi görünecektir. Ancak yeterince dikkatlice bakarsak aslında üçgenin her zaman aynı olduğunu keşfedebiliriz. Aynı şey prototip için de geçerlidir. İçeriği herhangi bir dışavurumla asla değişmez, aksine tüm dışavurumlarında fark edilebilir. Asla birisine “Eğer bunu ya da şunu yaparsan üstünlük kurma çabanı tatmin edebilirsin,” diyemeyiz. Üstünlük arayışı değişkendir. Aslında bir birey ne kadar sağlıklı ve normal olmaya yaklaşırsa çabaları belirli bir yönde engellendiğinde kendisine o kadar çabuk yeni başlangıçlar bulabilir. Amacının somut dışavurumları hakkında “Ya buna ulaşmalıyım ya da hiçbir şeye ulaşamam,” diye düşünenler sadece nevrotik olanlardır.

Belirli bir üstünlük arayışını zahmetsizce formüle etmeye çalışmamamız gerekir. Tersine bütün hedeflerde tek bir ortak etmeni yani tanrı gibi olma çabasını bulabiliriz. Bazen kendilerini bu şekilde açıkça ifade eden ve “Tanrı olmayı isterdim,” diye konuşan çocuklarla karşılaşabiliriz. Çoğu düşünür de aynı düşünceye sahip olmuştur ve Tanrı gibi olmak için çocukları eğitip yetiştirmek isteyen öğretmenler de vardır. Eski dini disiplinlerde aynı hedef gözle görünür. Müritlerin kendilerini Tanrı gibi olacak biçimde eğitmeleri gerekirdi. Bu tanrısallık ülküsü kendini çok daha mütevazı biçimde “süper insan” düşüncesinde belli eder ve akli dengesini yitirdiğinde Nietzche’nin Strindberg’e yazdığı mektubu “Çarmıha gerilmiş” – bundan daha ötesi söylenemezdi herhalde – olarak imzalamasından açıkça anlaşılmaktadır. Aklını yitirmiş insanlar çoğunlukla üstünlük kurma hedeflerini açık bir biçimde ifade ederler: “Ben Napolyon’um,” ya da “Ben Çin imparatoruyum,” diye iddialarda bulunurlar. Tüm dünyada ilginin merkezi olmayı, her yerden görünmeyi, tüm dünyayla bağlantılı olmayı ve tüm sohbetleri işitmeyi, geleceği öngörmeyi, doğaüstü güçlere sahip olmayı dilerler. Muhtemelen daha makul bir biçimde aynı tanrısallık aynı her şeyi bilme, evrensel bilgiye sahip olma arzusunda ya da yaşamımızı ölümsüz kılma isteğinde ortaya çıkmaktadır. İster fani yaşamımızı ölümsüz kılma arzusu olsun, isterse pek çok yeniden canlanmayla yeryüzüne geri geldiğimizi hayal edelim ya da bir başka dünyada ölümsüzlüğe ulaşacağımızı öngörelim, tüm bu olasılıklar Tanrı gibi olma arzusuna dayanmaktadır. Dinsel öğretilerde ölümsüz varlık olan, tüm zamanlarda hayatta kalıp sonsuza kadar yaşayan Tanrı’dır. Burada bu düşüncelerin doğru ya da yanlış olduğunu tartışmıyorum. Bunlar yaşamın yorumlamaları, yani yaşama yüklenen anlamlardır. Ve bir dereceye kadar bu anlama, Tanrı ve tanrısallığa istemeden de olsak katılırız. Hatta ateist insan bile Tanrı’yı yenmeyi, ondan daha yüce olmayı ister. Bunun alışılmadık derecede güçlü bir üstünlük kurma hedefi olduğunu anlarız.

Üstünlük hedefi bir kez somutlaştırıldığında yaşam tarzında hiçbir hata yapılmadığını görürüz. Bireyin alışkanlıkları ve belirtileri somut hedefini elde etmesi için tam olarak haklı görülür ve tüm eleştirilerin ötesindedir. Her sorunlu çocuk, her nevrotik, her ayyaş, suçlu ya da cinsel sapık üstün konumda olmak için gereken ne varsa başarmak için doğru hareketleri yapmaktadır. Sırf belirtilerin kendisine saldırmak imkânsızdır; bunlar tam olarak böyle bir hedefe ulaşması için göstermesi gereken belirtilerdir. Bir okulda bir sınıfın en tembel öğrencisine, “Neden derslerinde bu kadar kötüsün?” diye sorulmuş. Öğrenci, “Eğer buradaki en tembel öğrenci olursam her zaman benimle ilgileneceksiniz. Sınıfta sorun çıkarmayan ve derslerini doğru dürüst yapan başarılı öğrencilerle hiç ilgilenmiyorsunuz.” Öğrencinin amacı öğretmeninin dikkatini çekmek ve ona hükmetmek olduğu için bunu yapmanın en iyi yolunu bulmuş. Tembelliğinden kurtulmaya çalışmak onun işine yaramazdı. Hedefine ulaşmak için buna ihtiyacı vardı. Bu konuda tam anlamıyla haklıydı ve davranışını değiştirmiş olsaydı ahmaklık etmiş olurdu. Bir başka çocuk ise evde çok itaatkârdı ancak aptal gibi görünüyordu. Okulda çok geriydi ve evde de aslında pek o kadar cin gibi değildi. Kendisinden iki yaş büyük bir erkek kardeşi vardı ve kardeşi yaşam tarzında kendisinden çok farklıydı. Zeki ve aktifti ancak arsızlığı yüzünden her zaman başı belaya giriyordu. Küçük kardeşin bir gün ağabeyine “Senin kadar arsız olmaktansa benim kadar aptal olmayı tercih ederdim,” dediği duyulmuş. Hedefinin beladan kaçmak olduğunu düşünürsek aptallığı aslında oldukça akıllıcaydı. Aptallığı yüzünden kendisinden daha az şey talep edildiği için şayet hata yapmış olsaydı bundan dolayı suçlanamazdı. Hedefi yerine gelseydi aptal değil budala olurdu.

Günümüze değin genel yaklaşım belirtilere saldırmak olmuştur. Bu tip bir yaklaşıma bireysel psikoloji hem ilaç hem de eğitim bağlamında tam anlamıyla karşıdır. Bir çocuk aritmetikte geri kaldığında ya da kötü notlar aldığında tüm ilgimizi bu noktalara yönlendirip çocuğu bu özel dışavurumlar konusunda iyileştirmeye çalışmak boşunadır. Belki öğretmenine zahmet vermek istiyordur ya da hatta okuldan atılarak büsbütün okuldan kaçmayı arzuluyordur. Şayet bir noktada kendisini frenlersek hedefine ulaşmak için yeni bir yol bulacaktır. Aynı şey yetişkin nevrotik birey için de geçerlidir. Örneğin migren ağrısı çektiğini varsayalım. Bu baş ağrıları kendisi için çok yararlı olabilir ve tam da en çok ihtiyaç duyduğu anda gerçekleşebilir. Baş ağrıları sayesinde toplumun sorunlarını çözmekten kaçabilir. Bu baş ağrıları ne zaman yeni insanlarla tanışma ya da yeni bir karar alma gereksinimiyle karşılaşsa ortaya çıkabilir. Aynı zamanda ofis çalışanları ya da eşi ile ailesi üzerinde baskı kurmada kendisine yardım edebilir. Neden böylesine doğruluğu kanıtlanmış bir araçtan vazgeçmesini bekleyelim ki? Kendisine verdiği acı, elbette halihazırda kendi bakış açısından, bilgece bir yatırımdan başka bir şey değildir. Bu yatırım dilediği her türden kazanımı geri ödeyecektir. Şüphesiz tıpkı bir zamanlar savaş döneminin nevrotik bireylerinin bazen şok tedavisi ya da sahte operasyonlarla bu belirtilerinden korkutulmaları gibi biz de bu belirtilere kendisini şok eden bir açıklama getirerek korkmasını sağlayabiliriz. Belki, ilaç tedavisi onu bu noktada rahatlatıp seçtiği belli bir belirtiyle devam etmeyi onun için zorlaştırabilir. Ancak hedefi aynı kaldığı sürece bir belirtiyi bırakırsa bir başkasını seçmek zorunda kalır. Baş ağrıları “iyileştiğinde” uykusuzluğu ya da başka bir yeni belirtiyi adet edinecektir. Hedefi aynı kaldığı müddetçe bunun peşinden gitmeye devam etmek zorundadır. Şaşırtıcı derecede hızlı bir şekilde belirtilerini bırakıp bir an bile tereddüt etmeden yenilerine tutunabilen nevrotikler bulunmaktadır. Nevroz konusunda ustalaşırlar ve sürekli olarak repertuarlarını genişletirler. Psikoterapi hakkında bir kitap okumak bu tiplere henüz deneme imkânı bulamadıkları başka sinir bozuklukları önerecektir. Her zaman asıl aramamız gereken şey belirtinin benimsediği amaç ile bu amacın genel anlamda üstünlük hedefiyle uyumluluğu olmalıdır.

Sınıfıma bir merdiven getirip üstüne tırmandığımı ve tahtanın tepesine tünediğimi düşünün. Beni bu şekilde gören herhangi biri muhtemelen “Doktor Adler hakikaten delirmiş,” diye düşünürdü. Merdivenin ne için olduğunu, neden ona tırmandığımı ya da neden böyle tuhaf bir pozisyonda oturduğumu asla bilmeyeceklerdir. Ancak “Tahtanın üstünde oturmak istiyor çünkü diğer insanlardan daha yüksekte olmadığında kendisini aşağılık hissediyor. Ancak sınıfa yukarıdan baktığında kendisini güvende hissediyor,” diyebilselerdi o kadar de deli olmadığımı düşüneceklerdi. Somut hedefime ulaşmak için mükemmel bir yol seçmiş olurdum. Merdiven artık çok mantıklı bir araç olarak görünürdü ve üzerine tırmanma çabalarım çok iyi planlanmış ve uygulanmış gibi olurdu. Sadece tek bir durumda, üstünlüğü yorumlamam konusunda delirmiş olurdum. Şayet somut hedefimin kötü bir şekilde seçildiğine ikna olabilseydim o zaman eylemimi değiştirebilirdim. Ancak şayet hedefim aynı kalsaydı ve merdiven götürülmüş olsaydı o zaman bir sandalye kullanarak yeniden denerdim. Eğer sandalye alınmış olsaydı o zaman da zıplayarak ve tahtanın üstüne sarılıp kendimi yukarı çekerek neler yapabileceğime bakardım. Her nevrotik için durum aynıdır; araç seçiminde hiçbir hataları yoktur, seçimleri eleştirilemez. Geliştirebileceğimiz tek şey somut hedefidir. Hedefin değişmesiyle zihinsel alışkanlıklar ve tavırlar da değişir. Artık eski alışkanlıklara ya da tavırlara ihtiyacı yoktur, yeni hedefine uygun yeni alışkanlıkları ile tavırları eskilerinin yerini alacaktır.

Otuz yaşlarında endişeli ve arkadaş edinmede sorun yaşayan bir kadından örnek vereyim. Meslek sorunu hakkında hiçbir ilerleme gösterememekte ve sonuç olarak ailesi için hâlâ bir yük olmaktadır. Stenograf ya da sekreter olarak arada sırada küçük işler edinebilmektedir ancak acınası bir alınyazısı yüzünden işverenleri her seferinde ona kur yapmakta ve onu işten ayrılmak zorunda kalacağı konusunda korkutmaktadır. Bununla birlikte bir keresinde işvereninin kendisiyle pek ilgilenmediği bir iş bulmuş. Kendini o kadar aşağılanmış hissetmiş ki oradan ayrılmak zorunda kalmış. Uzun süre (sanırım sekiz yıl boyunca) psikolojik tedavi görmüş ancak kanımca tedavisi onu girişken biri kılmada ya da geçimini kazanabileceği bir konuma getirmede başarılı olmamış.

Onu gördüğümde çocukluğunun ilk yıllarına giderek yaşam tarzının izini sürdüm. Çocuğu anlamayı öğrenmeyen hiç kimse yetişkin bir bireyi anlayamaz. Ailesinde en küçük çocukmuş, çok güzelmiş ve inanılmaz derecede şımartılmıştı. Ebeveynlerinin durumu o zamanlar çok iyiymiş ve bir şeyleri elde etmek için sadece dilemesi yeterliymiş. Bunları duyduğumda “Neden bir prenses gibi yetiştirildin?” diye sordum. “Bu tuhaf,” dedi, “Herkes bana prenses derdi.” Ona hatırladığı ilk anısını sordum. “Evden dışarı çıktığımı ve bazı çocukların oyun oynadığını gördüğümü hatırlıyorum. Arada bir zıplayıp ‘Cadı geliyor,’ diye bağırdıklarında çok korktum ve eve geri döndüğümde bizimle yaşayan bir kadına cadıların gerçek olup olmadığını sordum. O da bana ‘Evet, cadılar, hırsızlar ve soyguncular var. Ve senin peşine düşecekler,’ dedi.” Bundan evde yalnız bırakılmaktan korktuğunu ve korkusunu bütün yaşam tarzında yansıttığını anlayabiliriz. Kendini evden ayrılacak kadar güçlü hissetmemiş ve evdekiler de her şekilde onu destekleyip ona bakmak zorunda kalmış. Çocukluğuna dair bir başka hatırası ise şöyleymiş: “Bir piyano hocam vardı, bir erkek. Günün birinde beni öpmeye kalktı. Piyano çalmayı bırakıp annemin yanına gittim ve ona anlattım. Artık piyano çalmayı hiç istemiyordum.” Burada yine kendisiyle erkekler arasına büyük bir mesafe koyacak şekilde eğitildiğini görebiliyoruz. Böylece cinsel gelişimi kendisini aşka karşı koruma hedefine uygun düşmektedir. Artık âşık olmayı bir zayıflık olarak görmektedir. Burada belirtmem gerekir ki çoğu insan âşık olduğunda zayıf hisseder. Belli bir dereceye kadar haklıdırlar. Eğer âşık olduysak nazik olmamız gerekir ve bir başka insana olan ilgimiz bizi huzursuzluğa açık duruma getirir. Aşkın karşılıklı bağımlılığından kaçınabilecek olan kişi üstünlük kurma hedefi “Asla zayıf olmamalıyım, asla korunmasız kalmamalıyım,” olan bireydir. Böyleleri kendilerini aşktan uzak duracak şekilde eğitirler ve aşk için de yeterince iyi bir şekilde hazırlıklı değillerdir. Çoğu kez kendilerini âşık olma tehlikesinde hissettiklerinde durumu dalga geçecek bir hale çevirirler. Gülüp şakalaşırlar ve kendilerini tehlikede hissettikleri kişiye takılırlar. Böylelikle zayıflık hislerinden kurtulmaya çalışırlar.

Bu kız, aşk ve evliliği düşündüğünde zayıf hisseder. Sonuç olarak çalıştığı yerlerde erkekler kendisine kur yaptığında olması gerektiğinden çok daha güçlü bir şekilde etkilenmekteydi. Bu durumdaa kaçmaktan başka bir çare bulamıyordu. Bir yandan bu tip sorunlarla yüzleşirken annesi ile babası vefat etmiş ve saltanatı neredeyse sona ermiş. Gelip kendisiyle ilgilenecek akrabalar bulmuş ancak konumu artık pek de o kadar memnun edici değilmiş. Bir süre sonra akrabaları ondan bezmiş ve ihtiyaç duyduğunu hissettiği tüm ilgiyi vermeyi bırakmışlar. Akrabalarına darılmış ve onlara yalnız kalmanın onun için ne kadar tehlikeli olduğunu söylemiş. Bu şekilde de kendi başına bırakılma felaketini bertaraf etmiş. Şayet ailesi onunla ilgilenmeyi tamamen bırakmış olsaydı delireceğinden eminim. Üstünlük hedefine ulaşmanın tek yolu ailesini kendisine destek olmaya zorlamak ile kendini yaşamın tüm sorunlarının dışında tutmak idi. Zihninde “Bu gezegene ait değilim, prenses olduğum bir başka gezegene aidim. Bu zavallı gezegen beni ve ne kadar önemli olduğumu anlamıyor,” gibi bir imge vardı. Bunun bir adım ötesi onu deliliğe sürüklerdi. Ancak kendi adına birtakım küçük kaynakları olduğu ve aile dostları onunla ilgilendiği sürece bu son adımı atmasına gerek yoktu.

Hem aşağılık hem de üstünlük kompleksinin açıkça fark edilebileceği başka bir örnek daha vardır. Altı ya da yedi yaşından beri hırsızlık yapan ve on iki yaşından beri dışarıda erkeklerle yatan on altı yaşında bir kız bana gönderildi. İki yaşındayken anne ve babası uzun ve şiddetli geçen şahsi bir mücadelenin ardından ayrılmışlar. Annesiyle birlikte büyük annesinin yanında yaşamaya götürülmüş. Büyük annesi sıklıkla olduğu gibi kendisini çocuğu şımartmaya adamış. Kız tam da ebeveynleri arasındaki tartışma zirve noktasına vardığı zaman doğmuş ve annesi doğumunu iyi karşılamamış. Kızını sevmemiş ve aralarında her zaman bir gerginlik olmuş. Kız beni görmeye geldiğinde kendisiyle dostane bir şekilde konuştum. Bana “Bir şeyler çalmayı ya da erkeklerle takılmaktan hoşlanmıyorum ama anneme beni idare edemeyeceğini göstermek zorundayım,” dedi. “Bunu intikam almak için mi yapıyorsun?” diye sordum. “Sanırım öyle,” diye yanıtladı. Kendisine annesinden daha güçlü olduğunu ispatlamak istiyordu ancak bu hedefi sırf zayıf hissettiği için edinmişti. Annesinin kendisinden hoşlanmadığını hissetmiş ve aşağılık kompleksine kapılmıştı. Üstünlüğünü ispat etmek için düşünebildiği tek yöntem ise sorun yaratmaktı. Çocuklar hırsızlık yaptığında ya da kabahat işlediklerinde nedeni genellikle intikamdır.

On beş yaşındaki kız sekiz gün boyunca ortadan kaybolmuş. Bulunduğunda çocuk mahkemesine götürülmüş ve orada kendisini bağlayıp sekiz gün boyunca bir odada kilitli tutan bir adam tarafından kaçırıldığına dair bir hikâye anlatmış. Hiç kimse kendisine inanmamış. Doktor kendisiyle içtenlikle konuşup onu doğruyu söylemeye zorlamış. Kız hikâyesine inanmadığı için doktora çok kızmış ve ona bir tokat atmış. Kendisiyle görüştüğümde ne olmak istediğini sordum ve sadece kendi kaderiyle kendisi için ne yapabileceğimle ilgilendiğim izlenimini verdim. Kendisinden bir rüyasını anlatmasını istediğimde bana gülüp şu rüyayı anlattı: “Gizli bir meyhanedeydim. Dışarı çıktığımda annemle karşılaştım. Hemen sonra babam geldi ve annemden babam görmesin diye beni saklamasını istedim.” Babasından korkuyordu ve onunla çatışma halindeydi. Babası onu cezalandırırmış ve cezalandırılmaktan korktuğu için yalan söylemek zorunda kalırmış. Ne zaman yalan söyleme vakasıyla karşılaşsak sert bir ebeveynin olup olmadığına bakmamız gerekir. Doğruyu söylemek olarak görülmedikçe yalanın hiçbir anlamı olmaz. Şimdi ise birilerinin kendisini gizli meyhaneye gitmek üzere baştan çıkardığını ve sekiz gün boyunca orada kaldığını anlattı. Babası yüzünden olanları itiraf etmekten korkmuştu. Ancak aynı zamanda yöntemi de babasından üstün gelme arzusuyla belirlenmişti. Babası tarafından zapt edilmiş hissediyordu ve ancak onu inciterek ona karşı galip hissedebilecekti.

Üstünlük kurma yolunda hataya düşenlere nasıl yardım edilebilir? Üstünlük kurma çabasının tüm insanlara mahsus olduğunun farkına varırsak bu hiç de zor olmaz. Ancak o zaman kendimizi onların yerine koyup çabalarını anlayabiliriz. Yaptıkları tek hata çabalarının yaşamın yararsız tarafında olmasıdır. Her bir insan icadının ardında yatan şey üstünlük kurma çabasıdır ve medeniyetimize yapılan tüm katkıların kaynağı da odur. İnsanın yaşamının tümü bu büyük hareket tarzında ilerler – aşağıdan yukarı, eksiden artıya ve yenilgiden zafere doğru. Bununla birlikte yalnızca yaşamın sorunları ile gerçekten yüzleşip üstesinden gelebilen bireyler çabalarında diğer insanların tümünü güçlendirme eğilimi gösteren, diğerlerinin de yararlanabileceği biçimde ilerleyenlerdir. Şayet insanlara doğru biçimde yaklaşırsak ikna edilmelerinin zor olmadığını görürüz. Neticede insanların bütün değer ve başarı yargıları işbirliğine dayanmaktadır. İşte bu insan ırkının en büyük ortak noktasıdır. Tavırlardan, düşüncelerden, hedeflerden, eylemlerden ve karakter özelliklerinden tek istediğimiz şey insan işbirliğimize yönelik hizmet etmeleridir. Asla sosyal duygudan tamamen yoksun birisine rastlamayız. Nevrotik ve suçlu bireyler de herkesin bildiği bu sırrı bilir. Bildiklerini yaşam tarzlarını savunmak ya da sorumluluğu başkalarına yüklemede gösterdikleri zahmette görebiliriz. Bununla birlikte yaşamın yararlı tarafına doğru ilerlemede cesaretlerini yitirmişlerdir. Bir aşağılık duygusu onlara “İşbirliğinde başarı sana göre değil,” demektedir. Yaşamın gerçek sorunlarından uzaklaşmış ve kendilerine güçlerini ispatlamak için hayali bir kavgayla meşgul olmaktadırlar.

İnsanlar arasında işbirliğinde çok çeşitli somut hedef için yeterince alan vardır. Belki de daha önce gördüğümüz gibi, her bir hedef küçük bir oranda da olsa hatalı olmayı içermektedir ve her zaman eleştirecek bir şeyler bulabiliriz. Bir çocuğa göre üstünlük matematik bilgisinde, bir başkasında sanatta ve üçüncü için ise fiziksel güçte olabilir. Sindirim sorunu olan bir çocuk karşısına çıkan sorunların çoğunlukla beslenmeyle ilgili olduğunu düşünebilir. İlgisi yiyeceğe yönelebilir çünkü bu şekilde durumunu düzeltebileceğini düşünmektedir. Sonuç olarak uzman bir aşçı ya da diyetetik profesörü olabilir. Tüm bu özel hedeflerde gerçek anlamda bir telafinin yanı sıra olasılıkların kısmen dışlanması ve kendini sınırlandırmaya yönelik biraz eğitimle karşılaşabiliriz. Örneğin bir düşünürün arada sırada düşünmek ve kitaplarını yazmak için kendisini toplumdan uzaklaştırmak zorunda olduğunu anlayabiliriz. Ancak bu durumda karşımıza çıkan hata şayet yüksek derecede bir sosyal duygu üstünlük hedefine bağlı ise asla çok büyük bir hata olmaz. İşbirliğimiz çok sayıda farklı üstün başarıyı gerektirmektedir.

Ücretsiz ön izlemeyi tamamladınız.

Türler ve etiketler

Yaş sınırı:
0+
Litres'teki yayın tarihi:
17 mayıs 2024
ISBN:
9786258361179
Telif hakkı:
Maya Kitap
İndirme biçimi:

Bu kitabı okuyanlar şunları da okudu