Kitabı oku: «Yaşamın Anlamı ve Amacı», sayfa 3
Miras kalan bir sermaye ile bunun ne için kullanılabileceğine dair güzel bir örneği böbrek yolu yetmezliği çeken ailelere yönelik gözlemlerim sırasında gördüm. Bu gibi ailelerdeki çocuklar çoğunlukla altına ıslatmadan mustariptir. Organ yetmezliği ciddidir. Böbrekte ya da idrar torbasında ya da bir spina bifidanın3 varlığında ortaya çıkabilir. Çoğunlukla da buna karşılık gelen bir bel kısmının bozukluğunun varlığı bu bölgedeki cilt üstünde bulunan bir doğum lekesinden anlaşılabilir. Bununla birlikte organ yetmezliği kesin olarak altını ıslatmanın nedeni olamaz. Çocuk organlarının baskısı altında değildir ve organlarını kendi bildiği gibi kullanır. Örneğin bazı çocuklar geceleri yatağını ıslatır ancak gündüzleri asla altlarına kaçırmazlar. Bazen bu alışkanlık çevrenin ya da ebeveynlerin tavrının değişmesi sonucunda birdenbire yok olur. Altına kaçırmanın, iradesiz çocukları saymazsak, şayet çocuk hatalı bir amaç için organlarının yetersizliğini kullanmayı bırakırsa üstesinden gelinebilir.
Bununla birlikte çoğunlukla altını ıslatan çocuklar bunun üstesinden gelmek yerine bunu sürdürmeye teşvik edilmektedir. Becerikli bir anne doğru eğitimi verebilir. Ancak anne becerikli değilse gereksiz bir zayıflık sürüp gider. Böbrek sorunları ya da idrar torbasıyla ilgili problemlerin yaşandığı ailelerde idrarla alakalı her şeyin üstünde aşırı derecede durulur. Sonrasında ise anneler yanılgıya düşüp çocuğun altını ıslatma alışkanlığını durdurmak için çok çaba sarf ederler. Şayet çocuk bu konuya ne kadar çok dikkat edildiğini fark ederse büyük olasılıkla bu alışkanlığı bırakmama konusunda ısrarcı olacaktır. Bu durum ona böyle bir eğitim tarzına karşı direnişini savunma konusunda elverişli bir fırsat sağlar. Eğer çocuk ebeveynlerinin kendisine sunduğu eğitime karşı direnirse, her zaman onların en zayıf noktasına saldırmanın bir yolunu bulur. Almanya’da çok iyi tanınan bir sosyolog suçluların şaşırtıcı derecede büyük bir kesiminin suçun yok edilmesiyle uğraşan bireylerin oluşturduğu ailelerden geldiğini ortaya çıkarmıştır. Bu tip ailelere örnek olarak hâkimler, polis memurları ya da hapishane muhafızlarının aileleri verilebilir. Öğretmenlerin çocukları da çoğunlukla ısrarla geç öğrenen tiplerdir. Deneyimlerime dayanarak bunun çoğunlukla doğru olduğunu gözlemledim. Ayrıca sinir hastası olan çocukların çoğunun doktor çocukları olduklarını ve suça eğilimli olanların da din görevlilerinin çocukları arasından çıktığını da gördüm. Benzer biçimde altını ıslatma sorununu abartan ebeveynleri olan çocukların da kendi iradelerine sahip olduklarını göstermek konusunda yollarının açık olduğu da görülmektedir.
Altını ıslatma alışkanlığı bize ayrıca rüyaların niyet ettiğimiz eylemlere uygun hislerimizin harekete geçirilmesi için nasıl kullanılabileceğine dair iyi bir örnek sunmaktadır. Çoğu durumda altını ıslatan çocuk rüyasında yatağından çıkıp tuvalete gittiğini görmektedir. Bu şekilde kendilerini mazur gösterebilirler çünkü artık yatağı ıslatmaya hakları vardır. Yatağı ıslatmak burada genellikle dikkat çekme, diğerlerini kontrollerinin altına alıp gündüzleri gösterdikleri ilgiyi geceleri de göstermelerini sağlama amaçlarına hizmet etmektedir. Bazen amaç sırf onları kızdırmaktır. Bu alışkanlık da onlara karşı duydukları düşmanlığın açığa vurulması için bir araçtır. Hangi açıdan bakarsak bakalım altını ıslatmanın gerçekte yaratıcı bir dışavurum eylemi olduğunu görebiliriz. Çocuk bizimle ağzıyla değil de idrar torbasıyla konuşur. Böylesi bir organ yetmezliği kendi görüşlerini ifade etmenin bir aracı olmaktan başka bir işe yaramamaktadır.
Kendilerini bu biçimde ifade eden çocuklar her zaman bir tür gerginlikten mustariptir. Genel olarak bakıldığında bu çocuklar ilginin tek merkezi olma konumlarını kaybetmiş olan şımartılmış çocuklar sınıfına girerler. Belki de başka bir çocuk doğmuştur ve onlar da annelerinin önceden kendilerine verdikleri bölünmemiş ilgilerini korumada zorluk çekmektedirler. Bu yüzden, altını ıslatma her ne kadar nahoş bir biçimde de olsa anneyle daha yakın olmaya yönelik bir hareketi temsil eder. Aslına bakılırsa bu hareketle çocuk annesine “Sandığın kadar gelişmedim. Hâlâ gözetimine mecburum,” demektedir. Farklı şartlar altında ya da farklı bir organ yetmezliği söz konusu olduğunda bu tip çocuklar diğer yollara başvururlar. Örneğin anneyle bağ kurmak için seslerini kullanabilirler. Bu durumda geceleri tedirgin olup ağlarlar. Bazı çocuklar uykularında yürüyebilir, kâbus görebilir, yataktan düşebilir ya da susayıp su isteyebilirler. Bu gibi dışavurumların psikolojik temeli benzerdir. Belirti seçimi kısmen organların durumuna kısmen de çevrenin tavrına dayanmaktadır.
Bu gibi vakalar zihnin beden üzerinde bıraktığı etkiyi açık bir biçimde göstermektedir. Tüm olasılıklar dahilinde zihin sadece belirli bir bedensel belirtinin seçimini etkilemekle kalmaz, bedenin bir bütün olarak gelişimini etkileyip onu yönlendirir. Bu varsayıma yönelik doğrudan bir kanıtımız bulunmamaktadır. Üstelik böyle bir kanıtın nasıl saptanabileceğini kestirmek de kolay değildir. Bununla birlikte ispatı yeterince açıktır. Şayet bir erkek çocuk ürkekse çekingenliği tüm gelişim sürecine yansır. Fiziksel başarılarla ilgilenmez, hatta bunların kendisi için olasılık dahilinde olduğunu bile düşünmez. Sonuç olarak kaslarını etkin bir biçimde geliştirmek onun için söz konusu olmayacaktır ve genel olarak kas gelişimini uyarabilecek dışarıdan gelen tüm etkileri dışlayacaktır. Kaslarını geliştirme konusundan etkilenen ve bununla ilgilenen diğer çocuklar fiziksel anlamda forma girme konusunda ilerlerken kendisi geride kalacaktır.
Böyle bir görüşten yola çıkarak bedenin biçim ve gelişiminin tümüyle zihinden etkilendiği ve zihnin hataları ya da eksikliklerini yansıttığı sonucuna pekâlâ varabiliriz. Çoğu kez zihinsel başarısızlıkların nihai sonucu olan bedensel dışavurumları gözlemleyebiliriz. Bu gibi durumlarda bir zorluğun doğru bir şekilde telafi edilebileceği yöntem ortaya çıkarılamamıştır. Örneğin endokrin bezlerinin yaşamın ilk dört ya da beş yılında etkilenebileceğinden emin olabiliriz. Kusurlu bezler bireyin eylemleri üzerinde asla zorlayıcı bir etkiye sahip değildir, diğer yandan sürekli olarak tümüyle çevrenin, çocuğun izlenim bırakmaya çabaladığı yönelimin ve bu ilginç durumda zihninin sergilediği yaratıcı eylemin etkisi altındadır.
Bir başka kanıt daha kolay anlaşılıp kabul edilebilir çünkü daha tanıdık ve bedeni belirli bir eğilimden çok geçici bir dışavuruma yönlendirir. Belirli bir dereceye kadar her duygu kendisine belli bir dışavurum yolu bulur. Birey duygusunu gözle görülür bir biçimde gösterir. Belki bir eğilim ve tavırla, belki yüz ifadesinde belki de bacakları ile dizlerinin titremesinde. Şayet yüzü kızarır ya da örneğin benzi atarsa bundan kan dolaşımı etkilenir. Öfke, endişe, üzüntü ya da diğer herhangi bir duygu halindeyken beden her zaman bizimle konuşur ve her bireyin bedeni kendisine has bir dilde konuşur. Örneğin kiminin korktuğu bir durumdayken bedeni titrerken, başkasının tüyleri diken diken olur. Bir başkasının ise kalbinde çarpıntılar başlar. Başkalarının terleyip nefesleri kesilir ve boğuk bir sesle konuşmaya başlarlar ya da ezilip büzülüp çekinirler. Bazen bedenlerinde kasların gerilmesi etkilenir, iştah kaybı olur ya da kusmaya başlarlar. Bazıları için etkilenen çoğunlukla idrar torbası, diğerleri için ise cinsel organlar olur. Çoğu çocuk sınav olurken cinsel organlarından uyarılır ve suçluların sıklıkla suç işledikten sonra geneleve ya da sevgililerine gittikleri iyi bilinmektedir. Bilim camiasında cinsellik ile kaygının yan yana olduğunu iddia eden psikologlar ve bunların arasından uzaktan yakından hiçbir ilişkinin olmadığını düşünen psikologlarla karşılaşırız. Bakış açıları kişisel deneyimlerine dayanmaktadır. Kimileri için bir bağlantı varken diğerleri için yoktur.
Bu tepkilerin tümü farklı tipteki bireylere aittir. Muhtemelen belli bir dereceye kadar kalıtımsal oldukları keşfedilebilir ve bu türün fiziksel dışavurumları çoğunlukla bize aile ağacının zayıflıkları ve tuhaflıkları hakkında ipucu verir. Ailenin diğer üyeleri çok benzer bir bedensel tepki sergileyebilir. Ancak buradaki en ilginç nokta hisler aracılığıyla zihnin nasıl da fiziksel koşulları etkinleştirebildiğini görmektir. Duygular ile duyguların fiziksel olarak dışavurumları zihnin olumlu ya da olumsuz olarak yorumladığı bir duruma karşı nasıl davranıp tepki verdiğini bizlere gösterir. Örneğin bir öfke patlaması anında birey olabildiğince hızlı bir şekilde kusurlarının üstesinden gelmek istemektedir. Ve bunun için en iyi yöntem bir başka bireye vurmak, onu suçlamak ya da ona saldırmak gibi görünmektedir. Buna karşılık öfke organları etkiler, harekete geçmeye zorlar ya da organlar üstünde fazladan bir baskı kurar. Bazı insanlar kızdıklarında aynı zamanda mide rahatsızlığı çekerler ya da yüzleri kızarır. Kan dolaşımları öylesine değişir ki baş ağrısı çekmeye başlarlar. Genellikle migren nöbetleri ya da alışılmış baş ağrılarının ardında kabul edilmeyen öfke ya da aşağılamanın yattığını görmekteyiz. Ve bazıları için öfke yüz nevraljisi ya da bir nevi epilepsi nöbetine yol açar.
Bedenin hangi yöntemlerle etkilendiği hiçbir zaman tam anlamıyla keşfedilemedi ve muhtemelen de asla bu yöntemleri tümüyle anlayamayacağız. Zihinsel bir stres hem istem sistemini hem de bitkisel sinir sistemini etkilemektedir. Stresin olduğu durumlarda istem sisteminde bir etkinlik belirir. Birey parmaklarını masaya vurarak tempo tutabilir, dudağını yolabilir ya da bir kâğıt parçasını yırtabilir. Şayet gergin ise bir biçimde hareket etmek zorundadır. Kurşun kalem ya da puro çiğnemek ona stresinden kurtulmak için bir çıkış yolu sağlar. Bu hareketler bize kendisini belirli bir durumun yarattığı sorunla yoğun bir biçimde karşı karşıyaymış gibi hissettiğini göstermektedir. Yabancıların arasındayken kızarması, titremeye ya da bir tik sergilemeye başlamasının nedeni hep aynıdır. Hepsi de gerginliğin bir sonucudur. Bitkisel sinir sistemi yoluyla gerginlik tüm vücuduna iletilmektedir. Böylece her türden duygu aracılığıyla bedenin tamamı bir stres haline girer. Ancak bu stresin dışavurumu her durumda bu kadar net değildir. Üstelik sadece sonuçların keşfedilebileceği durumlardaki belirtilerden bahsedebiliriz. Şayet daha yakından inceleyecek olursak bedenin her bir bölümünün duygusal bir dışavuruma dahil olduğunu görürüz. Üstelik bu fiziksel dışavurumların da zihin ile bedenin eylemlerinin sonuçları olduğu görülür. Her zaman zihnin beden üzerindeki ve bedenin de zihin üstündeki karşılıklı eylemlerini aramak gerekir. Çünkü her ikisi de üzerinde durduğumuz bütünü oluşturan parçalardır.
Böyle bir kanıttan mantıklı bir şekilde herhangi bir yaşam tarzı ile buna uygun gelen karakterin sürekli bir biçimde bedenin gelişimi üzerinde etki bıraktığı sonucuna varabiliriz. Eğer bir çocuğun çok erken yaşta yaşam tarzını belirginleştirdiği doğru ise ve biz de yeterince deneyimli isek bunun sonucunda yaşamının ilerleyen döneminde ortaya çıkacak fiziksel dışavurumları keşfedebiliriz. Cesaretli bir birey bu tavrının etkilerini fiziğinde gösterecektir. Bedeni farklı biçimde gelişmiştir. Kaslarının gerilimi güçlü ve vücudunun duruşu daha sıkı olacaktır. Vücudun pozisyonu muhtemelen beden gelişimini önemli ölçüde etkiler ve muhtemelen de kasların daha iyi gerilmesinin sebebidir. Cesaretli bireyin yüz ifadesi ve sonuç olarak siması farklıdır. Hatta kafatasının biçimi de etkilenebilir.
Günümüzde zihnin beyni etkileyebileceğini inkâr etmek zordur. Patoloji bir bireyin beynin yarısındaki bir lezyon yüzünden okuma yazma becerisini kaybettiği ancak beyninin diğer kesimlerini eğiterek becerisini geri kazandığı vakaların bulunduğunu göstermiştir. Bir bireyin felç geçirmesi ve beynin hasar gören kısmının tedavi edilme olasılığının bulunmaması sıklıkla karşılaşılan bir durumdur. Ancak yine de beynin diğer kısımları durumu telafi eder, organların işlevlerini eski haline geri döndürür ve böylece de beynin yetilerini bir kez daha tamamlar. Bu gerçek bireysel psikolojinin eğitime uygulanması olanaklarını gösterme konusunda bize yardımcı olduğun için özellikle önem taşır. Zihin beyin üzerinde böyle bir etki yaratabiliyorsa, şayet beyin zihnin araçlarından biriyse hatta en önemli aracı olmasına rağmen sadece bir araçsa, o zaman onu geliştirip düzeltmenin yollarını bulabiliriz. Belirli bir beyin potansiyeli standardıyla doğan hiç kimse tüm yaşamı boyunca kaçınılmaz biçimde bu standarda bağlı kalmaz. Beyni yaşama karşı daha uyumlu hale getirmenin farklı yöntemleri bulunabilir.
Amacını yanlış bir yola yönlendirmiş bir zihin (örneğin işbirliği becerisi geliştirmeyen bir zihin) beynin gelişimi konusunda yararlı bir etki uygulama konusunda başarısız olacaktır. Bu nedenle işbirliği yeteneğinden yoksun pek çok çocuk yaşamlarının ilerleyen döneminde zekâlarını, anlama becerilerini geliştirmediklerini gösterir. Bir yetişkinin duruşunun tamamı yaşamının ilk dört ya da beş yılında geliştirdiği yaşam tarzının etkilerini açığa çıkardığı, önümüzde idrak şeması ile yaşama yüklediği anlamın sonuçları gözle görünür biçimde bulunduğu için bunlarla ilintili olarak katlanmakta olduğu sorunları keşfedebilir ve hatalarını düzeltmeye yardımcı olabiliriz. Bireysel psikolojide bu bilime doğru çoktan ilk adımları atmış durumdayız.
Çoğu yazar zihnin dışavurumları ile bedeninkiler arasında sürekli bir ilişki bulunduğuna işaret etmektedir. Ancak görünüşe göre hiçbiri bu ikisi arasındaki köprüyü keşfetme girişiminde bulunmamış. Örneğin Kretschmer bedenin inşasında nasıl belirli bir zihin türüne karşılık gelen bir şey olduğunu keşfedebileceğimizi tanımlamıştır. Böylece insanlığın büyük bir kısmına uyan zihin tipleri ayrımını yapabilmektedir. Örneğin, kısa burunlu, şişmanlama eğiliminde ve yuvarlak yüzlü pyknoid’ler vardır. Julius Sezar böyleleri hakkında şöyle demiştir:
“Şişman adamlarım olsun benim gibi,
Düz kafalı ve gecelerin birikmiş çapağı kadar soluk sarı.”4
Kretschmer, böyle bir fiziksel tipi belirli zihinsel karakteristikleriyle ilişkilendirir. Ancak çalışması bu ilişkinin gerekçelerini açıklığa kavuşturmaz. Kendi koşullarımızda bu fiziğe sahip bireyler organ yetmezliği çekiyor gibi görünmemektedir. Vücutları kültürümüze oldukça uygundur. Fiziksel olarak diğerlerine eşit hissederler. Kendi güçlerine itimat ederler. Stresli değillerdir ve şayet savaşmak isterlerse kendilerinde mücadele etme gücünün olduğunu hissederler. Bununla birlikte diğer insanlara düşmanlarıymış gibi bakmak ya da yaşamla sanki düşmanmış gibi mücadele etmek zorunda değillerdir. Psikolojide bir ekole göre böyleleri dışa dönük olarak adlandırılır ancak buna dair hiçbir açıklama bulunmaz. Böylelerinden dışa dönük olmalarını beklememiz gerekir çünkü kendi vücutlarıyla ilgili hiçbir sorun yaşamazlar.
Bununla çelişecek biçimde Kretschmer’in ayrı tuttuğu bir tip ise ya çocuksu görünümlü ya da sıradışı derecede uzun boylu, yumurta biçiminde kafalı ve uzun burunlu şizoid tipleridir. Ona göre böyleleri çekingen ve içe dönüktür. Şayet zihinsel bir rahatsızlık geçirirlerse şizofren olurlar. Sezar’ın şöyle bahsettiği diğer insan tipidirler:
“Şu Cassius sıska ve aç görünüyor,
Çok fazla düşünüyor, böyleleri tehlikeli olur.”5
Belki de böylelerinin kusurlu organları vardır ve büyüdükçe daha çıkarcı, daha karamsar ve daha “içe kapanık” olurlar. Muhtemelen daha çok yardım talebinde bulunmuşlar ve yeterince dikkate alınmadıklarında küskün ve şüpheci olmuşlardır. Buna rağmen Kretschmer’in de kabul ettiği gibi çoğu karışık tipin, hatta zihinsel vasıflar geliştiren piknoidlerin bile şizoid olarak adlandırıldığını görebiliriz. Şayet koşulları başka bir biçimde zorlaştırılmış ve böylece çekingen olup cesaretlerini yitirmişlerse bunu anlayabiliriz. Sistemli bir cesaretini kırma süreci sayesinde muhtemelen her çocuktan şizoid gibi davranan bir birey yaratabiliriz.
Şayet çok fazla deneyimimiz olsaydı, bireyin tüm kısmi dışavurumlarından yola çıkarak işbirliği kurma becerisinin derecesini ayırt edebilirdik. İnsanlar her zaman bunu bilmeden benzer işaretleri aramaktadır. İşbirliği yapma gereksinimi bizleri her zaman zorlamaktadır. Ve kendimizi bu kaotik yaşama nasıl daha iyi uydurabileceğimizi gösterecek ipuçları bilimsel değil de sezgisel olarak halihazırda keşfedilmiştir. Benzer biçimde tarihe baktığımızda tüm önemli uyum çabalarından önce insanların zihinlerinin bu uyumun gerekliliğini zaten anlamış ve bunu başarma çabasına girmiş olduklarını görebiliriz. Bunu başarma çabası içgüdüsel olduğu müddetçe kolayca hatalar yapılabilir. İnsanlar her zaman göze çarpan fiziksel tuhaflıkları olan bireylerden, biçimleri bozuk ya da kamburlardan nefret etmiştir. Bilincinde olmadan böyle insanların işbirliğine daha az elverişli oldukları hükmünde bulunmuşlardır. Bu büyük bir hataydı ama görüşleri muhtemelen deneyimlere dayanıyordu. Böylesi tuhaf fiziğe sahip olan insanlarla işbirliği kurma derecesini artırmak için gerekli bir yöntem bulunamamış, onların engelleri de böylece aşırı derecede ön plana çıkarılmış ve sonuçta popüler bir batıl inancın kurbanı olmuşlardır.
Şimdi durumumuzu bir özetleyelim. Yaşamının ilk dört ya da beş yılında çocuk zihinsel uğraşlarını bir bütün haline getirir ve zihni ile bedeni arasındaki kökten ilişkileri tesis eder. Belirli bir yaşam tarzı ile buna uygun duygusal ve fiziksel bir habitus6 benimsenmiştir. Gelişimi daha büyük ya da küçük ölçekli bir işbirliğini kapsar ve işte bu işbirliği derecesine göre birey hakkında bir yargıda bulunup onu anlamayı öğrenebiliriz. Tüm başarısızlıklarda en yaygın olarak karşımıza çıkan durum işbirliği yapma becerisinin en düşük seviyede oluşudur. İşte burada psikolojiye yönelik bir tanımlamada daha bulunabiliriz. Psikoloji işbirliği yapmadaki yetersizliklerin anlaşılmasıdır. Zihin bir bütün olduğu ve tüm dışavurumlarında benzer bir yaşam tarzı sürdürüldüğü için bir bireyin tüm duygu ve düşünceleri yaşam tarzı ile bağdaşık olmalıdır. Şayet açıkça zorluklara neden olan ve bireyin kendi refahına aykırı düşen duygularla karşılaşırsak bu duyguları değiştirmeye çalışarak başlamak tamamen faydasız olacaktır. Bunlar bireyin yaşam tarzının hakiki dışavurumlarıdır ve ancak birey yaşam tarzını değiştirirse yok edilebilir.
Bu noktada bireysel psikoloji eğitim ve tedaviye yönelik bakış açımız için özel bir ipucu sunmaktadır. Asla tek bir belirti ya da dışavurumu ele almamalıyız. Tüm bir yaşam tarzında, zihnin deneyimlerini yorumlama biçiminde, yaşama yüklediği anlamda ve bedeni ile dış çevresinden edindiği izlenimlere tepki verdiği eylemlerinde yapılan hatayı ortaya çıkarmalıyız. İşte bu psikolojinin gerçek görevidir. Şayet bir çocuğa iğneler batırıp ne kadar yükseğe zıpladığına ya da biraz gıdıklayıp ne kadar yüksek sesle kahkaha attığına bakarsak buna tam anlamıyla psikoloji denmez. Modern psikologlar arasında oldukça yaygın olan bu girişimler aslında bize bireyin psikolojisi hakkında bir şeyler verebilir. Ancak belirli bir yaşam tarzının varlığına dair ipuçları sunabildikleri müddetçe yardımcı olabilirler. Yaşam tarzları psikoloji için asıl uygun araştırma konuları ve araştırma malzemeleridir. Diğer araştırma konularını ele alan diğer öğretiler çoğunlukla fizyoloji ya da biyolojiyle uğraşırlar. Bu durum uyarıcılar ve tepkilerini inceleyenler, sarsıntılı ya da şok edici bir deneyimin izlerini bulmaya çalışanlar, kalıtımsal becerileri inceleyip bunların nasıl kendilerini ifşa ettiklerini inceleyenler için de geçerlidir. Bununla birlikte, bireysel psikolojide ruhun kendisini, bir bütün olarak zihni ele almaktayız. Bireylerin dünyaya ve kendilerine yükledikleri anlamı, hedeflerini, çabalarının hangi tarafa yöneldiğini ve yaşamın sorunlarına karşı nasıl yaklaştıklarını incelemekteyiz. Psikolojik farklılıkları anlama konusunda şimdiye dek elimizdeki en iyi anahtar işbirliği yapmadaki becerinin derecesini inceleyerek edindiğimiz anahtardır.
Üçüncü Kısım
Aşağılık ve Üstünlük Duyguları
Bireysel psikolojinin en önemli keşiflerinden biri olan “aşağılık kompleksi” artık dünya çapında tanınıyor gibi görünmektedir. Pek çok ekolden gelen psikolog bu terimi benimseyip kendi uygulamalarında kullanmaktadır. Ancak bu terimi anladıklarından ya da doğru kullandıklarından pek emin değilim. Örneğin bir hastaya aşağılık kompleksinden mustarip olduğunu söylemek hiçbir zaman işimize yaramaz. Böyle yapmak sadece kendisine bunun üstesinden nasıl gelebileceğini göstermeksizin aşağılık duygusunu vurgulayacaktır. Yaşam tarzında sergilediği belirgin cesaretsizliği fark etmeli, cesaretinin eksik kaldığı yerlerde onu cesaretlendirmeliyiz. Her sinir hastasının bir aşağılık kompleksi vardır. Hiçbir sinir hastası da diğerlerinden sırf kendisinin aşağılık kompleksi var diğerlerinin yok diye farklı değildir. Diğerlerinden yaşamın yararlı yönünde ilerlemede yetersiz hissetmesi bakımından ve çabaları ile eylemlerine koyduğu sınırlamaları ile ayrılır. Başı ağrıyan birisine “Sorununuzun ne olduğunu biliyorum. Başın ağrıyor!” demenin ne kadar faydası olursa böyle birisine “Aşağılık kompleksiniz var,” demek de o kadar yardımcı olur.
Çoğu sinir hastasına kendilerini aşağılık hissedip hissetmedikleri sorulsa “Hayır,” yanıtını verir. Hatta bazıları “Tam tersi. Etrafımdaki insanlara göre üstün olduğumun gayet farkındayım,” der. Aslında sormamıza bile gerek yok. Yalnızca davranışlarını izlememiz gerek. Davranışlarında kendisinin ne denli önemli olduğuna dair telkin etmede hangi numaraları kullandığını fark edebiliriz. Örneğin kendini beğenmiş birilerini görsek “Diğer insanlar bana yukardan bakma eğilimindeler. Önemli birisi olduğumu göstermeliyim,” şeklinde hissettiğini tahmin edebiliriz. Konuşurken el kol hareketlerini kullanan birisini gördüğümüzde “Eğer jestlerimle vurgulamazsam söylediklerimin bir ağırlığı olmaz,” şeklinde hissettiğini düşünebiliriz. Diğerlerine göre üstünmüş gibi davranan herkesin ardında çok özel gizlenme çabalarını gerektiren bir aşağılık duygusunun varlığından şüphelenebiliriz. Bu durum sanki çok kısa olduğundan çekinip kendisini daha uzun göstermek için parmak uçlarında yürüyen bir adamın durumuna benzemektedir. Bazen bu çok belirgin davranışı iki çocuk boylarını karşılaştırdıklarında görebiliriz. Daha kısa olduğundan çekinen çocuk yukarı doğru uzanıp vücudunu olabildiğince gerecek, olduğundan daha uzun görünmeye çalışacaktır. Şayet böyle bir çocuğa “Çok kısa olduğunu mu düşünüyorsun?” diye sorsak bu gerçeği kabullenmesini beklememiz çok zordur.
Bu sebeple aşırı derecede aşağılık duygusuna sahip birinin uysal, sakin, soğukkanlı, zararsız türden birisi gibi görüneceği sonucu çıkmaz. Aşağılık duygusu kendini binlerce farklı biçimde belli edebilir. Belki de bunu ilk kez hayvanat bahçesine götürülen üç çocuğun hikâyesiyle örneklendirebilirim. Aslan kafesinin önünde dururken çocuklardan biri annesinin eteğinin ardına sinip “Eve gitmek istiyorum,” demiş. İkinci çocuk durduğu yerde kalmış, rengi solup ürpererek “Hiç de korkmadım,” demiş. Üçüncü ise aslana korkusuzca bakıp annesine “Aslana tüküreyim mi?” diye sormuş. Çocukların üçü de gerçekte aşağılık hissetmiş ancak her biri kendine özgü biçimde, yaşam tarzlarına uygun biçimde duygularını ifade etmiştir.
Aşağılık duyguları aslında belli bir ölçüde hepimize özgüdür. Çünkü hepimiz kendimizi geliştirmeyi dilediğimiz durumlarda buluruz. Şayet cesaretimizi koruyabilirsek yalnızca doğrudan, gerçekçi ve makbul araçlar kullanarak yani durumumuzu iyileştirerek kendimizi bu duygulardan kurtarmaya başlayabiliriz. Hiçbir insan herhangi bir aşağılık duygusuna uzun süre katlanamaz. Bir tür eylem gerektiren gerilimin içine atılır. Ancak cesaretini yitirmiş bir birey olduğunu varsayalım. Diyelim ki gerçekçi çabalar sarf ederse durumunu iyileştirebileceğini kavrayamıyor. Yine de aşağılık duygusuna katlanamaz. Yine de bu tip duygulardan kurtulmak için uğraşacaktır. Ancak kendisini ileriye götüremeyen yöntemler deneyecektir. Hedefi hâlâ “zorluklara karşı üstünlük kurmak” olacaktır ancak engelleri aşmak yerine üstünlük duygusuyla kendini hipnotize etmeye ya da kendi kendini zehirlemeye çalışacaktır. Bu arada aşağılık duyguları çoğalacaktır çünkü bunları oluşturan durum değişmeden kalmıştır. Dürtü hâlâ yerli yerindedir. Attığı her adım onu kendini kandırmaya daha da yaklaştırır ve sorunları giderek daha büyük bir aciliyetle üstüne gelecektir. Şayet anlamadan hareketlerine bakacak olursak bunların amaçsız olduğunu düşünürüz, durumunu iyileştirebilecek biçimde tasarlanmadığı izlenimini ediniriz. Yine de herkes gibi yeterli olduğu hissi için mücadele ettiğini ancak amaçlanan durumunu değiştirmeye yönelik umudunu yitirdiğini gördüğümüz an hareketleri tutarlık göstermeye başlar. Eğer zayıf hissediyorsa kendisini güçlü hissettiği koşullara doğru yönelir. Daha güçlü, daha yeterli olmaya çalışmaz. Kendi gözlerinde daha güçlü olmaya çalışır. Kendini kandırma çabaları ancak kısmi bir başarı getirir. Eğer meslek sorunlarına karşı kendini eşit değilmiş gibi hissederse iş yerinde despot olarak önemli olduğuna dair şüpheleri gidermeye çalışacaktır. Bu şekilde kendisini uyuşturabilir ancak gerçek aşağılık duygusu olduğu gibi kalacak, eski durumdan kaynaklanan aynı aşağılık duyguları kaybolmayacaktır. Bunlar ruhsal yaşamının daimî gizli eğilimi olacaktır. Böyle bir durumda gerçek anlamda bir aşağılık kompleksinden söz edebiliriz.
Artık aşağılık kompleksini tanımlamanın zamanı geldi. Aşağılık kompleksi bireyin doğru dürüst uyum sağlamadığı ya da yeterince donanımlı olmadığı bir sorunun karşısında görünmekte ve bireyin bu sorunu çözemeyeceği görüşünü belli etmektedir. Bu tanımlamadan öfkenin de gözyaşları ya da mazeretler kadar aşağılık kompleksinin bir dışavurumu olabileceğini anlarız. Aşağılık duyguları her zaman gerginlik yarattığı için daima üstünlük duygusuna yönelik dengeleyici bir eylem olacaktır. Ancak artık sorunu çözmeye yönelik bir eylem olmayacaktır. Bu yüzden de üstünlük kurmaya yönelik bu hareket yaşamın yararsız yönüne doğru gerçekleşecektir. Gerçek sorun rafa kaldırılacak ya da dışlanacaktır. Birey kendi hareket alanını sınırlandırmaya çalışacak ve başarıya doğru kendini zorlamak yerine yenilgiden kaçınmakla meşgul olacaktır. Tereddüt eden, duraklama dönemine giren ya da zorluklarının karşısında geri çekilen bir birey resmi çizecektir.
Böyle bir tavırla alan korkusu vakalarında kolaylıkla karşılaşılabilir. Bu belirti “Daha ileri gitmemeliyim. Kendimi bildiğim koşullarda tutmalıyım. Yaşam tehlikelerle dolu ve bunlarla karşılaşmaktan kaçınmalıyım” görüşünün dışavurumudur. Bu tavır sürekli bir şekilde yürütüldüğünde birey kendisini bir odaya kapatacak ya da yatağına çekilip orada kalacaktır. Zorluklar karşısında geri çekilmenin en kusursuz dışavurumu intihardır. Burada birey yaşamın tüm sorunları karşısında yenilgiyi kabul eder, durumunu iyileştirmek konusunda hiçbir şey yapamayacağına dair inancını belli eder. İntihar düşüncesindeki üstünlük arayışını intiharın her daim bir sitem ya da intikam olduğunu fark ettiğimizde anlayabiliriz. Her intihar vakasında intihar edenin kendi ölümünün sorumluluğunu yüklediği bir başkasını bulabiliriz. Sanki kişinin intihar eylemi “Tüm insanlar içinde en hassas ve en duygusal olan kişi bendim ve sen bana en gaddarca biçimde davrandın,” der.
Belli bir dereceye kadar her nevrotik birey eylem alanını, içinde bulunduğu durumun tümüyle olan temasını kısıtlar.
Karşısına çıkan yaşamın üç gerçek sorununa karşı mesafesini korumaya çalışır ve kendini etrafına hükmedebileceğini hissettiği koşullarla sınırlandırır. Bu şekilde davranarak kendisi için dar bir ahır inşa eder, kapıyı kapatıp tüm yaşamını rüzgâr, güneş ışığı ve temiz havadan uzakta geçirir. Çevresi üstünde zorbalık yaparak mı yoksa mızmızlanarak mı egemenlik kurduğu eğitimine bağlıdır: En işe yarar olarak belirlediği ve amacına en uygun gördüğü aracı seçecektir. Bazen, şayet bir yöntemden memnun kalmazsa bir diğerini deneyecektir. Her iki durumda da amaç aynıdır: Durumunu geliştirmek için çaba harcamadan üstünlük duygusu elde etmek. En çok gözyaşları sayesinde zorbalık edebileceğini öğrenen cesaretsiz çocuk mızmızın biri oluverecektir ve böylece mızmız bir çocuktan yetişkin bir melankoliğe doğrudan bir gelişim hattı izleyecektir. Benim “suyun gücü” olarak tanımladığım araç niteliğindeki gözyaşıyla şikâyet ise artık işbirliğini altüst etmede ve diğer insanları kölelik konumuna indirgemede son derece güçlü bir silah olabilir. Utangaçlık, mahcubiyet ve suçluluk duygusu çekenlerde olduğu gibi böyle insanlarda da yüzeysel olarak aşağılık kompleksiyle karşılaşırız. Rahatlıkla zayıflıklarını ve kendilerine bakmada yetersiz olduklarını kabullenirler. Saklayabilecekleri şey aşırı derecede yüksek üstünlük kurma hedefleri, yani ne pahasına olursa olsun her şeyde birinci olma arzularıdır. Diğer yandan böbürlenmeye alışkın bir çocuk ilk bakışta üstünlük kompleksini açığa vurur. Söyledikleri yerine davranışlarını inceleyecek olsak itiraf edilmeyen aşağılık duygusunu hemen keşfederiz.
Sözde Oidipus kompleksi gerçekte nevrotik bireyin özel bir “dar ahır” durumundan başka bir şey değildir. Şayet birey genellikle dünyadaki önemli sorunlardan biri olan aşkla yüzleşmekten korkuyorsa kendini bu sorundan kurtarmakta başarılı olamayacaktır. Eğer hareket alanını aile çevresiyle sınırlandırırsa cinsel çabalarının bu sınırlar içinde detaylandırıldığını görmek bizi şaşırtmayacaktır. Güvensizlik duygusundan dolayı ilgisini en çok aşina olduğu az sayıdaki kişinin dışına asla taşıyamamıştır. Diğerlerine alışık olduğu biçimde hükmedemeyeceğinden korkmaktadır. Oidipus kompleksi kurbanları genellikle anneleri tarafından şımartılmış, isteklerinin kendilerine bunların yerine getirilmesi hakkını da getirdiğine inanmaya alıştırılmış ve kendi bağımsız çabaları sayesinde evlerinin sınırları dışında sevgi ve aşk elde edebileceklerini asla fark edememiş çocuklardır. Yetişkinlik yaşamlarında annelerine aşırı derecede bağlı kalırlar. Aşk yaşamlarında kendilerine denk bir eş değil de bir hizmetçi ararlar. Ve onlar için desteğinden en çok emin oldukları hizmetçi de anneleridir. Muhtemelen herhangi bir çocukta Oidipus kompleksini kışkırtmayı başarabiliriz. Tek ihtiyacımız olan şey annesinin çocuğu şımartması, ilgisini diğer insanlara yaymasına izin vermemesi ve babasının görece kayıtsız ve soğuk davranması olur.