Kitabı oku: «Bir Pişmanlık Bir Ümit», sayfa 2
ÇOCUKLUK DUYGU
* * *
Çocukluk dönemlerinden birini Şegen şöyle canlandırdı:
* * *
Köy, yaylaya daha yeni taşınmıştı. Kadın, erkek herkes acele ediyor, hep birlikte çadır dikmekle uğraşıyordu. Acele etmekten başka çareleri yoktu. Henüz öğle saatleriydi ama daha tayları bağlayacaklar, kısrakları sağacaklardı; ocak yapıp yemek hazırlayacaklardı; iş baştan aşkındı.
Boyları yaklaşık aynı gözüken, biri bu sene dördüncü sınıfa geçecek, diğeri yakında sekiz yaşını dolduracak iki çocuk, büyüklerden ayrı, aşağı vadiye doğru koştu. İkisi aşağı doğru indi ve iki üç kıvrımdan sonra yamaçtan sağ tarafa doğru yukarı çıkmaya başladı. Dik bir kısma denk geldiler, bu sene daha hayvan bile ayak basmamış yumak otları çok korkutucuydu. Kaymaktan korkan iki çocuk bazen emekleyerek tırmanıyordu. Yükseldikçe, dağ daha da dikleşiyordu. Epey bir çıkan çocuklar yamaca yapışıp tamamen emekleyerek ilerlemeye geçtiler. Karınlarını biraz yükseltirlerse dengelerini kaybederek, aşağı doğru yuvarlanacak gibiydiler. Dağ sallanıyordu sanki. Aşağıdaki suyun sesi bazen duyuluyor, bazen duyulmuyordu. Önde gelen sarışın çocuk kafasını kaldırıp arkasına baktı.
“Şegen aşağıya bir baksana! Dimdik, kayarsak işimiz biter.”
Peşinden tırmanan esmer çocuk, ensesinde çıban varmış gibi boynunu azıcık döndürüp arkasına baktı. Bir demet yumak otundan destek alan ayağı aniden kayıp yerinden oynadı. Kafasından soğuk su dökülmüş gibi bedenini titreme sardı. Sıkıca yere yapıştı. Dağ sanki gökyüzüne bağlanmış salıncak gibi dönmeye başladı. Elini azıcık serbest bırakırsa aşağıya yuvarlanacak gibiydi.
“Hey, ne oldu?” diyen Marat’ın, korkudan ödü kopmuştu. Sürüklenerek geldi ve Şegen’i kucaklayıverdi.
“Gözlerini aç! Yoksa başın dönmeye devam eder!” diye akıl öğretti. “Dağın tepesine bak! Yukarıya bak!”
Şegen, gözlerini zar zor açarak yukarıya baktı. Tepeye ulaşmalarına çok az kalmıştı. Tam ulaşmışken korktuğundan utandı ve bir an önce devam etmek istedi. Sesini çıkarırsa korktuğu belli olacağından, Marat’a gözleriyle “Devam edelim.” işareti yaptı. Deminki zayıflığını telafi etmek isteyerek tepeye onunla yanyana tırmandı.
“Nihayet!” dedi ve yüzüstü uzanıverdi tepede. İkinci defa, “Nihayet!” diyerek sırtının üstüne uzandı. “Tepeye çıkmak ne güzel!” Demin bembeyaz olan yüzüne kan gelmeye başlamıştı.
“Böyle bir güzellik olmaz olsun! Tepeye çıkana kadar canımız da çıkıyordu neredeyse.” Dedi, kötü bir şey olursa büyüğün suçlu tutulacağını bilen Marat. Neyse ki kötü bir şey olmamıştı. Bu fırsattan yararlanarak, “Demin aşağı yuvarlanacaksın diye nasıl korktuğumu bilsen! Jet hızıyla yanına geldim. Düz yerde bile öyle hızlı gidemem,” diye, puan kazanmaya çalıştı. Şegen ise daha alçak bir sesle konuştu:
“Ayağım kaydı. Kendimi dağın eteğinde bulacağımı düşünmüştüm. Yere yapışmasaydım gitmiştim!” diye kendisinin pek korkmadığını hissettirmeye çalıştı.
Bunların bulunduğu kısımda dağ ikiye ayrılıyormuş. Çatallaşan iki tepenin arası ise güneşli, taşsız ve dümdüz imiş. Dağın güneşe bakan alnı gibiydi. Sülün’ün kuyruk tüyüne benzeyen sarımsı beyaz çiçekli ışgınlar göz kamaştırıyor. Güney taraf süslene, püslene düğüne giden güzel kadınlarla dolmuştu sanki.
“Işgın, dağın sadece bu ensesinde güneşli tarafta yetişir.” dedi Marat, bildiklerini başkasından önce söylemeye çalışma alışkanlığıyla nefes nefese kalarak, “Diğer taraflarda daha çok kuzey kısmında, taşların arasında yetişir.”
Konuşmayı uzatmayıp öne doğru koştular. Açgözlülükle kopardıklarını soymadan ağızlarına koydular. Işgının yaprakları kuzukulağı, daha taze olan koçanları ise kuzu eti gibi idi. Tadınca tadı damağında kalıyordu. Sadece ikisi büyük bir servete kavuşmuş gibi rahat rahat yiyor, rahat rahat topluyordu. Tam bir cennetti. Olmamış koçanların biri diğerinden lezzetli, biri diğerinden yumuşaktı.
Biraz sonra Şegen’in kulağı çınlayıverdi. Uğultuya veya ıslığa benzer zayıf bir ses duyuldu. Arkasından üzerine korkunç bir şey çullandı. Daha bakmasına fırsat bırakmadan başına bir şey sarıldı. Korkudan gözlerini kapattı. Uzun ve dağınık tüylü bir hayvan mıydı, yoksa ince ve yumuşak bir kumaş mıydı, anlamamıştı? Serin ve nemli bir şey yüzüne, boynuna değmiş, dokunmuştu. Derhal boğacak, ısıracak diye bekledi, yapmadı. İnanmakta güçlük çekerek şaşkınlıkla yavaşça gözlerini açtı. Etrafı zifiri karanlık kaplamış, hiçbir şey gözükmüyordu. İki üç defa gözlerini açıp kapattı. Ayağının altını seçmekte zorlanıyordu. Deminki korkusu bir şey değilmiş meğer korkudan tir tir titredi. Dünyanın sonu gelmişti herhâlde. Zifiri karanlıktı. Hareket etmek istedi. Ancak uçurumun ne tarafta, düzlüğün ne tarafta olduğunu hatırlayamadı. Adım atarsa yerin deliğine düşecekmiş gibi geliyordu.
“Şegen neredesin?”
“Marrat!”
Kurt görmüş kuzu gibi meledi. Güzelim şerefin sınırını nasıl aştığını fark etmedi bile. –
“Korkuyorum, yanıma gelsene!” Topladığı ışgınları bir daha ihtiyacı olmayacakmış gibi yere attı.
“Korkma, ben yanındayım zaten.”
Marat’ı görünce dünyaya bir kötülük gelmediğini anladı.
“Tüh, sis mi bu, Marat?”
“Ne sisi. Bulut. Gezgin bulut. Şimdi geçer. Sis olursa kötü olur, uzun süre geçmez.” Dedi Marat. Onun da sesinde korku veya şüphe gibi güvensizlik hissediliyordu. Şegen: “Marat beni kandırıyor!” diye kuşkulandı.
O an güneş parladı ve hemen tekrar kayboldu. Dünyanın yerinde olduğuna emin olunca Şegen çok sevindi. Hava bir süre arka arkaya bir açtı, bir kapandı ve sonunda Marat’ın söylediği gibi bulut geçti gitti. Az önce korkmasına neden olan şey artık Şegen’in ilgisini çekmeye başlamıştı. Öbek öbek olarak yavaşça geçmekte olan bulut, o an ürkmüş koyunu andırıyordu. Kıvır kıvır beyaz bulutlar kesilmiş ineğin işkembesine de benziyordu. Biri alıp sürüklüyordu sanki, karnı kâh yere değiyor, kâh değmiyordu.
“Dönelim mi?” dedi Marat daha kendine gelememiş bir sesle. “Hava kararacak. Biraz aşağıya inip çam ağaçlarının içinden geçersek pek tehlikeli olmaz; ağaçların arasında ağaçlar ne kadar dik olursa olsun insanın başı dönmez.”
Eve hava iyice karardıktan sonra gelebildiler. Büyükler endişelenmiş, bunları aramaya başlamıştı. Dedeler atla aramak üzereymişler. Nineler bunları görür görmez konuşmaya, sorular sormaya başladılar. Neyi kızarak, neyi sevinerek söylediklerini ayırt etmek mümkün değildi. Yeni kurulmuş çadıra eşyalarını toplarken dışarıya çıkan Şegen’in babaannesi Batjan çocukları ilk gören olduğundan kızma ve azarlama payı daha çok ona düştü:
“Allah koruyasılar, neredeydiniz? Üzerinize titrerken ailelerinizi ne kadar endişelendirdiğinizin farkında mısınız siz? Dağ dağdır. İki ayaklı insan şöyle dursun, dört ayaklı hayvan bile kayar düşer o dağda.”
Onların sağ salim dönmelerine sevinen dedeleri ise pek kızmadı.
“Işgın için onca zahmete girmişsiniz!” dedi, Şegen’in dedesi Mamet biraz kızarak, “Allah bilir güney tepeye de gitmişsinizdir?” diye devam etti ve “Nasıl bildim!” der gibi kendinden memnun bir şekilde gülümseyerek kızıl kahve renkli sakalını sıvazladı.
“Evet!” dedi Marat ile Şegen övünerek. Eli boş dönmediklerini göstermek için koltuklarına sıkıştırdıkları ışgınları düşürmek içinkollarını hareket ettirip yukarı çektiler.
“Gevezeliğin babana çekmiş, maşallah!” diyerek arkaya bakıp yere tükürdü Şegen’in dedesi, torununa değil, başka birine söylüyormuş gibi. Sesi azarlıyor gibi değil, seviyor gibi çıkmıştı.
Bir daha bir yere kaçacağından korkarcasına Batjan ile Mamet, Şegen’i eve iki tarafından tutarak soktu. Yere serili kilimi daha yeni süpürmeye başlayan Jamihan, bunlar girince elindeki süpürgeyi atıp şaşkınlıkla kafasındaki eşarbını düzeltti. Şegen, çadırın nasıl kurulduğuna, düzüldüğüne baktı. Az ve öz eşyayla düzülmüştü. Ondan sonra elindekini koyacak uygun bir yer arayarak etrafına göz gezdirdi ve yorulmuş bir insan gibi:
“Şunu saklar mısın,” diye Jamihan’ın eline verdi.
“Kalsın, istemem. Yarın yedin diye başıma bela olursun sen.”
“Yere atıver. Toprağın serinliği ile iyi korunur,” dedi kayınvalidesi, isteksizce tavsiyede bulunarak.
“Getirsene,” dedi Mamet, ışgını tutan gelinine değil, Batjan’a seslenerek. “Merak ettim, bir tadına bakalım.”
“Duyuyor musun? Dediğini yap!” der gibi Batjan gelinine baktı. Jamihan, kayınpederi ile kayınvalidesine ikişer tane verip kendisi de bir tanesinin kabuğunu soymaya başladı.
“Satim çok severdi bunu,” dedi bir ah çekerek. Savaşa giden kocasının adını zikretmişti beklenmedik bir anda. Çok kötü bir hata yaptığını geç fark ederek büyüklerin yüzüne çekinerek baktı. Taze ışgını zevkle yemeye başlayan Batjan ile Mamet’in yedikleri boğazında kalmıştı. Hareketsiz kalan yaşlıların yüzlerinden “Nemize ışgın yiyip zevkten dört köşe oluyoruz ki. Nasıl oldu da Satim’i unuttuk?” ifadeleri okunuyordu. Jamihan yere bakar hâlde dışarı çıktı.
* * *
Şegen, kafada yazma işine biraz ara vererek farklı bir düşünceye daldı: “Zaferden bu yana o kadar yıl geçmesine rağmen, dönmeyen oğullarının nerede olduğunu düşünüyorlardı babaannemle dedem. Ellerine, öldüğüne dair belge ulaşmayınca ümit ışığı sönmemişti herhâlde.”
Şegen’in aklına bir olay geldi.
* * *
Atlı köy, araya on adım kadar bırakılarak dikilen iki evden oluşuyordu. İki de at bakıcısı vardı: Şegen’in dedesi Mamet ve Marat’ın dedesi Taybek. Bu iki yaşlı adamın dostluğu hayatlarındaki bazı benzerliklere dayanıyordu: İkisi de sigara içerdi, bıyık ve sakal bırakırdı, atlara çok düşkünlerdi. İkisinin de tek oğullarından kalan birer torunları vardı. Kaygıları da aynıydı. Akjazık Kolhozuna1 gelen ilk ölüm belgesi Taybek’in oğluna aitti. Gelinleri uzun süre onlarla kaldı ve bir sene önce evlendi. Ancak, yaşlılara kıyamayıp onlara destekçi olsun diye Marat’ı onlara bırakıp gitmişti. Ona da şükrediyorlardı. Savaş bitmesine rağmen Mamet’in oğlundan herhangi bir haber gelmemişti. Hem gelinleri, hem torunları onlarla birlikteydi. Hayatında savaş görmeyen yaşlı adam için bu savaşın açılmamış sırları çoktu. “Günlerin birinde oğlumdan iyi bir haber gelir.” umudu da, “Günlerin birinde gelinim evi terk etmek ister mi?” şüphesi de taşıyordu. İçi rahat değildi. Babasız yetişen çocuğun büyüyünce annesinin peşinden gideceğinden endişelenirdi Taybek’le Mamet. Kısacası, her iki ihtiyarı da içten yiyip bitiren epey dert vardı.
Şegenlerin oturduğu evin girişinde çöken deve gibi hantalca yatan pürtüklü büyük taş bulunuyor. Kısrak bağlanan ipin kazığı bu taşın dibine çakılı. İki evin arka tarafında dağın eteği, gitgide dikleşen yamaç; ön tarafı ise karşı yamaca kadar giden engin çayır.
Sabah vakti idi. “Fazla uzaklaşmayın! Acıktığınızda koşarak eve gelmeniz kolay olur, şu çayırda oynayın!” dedi Marat’la Şegen’e zorla birer kâse ayran içirirken Batjan. Jamihan torbayla eve girdi ve girer girmez iki çocuğa bakıp:
“Amcanlar at yakalayacaklarmış, dışarı çıksanıza!” dedi azarlar bir sesle. “Sonra yine dünkü gibi kaybolmayın, kımız karıştıracaksınız. Şegen, sen dışarıya çıktığın an evi unutuveriyorsun.” Annesi Şegen’e, dedesi ile babaannesinin yanında bu şekilde sert konuşarak sevgisini gizleme uyanıklığı yapardı. Böylesinin kayınvalidesi ile kayınpederinin hoşuna gittiğini bilir, özellikle yapardı.
“Şırakay’ın mı?” dedi Batjan, torbaya bakarak, “Pazardan getirdiği elma, erik birşeyleri varsa versene şunlara!”
“İsterseniz siz verin, ben karıştırmayayım,” diyen annesi, torbayı sürükleyip kayınvalidesinin yanına götürdü.
Marat ile Şegen gülümseyerek birbirine baktı. Hoş bir şeylerin beklediğini ikisi de anladı. Şırakay’ın gerçek adı Kabi’dir. Kolhozdaki hayvan çiftliğinin başkanıdır. Mamet’le ikisinin babaları kardeş, anneleri aynıdır. Anneleri “Amengerlik Geleneği”2 gereği kayınbiraderi ile evlenmiştir. Yakın kayınbiraderi olduğundan, Batjan onun gerçek adını söylemeyip “Şırakay” derdi3. Herhâlde “Çırağ, çırağım.” anlamında kullanıyordu. Kabi’nin adını diğer insanlar da pek kullanmaz, “Çiftlik” derdi. Herkes anlardı. Millet hem sayar, hem bazen arkasından gülerdi. Biraz kılıbıktı, kadınların yaptığı işlere de utanmadan karışırdı. Sağ kolunun başparmağı dışındaki parmaklarını savaşta kaybetmiştir. Sol elinde de sadece üç parmak vardır. Ona rağmen çok güçlüdür. Fiziksel olarak güçlü olmasına rağmen yumuşak huyludur; kimseyle tartışmaz, kavga etmez. Kendisine dokunanlara da sadece gülümseyerek cevap verir. İki yanağında küçük sivilce gibi kırmızı noktaları vardır. Dişleri ise insanı utandıracak şekildedir. Güldükçe ön dişlerinin yerinde kırmızı diş etleri gözükür, onun arkasından da yorgansız yatan çıplak insan gibi kırmızı dili çıkıverir. Onun gülüşüne, karşısındaki insanın gülesi gelir. Kabi’nin asi kısırakları yakaladığını gören ise gülmekten kırılır.
Ayranlarını alelacele içtikten ve Batjan’ın verdiği bir avuç elma ve erikleri ceplerine ayaküstü attıktan sonra, Marat’la Şe-gen dışarı doğru koşuştu. Marat’a hediye olarak verilen at ile uysal kısrak direkte eyerli olarak bağlı duruyordu. Önce Şegen’i ayağından kaldırarak kısırağa bindirdikten sonra, Marat kendi atına bindi.
“Yakaladıkları atları yine savaşa mı götürecekler Marat?”
“Manyak, şimdi ne savaşı? Kolhoza götürüp arabaya koşacaklar veya çobanlar binecek.”
Atlarına binen iki çocuk, at bakıcılarının bulunduğu tarafa doğru koyuldu. Yarışarak gittiler ve Kabi’yi görüp selamlaştılar.
“Oho, epey büyümüş dedelerinin çocukları!” diye gülümsedi Kabi, bunları severek.
“Hadi, atları bir araya toplayalım. Siz ikiniz diğer tarafa geçin!” dedi Mamet sanki ikisinin gelmesini beklercesine. Büyükler de grup grup ayrılarak atları toplamaya başladılar.
Tayların bağlandığı yere atlar çabuk toplandı. Mamet, atları yakalamak için kullandığı uzun sırığı elinde, coşan atların tam ortasındaydı hep. Arkasında Kabi. Mamet yaklaşıp sırığını aniden koyu doru renk ata doğru atıverdi. Asi at boynuna ip takılır takılmaz şaha kalktı. Mamet, ipin ucunu daha dizlerine sıkıştırmadan huysuzlaşan doru at ipi elinden çekip götürdü. Gözü açıp kapayıncaya kadar sürünün içinden sıyrılıp, ipi sürükleyerek yamaca doğru koştu. Atını koşturarak önünden kamçıyla çıkan Taybek’i görünce iki çocuğun bulunduğu tarafa doğru yön değiştirdi. Marat’la Şegen atlarının üzerinden ellerini sağa sola hareket ettirerek ve bağırarak korkutmak istemişti, hiç umursamadı bile. Az bir dönüp Şegen’in bindiği kısrağın kuyruk kısmına çarparak hızla geçti. Kısırak kasılarak sendeledi. Şegen, hayvanın sağrısında, eyerin yan tarafından sıkıca tutarak oturduğundan düşmekten kurtulmuştu. Korkusundan eli ayağı titreyerak ağlayayazdı. En korkunç olanı ise, asi atın gözlerini yakından görmesiydi: Gözleri buz tutmuş cam gibi olmuştu, önünde uçurum da olsa durma niyeti olmayan bir bakışı vardı.
“Ay, ay!” diyen Mamet’in ödü koptu. “Öldürüyordu çocuğu hayvan!” diyerek, hemen torununun yanına geldi ve onu kucakladı. “Bir yerini acıtmadı, değil mi yavrum?”
Gözlerini kırpıştıran Şegen, sadece kafasıyla “Hayır!” işareti yaptı. Asi atın bu davranışı, Kabi’yi de çok sinirlendirdi. Kızgın bir hâlde doru atın peşinden gitti ve atların yanına geri getirdi. Sürüye katılan at karşı tarafa kaçmaya çalıştı. Kabi de hiç peşini bırakmadı. Artık kurtulamayacağını anlayan at yavaşlamaya başladı. O sırada Kabi yaklaştı ve atın sürüklediği ipe uzanmak üzere elini boynuna uzattı. Doru at aniden arkaya dönüp iki ayağıyla çifte attı. Toynakların değdiği kemik parçalanmıştı sanki. “Çat” diye yakınlardaki kayadan yankılanan ses geldi. Kabi’nin atı kafasını yukarı kaldırıp sersemledi.
Yakınır gibi, hüngür hüngür ağlayan insan gibi acıklı bir şekilde kişnedi. Kabi zıplayarak attan indi.
“Versene atını!” dedi, yanına yaklaşan Mamet’e. O da sessizce inip bindiği aygırı Kabi’ye verdi. Asi at aygırın gücünü hissetmiş olmalı ki dönüp at sürüsüne doğru yöneldi. Kabi tekrar yaklaştı. Eğilip sol eliyle kuyruğundan tutuverdi. Eli hisseden at hızla kurtulmak istedi. Ancak tutan el çok güçlüydü ve ufak ufak yavaşlatarak aygıra doğru çekiyordu. Çifte atmak için kalçasını kaldırmıştı. Kabi hızla çekti ve kuyruğu dizin iç kısmından geçiriverdi. Kafası aşağıda, kuyruğu yukarıda olan asi at donakaldı. Kabi gülümseyerek arkaya baktı.
“Dizgin getirin!”
Asi at, bundan sonra sadece gem vururken biraz huysuzluk etti. Onun dışında yenildiğini kabul etmişe benziyordu. Dönmüş gözlerinde sinirden ziyade korku vardı.
“Taybek, eyerinizi şuna vurun!” dedi, Kabi Taybek’e. “Gününü göstereyim ben bunun!”
Mamet ile Taybek ikisi birlikte asi atı çabuk eyerledi. Çift kayış bağladılar. Hareket ettiğinde kuyruğu kopacak olan asi at pek direnmedi.
“Dikkatli ol! “dedi, Mamet kardeşine. “Pek huysuzmuş, böyleleri körden beter olur, önünde uçurum da olsa bakmaz.”
İki ihtiyar, atı iki tarafından tutarak Kabi’yi bindirdi. At, bilincini kaybetmiş gibi bulunduğu yerde bir süre dönüp durdu ve sonra inat edip yana doğru tırıs gitti. Demir yemlik canını acıtmış olmalıydı, tekrar tekrar ağzını buruşturarak yemliği kıtır kıtır çiğnedi. Ağzını ikiye parçalayacak olan beladan kurtulmak ister gibi kişneyerek ağzını yamulttu ve şaha kalktı. Ayaklarını yere indirdiğinde dengesini kaybedip yokuş aşağı tepe takla yuvarlandı. Kabi de atın biraz ilerisine pat diye düştü. Bakanlar “Eyvah!” deme fırsatı bile bulamadı. At da, Kabi de yerinden hemen kalkamadı. O an herkesi korku sardı. Kabi’nin yanına itile kakıla herkesten önce Mamet geldi. Hemen kafasını kucağına aldı ve “Bissimillah.” diye kardeşinin başının arka tarafı toprağa değen yere üç defa avucuyla vurdu ve üç defa tükürdü. Kabi zar zor gözlerini açtı. Taybek de diz çöküp oturdu ve Kabi’nin başını dizine koydu. Kötü bir şeyin olduğunu anlayan Batjan ile Jamihan da dağ yamacına doğru koştu.
“Allahım, ne oldu? Savaş kurşunundan sağ salim dönmüştü, eceli asi attan mı gelecekti? Allahım, çoluk çocuğuna bağışla!” dedi. Batjan gelir gelmez kayınbiraderinin elini tutup damarını tuttu. “Şırakay, neresi?” diye sordu, ağladığını göstermemek için gözlerini aceleyle elleriyle silerek.
İyi olduğunu belirtmek isteyen Kabi zoraki gülümsedi.
“Marat bıçağını versene!” dedi Taybek, sinirden veya korkudan titreyen sesle. “Eskinin adetlerindendir, tüm kötülükler bu atla gitsin, keseyim onu. En kötü ihtimal kolhoza değerini öderiz.”
“Aklı başında bir insan böyle eğimli bir yamaçta asi at eğitir mi?” dedi Batjan “hHerşeyin sorumlusu sensin!” der gibi kocasına bakarak. “Kaldırsanıza artık, yığıldığı yerde yatmasın.”
Gidip kayınbiraderinin bir kolundan tuttu. Mamet’le ikisi eve götürmek istedi. Kabi doru atın yattığı yere bakıp durdu.
“Bu adam olmaz,” dedi Taybek.
Böylece eli ayağı titreyerek, boynunu kaldıramadan gözleri yuvalarından fırlamak üzere olan atın boğazına bıçağını sokuverdi. Daha az önce şaha kalkıp kişneyen güçlü atın boğazından kan fışkırıyordu ve çaresiz atın nefesi azalıyordu. Onunla boğuşan Kabi’nin de şimdiki hâli iç açıcı değildi. Çok kısa sürede meydana gelen olaylardan Şegen’in başı döndü ve yaşamın acımasızlığından korktu. Belirsiz bir korku bedenini sardı ve titremeye başladı. Midesi bulanarak kusmak istedi. Dünkü tepedeki hâli aklına geldi. Az daha kendisi de şu doru at gibi düşerek ölecek miydi? Kendisini rahatsız eden düşüncelerden kurtulmak için gözlerini kapattığı an, dik yamaçtan düşüyormuş gibi başı döndü. Ayakları tutmadığından etrafında dayanak aradı ve yere çömeldi.
“Güzel yavrum benim, çok korkmuş!” dedi, onu fark eden Batjan.
Çocuğun durumu herkesi korkutmuştu. Başkaları şöyle dursun, hâlâ beli ağrıyan, omuzunu kaldıramayan ve kafası zonklayan Kabi bile rahatsızlığını unutmuştu. Şegen, üşümekten tir tir titriyordu. Ancak ateşi eli yakacak kadar yüksekti. Batjan, torununun kolundan tutup eve getirdi ve kat kat yorganın altına yatırdı. Arada bir ürkerek düşüyormuş gibi etrafında tutunacak şey arıyordu Şegen. Onun bu hâlini gören herkes çok endişelendi. Sorulan sorulara cevap yerine sayıklayarak anlamsız şeyler söylüyordu. Köy birden ne yapacağını şaşırmıştı.
Jamihan, koşarak gidip doru atın düştüğü yerden üç fiske toprak getirdi ve kayınvalidesine verdi. Batjan toprağı Şegen’in alnına, ensesine ve kürek kemiğine bastırarak başının üzerinden geçirdi ve okuyup üfledi. Ağlamaya veya kucaklamaya cesaret edemeyen Jamihan, sırayla kayınvalidesiyle Şegen’in yüzüne ürkek bakışlarla bakıyordu. Sadece ayağını kapatıyormuş gibi yapıp yorganın dışından okşuyordu.
“Yavrum çok korkmuş. Biricik oğlundan kalan biricik torununa babaannesi kurban ola!” diye fısıltıyla yalvarıyordu Batjan.
Mamet daha sakindi.
“Yaramaz çocuk, amcana mı acıdın yoksa asi ata mı? Demek ki sen de baban gibi yumuşak huylusun.” diyordu, Şegen’in bu davranışından memnun olmadığını sergileyerek. Eşine de kızdı, “Rahat bırakın çocuğu, biraz dinlensin. Uyursa unutur her şeyi.”
“Senin suçun, çocuğu heveslendirdin. Bunlara at mı kovalattırılır.” Diyen Batjan, kocasını suçlayarak kızmaya başlamıştı. Ancak kocasının çatılan kaşlarını görünce hemen sustu. Şaşkınlıkla, çocuğun yastığını düzeltir gibi yastığı hareket ettirdi. Dikilip duran kocasının kötü bakışlarından “Çocuğun yanından ne zaman ayrılacaksın?” sorusunu okuyunca, dudak hareketleriyle itiraz etti ve yerinden kalktı. Hâlâ güçlü, pembe yanak, tombul yüzlü ihtiyar, üstün gelişine memnuniyetle gülümsedi ve alaycı bir yüz ifadesiyle sessizce dışarı çıktı.
Şegen, biraz sonra kalktığında kendisinin kapıya bakar vaziyette yattığını fark etti. Omuzu cansızlanşmış, kolları uyuşmuştu. Hareket etmek istedi. Deminki baş dönmesi de, mide bulantısı da geçmiş gibiydi. Kendini hafif ve iyi hissediyordu. Üzerine örtülmüş kalın yorganı yavaşça aşağı itti. Babaannesinin sesi geliyordu. Sesinden kızgın olduğu anlaşılıyordu ancak neler söylediğini anlamak zordu. Jamihan da bir şeylere kızmış gözüküyordu. Şegen’i uyandırmamak için fısıltıyla konuşuyorlardı. “Marat” mı dedi yoksa ona benzer bir ad mı zikretti Jamihan? Şegen, bu sefer kulaklarını daha çok açtı. Ancak dinlemek istedikçe kulakları daha çok çınlamaya başlamıştı. İkisinin fısıltısı anlaşılmayan bir gümbütüye dönüşmüştü. Bir an babaannesi derin bir “Ah!” çekti. Yerinden kalkıp Şegen’in yattığı yöne doğru bakıp söylemiş olmalı ki, “Allahım yardımını esirgeme! Ecelden kurtardın, şimdi de hastalıktan kurtar yalnızımı!” diye yalvaran sesi çok net duyulmuştu.
Şegen’in kafasında soru işareti oluştu. Yalnızım dediği kendisiydi, hastalık dediği şu anki durumuydu, peki eceli neydi? Yoksa öleceğim diye mi korkmuşlardı. Marat’la ne alâkası vardı? O an aklına dağın güney tepesi geldi. Yoksa Marat olan biteni anlatmış mıydı? “Ben olmasaydım düşmüştü” diye övünmüştür. Sır tutmasını bilmeyen Marat seni! Bir daha uzakta oynamalarına izin vermeyeceklerdi. Yamaç bir daha aklına geldi. Dağ tekrar sallanıyormuş gibi geldi. Dağ mı sallandı, deprem mi oldu? Dağ nasıl sallanır ki? Acaba doru at düşerken ona da mı dağ sallanıyormuş gibi gelmişti? Sanki biri bağırsaklarını söker gibi vücudu titredi. Yer sallanıyor, bir tarafa doğru eğiliyordu. Düşmemek için tutunmak istedi; yoksa elleri ve ayakları mı tutmuyordu, hiç tutunamadı. Yer sallanarak dönüyordu. Korkusundan bağırıverdi. Sesinin çıkıp çıkmadığını bilmiyordu. Sadece ölmemek için durmadan bağırıyordu. Birine seslenerek mi bağırmıştı, hatırlamıyordu. Tek hatırladığı düşmekte olduğu ve düşmemek için can attığıydı. Durumu hızla dönen çarka yapışan sineğin durumu gibiydi.
Şegen, gece yarısına kadar birkaç defa hem kendisi korktu, hem evdekileri korkuttu. Sonunda iyice yorularak dedesinin kucağında uyuyakaldı. Mamet, torununu uyandırmaktan korkarak derin uykuya dalana kadar yerinden kıpırdamadı. Şegen’i rahat yatağa yatırdıktan sonra bile uyanıp uyanmadığını kontrol etmek için yüzüne bakarak epey bekledi. Atların başında bekçilik yapan Taybek’le ancak sabaha doğru yer değiştirdi.
Şegen, o gece derin derin uyudu ve öğleye doğru ancak kalktı. Korkmadan, fırtına sonrası açan güneş gibi sakin sakin gözlerini açtı. Çadırın güneşliği daha açılmamıştı, içi gölgeli ve serindi. Dışarıdan duyulur, duyulmaz insan sesleri geliyordu. Nasıl olup da kendisini yalnız bıraktıklarına şaşırmıştı. Başkası bırakmış olabilir ama babaanesi kesin yakınlardaydı. Burnuna ekşimsi bir koku geldi. Bu koku kımız kokusu değildi. Çok acıktığını fark etti. Yorganı üzerinden atarak kalktığında eli sopsoğuk ışgına değdi. Yanına bir demet soyulmuş ışgın koymuşlardı. Hiç düşünmeden bir tanesini ağzına atıverdi. Yumuşacık ve tazeydi. “Kurnaz Marat’tır bunu getiren!” diye geçti aklından. O sırada kapı ardından ayak sesleri duyuldu. Yorganını kafasına geçirdi. Ancak babaannesi fark etmişti.
“Gözünü seveyin, esmer kuzum!” diye sevmeye başladı. Dinç uyanmasına sevinerek yorganı açıp saçını kokladı. “Geceyi korkuyla geçirdik. Baş ağrın geçti mi? Babannesinin yavrusu! Kuzum! Sevinç kaynağım! İyice acıkmışsındır, kalk da bir şeyler ye! Hiçbir şey yemedin.”
“Işgınları kim getirdi?”
“Kim getirecek? Deden tabi. Sabah sağılacak kısrakları getirdiğinde bırakmıştı. Seni sevindirmek istemiştir. Canı çıktı adamın. Hepimizin canı çıktı. Babanın hayatta olup olmadığını öğrenemezken senin böyle hastalandığını görünce bizde can kalır mı?”
Taze koçanı memnuniyetle yiyen Şegen, bir an babaannesine şaşkınlıkla baktı.
“Eyvah, yoksa o bütün gece atları orada mı otlattı?”
Batjan, torununun ne demek istediğini anlamadığı hâlde, onu memnun etmek niyetiyle:
– Evet, orada otlattı yavrum, orada otlattı.” diye teyit etti.
Bunları duyan Şegen yerinden fırladı ve giyinmeden yalın ayak dışarı koştu.
“Dur! Dur, nereye gidiyorsun çırılçıplak?”
“Dede! Dede!” Şegen’in bağıran sesi, dışarıdakilerin hepsini kendisine baktırdı. Endişelenen babaannesi de evden çıktı. Atların yanında duran Mamet de Şegen’i görerek şaşkınlıkla ona doğru yürüdü. Gelip boynuna sarılacağını düşünürken, torunu yanına gelip durdu. Rengi atmıştı. Kucaklamak üzere elini uzattığında izin vermeyip geri çekildi. İhtiyarın kalbi cız etti. Sara hastalığına yakalandığını düşündü. Çocuğun bir şeyler söylediğini de geç fark etti.
“Atları nerede otlattın?”
Dedesi bir şey anlamamıştı. Onu niye soruyordu ki?
“Güney tepede.” dedi. “Allahım ne işine yarayacak bu?”
“Tamam işte. Tahmin ettiğim gibi. Atlar ışgınların hepsini mahvetmiştir.”
Sorduğu soruya ancak şimdi anlam verebilmişti Mamet.
“Şimdi anladım demek istediğini esmer yaramaz. Atlar onları yemez. Atları kendin mi zannettin, onları yesin?”
“Yemez ama üzerine basarlar ve ezerler.”
Mamet buna hemen karşılık veremedi.
“Ezmez. Gece gece ışgınları görür mü ki onlar?”
“Görür müymüş, görmezlerse nasıl otlanırlar? Mahvoldu hepsi.”
Şegen hemen döndü ve eve doğru koştu. Eve gelip kendini yatağa attı.
“Allah iyiliğini veresi, ne demiştin yine?” dedi Batjan, kocasına kızgın bir şekilde. Bu sefer Mamet eşinin suçlamasına sadece gülümsemeyle cevap verdi.
“Yaramaz yavrum benim!”dedi torununa yalvararak. “Hadi kalk, yemeğini ye! Sonra kula aygıra binip gidelim güney tepeye. Işgınların bıraktığın gibi durduğunu göstereyim sana. Atlar çam ağaçlarının olduğu kısımda otladılar, ışgınların bulunduğu tarafa geçmediler.”
Çocuk kafasını kaldırdı. Ağlamamıştı ama ağlamak üzere olduğunu belirterek burnunu çekmişti.
“Yalan söylüyorsun. Götürmezsin!”
“Götürürüm. Neden götürmeyeyim? Sen istersen güney tepeye değil, yerin dibine götürürüm. Deden senin için hayattadır.”
Dedesi dediğini yaptı. Kazak usulü eyere kalın minder döşeyip Şegen’i önüne oturttu. Eyerin gümüş kaplamalı ön kısmı kaplumbağanın burnu gibi minderin altından zor gözüküyordu. Şegen soğuk demire dokundu ve dedesinin kucağına girerek arkaya doğru oturdu. Dedesi de dizgini tuttuğu sol eliyle arada bir sıkı sıkı sarılıyordu koltuğunun altından. Herhâlde “Korkma, iyice tutuyorum!” demek istiyordu. “Geçen sefer bizim gittiğimiz yerden gidersek…” diye düşündü Şegen, gittikleri yolun at için çok tehlikeli olduğunu düşünerek. Ne yapacağını bilemeyip keyfi kaçmaya başlamıştı. Dedesi o an atın kafasını farklı bir yöne çevirdi.
“Nereye?” dedi Şegen, dedesinin kandırmış olabileceğini düşünerek.
“Nasıl nereye?” dedi dedesi de, onun sorusundan kuşkulanarak. “Siz geçen sefer hangi yoldan gitmiştiniz?”
“Şey, biz…” Demek babaannesi Marat’tan duyduklarını dedesine anlatmamıştı. Babaannesinin sır saklayabilmesinden büyük memnuniyet duydu Şegen. “Biz çayırın bitiş kısmından yukarı çıkmıştık.”
“Deli misiniz siz? Çok tehlikeli bir yoldur orası. Dik eğimden nasıl gittiniz? Evin dibinde düzgün yol varken.”
“Herşeyi biliyorsa, bu yolu neden bilmiyormuş ki?” diye, kafasında Marat’ı suçladı Şegen. Dedesi onu Koyunlu köye göndermeseydi o da gelirdi. Tüh!”
Kula at, genelde hızlı yürürdü. Belki de sürekli yukarı çıktığından bu sefer üzerindekileri sarsmadan dikkatli ve yavaş gidiyordu. Ayrıca çok korkuyor gibiydi, hep kulağını dikerek etrafta kendisini korkutacak bir şeyler arıyordu sanki. Ardıç ağaçlarının, taşların arasından uçan serçelerin bile sesi onu ürkütmeye ve o yönden kendini çekmeye yetiyordu. Atın o anlarda ki vücut titremesini hem ata değen dizleriyle hissediyor, hem de dedesinin dizgini çekişinden anlıyordu. Keşke kula ata bindiğini Marat görseydi.
Uzaktan bakılınca dağın üst tarafı bıçağın sırtı gibi incecik gözükür. Gidip baktığında ise oldukça geniş olduğunu görürsün. Kimi açık yerlere bir ahır koyun bile sığardı herhâlde. Kimi yerlerde yağmur suyunun biriktiği büyük büyük çukurlar da vardır. “Keşke şu yolu önceden bilseymişiz!” diye pişman oldu Şegen. Geçen sefer bu yoldan gitselerdi kesin ne ayağı kayardı, ne de rezil bir duruma düşerdi.
Dağın en tepesine çıktıklarında soğuk rüzgâr esti.
“Sakın üşümeyesin! Şu soğuk insanın ciğerine işliyor maşallah!” diyen dedesi, hemen Şegen’in göğüs kısmını kapattı.
Artık, ardıç ağaçları yavaş yavaş bitiyor, kat kat taşlar çoğalıyordu. Yol da daralmış, yürümek zor oluyordu. Mamet, dizgini tuttuğu eliyle Şegen’i desteklemesini yeterli görmeyip, sağ eliyle de sıkıca tutuyordu onu. Kula at da ayakları taşların arasına sıkışacağından korkmuş gibi arada bir zıplayıveriyordu. Atın böyle sak, şüpheci ve hiddetli oluşu dedesinin hoşuna gidiyordu. “Ağzındaki gem ile boğuşmayan at, at olur mu hiç?” diye övünürdü hep. Böyle bir ata binmek Şegen için de büyük onurdu. Bu nedenle kula atın bazen ürkerek zıplamasından korksa da, dedesi gibi olmak için pek çaktırmıyordu.
Birazdan yamaçtan aşağı inmeye başladılar. Tekrar ardıç ağaçlarının yoğun olduğu bir bölgeye geldiler. Sık yetişen ağaçların kimilerinin hacmi neredeyse keçe çadırın hacmi kadardı. Ağaçlar, yüzünü, ayaklarını tırmalayarak rahatsız ediyordu. Bu şekilde yola devam ederken, bir an aygırın ayaklarının altından, ağacın içinden patır kütür ses geldi. Kula at, köze basmış gibi yerinden fırladı. Şegen’in minderi eyerden kayıverdi. Dedesi sağ eliyle tutuyor olmasaydı çoktan uçmuştu.