Kitabı oku: «Bir Pişmanlık Bir Ümit», sayfa 3
Şegen, korkusundan bir yerinin acıyıp acımadığını bile anlayamadı. Sadece “Bu hiddetli hâliyle bizi dağdan aşağı yuvarlatmazsa iyidir!” diye korktu. Demin, at fırladığında dizinin ata değen iç kısmına sancı girmişti, şimdi de uyuşmuştu. Aygır huylandıkça kuyruğu ile eyer kısmı, havan sapı ile döver gibi vurmasına rağmen ağrı hissedilmiyordu. Sinirlenen dedesi ise ata küfrederek ve bağırarak hızlandırmak için kamçıyla vuruyordu. Şegen’in gözleri kararmış, bayılıyordu. Bu bitmez tükenmez bir işkence gibiydi.
Mamet, aygırı zor durdurdu. Aygır, ancak iyice yorulunca, deminden beri yaptıkları pekiyi sonuçlanmadığı için utanmış gibiydi. Burnundan pır pır ses çıkaran ve tir tir titreyen aygır nefes nefese kalmıştı; o an düşüverecekmiş gibi duruyordu.
“Şegenciğim, neren ağrıyor yavrum?” dedi Mamet, kollarında yarı cansız bir şekilde yatan çocuğun yüzüne endişeyle bakarak.
Çocuk zar zor inledi. İhtiyar adam bir kötülük hissederek yere atladı. Torununu da kollarına alıp attan indirdi.
“Ben ne yaptım?” derken, sesi titreyen ihtiyar endişeye kapıldı.
Çocuk ayakta duramadı, attan iner inmez dedesine doğru yıkılıverdi. Butlarının iç tarafı bıçakla doğranmış gibi sızlıyor, canını acıtıyordu. Ağrısından ağlamaya bile gücü kalmamıştı; inleyip duruyordu. Bir eliyle aygırı yularından tutan Mamet, diğer eliyle Şegen’i yavaşça yere yatırdı. Ardından dikkatlice pantolonu indirdiğinde gördükleri karşısında şaşkınlığa döndü.
“Yavrum benim, güzel yavrum!” dedi çaresiz ve ağlamaklı bir sesle. “Kula ata ne diye bindirmişim! Ne yapacağım şimdi? Eyvah eyvah, ne yapacağım?”
“Kimsenin olmadığı dağda, ihtiyar ne yapacağını bilemeyip torununun etrafında dönüp duruyordu. Şegen’in iki bacağının arası kanlar içindeydi. Mamet, gördüğü manzara karşısında buz gibi olup, kaskatı kesilmişti. Şaşkın kelebek gibi kâh aygıra, kâh Şegen’e doğru koşuyordu. Dedesinin hâlini gören Şegen daha çok korkmuştu.
İhtiyar, az sonra kendisini sakinleştirmeye çalıştı.
“Ne yapacağım? Kanamasını nasıl durduracağım? Eyvah, böyle yatmaya devam ederse kan kaybından ölür çocuk.” dedi. “Ölür!” kelimesi beynini kemiriyordu. “Allah’ım,” diye yalvardı, “Bundan sonra Satimimi göstermeyeceksen de, çocuğunu bana bağışla! Senden başka bir şey istemiyorum, sadece torunum yaşasın!”
Mamet, hayatında hiç bu kadar korkmamıştı. Her zaman sahip olduğu kibirlilikten, güvenden ve sabırdan eser kalmamıştı. Sadece telaş ve şaşkınlık içindeydi. Önce yaşayıp yaşamayacağından endişeleniyordu. Sonra da bu felaket sonucu sakat kalacağından korkmaya başladı.
Hemen önlem almazsa sonucunun kötü olacağını çabuk anladı. Hemen kayışı çekip, atın üzerine örtülen keçe örtüden bir parça kopardı. Aygırı yakınlardaki ağaca bağladı ve keçe parçasını kibritle tutuşturarak Şegen’in kanayan yerine sıcak hâlde cız diye bastırdı. Torununun hareket etmesinden, canının acımasından dolayı bu sefer eli titremedi. Gömleğini cart diye iki parçaya ayırdı ve ince ince yırtarak yarayı sarabildiği kadar kalınca sardı. Daha sonra pantolonunu giydirip torununu yerinden kaldırdı.
“Şegenciğim, gel sırtıma bin!” diye dizlerini kırarak eğildi. Çocuk kararsızca kalakaldı. Torununun sırtına binmeye utandığını anladı. “Yavrum, kaldırmazsam ata kendin binemezsin. Hadi bin. Yaran daha kötü bir hâl almadan bir an önce eve gidip babaannene tedavi ettirelim.”
Başka çare kalmadığını çocuk da anladı. Utanma, çekinme duygularına şimdilik aldırmamalıydı. Ayaklarının arasını açarak yürüdü ve dedesinin boynundan kucakladı. Dedesi tam doğrulmuştu ki, Şegen dayanamayıp bağırıverdi. Bacaklarının arasına çivi çakılmış gibi bir ağrı girmişti. Mamet tekrar yere indirdi. Hiçbir şey sormadı. Canının çok acıdığını sesinden anlamıştı zaten.
“Eyvah, şimdi ne yapacağım?” dedi şaşkınlıkla. “Gel, seni kucağımda taşıyayım. Pek ağır değilsin zaten.”
Şegen, dedesinin ön tarafına geçerek boynundan kucakladı. Dedesi bir eliyle baldırından tutarak kucağına aldı. Tekrar canını acıtmamak için dikkatlice gelerek, ağaca bağlı yuları çözüp bir eliyle aygırı yedeğine aldı. Aygır ise hâlâ sakinleşememiş sağa sola bakıp duruyordu. Bir iki defa kuvvetle çektiği an yaşlı adamın elini sürtünce, eli acıyan adamın ağzından gayriihtiyari kötü küfürler savruldu. Bu şekilde uzağa gidemeyeceğini anladı ve torununu yere indirdi. Aygırın yanına gidip “Sana nasıl bir ceza çektirsem?” der gibi biraz bekledi. Şegen de “Acısını aygırdan çıkarmak istiyor.” diye düşündü. Ancak, dedesi öyle yapmadı, bileğinden ipi sallanan kamçısı yukarı kalkmadı. Sessizce önce binilen taraftaki üzengiyi, daha sonra kamçıların bulunduğu taraftaki üzengiyi deliğinden eyerin yanına asarak üstünden yularla sıkıca bağladı. Yavaşça gemi alıp, dizgini boynuna sardı. Eyerin yanına kamçısını da sıkıştırdı. Şegen dedesinin ne yapmak istediği sorusunu daha kendine sormadan, dedesi avucuyla atın sağrısına vuruverdi. Aygır “Gık” diye yürümeye başladı.
“Köye gidedursun,” dedi Mamet, Şegen’e yaptıklarını anlatarak. “Evdekiler üzengiyle, dizgini kıvırdığımızı görünce attan düşmediğimizi anlayacaklardır.”
Atı gözden kaybolunca ihtiyar, torununu tekrar kucağına aldı.
“Dayan, Şegenciğim. Eve varırsak babaannen yaranı hiç acıtmadan iyileştirir.”
Daha demin, kula aygırın arasından ürkerek geçtiği yoğun ardıç ağaçlarının içinden Mamet şimdi yolu zor seçiyordu. Ardıç kütükleri aksi bir şekilde, çocuğu taşımaktan zor nefes almaya başlayan ihtiyarın ayaklarına vuruyordu. Dalları ise kâh yüzüne vuruyor, kâh kıyafetine takılıyordu. Çok geçmeden yorgunluktan kan ter içinde kaldı. Bir ara tökezleyerek düşeyazdı.
“Keşke demin eğerin terkisine cüppemi de bağlasaydım!” dedi kendi kendine kızarak. Biraz durup nefes aldı. Gözlerine, ağzına dökülen acı teri avucuyla sildi. Torununu indirmeden biraz dinlendi ve tekrar devam etti. “Hiç olmazsa bir an önce yokuşa varsam!” dedi ileride daha beter yorulacağını düşünerek. Az önce geçtikleri yüksekçe yere vardıklarında Şegen’i yere indirdi. Sigara içmek istedi. Boğazıyla burnunun sigara dumanı isteyerek kaşınmasına artık dayanamıyordu. Dağın en yüksek tepesinin de, taşlı ve engelli kısımlarının da daha önlerinde olduğunu düşünerek çabuk yorulmamak için kendisini zor tuttu. Yavaş da olsa ilerlemek için pek beklemedi.
Düşündüğü gibi, taşlı yerler kendisini çok uğraştırdı. İki kolu, beli zonkluyor, ayağının azıcık sürçmesinden dizleri bükülüyordu. Acı ter gözlerine girdiğinden bulanık görüyordu. Yolunu zar zor seçiyordu. Dişlerini sıkarak dayanmaya çalıştı. Yüzünü kaplayan acı teri azaltmak için kafasını hareket ettirdiğinde hâlsizlikten düşeyazdı. “Ya gözlerim kararır, bir yerde yığılırsam!” diye korktu. Çaresizce bir daha mola verdi.
“Şegenciğim, çok ağırıyor mu? Biraz daha dayan yavrum, az daha yürürsek ilerisi yokuş.”
“Yokuşa ulaşırsak, hızlı gideriz.” demek istemişti. Kendisini de, torununu da avutuyordu böylece. Şegen’e dayanmasını söyledi ama kendisi dayanamadı. Cebindeki katlanmış gazeteyi hemen buldu eli. Kenarından kopararak sigara sardı. Kokusu bile mest etmeye yetmişti. Yalayarak gazetenin kenarını kapattı. Tutuşturdu ve iştahlı bir şekilde iki üç defa çekti. Vücudunda güzel bir uyuşma hissetti. Bir an gözleri Şegen’e dikildi ve endişeye kapıldı. Gözleri uyku basmış gibi neredeyse kapanıyordu.
“Güzel yavrum benim,” dedi kalbi sızlayarak, “Canın çok yanmış olmalı. Açıp baksam mı?” diyerek sigarasını atıverdi. “Bakmayayım. Bir an önce eve götüreyim. Babaannesi tedavi etsin, yoksa görünüş kötü. Sakat mı kalacak yavrum.” Çaresizin tek silahı yalvarmaktır. Ümidi iyice kesildiğinde tekrar Allah’a yalvardı. “Ya Allah! Yalnız oğlumu göstermeyeceksen de, onun çocuğu yaşasın, yavruma sıkıntı çektirme!”
İhtiyar torununu bir daha kaldırdı. Dişlerini sıkarak sinirlerini yatıştırmaya çalıştı. Acele yürümeye devam etti.
“Dede, yoruldun mu?” dedi Şegen, hem dedesine acıyarak, hem de kendisini taşımak zorunda kaldığına sıkılarak.
“Yorulmadım, aslanım. Niye yorulayım? Sana şifa bulana kadar ben yorulur muyum?”
Genelde sakin ve sabırlı dedesinin sesinden endişeli olduğunu anladı çocuk. Yarası canını çok acıttıysa da belli etmemeye çalıştı. Dedesinin terlemiş alnını yavaşça sildi avucuyla. Köy tarafına baktı: Daha ev filan gözükmüyordu. İçine korku düştü. “Herhâlde bugün varamayacağız!” dedi ev tarafına bakmaktan vazgeçerek. Köye ulaşamayıp dağda kaldıkları canlandı gözünün önünde. Zifiri karanlık, etrafta hiçbir şey gözükmüyor. Hareket ettiğin an uçuruma düşecek gibisin. Ağır ağır nefes alan dedesi uyuyakalmış. Şegen ise gözleri açık dedesinin kucağında oturuyor. Aniden altlarında ki toprak kaymaya başladı. Korkuya kapılan Şegen dedesinin boynuna yapışıverdi. İçi geçmiş, ürkerek gözlerini açtı:
“Şegenciğim ne oldu? Ağrın mı var?” dedi merhametli ses.
“Hayır, yok. Sadece ayağım uyuştu.”
“Tamam, kuzum, indireyim o zaman.”
Çocuk dedesini dinlendirmek için bahane bulduğuna çok sevinmişti. Ağrı ve sancıları azalmıştı sanki.
Bunlar tepeden indikten ve Atlı köy gözüktükten sonra da epey yürüdüler, epey sıkıntı çektiler. Öğleden sonra olalı da çok olmuştu. Öksürmeye başlayınca Mamet iki defa mola vererek sigara yakmıştı. Yorulduğunu hiç belli etmedi, sadece sigarasını üst üste çekip durmadan tükürdü.
Köyün çok yakınındaki kıvrım yere ulaşıp aşağı doğru inmeye başladıklarında, karşıdan atlı biri bunları fark ederek dörtnala bunlara doğru geldi. Gelenin Marat olduğunu gören ihtiyar bir daha mola verdi. Kötü bir şeye maruz kaldıklarını tahmin eden Marat, iyice yaklaşıp sağ salim olduklarından emin olunca sevinmeye başladı. Ancak, genelde cesur ihtiyarın neredeyse ağlayacak gibi olan yüzünü görünce:
“Dede ne oldu? Şegen’e ne oldu?” derken, gözleri yuvalarından fırlayacak gibiydi.
“İt kula at ürktü …” diye, zor cevap verdi nefes nefese kalan Mamet.
“Düştünüz mü?”
“Hayır. Şaha kalkınca eyer Şegen’i kötü yaralamış. Ata binemeyince kucağıma aldım. Aygır köye döndü mü?”
“Geldi. Babaannemlere söylemedik. Dedemle ikimiz tam aramaya çıkmıştık ki sizi gördük. “Üzengiyi kıvırmışlar, atı özellikle mi bırakıvermişler yoksa otlasın diye mi serbest bıraktılar?” diye, dedemle ikimiz çok endişelendik. Sizi görünce dedem: “Hadi koş. Şegen’i kucağına almış, başına bir şey gelmiş olmasın!” dedi. İşte kendisi de geliyor.
Gözleri evlerinden uğramış olan Taybek de geldi o sırada. “Eyvah, eyvah. Her şey yolunda mı?” diye atından atlayarak indi ve yanlarına yaklaştı. Olan biteni öğrendikten sonra, Şegen’i artık Taybek kucağına aldı. Mamet ise Taybek’in atına binip köye önce geldi.
Bütün yol gık demeyen Şegen babaannesini görünce dayanamayıp ağlayıverdi.
“Babaannesinin kuzusu. İnşallah sakat kalmazsın!” dedi Batjan, torununa sarılarak ağlamaklı bir sesle.
Dünkü kalın yatak tekrar serildi. Mamet başköşede sessizce oturuyordu. Olanları anlatıp bitirmiş gibiydi. Evin ortasına demir ocak kurulup ateş yakıldı. Şegen’i yatağa yatırdıktan sonra babaannesi kimseyi yaklaştırmadan yarayı kendisi açıp baktı. “Bir tanem. Yarası derinmiş!” dedi endişeyle, duyulur duyulmaz bir sesle ve evin içinde koşuşturmaya başladı. Tekrar keçe tutuşturup yaraya bastırdı ve kuyruk yağı kızdırarak sürdü. Daha sonra Şegen’e temiz çamaşır giydirdi.
Batjan dışarı çıktı ve uzun süre kaldıktan sonra aceleyle eve girdi.
– Şegenciğim güneş batmak üzere. Gel dışarı çıkıp üfleyelim. Tüm kötülükler kara koyunun akciğeri ile geçmiş olsun. Özellikle kestirdim. Bir koyun değil, koyunların tümü kurban olsun sana.
Babaannesi ile dedesi, Şegen’in çekinmesine bakmadan yalvar yakar, neredeyse sürükleyerek çıkardılar onu evden. Taybek, etleri parçalamıştı bile. Üflemek fazla zaman almadı. Çabucacık eve sokup yatağa yatırdıkları an Şegen uyuyakalmıştı. Tedavisini işe yaramış olarak yorumlayan Batjan, fısıltıyla daha çok dua etmeye başladı.
Tenceredeki taze etin güzel kokusu ile ocaktaki ateşten gelen sıcaklık eve dağılarak evin içine biraz da olsa neşe sokmuştu. Evdekilerin sohbeti de gitgide koyulaşıyordu. Felaketi atlattıklarına sevinen Mamet, Şegen’in başına gelenleri bu sefer ayrıntılı olarak tekrar anlattı. Ardıç ağacından uçuveren belirsiz kuşa küfrettiler, ondan ürken aygırı azarladılar. Böylece birbiriyle yarışarak yorum yapan, şaşkına dönen ev ahalisi iyi sonuçlanan olayı büyük ilgiyle dinledi.
Şegen, bir ara uykuda inledi. Herkes sessizleşip çocuğun yattığı tarafa döndü. Batjan hemen yerinden fırladı. Yanına gidip yorganı sıkıca örttü. Bir işaret verip vermeyeceğini bekleyerek uzun süre yüzüne baktı. Ancak çocuk ne ses verdi, ne de hareket etti.
Evdekiler tekrar sohbete daldıklarında, Şegen ağlayarak uyandı. Evdekiler korkudan sıçradı.
“Babaanne!” dedi, duyulur duyulmaz bir sesle.
“Ne oldu, bir tanem? Yoksa yaran mı ağrıyor, canım?”
Batjan koşarak torununun yanına geldi.
“Tuvalete gitmek istiyorum.” dedi, Şegen sızlanarak.
“Kuzucuğum, ona da ağlanır mı? Hemen çocuğum.”
Çabucacık dışarı çıkıp kapının önündeki leğeni getirdi. Çocuk leğene tuvaletini yapmak istemeyince, üzerine Mamet’in cüppesini giydirip Batjan ile Jamihan iki tarafından tutarak dışarıya çıkardılar. Evden fazla uzaklaştırmadan:
“Nasıl olsa karanlık. Şuraya …” dedi Batjan.
“Sen git,” diye Jamihan’ı dirseğiyle itti Şegen.
“Sen git, Allah iyiliğini veresi,” dedi, babaannesi de bileğinden tutup geri çekerek, “Senden utanıyor, gidip Marat’ı gönder.”
Batjan sessizce bekledi. “Yanacaktır. Dayanamayıp ağlayacak şimdi.” diye kendi kendini hazırladı. Jamihan da eve girmeyip kapının ağzında onları dinliyordu. Şegen önce bir şımarır gibi yaptı ama sonra aniden çığlık atıverdi. Tekrar korktuğunu düşünen Batjan ile Jamihan, ikisi iki tarafından sevip okşayarak yatıştırmaya çalıştırdılar. Ancak çocuk bir türlü sakinleşmiyordu. İnleyişinden ıstırap çektiği belli oluyordu. Vücudunu geriyor, çırpınıyordu. Evdekiler de korkmuş, dışarı çıkmışlardı. Batjan iyice şaşkına dönmüştü.
“Yavrum ne oldu?” dedi. Neresi olduğunu tahmin ettiği hâlde, “Neren? Neren yavrum?” diye, etrafında dönüp duruyordu.
“Yapamıyorum!” dedi çocuk ağlayarak.
“Canım benim, ne kadar eziyet çektin.” dedi, Jamihan da dayanamayıp yüksek sesle. “Ne yapsam? Sana nasıl yardımcı olsam? Anne, doktora götürmezsek idrar torbası patlar ve çocuk ölür.”
“Yeter!” dedi, her şeyi duyan Mamet kızgın bir sesle. İhtiyarın sert çıkan sesinden bir çözüm düşündüğü anlaşılmıştı. “Marat sen evden ateş getirip burayı aydınlat çocuğum. Şegentay sen erkek değil misin, az bir sabret yavrum. Gündüz yaralandığında bile böyle ağlamamıştın. Şimdi ise hepimizi ayağa kaldırdın esmer yaramaz.”
Marat evden ateş getirdi ve kurumuş ağaçlarla ateş yakarak etrafı hemen aydınlattı. Şegen’in utanacak hâli kalmamıştı. Gözlerini kapatmış, alt dudağını ısırmış bir hâlde babaannesinin kucağında yarı cansız yatıyordu. Onun bu kadar eziyet çektiğini gören ev halkı iyice panikledi. Canının yanmasından çocuğun yüzü kasılıp çözülüyordu. Ağzı ile burnu, kaşı ile gözü yüzünün hareketine göre değişik şekiller aldıkça çok ıztırap çektiğini anlayan yanındakiler bakmaya tahammül edemiyordu. Yüzünü kaplayan ter, gözyaşıyla karışıyor, çocuk gitgide kötüleşiyordu.
Dedesi tutup sevdi ve yüzünü ateşe doğru baktırdı. Yaranın bulunduğu yeri eliyle sıvazlarken yaranın ucunu çekiverdi. Çocuk bir çığlık attı ve yarasını tuttu. Kanamıştı ama idrarı çıkabilecek bir delik bulunmuştu. Batjan ile Jamihan da rahat bir nefes alıp sevinçle gözyaşlarını sildiler. Yaradan kanın akmakta olduğunu önce anlamamışlardı. “Yavrum şimdi rahatladı işte!” diyerek, Şegen’in yanına giden Batjan. “Eyvah, kan akıyormuş!” diye bağırıverdi.
“Bir şey olmaz.” dedi sabırlı ve soğukkanlı bir sesle Mamet, eşine müdahale ederek. “Keçeyi tekrar tutuşturup bastır. Hadi, boşuna panik yapma.”
Şegen, yarası sarılınca ne yemek yedi, ne de konuştu. Yorgun düşerek uykuya daldı. Büyükler de oflaya puflaya siyah koyunun etinin tadına baktılar. Mamet’in evindeki mum o gece hiç sönmedi.
Geceki işkence sabah tekrar etti. Sertleşen yara ağzı, idrarını yapmasına izin vermeyip Şegen’e burnu sıkışmış tay misali çığlık attırdı. Gece kullandığı yöntemi uygulamaya bu sefer Mamet cesaret edemedi. Zaten çocuk da bağırarak yanına yaklaştırmadı.
Şegen’in durumu Atlı köyü gerçekten korkutmuştu. Çözümden daha çok panik hâkimdi. Çocuğun bu hâliyle ata binerek ilçedeki hastaneye gitmesi mümkün değildi. Çağırabilecekleri bir doktor yoktu. Kendilerinin iyileştirebilecekleri hafif bir yara da değildi. Bunların hepsini düşünüp çaresiz kalan Mamet, Taybek’ten derman olacak bir akıl bekledi. O da umut ışığı yakacak bir akıl veremedi.
“Taybek, Marat’ı Kabi’ye mi göndersek, ne yapsak?” dedi ne yapacağını bilemeyip. “O köyden daha ayrılmamıştır. Kabi, sıhhiye memuru veya hasta bakıcısı gibi bu işten anlayan birini bir an önce bulmazsa çocuğu kaybedebiliriz. Yarasının kabuğunu her gün çekmeye kalkarsak çocukta hiç can kalır mı?”
“Haklısın. Ben hemen göndereyim,” dedi Taybek, bir çare bulunduğuna sevinerek. Yerinden fırlayarak evine doğru koştu.
Durumu öğrenen Marat da acele etti. Alelacele üzerini giyip çabucacık atına bindi. Ta yamacı geçene kadar Şegen’in durumunda bir değişiklik olup olmadığını merak ederek arkasına bakıp durdu. Marat gözden kaybolur kaybolmaz, Şegen tekrar çığlık atmaya başladı. Ardından iğne deliği kadar yerden zar zor sızan idrar az da olsa rahatlatmıştı.
Yanına, Öken adlı sıhhiye memurunu alıp geç de olsa Kabi geldi. Memur hiç beklemeden çocuğa yöneldi. Sızlamasına, yakınmasına hiç aldırmadan yarayı tuttu, eliyle yokladı ve döndürdü. Yara olmayan yerlerini bile eliyle kontrol etti.
“Tehlikeli bir durum yok.” dedi, sonra emin bir şekilde. “Çabuk iyileşir. Sadece dış tarafı yaralanmış. Teyze ılık su getirir misiniz?” dedi Batjan’a bakıp. “Hemen çocuğum. Ayran yaptığım bir çanak var, işe yarar mı?”
Öken gülümseyerek kafasıyla “Evet!” işareti yaptı. Batjan, ılık suyu da, temiz kabı da hemen hazır etti. Öken, yarayı permanganatla yıkadı ve iyot tentürü sürdü. İdrarını yapmasını engellemeyecek şekilde yarasını beyaz sargı ile sardı.
“Nasıl sardığıma bakın. Günde üç defa permanganatla yıkayıp kanayan yerlere iyot tentürü sürün,” dedi Batjan’a ilaçlarını verirken.
“Allah iyiliğini veresi, yüreğimizi ağzımıza getirdi. Yarası gerçekten dışında mı, yoksa içinde de var mı? Bizi kandırmayın, doğruyu söyleyin.”
“Teyze kandırmıyorum. Endişelenmeyin, sadece derisi ile eti ezilmiş, çabuk iyileşir.”
“İnşallah dediğin gibi olur, yavrum. Tek tesellimiz bu çocuktur. İnşallah bir an önce iyileşir. İki üç gündür zavallı çocuğun başına gelmeyen kalmadı.”
Her şeyin suçlusu oymuş gibi Mamet, Kabi’ye kaşlarını çatarak baktı.
“Bir koyun hediye et!” dedi Öken’i işaret ederek.
“Hayır amca olmaz, ayıp olur!” diye sıhhiye memuru hediyeyi kabul etmek istemedi.
Memurun söyledikleri sinirlerine dokunan sarışın ihtiyar, Öken’in yüzüne kızgınlıkla, azarlamak istercesine baktı. Daha sonra torununu iyileştirdiği aklına gelmiş olmalı ki rengi hemen değişiverdi.
“Sana ücret karşılığı olarak mı verdiğimi düşündün. Tedavi ettiysen yabancıyı değil, kardeşini tedavi ettin. Onun için hediye mi istersin benden. Bu “İyileşecek.” dediğin müjdeli sözün karşılığıdır.
* * *
“Evet,” dedi Şegen, kanepeden ah çekerek kalkarken. Odasının içinde ileri geri biraz dolaştıktan sonra iki avucuyla yüzünü ovuştururken kitap raflarının yanında bir süre durdu. “Çocukluğumda bile başımdan büyüklü küçüklü, ilginç olan veya olmayan birçok olay geçti. Ancak okuyanlar o olaylardan ne anlayacak? Birinin başından geçenler başkasını ne ilgilendirir? Belki kimileri ‘Zavallı çocuk!’ diye bana acır, kimileri ise geleceğim için endişe duyar. Yani ben kitabı milleti endişelendirmek için mi yazacağım? Böyle bir durumda tenkitçilerin tenkidine uğramaktan başka bir kazancımın olmayacaktır.
Eyvah, aslında ben Bübiş hakkında yazmayacak mıydım? Babaannemle dedemi anlatıp konudan uzaklaşmışım. İnsanın kendi düşündüğü şeyleri kendisinin kontrol altında tutamaması ne ilginç! Ancak dedemleri anlatmazsam çocukluk dönemim hiç çocukluk olur mu? Sözlerine ‘Yavrum’ ve ‘Kuzum’ diye başlayan dedemle babaannemi yazmayacaksam elime kalem almamam daha iyi değil mi?”
Şegen şaşırıp kaldı. Birkaç defa başka şekilde yazmayı denedi ama olmadı. Hem başka şekil kafasında hemen oluşmadı, hem de aklına başladığı şeylerin devamı gelerek rahatsız etti. Hem böyle çok beklerse anlatmaya başladığı olayların düzeni bozulabilirdi. “Tamam. Devam edeyim. Nasıl olsa kâğıda yazmıyorum. Akıldakini değiştirmek kolay nasıl olsa” diye tekrar kanepeye uzandı. Gözlerini kapatarak yarası iyileştikten sonraki günleri getirdi aklına.
* * *
Atlı köyde sabahtan beri bir telaş vardı. İki yere kurulmuş ocağın üzerindeki tencerelerden buhar buram buram yükseliyordu. İki evde de çadır desteğine asılı duran kaplara konmuş kımız, sabahın köründen beri sallana sallana kıvamını çoktan bulmuştu. “Düğün gibi eğlenceli olacak herhâlde” diye düşündü Şegen. Evin içine güzel değişik minderleri döşeme, yorgan ve yastık gibi ev eşyalarının üstünü güzel örtülerle kapama, evin içini silip süpürme gibi işlerle uğraşan Jamihan herkesten daha heyecanlıydı. Üstüne de güzel elbise yakıştırmıştı. Dedesi, babaannesi, Marat’ın evindekiler hepsi çok telaşlıydı.
“Geliyorlar!” dedi biri.
Çayırın diğer tarafından beş altı atlı gözüktü. Biraz sonra koca ağacın yanına gelip atlarından indiler. Koca ağacın yanı, gelenlerin atlarını tutanlar ve atlardan inenlerle doldu. Kısa boylu, boynu ve karnı büyük, etrafını süzen esmer adamla özel bir ilgi ve saygıyla tokalaşıyorlardı. Hem eşlik edenler, hem karşılayanlar çok ilgi gösteriyordu. İki çocuk, evin yanındaki büyük taşa çıkıp, avuç kadar düz kısmında aşık oynuyordu. Büyüklerin kumar dediği bu oyuna kendileri “Üyirmekil” diye ad takmıştı. Büyükler arasında telaş başlayınca onlar da taştan indi. Gelenlerin içinde tanıdıkları bir tek Kabi vardı. Gülümseyerek çocukların yanına geldi ve sırtlarından sıvazladı. Sonra Şegen’e bakıp:
“Nasıl, iyileştin mi? Artık aygırdan korkmazsın, değil mi?” diye güldü.
Göbekli adam yanlarına yaklaşıp dik dik baktı.
“Amcaya selam ver!” dedi Kabi, Şegen’in omzuna elini koyup. Onun çekingenliği hoşuna gitmeyip yaklaş anlamında avucunu bastırdı.
“Selamünaleyküm!” dedi Marat çekinerek. Şişman adam cevap vermedi. Somurtarak Şegen’e pis pis baktı. Yüzü gülümser gibi bir şekil aldı ve:
“Neden selam vermiyorsun, bürokrat ihtiyarın çocuğu?” dedi. Sesi kısılmış gibi boğuk çıkıyordu. Tüylü yüzüne yakından bakan Şegen’in eli ayağı titredi. Şu anda hatırlayamadığı bir yerde böyle korkunç bir haşere görmüştü. Geriye çekilerek, kendisine saldıracakmış gibi yüzünü korumaya çalıştı. Etrafındakiler çocuğun davranışından dolayı utandılar.
– Çekiniyor ağabeyi, çekiniyor.” dedi Taybek, ortamı yumuşatmaya çalışarak.
Millet eve girdikten sonra Şegen’in Marat’a sorduğu ilk soru:
“Kimdir bu?” oldu.
“Yönetici Botaş.”
“Çok korktum! Yüzü ne kadar tüylü, tırtılın sırtı gibi!” dedi benzettiği haşereyi şimdi hatırlayarak.
“Sus!” dedi Marat, korkarak ev tarafına baktı. Birileri duyar diye yüz rengi değişiverdi. Botaş’ın gücünü şimdi anlayan Şegen de korktu. Yaşı onun üzerinde olan ve dördüncü sınıfa geçen Marat, büyüklerin durumunu kendisinden daha iyi biliyordu tabi.
Marat ile Şegen, tekrar evin yanındaki büyük taşın üzerine çıktı. Aşık oyunlarına devam ederken arada bir merakla ev tarafına kulak veriyorlardı. Yemek hazır olduğunda Jamihan iki parça et getirmişti. Ardından yemek dolu bir tahta kapla Batjan da yanlarına geldi. Tok karınla ilginç oyunlarına devam eden çocuklar kulaklarını sadece evden gelen sıra dışı seslere veriyordu. Evdeki konuşmanın kızıştığını oyundan sıkılmaya başladıklarında fark ettiler. Hangisinin tartışma, hangisinin şaka olduğunu ayırt etmek zordu. Sesler bazen öfkeli ve kızgın, bazen neşeli çıkıyordu. Kulaklarını dikip ne hakkında konuştuklarını anlamaya çalıştılar. Tek başına konuşanın söyledikleri net duyuluyordu. Birbiriyle yarışarak konuşanların ne söylediklerini seçmek zordu. Bu durumda ikisi birbirine bakıp omuzlarını kaldırıyorlardı. Bir an kalabalığın sesi kesildi ve az bir sessizlikten sonra Botaş’ın kısık sesi duyuldu. Sesler ağzından değil de, karnından geliyor gibi boğuktu. Söylediklerinin bazıları duyuluyor, bazıları duyulmuyordu. Yine de Şegen sohbet konusunu anlamıştı. Galiba evlilikle ilgiliydi. Konuşma arasında “Jamihan” adını duyunca yüreği boğazına takılmıştı. Bedenini korku sarmış, kalbi bir kötülük hissetmişti. Marat ise tamamen anlamış gibiydi, hiç konuşmadı. Ardından dedesinin kızgın sesi duyuldu:
“Başkasından beklerdim. Ama Satim’e karşı düşmanlığı senden beklemezdim, Allahın cezası. Ben seni misafir ederken sen benim hayatımın içine mi tükürüyorsun?”
Boğuk ses de sert çıktı. Ancak ne söylediği net anlaşılmadı. Evden hızla çıkan Jamihan ardından biri kovalarcasına koşarak Maratların evine girdi. “Dedemin kızmasının nedenlerinden biri de bu mu?” diye şüphelendi Şegen. Pat diye bir ses çıktı. Kâse ve tabakların çarpışan gıcırtılı sesleri geliyordu. Dedesi ağırlık kaldıran bir insan gibi nefes nefese kalmış yüksek sesle bağırdı:
“Bırak beni, karnını yarayım!”
Şegen hemen taştan zıpladı ve eve doğru koştu. Taybek ile Kabi, Mamet’i iki tarafından tutmuş, bırakmıyordu. Sakalı ile bıyığı tir tir titreyen dedesi, sürekli yutkunarak sanki bir şeyle söylemek istiyor da söyleyemiyor gibiydi. Şu hâli Botaş’a saldırmak isteyen birinden ziyade ağlamak üzere olan birinin hâline daha çok benziyordu.
“Çık evimden!” dedi titreyerek. “Göğe direk de olsan, yap yapacağını da göreyim!”
“Sen, ihtiyar delirdin herhâlde,” dedi Botaş, oturduğu yerden somurtarak. Ondan sonra aklına aniden bir şey gelmiş gibi Mamet’ten gözünü ayırmadan: “Ne? Beni dövmek mi istiyorsun? Döv de demir parmaklıklı evden yer bulayım sana.” Dedi.
Mamet o an kendini Botaş’a doğru attı. Şegen sonrasını pek göremedi. Evdekilerin hepsi ayağa kalkmıştı. Ancak evdeki curcuna bittikten sonra dedesinin göğsünün açık, cüppesinin sol omzundan inmiş olduğunu gördü. Gözünün önünde huysuz at canlandı bir daha. Dedesi de onun gibi kafasını tutamayıp yere mi yığılacak? Önce bedenini belirsiz bir korku sardı. Ardından aklına bir düşünce geliverdi. Dedesi dayak yedi ya, onun yardıma ihtiyacı vardır. Ona yardım etmeli! Destanlardaki kahramanlar daha beşikteyken güçlerini göstermiyorlar mı? Dedesine derhal yardım eli uzatmalı. Gecikirse korkmuş sayılacak. Çocuğun yüreği balık gibi yerinden oynadı. Kenardan giderek sandığın arkasındaki eski tüfeği aldı.
“Dede tut! Tut!” diye uzattığı an, dedesinden önce davranan Kabi elinden hızla çekiverdi. Şegen kendi hızıyla yüzükoyun düşüverdi. Mamet hiçbir şey söylemeden Kabi’nin alnına yumruk atıverdi. Kabi yüzünü bir daha gelebilecek yumruktan korumak isterken elindeki tüfeği kaptı. Namluyu hemen Botaş’a doğrulttu ve öfkeli gözlerle dikildi.
“Çık dediysem çık evimden! Vururum!”
Taybek:
“Mamet dur, yapma!” diye yanına yaklaşıp tüfeği çekip aldı ve sandığın arkasına attı. Sonra da Şegen’i sürükleye sürükleye evden çıkardı. Bundan daha iyi çözüm olmadığını düşünen diğer insanlar da yavaş yavaş kapıya doğruldular. Botaş; evden çıkar çıkmaz hiç beklemeden herkesten önce atına bindi. Ona eşlik edenler de alelacele atlandılar. Kimse bir şey demedi. Atlı köye bir an sessizlik çökmüştü. İlk önce konuşan, olanlardan sorumlu tutulacakmış gibi herkes susuyordu. Botaş’la mı gideceğine yoksa ağabeyi ile mi kalacağına karar veremeyen Kabi, ev ile atların bağlandığı koca ağaç arasında dolanıp duruyordu. Evden son olarak, önce Taybek, ardından Mamet çıktı. Onları gören Kabi yere tükürdü ve bir yere acele edermişçesine çayıra doğru gitti.
“Hey!” Mamet bağırarak onu durdurdu. “Ne oldu? Onun arkasından gidemedim diye mi sinirlisin? Git! Birlikte geldin, birlikte git. Demin beni korumadın. Şimdi beni hangi düşmanımdan korumak için kalıyorsun.”
Kabi, zorla dönüp eve doğru yürüdü. Yavaşça boğazını temizleyip gülümser gibi oldu. Hemen gülümsemeyi kesti ve ensesini kaşıdı.
“Ne yapabilirim ki ben ona? İyi veya kötü, sonuçta patron, diğer taraftan kardeş.”
“Kardeşini yesinler! Sana Satim değil, o kardeş olmaya başladı, öyle mi?”
“Satim değil diyecek kadar ben ne yaptım ki?”
“Bundan daha fazla ne yapacaktın ki? Ne yapmışmış? Misafirin geleceğini söyleyip iki ayağımızı bir pabuca sokan sen değil miydin? Arkamızdan çevireceğini çevirdikten sonra, yanımıza gelip hesabı pak, yüzü ak oluverdin ha?”
“Ne bileyim?” dedi Kabi, itirazını Mamet’e bakan dik bakışlarıyla da belli ederek. “Ben nereden bileyim? Yemek yiyip kımız içecek zannettim. Botaş benimle istişare mi etmiş?”
– İstişare etmediyse etmesin. Demin söylediklerini duyduğunda neden boğazını sıkmadın? İtoğlu it! Kuvvet sahibi değilmişsin, onu anladık. Küçücük çocuğun elindeki tüfeği ne diye çekip alıyorsun? Utanmadan nasıl alabildin? Yıllardır bozuk olan tüfeğin Botaş’a doğrulduğunda çalışıvereceğinden mi korktun yoksa? O tüfeği bozan sen değil miydin? Gücünün yetmeyeceği biri olsa neyse anlarım. Hiç olmazsa dövmeden, etmeden neden evimden iteleyip çıkarmadın ha?”
“Kendisi gitti ya zaten.”
“Söylediklerine bak şunun! Kendisi gitmişmiş. Yiyeceğini yedikten, diyeceğini dedikten sonra gitmeyip de ne yapsın? Savunmasıza dişini geçirmeyip de kime dişini geçirir bu Kazak? Geçmişini bilmesem neyse anlarım. Bu koca göbekliye güzel eşini kaçırırken benim Satimim yardımcı olmuştu.” Biraz sessiz kaldı ve kafasını salladı. “İtoğlu it şimdi de Satimimin eşini başkası için istiyor. Demin bunu söylerken ağzını kıraydın ya köpeğin. İşte o zaman beni memnun ederdin.”
“Evet, Mametciğim,” dedi Taybek, bir taraftan durumu anladığını, diğer taraftan da ondan anlayış beklediğini sergileyerek ve gülümseyerek. “Kabi ne zaman idareye el kaldıracak kadar güçlü olmuştu ki? Kabi’nin gücü çalışırken, iş yaparken kendini gösterir. Kavganın meydana geldiği ortamlarda Kabi’nin gücünün nereye kaybolduğu bir tek Allah’a malûmdur. Bu onun karakteridir. Bir insanın yaradılışını değiştirmek zordur. Onu azarlayacağına Şegen için sevinsene! Ateşten kalan kor olan torununu düşün, sevin. Bugün onun seni korumasına sevinerek ziyafet vereceğine, kızılmayacak şeylere kızmaya başladın. Hadi, eve girip biz bize kımız içelim!”
Şegen, söylenenlerden pek anlam çıkaramadıysa da Kabi’nin haksız olduğunu anlayabilmişti. Güçlü, huysuz atlardan bile korkmayan kuvvetli birinin Botaş’ı hiç olmazsa itmemesine doğrusu üzülmüştü. Ağabeyini korumaması Botaş’ı sevmesi anlamına mı geliyordu? Onu ağabeyine nasıl tercih eder? Hangi iyiliği için? Ancak, Kabi kendisini seviyor gibiydi. Huysuz atı kovalarken at beni neredeyse düşürürken çok kızmamış mıydı? Eğer kendisini seviyorsa dedesinden neden nefret eder? Kabi, hem kendisini, hem dedesini, hem de Botaş’ı, herkesi aynı sevebilir mi? Botaş’ı daha önce seviyorsa da bugün dedesiyle dövüştükten sonra ondan nefret etmesi gerekmez mi? Dedesi Kabi’ye kızmakta haklıydı herhâlde.