Kitabı oku: «Ey Dünya Ey», sayfa 2
* * *
Şeyi içinden, ‘Önümüzdeki Cuma günü pazara gittiğimde Tazabek açık konuşur belki’ diye ümitlendi. Fakat iki günden sonra Tazabek ile Jameş köye kendileri geldi. Doğru mu yoksa bahane mi uydurdular söylediklerine göre anne babası göndermiş. Rusların düşünceleri değişmiş, on dokuz ile kırk beş yaş arasındaki Müslüman çocuklarını askere almak için liste çıkarıyorlarmış. Ağıntay ile Tazabek’ten ayrılsak hayatımız ne olacaktı? Taldıbulak’a taşınsak mı sonra oturup düşünelim, demiş. Tilevli, cevabını kesin söylemeden bir Ağıntay’a bir de Tazabek’e iç çekip bakarak,
– Bakarız, dedi homurdanarak,
– İstişare edelim. Yakın bir zamanda Ömeken’le kendim gidip görüşeceğim.
– Görüşeceksin de, diye karısı Ajiken bir şey söylemek istedi fakat kocasının surat astığını fark etti ve sustu.
– Haydi, Jibekcan! Misafirleri köyün dışına kadar bırakalım, diye Jüzük Şeyi’yi ailesinin yanından aldı.
Jameş, yolda ağabeyiyle dalga geçerek,
– Millet Ruslar askere götürecek diye kaygılanıyor, benim ağabeyim ise senin için kaygılanıyor! dedi Şeyi’ye at üzerinde eğilip yaklaşarak.
O lafın manasını Şeyi anladı fakat seslenmedi. Şimdi en zoru Tazabek’in kendini beğenip beğenmediğini bilmemekti. Çok iri bir kişi olması ve ciddi karakteri hoşuna gitse de kadına karşı şefkatli görünmüyor gibi geldi. ‘Yanındaki erkek seni düşünmüyorsa çok kötü’ diye kadınlar kendi aralarında konuşuyordu. Tazabek, Şeyi’ye tam da öyle kadınla ilgilenmeyecek birisi gibi göründü. ‘Güçlü kuvvetli olduğuna göre biraz serttir de! Erkek işte, arada bir de sert olması gerekmiyor mu?’ diye düşünse de şüpheleniyordu.
– Haydi, iyi yolculuklar size! diye Jüzük geri döneceklerini belirttiğinde,
– İyi, tamam! diye Jameş de atın başını döndürmüştü.
Tazabek tam o sırada Şeyi’ye karşı yürümüştü. ‘Bu ne yapıyor?’ diye kız rahatsız oldu. Dizgin tuttuğu sol eli titrerken sağ elindeki kamçı elinden kayıyordu ama bilerek tutmaya çalışmadı. ‘Çıt’ diye kamçı atın ayağının dibine düştü. Yaklaşan Tazabek atından inip kamçıyı Şeyi’nin eline uzattı. Kamçıyla birlikte elini de tuttu. Kürek gibi olan avucunda kızın eli kayboldu. Bu gerçekten sen misin diye kız inanamayıp Tazabek’in yüzüne şaşırarak baktı. Tazabek kıza yiyecekmiş gibi bakıyordu. Gözü yaşla mı doldu yoksa alevlendiğinden mi, gözünün içi mutluluktan parlıyordu. O ateş, kızın da yüzünü alevlendiriyor gibiydi. Ne diyeceğini ne yapacağını bilemedi.
– Uzatmadan anne babamı istemeye göndereceğim, dedi lafı eveleyip gevelemeden,
– Bundan sonra sen benimsin, dedi.
Aniden söylediği cümle Şeyi’yi öyle şaşırttı ki, yerinden hareket edemedi. Jüzük ile Jameş’in önünde Şeyi’nin elinden öptü. Rezalet! Şeyi, Tazabek’e biraz surat astı. Tazabek, Şeyi’ye bakmak istedi ama Şeyi gözlerini ondan kaçırdı ve sonra ikisi de bu durum karşısında kızardılar. İnsanın anlayamayacağı bir duygu kızın vücudunda alevlenivermişti. Sanki attan düşecek gibi hissetti kendisini. Şeyi, heyecanını Tazabek’ten gizlemek için yüzünü çevirirken Tazabek’in hala onu süzdüğünü fark etti. Allah’ım! Bu başka bir Tazabek mi? dedi sevinçle. Çünkü Tazabek onun gözlerine şimdi daha güzel göründü. Şeyi kendisinde Tazabek’e karşı oluşan duyguları fark ettirmemek için hemen atın başını köye doğru çevirdi. ‘Canımsın’ diyen Tazabek’in sesi onu şımartmaya yetmişti.
* * *
Tazabek ile Daneker, her biri pazarın bir tarafından gizlice çıkıp Karkara Irmak’ına yaklaştıklarında daha güneş tepelerindeydi. Bu, artık son görüşme olduğu için kırmadan vedalaşmak niyetiyle Daneker’e yaklaşmıştı fakat Daneker onun elini geri itti. Bu hareketi, şımarıyor diye yorumlayan Tazabek tekrar yaklaşınca kadın yine reddederek iki elini beline götürdü. Ne olduğunu anlayamayan Tazabek, Daneker’e hiçbir şey anlamamış gibi baktı. Kadının öfkeden patlayacak gibi kızarmış suratını görünce tiksindi.
– Sana ne oldu?
– Ne olmuş? Öğrendim senin kötü niyetini…
– Nasıl? Kötü niyet derken?
– Bugün pazara benim için gelmedin değil mi?
– Eee, kimin için gelmişim?
– Başka birisi için…
– Onu kim söyledi?
– Öğrendim.
– Kimden?
– Jomart’tan!
– Jomart’tan mı? Hangi Jomart?
– Kaç tane Jomart vardı? Kendi arkadaşın Jomart!
– O ne dedi?
– Senin Şeyi’yle evleneceğini söyledi.
– Eee, desin! Hakikaten Şeyi ya da başka birisiyle evlenmemde ne sakınca var ki?
– Başka birisini neden karıştırıyorsun? Jomart senin kesin olarak Şeyi’yle evleneceğini söyledi.
– Kesin olduğunu o nereden biliyormuş?
– O da Şeyi’yi istiyormuş ama ilk sen açılmışsın.
– Sana şikâyet mi etti onu söyleyerek? Onun seninle ne yakınlığı var da?
– Kimim kimsem değil ama o da bana yaklaşmak istemiş zamanında yine sen yaklaşmışsın ondan önce.
– Peki, benim sana yakın olduğumu kim söylemiş ona?
– Ben söyledim!
– Ne dedin ona? ‘Şeyi’ye git de söyle, o Daneker’le yaşıyor’ diye mi söyledin?
– ‘Söyle’ demedim. Sadece Tazabek benden artık uzak dursun dedim. ‘Nereye gitsem hep karşıma çıkıyor’ diye öfkelendiğinden senin Şeyi’yle evleneceğini birden bana söyledi.
– Bunların hepsini ne zaman söyledi sana?
– Özel olarak gelip söylemedi. Dayım, torununu sünnet yaptırdığında orada söylemişti. Jomart, bizim evdekilerle aynı yaşta; o yüzden bana ‘Yenge’ deyip şakalaşıyordu.
– Şakalaşması için yüz vermişsin herhalde!
– Yüz verecek kadar deli değilim!
– Deli olmasan da delirtmiş seni!
– Evet, delirtti! Nasıl deli olmayayım? Evdeki kocam koca değil, seni gerçek koca sanıp, senden çocuk doğurdum, senin yanındayken işkence olan evdeki hayatımı unutuyordum. Sen beni diri diri gömdün! Ne yapacağım? Sensiz nasıl yaşayacağım? Kendinle birlikte kalbimi de söküp götürecek gibisin. Bunun gönlümü ne kadar yaralayacağını bana daha önce söyleselerdi inanmazdım.
Tazabek’in göğsüne elleriyle vurup hıçkırarak ağlıyordu. Sonunda Daneker yavaş yavaş kendine geldi. Tazabek, ‘Allah’ım! Sana bu kadar bağlanacağımı nerden bilebilirdim? Bu gerçekten çok kötüymüş!’ diye içinden geçirdi. Korktu ve endişelendi. Fakat ikisi de bugün, bugün olmazsa yarın ya da gelecekte bir gün ayrılacaklarını önceden bildikleri için bu durumu belli etmeden susuyorlardı. Tazabek, Daneker’i avutacak bir kelime ve hakikat bulamadığı için sadece sessizce onu kucaklayarak ağlayan kadını sırtından okşadı.
– Zaten sonumuzun böyle olacağını önceden ikimiz de biliyorduk, diyerek ah çekti.
– Böyle bir durumla karşılaşacağımı hiç düşünmemiştim. Ah, zavallı ben, ‘Oynaşma ateş gibi sıcaktır, zaman geçtikçe de çok kötü kokar’ sözünü kaç kere duysam da bunun kendi başıma geleceği hiç aklıma gelmezdi. Ara sıra bile olsa gelmez misin?
– Hayır! Öyle iki taraflı olamam!
* * *
Ağabeyi Ağıntay ve Tazabek askere alınırsa Şeyi için hayat nasıl bir hal alırdı? Daha yaşayamadığı hayat onun içinde mi kalsındı? Bütün zamanını bu korkunç ve kötü fikirleri düşünerek geçirmek onu içinden çıkılmaz bir hale soktu, sonunda bir çare bulamadan, – Pazara gidelim mi! dedi Jüzük’e.
– Tamam, gidelim!
– Babası Tilevli de bunlarla birlikte Taldıbulak’ın köşesine kadar gidecekti, bu arada ev bark işlerini de Ağıntay’a bıraktı.
Jüzük ile Şeyi pazarın her tarafını gezmelerine rağmen ne Jameş’i ne Tazabek’i görebildiler.
– Gelmemiş ki! dedi Şeyi üzülerek, – Gidelim!
– Tamam, gidelim! dedi Jüzük bilerek,
– Kızı aramayan erkeği biz mi arayacağız?
– Hangi erkeği, Jüzük? Ben Jameş’i arıyorum.
– Ben de onu arıyorum Jibek’im, Tazabek’le ikisi birlikte mi diye sadece!. Bak bak! Geliyor Jameş!
Jameş’in tek olduğunu görünce Şeyi biraz şaşırdı. Jameş, uzun zamandır görüşmemiş gibi onları hemen kucaklayarak selamladı. İlk önce Jüzük konuşmaya başladı.
– Yalnız mısın?
– Hayır! Tazabek de buralardaydı birden kaybettim.
– Buradaysa kendisi bulur. Gidelim pazarı dikkatlice dolaşalım! dedi. Pazarı iki kere dolaşsalar da Tazabek’le karşılaşmadılar.
– Yer yarıldı da içine mi girdi, nereye gitti? diye Jameş biraz kızdı.
Üçünün konuşmaları o kadar alakasızdı ki adeta her kafadan bir ses çıkıyordu. Şeyi’yi endişelendiren tek soru, ‘O nereye gedebilir acaba?” sorusuydu. Kardeşine kendisini kaybettirip başka yere gitmesine şaşırdı, ‘Acaba başına kötü bir şey mi geldi?’
– Ağabeyin önceden de kayboluyor muydu? dedi dayanamayarak.
– Hayır! dedi Jameş ne diyeceğini bilemeden,
– Öyle yapmıyordu!
– Şarkıcı Sopıya götürmüş olabilir mi? dedi Şeyi tahmin ederek.
– Ne Sopısı! O artık postanede çalışıyor, eskisi gibi gezemiyor!
– O zaman başka birisi götürmüş!
– Onu götürebilecek sadece sensin! Sen de buradasın, Senden başka kim götürebilir ki?
– Bizim bilmediğimiz başka birisi olabilir mi?
Şeyi, hemen dönüp atının bağlı olduğu yere yürüdü. Jüzük’ün, Jameş’e, ‘Ah, her şeyi mahvetti, bu zavallı. Git, ara bul onu! Yerin altına girse de bul!’ diyen yengesinin öfkeli sesini duyarak gidiyordu. Yengesinin arkasından geldiğini anlasa da hiç dönüp bakmadı. Tabi ki o yerin altına girmedi. Yirmi üç yaşındaki iri gövdeli koca adam gün ortasında nereye kaybolabilirdi ki? Kardeşi, aklını başından alan kadına gitmediyse başka nereye gidebilirdi ki? Öfkeyle akan gözyaşını Jüzük’ten saklayamadı.
– Sensin suçlu! Sensin onu bulan! diye Jüzük’ün göğsünü yumrukladı.
– Canım! Canım! Ağlama lütfen, etraftakilere ayıp olur. Erkeklerin işi her an çıkabilir, kötü düşünme! Pazara senin için gelmese başka kim için gelebilir ki?
– Artık ne pazarı ne Tazabek’i görmek istiyorum!
– İşte geliyor! Bak o! dedi arkalarından gelen Jameş nefesi daralarak.
Pazarın tam ortasında tek atlı gelen kişiyi Şeyi hemen ilk bakışta tanıdı. Pazara gelen kişi, o taraftan niye gitmiş olabilir? O taraf Karkara nehriydi. O nehrin kenarı sık ormanlarla kaplı. Tek başına orada ne arıyordu? Hayır, yalnız değildi. Taldıbulak tarafına giden kadın da o ormandan çıkmıştı.
– O giden kadını gördün mü Jameş? Ağabeyin, seni bırakıp onu ormana götürmüş! Ağabeyin bulundu! Benden ona selam söyle, bundan sonra gözüme görünmesin!
Daha da Jüzük’ün sesi uzaktan geliyordu fakat bu sefer hiçbir lafını işitmiyordu. Arkasına bakmadan atına binip gidiyordu. Artık bu olanlar çok ağır geldiği için duygularına hâkim olamayıp gözyaşı döküyordu. Şaşkına dönmüş, duygularından kendini alamıyordu.
Olan her şeyi Jameş’ten duyduğunda Tazabek, kalbi duracak gibi hissetti. Şeyi’yi avucuma aldım derken şimdi uçup gidiyordu. Ne yapabilirdi? Şimdi durduramazsa o zaman her şey biterdi.
– Jameş yürü gidelim, arkalarından yetişelim!
Arkalarından duyulan atın sesine ikisi de aniden dönüp baktılar. Aman Allah’ım, sevincinden Şeyi’nin gözlerinden yaşlar boşalıyordu.
– Ablacım, bu da ne? dedi Tazabek at üzerinde oturan Jüzük’ü kucaklayarak,
– Böyle yapacağına beni öldürüp gitseydin daha iyi olmaz mıydı Şeyiciğim, ‘Artık ben seninleyim’ demedim mi?
– Bana artık yaklaşma! Yaklaşma!
Tazabek Şeyi’nin atının üzengisini hemen tutuverdi. Onu gören Jüzük ile Jameş, önlerinden gitmeyi sürdürdüler.
– Canım! dedi Tazabek, Şeyi’nin dizginini kendisine doğru çekerek. İki at yan yana durdular. O elini uzatıverdi, diğeri öfkelenerek yüzünü çevirdi. Nasıl önüne alıp kucağında götürdüğünü fark etmedi Şeyi. Terkisine binmiş, Tazabek’in kucağında oturduğunu bir an fark etti. Güçlü delikanlı kızın karşılık vermesine aldırmadı. Kucağına almış yüzünden, boynundan, ağzından öpüyordu ve kokluyordu. Şeyi, çekingen bir tavırla utanıyor ve çırpınıyordu, sanki başı dönüp attan düşecek gibi oldu, Tazabek’in gömleğinden tutuvermişti. Düğmeleri açılıp çıplak göğsüne ıslak yüzü değiverdi. Kız o an ağladığını hissetti.
– Beni kalpten kıskandın sen, beni sevmesen böyle kıskanmazdın değil mi, canım?
‘Canım! Canım!’ derken bu hayatta başka hiçbir şey kalmamış gibi. Şeyi artık ne öfkelenebildi ne çekinebildi.
* * *
– Taldıbulak’a gidip Ömerali’yle görüşen Tilevli,
– Yarın merkeze taşınalım! dedi. Karar verdiğini biraz sert sesle belirleterek.
– Kendi alıştığımız yer, Orta Merki’ye yerleşelim. Sonra da orada durum nasıl olur bakalım!
Orta Merki’ye taşınalı Şeyi’ye her bir dağ-taşta felaket saklanmış gibi geliyordu. ‘Savaş ağır iş’ denilen bela sadece Tazabek’te ikisine kurulan pusu gibiydi.
Üç gün sonra gece pazardan gelen Ömerali homurdanarak oturdu ve karısı Kalişa ile kızı Jameş’in önünde Tazabek’i dövecekmiş gibi asık suratla baktı. Evdekilerin hepsi ürpererek sessiz kaldılar. İhtiyar aniden gözleriyle aşağı bakıp sol avucuyla yüzünü okşayıp sonra sağ avucuyla gözünü, burnunu sonra da yavaşça ağzını ovaladı.
– Oğlum! dedi sonra yavaş sesle.
– Benim bildiğim kadarıyla insanın ölümden başka her şeye acele etmesi gerekir. Kazak dediğin yarın yaşar mı yaşamaz mı, onu bir Allah bilir. Bana tez vakitte torun sevdirmezsen bu hayat boşunadır. Halkın başına bela geldi. Artık gamsız yürümen, öncelikle kendine, iyice düşünürsen halkına yaptığın düşmanlıktır. Bu kadar bekâr kaldığın yeter, evlenmen gerekir. Düşündüğün, aklında birisi varsa söyle, yoksa kendim birisine kız istemeye giderim.
– Eee! Ne oldu düşman kovar gibi acele ediyorsun? diye Kalişa kıpırdadı. İhtiyar öfkelenerek elini kaldırdı.
– ‘Düşman kovdu değil, düşman tepededir. Karısına asık yüzle baktığı gibi oğluna döndü.
– Düşündüğün birisi var mı yok mu?
– Evet baba! Var! Düşündüğü birisi var! dedi Jameş, Tazabek’ten önce cevap vererek.
Tazabek, Jameş’e bir şey diyecekti, ihtiyar elini kaldırıp konuşmasını engelledi.
– Kim o? dedi Jameş’e dönüp,
– Kimin kızı?
– Tilevli ağabeyinin kızı!
– Şeyi mi? dedi annesi, kızının yüzüne sevinçle bakarak.
– Evet.
– Tamam! dedi Ömerali yüzünü sıvazlayarak. Tilevli’nin kızı ise Allah dilediğimizi vermiş. Hatun, tatlılarını hazırla yarın ikimiz Tilevli ile Ajiken’e gidelim.
– Önceden haber vermeden, bir şey demeden nasıl olur acaba?
– Öyle olacak! Haber vermeden geldin diye Tilevli bizi evinden kovacaksa kovsun! Hem durumuzu anlatırız hem de ikram edilecek yemeğe çağırırız.
Tazabek, yerinden gülümseyerek kalktı. Jameş de ağabeyine gülümseyerek baktı. Kalişa da sevinçle kocasına baktı. Çoktandır çözülmeyen düğümü kolayca çözdüğüne hem şaşırdı hem de sevindi.
* * *
Güneş tam tepedeyken yamaçta oynayan Ağıntay’ın iki oğlu ve bir kızı Şeyi’ye koşarak geldiler,
– Abla! Jaydak Bulak tarafından iki atlı geliyor! dedi ikisi yarışırken. Şeyi, Jameş’in atını hemen tanıdı fakat üzerindeki o değil orta yaşlı bir kadındı. ‘Belki annesi olabilir, dedi tahmin ederek. O zaman yanındaki babasıdır’.
Misafir geldiğini ağabeyi ile yengesine kapıdan haber verdi ve kendisi evden uzaklaşarak gitti. Ağıntay ile Jüzük evden koşarak çıkıp misafirlerle yüksek sesle selamlaştı.
Şeyi’nin tahmini doğru çıkmıştı. Gelen Tazabek’le Jameş’in anne babası Ömerali ile Kalişa idi. Derhal koyun kesilip, hemen kavurma hazırladıklarına göre anne babasının razı olduklarını hissetti. Tazabek’in, ‘Tez vakitte anne babamı seni istemeye göndereceğim!’ diye sözünü tuttuğunu düşündü.
Babası Tilevli, Şeyi’ye göre katı yürekli ve adil, kimsenin düşünmediğini düşünen, kimsenin bilemediğini bilen, yapısı çok farklı bir kişiydi. Davranışı ve karakteri biraz farklıydı. Eski Kazakları över, şimdiki Kazakların çoğunu küçümserdi. Babasının konuşmalarına bakınca kendisi övüngen; tek atını sevdiği birisine üzerinden inip verecek kadar cömert, korktuğunu ve şaşırdığını belirtmek istemeyen gururlu birisiydi. Kendisinin yaptığı doğru, yanlış olsa da dediğinden vaz geçmeyen hem cesur hem inatçıydı. Birisinin kendisinden üstün olduğunu kabul etmeyecek kadar kıskançtı. Bugün birisinin ‘eee, tamam’ demesinin yarın kendisine kazılan çukur olduğunu fark etmeyecek kadar saftı; birisine hediye vereni seven ve almaya da kötü demeyen, her nasılsa tüm iyi ve kötülüğü kendisinde bulunan Kazaklar gibiydi. O, övülünce dağın zirvesi gibi gururla omuzları yükselen, beğenilmediğinde de yardan düşecek Kazaktır. İlginç olanı Şeyi’nin babası için tüm söyledikleri hakikat gibiydi. Kazak, gerçekten kimseye benzemeyen, masallarda yaşayan ilkel halkın kalıntısı gibi bir halktı.
Bunların hepsini bilen, herkesle sohbet ederek anlatan babası bugün tamamen başka birisiydi. İki kelimenin birinde ‘Ömeke3, Ömeke’ diye Tazabek’in babasının önünde kendini küçük göstermişti. Tazabek, babasına çekmiştir, İhtiyar Ömerali, bağdaş kurarak oturduğunda da büyük görünürdü. Konuşması ve karakteri de görünüşü gibi sertti. Şeyi, sofradayken babasının sohbetlerini dinledikten sonra iltifatını anladı. Ömerali, çok düşünen ve fikrini açık söyleyen açık sözlü bir kişiydi. Kazakları ağır işe alacak diye Çarın fermanına Albanların nasıl davrandığını Ömerali bizzat gördüğünü ifade etti.
İlk önce Akjelke-Podborkop, Albanların en iyileriyle beylerini pazardaki beyaz sarayına çağırıp ‘Üç gün içerisinde savaş için ağır işe gideceklerin listesini verin! diye emretmiştir. İki üç günden sonra pazarın arkasındaki Ait tepesinde toplanıp ‘Gençleri verelim mi vermeyelim mi?’ diye istişare eden yaklaşık üç yüz dört yüz kişi, arasında Ömeken de vardı. Jamenke hemen, ‘Çarın niyeti bozulmuştur. Artık ona akıl verecek değiliz, o da fikrimizi dinleyecek değil. Çar bizi düşünmezse, Çarı dinleyen Alban’da yoktur. Kısacası, direnme zamanı geldi. Onun konuşmasının ardından Uzak devam ederek, ‘Çar sözünü tutmadı. Biz ilk geldiğimizde, ‘Kazaklardan asker almayacağız, fakat her ocağa bir som yirmi kuruştan vergi vereceğiz demişti. O verilen sözü, yazılan mektubu baba Savrık, Tezek asilzadenin evinde kendi gözleriyle görmüştür. Vaad, Allah’ın sözüdür. Kendi sözüne bağlı kalmayan Çara biz de saygı göstermeyiz’ dedi. O arada Irakımbay biraz sakinleştirmek ister gibi, ‘Gençleri vermiyoruz diyelim, tamam. Fakat hükümet asker gönderip sulh olan milleti yok ederse ne yaparız?’ demişti, Jamenke ona karşı, ‘Bizim için dönülecek yol yoktur. Versek gençler ölecek, vermesek yaşlılar. Gençler ölmesin de yaşlılar ölsün! Gençleri vermeyeceğiz, bitti! Benim diyeceğim bu! Başkasını kendiniz bilirsiniz!’ dedi. Tazabek’in torunu Avbakir de bağırarak, ‘Çar, Kazakları asker verse de yok eder, vermese de yok eder. Çünkü ona halk değil, Rusları yerleştirecek toprak gerekir. Boşu boşuna oturup ölmek yerine insan gibi savaşıp ölelim. Gücümüz yetmiyorsa Çin’e kaçıp kurtuluruz. Fakat yerin, suyun sahibinin olduğunu Çara bir hatırlatalım!’ dedi. Sonra Uzak yine bağırarak, Kazak’ın topuzla sopadan başka silahı yoktur. Öldüreceğiz diye Ruslar yerinde duramıyorlar. Silahlanalım! Pişmanlık duymayalım! Çoluk çocuk ve kadınları yarın düşmanın bulamayacağı ormana götürelim. Kazaklar hiçbir zaman birisinin toprağını almak için savaşmamıştır, sadece kendi yurdunu korumak için savaşmıştır. Düşmana karşı çıktığında cesurluk nasıl şartsa, birlik de onun kadar lazım. Eğer aramızdan birisi memleketin birliğini bozarak ihanet ederse, kendisine de evladına da acımayacağız! Buna ant içeriz!’ diye yerinden kalktığında, halkın hepsi, ‘Ant içelim! Ant! diye yerlerinden fırlayarak kalktı.
– Eee! dedi babası, aklındaki bir şeyi hatırlayamamış gibi çatık kaşla düşünüp,
– Çıldırmış halkı durdurmak şimdi zor olur. Yoksa Irakımbay’ın dediği gibi tehlikelidir. Gençlerin hiçbirini askerlik için vermeyeceğiz desek, ona sinirlenen Ruslar hiç birimizi sağ bırakmadan öldürebilir. Onun da savaş için bahane aramadığını kim söyleyebilir?
– Doğru söylüyorsun! Bu, Ruslara çok iyi bir bahane olacaktır, ‘Çara karşı çıktı’, diyerek hepimizi yok ederler. Sonra Kazakları kim korur ve suçsuz olduğunu kim ispat eder? Avbakir konuştuktan sonra Saylıbay’ın oğlu Semtik, ‘Kahramanlığı sen de uygunsuz yerde yaparsın ya, zavallı’ diye küçümseyerek konuştu. Ben tam yanında oturuyordum. Yüzüne bakıvermiştim hiç çekinmedi. ‘Cesaret akıla eşlik edemez, kahramanın tevekkeline akıl eşlik edemez’ dedi imalı şekilde. Nasıl olur size göre gençleri vermemiz doğru mu? demiştim, ‘Kendinden güçlüye öfkeni değil aklını göster. Öfke, öfke çağırır, güçlünün öfkesi dediğini yaptırır, akıl ise aklı çağırır, zayıfın aklına güçlü de eğilir’ dedi.
– Doğrudur! Onun demek istediğini ben de anladım. Gençler ölünce sadece yaşlılar ölmeyecek, çoluk çocuk, koca karı hepsi ölecek anlamında. Durum Semtik’in dediği gibi olsa ne olurdu?
– Nasıl olsa milletin başına bela oldu, Tilevli. ‘Artık evlatları düşünmezsek mundar ölürüz’ dedi Ömerali evdekilerin hepsine tek tek bakarak.
– Çocuklardan sadece sağ salim kalan Tazabek’in kaderi için endişeleniyorum. Sonunda karımla birlikte sizlerle danışmaya geldik. Acele oldu fakat acele etmekten başka çare kalmadı. Tek çocuk diye hiç üstüne varmadık, o da evlenmeyi düşünmüyordu. ‘Eee, nasip olsa evlenir’ diye bizde gönlümüzü rahatlattık. Oğlumuzdan torun sevmezsek, bu tehlikeli vakit oğlumun kendisini kaybedecek gibi tehlikelidir. Bu konuda sizinle biraz konuşmaya geldik.
– Tabi ki, olur Ömeke, dedi babası Şeyi’nin oturduğu tarafa yan gözle bakarak.
Zaten konuşmanın nedenini fark eden Şeyi bu ahvali kendi kulaklarıyla duyduktan sonra nasıl kalkacağını nasıl oturacağını bilemedi. Onu babası fark edince hemen konuyu değiştirerek:
– Adil diye inandığımız Çar zalim oldu! dedi ah çekerek,
– Demek Rusları kendisine yaklaştırarak onlara güzel, görkemli yerleri verdi de eskiden o yerlere sahip olan Kazakları önemsemeden bozkırı verip kenara atıverdi. Yani bahanesi, ‘Siz çiftçilik yapmayı bilmiyorsunuz’. Neden bilmiyoruz ki? Gerekirse Kazak hepsini yapar. Kazaklara güvenmiyor bu Çar, küçük görüyor. Eline silah vermeyip ağır iş yaptırması da ondandır. Birilerinin anlattıklarına göre Kazak, Uygur savaş için değil savaşa kale yapmak için gidecekmiş. O kaleyi Alman uçurursa sen savaşsan da savaşmasan da ölmeyecek misin? dedi Tilevli kendisinin de hangisine inanacağını bilmediğini belirterek.
– Devletin politikasına uygun olur mu? dedi Ömerali Tilevli’ye yan gözle bakarak.
– ‘Hakikat’ ve ‘Adalet’i ilk önce onlar söyler fakat sonunda ‘Hakikat’ dediği entrika, ‘Adalet’ dediği aldatmak oluverir. ‘Hakikat’ dediğin kat kat sahne perdesi gibi değil midir? Onun ilk perdesini halka gösterir hükümet ve kalanını onun altına saklar. Halk, ağzı açık ona inanır ve diğer katlı perdenin altında ne saklandığını fark etmez. Örnek olarak köpeğin de kuşun da inanacağı bir hakikati ben size söyleyeyim. Benim bu karımı tanıyan ve tanımayan kişilere ‘Bu benim karım, Tazabek bizim oğlumuz’ desem hiç şüphesiz, belgesiz herkes inanır, çünkü onun için hiç akıl ve ilmin gereği yoktur. Daha sevimsiz birisi ‘Ömerali’nin Tazabek’i oynaşından doğmuştur’ dese, ben ‘Hayır, Tazabek öz evladım’ diye haykırsam da Kalişa ağlasa da bazısı inanır bazısı inanmaz.
– Çocukların önünde neler söylüyorsun? diye Kalişa kocasına bakakalmıştı, Ömerali de ona bakarak,
– Ne oldu? Benden gizlediğin bir şey mi var? Korkma! Ben sana güvenmesem de kendime güvenirim, oğlan benim, dedi karısını şımartıp gülümseyerek. Sonra Tilevli’ye döndü.
– İşte, Kazakların böyle kötü bir âdeti var, gerçeğe değil yalana çabuk inanırlar. Çünkü hakikat sert ve öfkeli söylenir, yanlış şeyler ise abartarak, aldatarak, okşanarak söylenir. İşte hepimizin söylediği fakat önem vermediğimiz cahillik dediğin budur. Sert söylenen hakikate değil, abartarak söylenen yalana inanılır. Akıl, ilim gerektirmeyen gıybet ve dedikoduya inana bilir de! Zihnin, akılla çözülecek şeylere şuuru yetmeyebilir! Ondan sonra cahil kendisini düşünür, sadece alıştıklarını yapar.
– Evet, doğru söylüyorsun, dedi Tilevli sevinçle başını eğerek.
İhtiyarın bu fikrini Şeyi de kabul etti. ‘Akıllı kişidir’ dedi söylediklerine hayret ederek. Milletin can kulağı ile dinlemeleri hoşuna gitti ki aksakal sohbetine devam etti.
– Tazabek atamız Ruslara karşı çıktığında ona destek veren Savrık, sonunda Kazakları bozan Ruslar dersiniz fakat o Ruslar bu bizim ata binen beylerden de iyi çıkabilir. Sonra Tazabek, ‘Ey Savrık, sen de ipin koparılacağı yerini biliyormuşsun’ dedi. Bu işin en zor tarafı, bugünkü tatlının ileride acı olacağını millete inandırmak. Ona ben inansam bile halkın inanmaması insanı bitkin düşürüyor değil mi? Ne kadar basiretle söylesen de birisi inanır birisi şüphelenir. Bugünkü hayata bakıp daha olmayan, fakat ileride olacak şeyi yorumlamak daha zordur. Bu zorluğu Kazaklara anlatamadan mı öleceğiz acaba? Taldıbulak’taki o Rus’u gördün mü? Hangi Kazaklara zarar verdi? Birisiyle akraba, birisine saygılı, Kazakların kendi kardeşlerinden daha iyidir. Onu görüp, ona inanan Kazakların, ‘O Rus, tek Rus’tur. İnsanlığı olan bir Rus’tur. Sayıları az olduğu için Rus bizimle kardeş olmak istiyor. Yarın o iki, üç, yüz olacak, sonra da seninle denk ya da senden üstün olacak ve onların hepsi o Rus gibi dürüst olmayacak, yediğini çalan, altındakini çekip alan zalim de olur. Tek Rus kardeştir. Beş Rus bir köy olur; yüz Rus’la mücadele edersin, bin Rus’a tabi olursun’ demeni Kazak anlar mı? Hangisi ona inanır? Bunun için Ruslarla savaşmadan önce ‘Ne saçma sapan konuşuyorsun?’ diyerek kendine karşı koyuyorsun. Şimdi bir düşün, Rus, Kazak’a gerçekten saygı gösteriyorsa, kendi memleketinde otururken neden saygı göstermiyor? Rus’a saygı değil senin toprağın, suyun gereklidir. Saygı göstermeye geldim diye hangi Kazak, Rus’un toprağına yerleşmiştir? Onlar, her vaade inanan, cahil halkı sözle kandırıp esir etmek istiyor. Yarın çoğaldıklarında seni dağa taşa, kuma çöle atarlar. Onlarda ilim, akıl, şuur varsa, sende hasetlik, fitne var! Doğruyu söylemek gerekirse akılla ilim kazanmazsa hasetlik ile fitne kazanır mı? Milletin gördüğü, işittiği bugünkü gerçektir. Allah’a çok şükür, şimdilik azıcık Rus, Kazaklara bağlıdır. Yarın onlar çoğaldığında durum değişir ve biz onlara bağlı kalırız’ demişti. Sonra Savrık, Tazabek’i kucaklayarak ‘Millet inanmazsa inanmasın, ben sana inanıyorum. Ölürsem birlikte öleceğim, yaşarsam ne zaman zor durumda olursan yanında olacağım’ demiş. İşte, sonunda Tazabek’in dediği oldu ‘Yüz Rus’la savaşacak veya yüz Rus’a baş eğecek’ zaman geldi.
– Evet, dediği oldu.
– Önceden Ruslar birkaç kişi olduğundan bizden çekiniyordu, şimdi çoğaldılar biz onlardan çekinmeye başladık. İşte, akıllının yorumu, kırk yıl önce Tazabek’in söylediği gerçek budur.
– Hayret, sanki bu günü görüyor gibi nasıl söylemiş!
– Kendi kellesini ortaya koyup halkın şerefini koruyacak Tazabek ile Savrık gibi erkekler bir daha doğmayabilir! O gibiler halkın felaket yaşadığı dönemlerde onların kaderini değiştirmek için elli yılda bir doğar. Fakat Tazabek, Savrık, Şaltabaylar ‘Bizim için kendilerini feda etti!’ diyen Albanlar da azalıyor. Benim fark ettiğim şey şudur ‘Unutulmuş şeref, gömülmüş köz gibidir, çok yatarsa söner; çok üflersen köz ateş haline gelir’. Yine de halkın başına bela gelince o Tazabek’in oğulları Tezek, Avbakir ile Jakıpbekler ve Savrık’ın oğlu Uzak halkın huzuruna çıktığında kaybolan değerlerin tekrar canlandığını görünce sevindim ve hayret ettim. Şerefli yaşamanın bedeli kanmış!
Şeyi, sofrayı hazırladığı için Ömerali’nin sohbetinin devamını duyamadı fakat onun buraya gelme amacının kendisini Tazabek’e istemek olduğu gerçeğini öğrendi. Sadece öğrenmedi öyle olduğunu düşündü. Anne babası, ağabeyi, yengesi hürmet gösterdiklerine göre hepsi onların tarafındadır demek. Hepsi öyle iyi düşünüyorsa, ben neden karşı olayım? Geçen gün Tazabek’in elimden ‘şap’ diye öpmesi, beni istediği içindir. Tavrında ve karakterinde bir kötülük yoktur.
Böyle kendi kendine düşünürken annesi elinden tutarak ağabeyinin çadırına götürdü.
– Sen artık yetiştin kızım! Bu kişiler seni istemeye geldiler! Farklı bir düşüncen var mı, ne dersin? dedi kızının yüzüne bakarak.
– Hayır! dedi Şeyi yüzünü çevirerek.
– Oh, akıllı kızım benim! dedi annesi yüzü mutluluktan parlayarak.
Tilevli’nin evinde derhal düğün hazırlığı başladı. Fakat düğün işleri için pazara giden Ağıntay kötü bir haber getirdi. Rus yöneticisi Jamenke, Uzak’ın emrindeki Albanların on seçme erini istişare edeceğiz diyerek kandırıp götürmüşler. Tazabek atamızın torunu Avbakir’i ve ta uzaktaki Ası’daki Kızılbörik’in yardımcısı Seribayı da onlarla birlikte hapsetmiş.
– Kazakların başına karabulut çökmüştür! dedi Tilevli, bunu duyunca asık yüzle,
– En saygınlarını önceden hapsettiğine göre çok kötü bir hareketin hazırlığındadır.
Gelin olacağı günü gün sayarak heyecanla bekleyen Şeyi, akşamüstü gelen Tazabek’i görünce kuşkulandı. Hapishanede tutuklu olan Albanların akrabaları, onları kurtarmak için yarın pazara baskın yapmaya karar verdiler. ‘Tilevli ile Ağıntay onlara katılır mı’ diye Ömerali soruyordu.
Kaşları çatık, biraz sessiz oturduktan sonra,
– Tamam, geleceğiz! dedi Tilevli başını eğerek. Tazabek giderken Şeyi’ye doğru ümitsizce bakıvermişti.
– Jibek’im! dedi Jüzük görümcesine fısıldayarak,
– Sana diyeceği var gibi, git görüş! Öylece Şeyi’yi dışarı sürükleyerek çıkardı. Arkasından Tazabek de çıktı.
– Şayken! dedi Tazabek, elinden tutarak. Bu karmaşa dönemi bizim güzel düğün yapmamıza izin vermiyor. Eğer darılmazsan seni kaçırsam, nasıl olur? Ayıp olur mu?
– Bugün mü?
– Hayır, ikimizin anlaştığı bir gün.
– Ne zaman?
– Onu Jüzük’le anlaşalım!
– Tamam, olur!
Delikanlının sevindiğini fark etti.
– Şayken! dedi heyecanla.
– Sağ olursam seni incitmeyeceğim canım!
– Kendine dikkat et, bir delilik yapma!
– Tamam canım! Senin için sağ salim olmaya çalışacağım. Gel, sarılayım!
– O bakıyor! dedi Jüzük’ü gözüyle göstererek.
– Tamam, canım! Kendim haber veririm!
Nikâhı yapılıp dünürler arasında koyun kuyruğu ve karaciğeri yendikten sonra Şeyi kendisinin Tazabek’in karısı sayıldığına, onun da giizlenmeden gelmesine hakkı olduğundan ve sözünü tuttuğundan gururlandı.
Tazabek gittikten sonra Ağıntay babasına gelip,
– Yarın ben kendim gidip geleyim! Sopayla topuzdan başka silahı olmayan Kazak, silahlı Ruslara ne yapabilir ki? dedi halının bir köşesine otururken. Yaşlı insan, başına bir şey gelirse diye endişeleniyorum!
Şeyi babasının cevabını nefesini içine çekerek bekledi. ‘Gitmezse cesaret edemedi’ diye düşündü.
– Oğlum! dedi Tilevli, oğlunun yüzüne bakıp oturuş şeklini değiştirmeden,
– Seni koruduğum için ölürsem, şehidim. Eskiden atalarımız evladı için kendilerini feda etmiştir. O geleneği bozup vicdansız olacak değilim. Seninse anne babanı, çoluk çocuğunu ve halkını korumak vazifendir. O yüzden çok konuşma, git ikimize de kayın ağacından iki topuz yap. Ne olursa olsun halkla birlikte yaşayacağız. Öyle yapmazsak ‘Andı bozanı ant çarpar’ oğlum! Geçen gün Ömeken anlatmamış mıydı Alban komutanlarının nasıl ant verdiklerini!
Bu sohbetten savaş hazırlığı hisseden Şeyi annesine korkarak baktı fakat annesi bir şey demedi. Çünkü erkeklerinin bu anlayışı terk etmesi, ‘Halk için savaşmayın, kim ölürse ölsün, siz sağ olun’ anlama gelirdi.
Babası ve oğlu henüz kurumayan topuzu ellerine alıp sabahleyin Karkara’ya gittiler. O gidişten geceye kadar dönmediler. Evdekiler meraklanmaya başladı. Herkes kendi düşünceleriyle fakat bir birine söylemeden ah çekiyordu. Üçüncü günü sabahleyin Ağıntay’ın tek başına gelip attan indiğini ilk gören Şeyi şaşırıp donakaldı. Ajiken ise hemen bağırarak,