Kitabı oku: «Ey Dünya Ey», sayfa 4
Tazabek’in beyni de duygusu da taş gibi katılaşmıştı. Bazı cesetlere bakmadan geçip gidiyordu. Baka baka gözü alışmış, korka korka yüreği yorulmuş, vicdanı da katılaşmış ölen insana kendisi de ölmüş bir gözle bakıyor gibiydi. Hevesle, zevk alana kadar öldürmüşler. Kurt, koyunu yemeden sadece öldürürdü, bunların hareketleri ona benziyordu. Suçsuz, günahsız birçok insan, birçok ömür bir anda gitti. Onu kim sayar, kim sorar? Allah neden bunların yaşamasını çok görmüş? Kazakların günahı ne? Uysal olduğundan mı yoksa kendilerini koruyamadığı için mi?
Korku, ölen kişinin gözüne saklanarak göz bebeğinin içine girip öldürürmüş. Bir insanın nasıl öldüğünü gözlerinden anlarsın. Hepsinin gözü yuvasından çıkmış gibi ama o çıkana kadar insanın canı çıkıp gidermiş. Her cesede baktığında kendin de ölürsün. Her cesedin göz bebeği öldüğü anı apaçık gösteriyordu. Bu ihtiyar kendisinin öldürüleceğine inanmadan ölmüş gibi görünüyor. Kalpağı bir yerde, kendisi başka bir yerde yatıyordu. Şakağından değen kılıç baş kemiğini kulağıyla birlikte ikiye ayırmıştı. Başka birisinin göz bebeği, ‘Bana ne oldu?’ der gibiydi. Bir kadın kocasına doğru elini uzatarak düşmüş. Beni koru mu dedi yoksa kendini koru mu demek istedi, zavallı! Nasıl olsa kolu uzun Çarın, bu karı kocayı Mınjılkı’nın tepesinde kovalayarak sonunda öldürmüştü. Bunları Berg mi öldürdü yoksa Berg’in sahibi mi? Emri Çar verdiği için o suçludur.
– Yaşayan hiç kimse kalmamış, yaralı olanın hepsini kana boğarak ölmüşler! dedi Kojak iç çekerek.
Tazabek atını durdurdu. Diğerleri de durdular.
– Cesetleri sayıp çıkalım, artık dolaşıp ne yapacağız? Bu gördüğümüzü unutursak bizi atalarımızın ruhu affetmez. Gidelim!
Bunlar hareket etmek üzereydi, Sopıya,
– Bekleyin! dedi nefesi kesilerek. Hepsi hemen dönüp baktılar.
– Bu cesetlerin önündeyken yalvarıyorum, bundan sonra bana Rus demeyin! Bugünden itibaren ben Kazak’ım. Kojak razı olursa Müslümanlığı da kabul ederim. Kazakların geliniyim ve Kojak’ın karısıyım. Alban’ım, Sofiya da değilim, Sopıya’yım. Benim anladığım kadarıyla Kazakların çekeceği daha geridedir. Taldıbulak’ın postanesinde oturduğumda kendi kulaklarımla duymuştum, Kazaklarla Kırgızları cezalandırmak için Jarkent’ten, Vernıy’dan, Taşkent’ten, Bişkek’ten her gün yardım istiyorlardı. Şimdi Kazakların yaşadığı bu ise o yardım gelince ne olur? O yüzden Çin’e kaçmak ölümden kurtulmaktır! Benim fikrim Kazaklar için sağ kalmanın başka yolu yoktur!
* * *
Tilevli’yi Orta Merki’ye yetiştirene kadar akşam olmuştu. Ertesi gün Jalanaş’a gitmesi için Kojak ile Sopıya orada konakladılar, Tazabekle Jomart ise geceleyip İki Aşa’daki kendi köylerine geldiler. Annesiyle Jameş daha uyumamışlar, bunların sesini duyunca kardeşi koşarak dışarı çıktı.
– Bir gidince uzun süre kayboluyorsun, nerelerdesin? diye hemen üstüne geldi,
– Annemle ikimiz meraktan ölecektik! Ben, ‘Şeyi’nin köyüne gidip yanında durmuş çıkamıyor olabilir’ diye düşündüm’. Annem ise ‘Karkara’ya gidip başına bir şey gelmesin’ diye korktu. Senin nereye gittiğini öğrenmek bizim için bilmece çözmek gibi oldu.
– Annemin de senin de düşündüklerin doğru! Karkaraya da gittim Şeyi’ye de uğradım. Sohbeti eve girdikten sonra yaparız, önce Jomart ağabeyinle selamlaştın mı?
– Ooo, ağabey! Nasılsın? Kendi ağabeyimi sağ salim gördüğüme sevinip sizi görmemişim!
– Kızlara baktıracak özelliğimiz olmadığı için zavallı biz nasıl öfkelenebiliriz?
– Eyvah! Jomart ağabey öfkelenmiş, şimdi ne yapsam? Küsmeyin, bundan sonra ilk sizinle selamlaşırım.
– Tazabek’i kucakladığın gibi beni de kucaklayarak selamlaş!
– Baş üstüne! Öyle yapacağım!
Tilevli’nin durumunu duyunca Kalişa çok üzüldü.
– Heeey Allah’ım! Neden bu belalar bizim başımıza geliyor? Şeyi’yi yine yakın arada eve götüremiyoruz? ! Jameş, git sen semavere çay hazırla, Jomart evladım çay içsin!
– Anne! Ben Jameş’e küstüm! dedi Jomart.
– Niye? Sana karşı bir şey mi dedi?
– Karkara’da Tazabek silahla, ben ise mızrakla dörtnala gittim! İşte benim hayatım Tazabek’ten daha tehlikedeydi. Fakat Jameş kendi ağabeyinin sağ salim geldiğine sevindi de bana hiç bakmadı! Bu yaptığı doğru mu?
– Yanlışlık yapmış! Ey Jameş! Jomart’ın gönlünü al, tatlılarını getir de güzelce çay ver!
– Baş üstüne anne, hazırlıyorum! Büyük insanın öfkesi de büyük olurmuş. Eve girmeden başlamıştı hala bitmedi. Jomart ağabey! Küsmeyin, ağabeyim yanında senin de sağ olman için annem de ben de dua ediyoruz.
– Şimdi bu lafından sonra öfkem dağıldı. Artık Tazabek’le ikimize hiçbir kurşun değmez! Kadının duası Allah’ın kulağına erkeklerden önce yetişirmiş!
Tazabek gülüverdi ve
– Onu hangi kitaptan okudun? dedi.
– Okuyanlardan işittim.
‘Bu, kardeşime bir kur mu acaba?’ diye Tazabek şüphelendi, öfkelenmeden kendine geldi. Ertesi öğleyin ikisi Orta Merke’ye doğru yola çıktılar. Yoldayken Jomart, ‘Kardeşin Jameş çok şımarıkmış!’ dedi. ‘Hım’ deyiverdi sadece Tazabek.
Kojakla Sopıya Jalanaş’tan çok geç geldiler.
– Neden geç kaldınız? dedi Jomart onlar attan iner inmez.
– Yaaa, Jomart! Sağ salim geldiğimize şükret! Kojak herkese elini uzatarak selam verirken durumu da anlattı,
– Onlar tam zalim bir Rus olmuş! ‘O Kazak nerede yaralanmış? Ruslarla vuruşmuşsa sen neden o Kazaklara acıyorsun? Bu yanındaki kim, kocan mı? Kazak’tan önce senin kendini öldürmen gerekir!’ diye Sopıya’yı azarlamaya başladı.
– Aletleri verdi mi? dedi Tazabek sabırsızlanarak.
– Hayır, vermedi, dedi Sopıya üzülerek,
– Ben onların çirkin yüzlerinden korktum ve sert tavır sergileyen o iki kardeş de adam öldürecek gibiydi. ‘O Kazak Orta Merki’nin neresinde oturuyor?’ diye ince ince soruşturmasından şüphelendim. Buradan hemen ayrılmamız gerekiyor!
– Mermiyi çıkarmadan nasıl gideceğiz? dedi Ağıntay Sopıya’ya üzülerek bakıp.
– Bakıyorum da, bu kurşundan ona zarar gelmeyecek, çünkü iltihaplanmadı! Yakılıp basılan keçenin faydası olmuş olabilir. Kemikle etin arasındaki kurşun belki kararıp yara iyileşir.
– Eyvah! Kurşun çıkmadan kendi kendine nasıl iyileşebilir?
– Tamamen iyileşmese de rahat olabilir, ağabey! Kurşunu alabilseydik tabi ki daha iyi olurdu, fakat onun için aletimiz yok ki!
– Tamam! Ben yarın Karabeldek’e gidip geleyim, dedi Tazabek,
– Orada bir Kırgız kırıkçı vardı, elinden her şey gelir diyorlar. Onu bulup getireyim!
– İşittiğime göre, Kırgızların durumu Kazaklara göre çok kötüymüş. O yüzden gidersek kalabalık gidelim, dedi Sopıya,
– Belki ‘Kırgızlarla anlaşmaya gelen Kazak’sın’ diye ateş eder ya da hapse atabilirler! Eğer yanınızda ben olursam, ‘Eee, aralarında Rus bir bayan da varmış’ derler.
Onlar böyle tartışırken evden Şeyi çıktı.
– Babam hepiniz için eve girsin diyor! dedi Şeyi.
Vedalaşmak mı istiyor diye Tazabek korktu.
– Ağrın mı var, ne oldu? Çocukları neden çağırdın? diye Ajiken de şüphelenerek korktu.
– İhtiyar başını salladı. Sonra biraz sessiz bekleyip gözünü kapatarak dinlendi.
– Tazabek! dedi bir an gözünü açıp, – Şeyi’yle ikiniz yanıma gelin! ‘Ey!’dedi Ajiken’e seslenerek, ‘İki evladını ellerinden tuttur’. Ajiken kızının elini Tazabek’e tutturdu. Dua edeyim ellerinizi açın, evlatlarım! Akşam yaşayan insanın sabaha çıkmayacağı bir devir oldu. Ömeken’in ruhu razı olsun, dünür olalım isteğini kabul edip şimdi hayattayken iki evladıma babalık duamı vereyim, Allah yardımcımız olsun!
Peygamber’imiz kollasın!
Kız oğlanlarınızı hiç eksik etmesin!
Allah bir birinize merhamet eylesin!
Birlikte zaman geçirmek için uzun ömür versin!
Allah, kaza beladan saklasın!
Kazakların mutlu günlerini görmeyi nasip eylesin!
Halkımızla birlikte çoğalın!
Âmin!
– Bu gün evlenseniz de itirazım yoktur, evlatlarım! Huzurlu zaman olursa inşallah düğününüzü de yaparız. Karıcığım, şimdilik elinden geldiğince gerekenleri yap da iki evladı birleştir!
Tazabek bir kızardı bir bozardı ne yapacağını bilemedi. Ne yapsam acaba der gibi bir Şeyi’ye bir Ajiken’e endişelenerek baktı. Sonunda,
– Baba! dedi sesi biraz kısık çıkarak. Dua ve niyetlerininiz için teşekkürler! Sağ salim oldukça Şeyi’yi üzmeyeceğim! İki ocağın bereketini ayırmayacağım, baba!
Sonra da ne yapması gerektiğini bilemeden Ajiken de kocasına endişeyle baktı.
– Çocuklar gitsin mi yoksa daha diyeceklerin var mı?
– Diğerlerini Jüzük’le ikiniz halledin! Kalişa’ya selam söyle, hazırlansın! Sen de acele et biraz, Çin’e gitmezsek burada artık huzur yok!.
– Eyvah! Bu halde nasıl gideceksin ki?
– Yetişirsem giderim, yetişmezsem canımın üzüldüğü yerde bırakırsınız! Ben kendim için değil o evlatlarımızı korumak için kaçacağım. Benim için onların hayatını tehlikeye atmak yerine, onlar için benim canımı feda edin!. Şeyi’yi kutlu yuvasına yerleştirelim de biz de yavaş yavaş kalkalım!
Sabahleyin Tazabekler Karabeldek’e doğru gittiler ve Şeyi ile Jüzük yine hayvanları otlatmaya çıktılar. Tilevli’yi dışarı çıkarmaya Ajiken’in tek başına gücü yetmeyeceği için Ağıntay babasının yanında kaldı.
Sessizce yanında gelen Jüzük aniden Şeyi’yi dürttü.
– Jibek, oraya bak!
Gösterdiği tarafa Şeyi dönüp baktı. Aktoğay taraftan gelen kalabalığa göç de denilemez çünkü yüklenmiş yükleri de yoktu. Hayvan bakan insan mı desem, hayır çoluk çocuk, köpekleri yanlarında beraber bunların evine doğru gidiyorlardı.
– Ruslardan kaçan Kazaklar bunlar! dedi Şeyi tahmin ederek.
– Her kim olsalar da bizi iyi tanıyan birileriymiş! dedi Jüzük düşünerek,
– Şimdilik hayvanlar aç uzağa gitmez. Gidip, anneme yardım edelim.
Göçüp gelenler Sultanbek’in Avbakeri’ymiş. Karakol’un hapsinden kaçıp Sarıkır’da oturan evine geldiğinde hepsi korkup Çin’e kaçmışlar. Yalnız kalan kadın çoluk çocuğunu alıp evini, mallarının çoğunu bırakıp Çin’e kaçanların peşinden gidiyorlarmış. Her zamanki gibi hal hatır sorduktan sonra Tilevli biraz yastığını yükselterek dik oturdu.
– Birisinden duysak, yalanı çok olurdu, kendin anlatır mısın, Karakol’un hapsinden nasıl kurtuldun? Yanındaki Jamenke nerede, Uzak nerede?
– Hepsi uzun hikâyedir! Dinlemek size ağır gelir, anlatmak da bana zor olur! Kısaca böyledir! Karkara’dan sürgün ederek Karakol’un hapsinde tam on gün yattık. On birinci günü altı asker gelip ben, Jamenke ve Uzak üçümüzü zincirleyip sürgüne gönderdiler. Jamenke hastaydı, ben destekleyerek götürdüm. ‘Sorguya alabilirler, hepimizin ifadesi aynı olsun’ dedim ikisine fısıldayarak. Mahkeme ilk önce beni sorguladı. ‘Orduya gençleri vermeye ne dersin?’ dedi tercümanla çevirterek. ‘Karşıyım’ dedim sesimi yükselterek o iki ihtiyar da duysun diye, ‘Sizden asker almayacağız diye pek çok vergi ödettirdiniz, birçok yün topladınız, evimizi bile aldınız. Asker vereceksek ilk önce onların hepsini ödeyin, geri verin!’ demiştim, tamam diye hâkim bir küfretti.
– O ne demek istemiş? dedi Tilevli.
– Ne bileyim, her nasılsa çok öfkeliydi! Masaya üç kere üst üste vurdu. Sonunda öleceğiz diye lafımı hiç esirgemedim. Benden sonra Jamenke’ye sıra geldi. ‘Sende mi asker vermeye karşısın?’ dedi kulak kabartarak. ‘Vermeyeceğiz deyin!’ demiştim, yanımda duran asker tüfeğiyle beni dürtüverdi. Ben de ona vurarak tüfeğini elinden aldım. Hepimizi vuracak diye hepsi korktular. Biri askere kızarak birisi tercümana bir şeyler söyleyerek aniden herkes telaşlanmaya başladı. Sonunda tercüman yalvararak tüfeği benden aldı.
– Tüh! Hiç olmazsa birisini bari vursaydınız ağabey, deyiverdi Ağıntay.
– O zaman bilemedim ki bizi öldüreceklerini! Bilsem, ne olursa olsun sonuç ölüm diye öyle yapardım! ‘Askere gençleri verecek misin?’ diye hâkim tekrar sordu. ‘Ben yetmiş altı yaşında ihtiyarım’ dedi Jamenke, ‘Vereceğim diye söz veremem. Birisinin çocuğu şöyle dursun kendi evladıma da sözüm geçmez’. ‘Neden geçmez? Kazak büyüklere saygı gösterir. Verdireceksin!’ dedi hâkim kızarak. ‘Sen büyüklere saygı gösteriyor musun peki? Onlar da senden öğrenmiyor mu? Verecek evladım yok! Vermedi diyorsan benim şanım olsun, şunu kesip al da pişirip yeyin!’ dedi iki eliyle göstererek. Tercüman onu çevirdikten sonra hâkim küfür ederek yine masaya vurdu. Uzak hemen, ‘Gençleri ver diyorsan bizi serbest bırak!’ dedi. ‘Serbest bırakmaya izin yok’ dedi hâkim. ‘O zaman hapiste yatıp sana toplayıp verecek gençlerim de yok’ dedi, hâkim hemen öfkelenerek küfür etti, mahkeme dağıldı.
– Sorularının hiç de önemi yok ki, dedi Tilevli hoşlanmadan.
Avbakir’in kızarak konuştukları gittikçe Şeyi’nin hoşuna gidiyordu. Söyleyeceklerini nerede olursa olsun çekinmeden herkesin yüzüne söyleyecek bir kişi olduğunu soğuk yüzü ve görünüşü belli ediyor gibiydi.
– Sonra üçümüzü tekrar hapse götürdüler. Biraz sonra bir asker Jamenke’ye ilaç getirdi. ‘İçmeyin, o zehir!’ dedim. Uzak, ‘O kadar da değil, korkutalım diye biraz tehdit etmiş olabilirler!’ dedi. Acıya dayanamadığından mı nedir, Jamenke ilacı içiverdi. İçtikten biraz sonra sağa sola dönüp kıvranarak öldü.
– Allah rahmet eylesin! Mekânı cennet olsun! İyi birisiydi, diyerek Tilevli ellerini yüzüne götürüp dua eder gibi yüzüne sürdükten sonra hepsiyle birlikte Şeyi de ellerini yüzüne sürdü.
– Ertesi günü Jamenke’yi defnettik! Ondan sonra tekrar altı gün yattık. Yanımızda yedi Rus vardı, birisi bayandı. Onları, bir şey oldu deyip de serbest bıraktılar. Hapiste sadece Kazaklar kaldık. Öğlen üç asker gelip, ‘Avbakir! Çarın size munapas5 kararı var, saat ikide serbest olacaksınız’ dedi dalga geçerek. ‘Ey, bekle!’ dedim onlara, ‘Karar neden o Ruslarla birlikte gelmedi? Söyleseydin, saat ikide ateş edeceğiz diye, köpekler!’ deyiverdim. Kısaca öleceğimiz belli oldu. Namazımızı kıldık, atalarımızın ruhuna dua ettik. Biraz sonra az önceki üç asker yine geldiler. Birinin elinde beşli tüfek, diğerinde tabanca, üçüncüde ise bir tüfek vardı. Gelince hemen demir kapının deliklerinden bize ateş etmeye başladılar. Etrafımızı toz kalkarak duman kapladı. Hemen kalkıp şapkamı giyene kadar sırtımdan iki kurşun değdi. Dönüvermişim üçüncü kurşun yine değdi. Hemen demir kapının altına saklandım. Yanımdaki altı kişi de yerde yatıyordu. Zaten öleceğim dedim ve ateş eden askerin tüfeğini alta doğru çekiverdim. Silkerek çektiğimde asker korkarak bağırdı. Diğer ikisi yardım edip tüfeği aldılar. Askerin yırtılan gömleği elimde kalmıştı. Üçü birden etrafa bakmadan kaçtılar. Neden kaçıyorlar diye etrafa baktığımda içinde bulunduğumuz hapishaneyi ateşe verdiklerini gördüm.
– Tüh! Kurşundan ölmeyenler ateşte yanıp ölsünler demişler yani? ! diye Ajiken ürperdi.
– O an Uzak’ın, ‘Eyvah! Göğsüme kurşun değdi, diyen sesi duyuldu, ‘Nasıl olsa aydınlığa çıkıp öleceğiz, yıkın duvarı!’ dedi. Sallaya sallaya kapı tarafından bir tahtayı kopardım. Tahtayla vurup kapının dört çivisini çıkardığımda ağır kapı dışarı doğru düştü. Hepsi hemen dışarı koştular. Ben, Uzak, Sıbankul üçümüz en sona kaldık. Dışarı çıkınca hemen etrafı çevrili duvara doğru atıldık. Uzak’ı kucaklayarak duvardan ileri attım. Zincirli beş Kırgız’ı da ileri fırlatıp kendim de duvara atıldım. Ayaklarıma yapışarak Sıbankul da çıktı. Atlayarak yere indiğimde karşı evin yanında bize doğru silahla nişan alan askeri fark ettim. ‘Sıbankul, in!’ diye bağırdım. Yetişemedi, o anda kurşun değdi. Uzak’ı bulamadım. Yardım ettiğim beş Kırgız’ı görebildim fakat Uzak yoktu. Toz dumandan kaçıp bir Nogay’ın evine girmiştim fakat kapıdan dışarıya doğru sürükleyerek çıkardı.
– Eyvah, kâfirmiş ya? dedi Ajiken.
– Kim bilir, o da kendi canı için korkmuş olabilir. Kaçağı evinde sakladın diye çoluk çocuğuyla öldürürlerdi belki! Sonra hiç gücüm kalmadı, halsizdim. Bir ağaç bulmuştum o, dayanağım oldu. Ecelim gelmediğinden olabilir bir eski ahıra girip akşam olana kadar saklandım. Geceleyin yaya yürüyerek Balpak adında tanıdık bir Kırgız’ın evine sabahleyin zor yetiştim. O bir sınıkçı bulup üç kurşunu çıkardı. İltihaplanmasın diye yarama barut döktürdüm. Kırgızlar bir at buluvermişti. Köyüme gelsem ne göreyim, halk tamamıyla korkup Çin’e gitmişler! Ben de kadın, çoluk çocuğumu alıp onların peşine düştüm!
– Üç mermi yedikten sonra sağ kalman Allah’ın yardımı olabilir, diye Ajiken Avbakirle konuşurken kocasına da arada bakıyordu.
– Can alıcı yerime değmediği için sağ kalmıştım yoksa insan bir kurşundan da sağ kalmayabilir.
– Biz de bugün yarın gideceğiz diye hazırlık yapıyoruz. Sadece Avbakir’in kalçasındaki kurşunu çıkaracak birisini bulmak için çocuklar koşuşturuyor!
– Nerede ağabey, ben bakayım yaranıza! Kırgız sınık-çının kurşunu nasıl aldığını gördüm. Bir insanın yaptığını başka bir insan da yapabilir! Bana yardım edecek biriniz burada kalın diğerleri dışarı çıksın!
– Biz de yemek hazırlayalım o zaman! dedi Ajiken gelinine bakarak.
Babasıyla Avbakir’in yanında kalan Ağıntay bir an dışarı koşarak,
– Jüzük, sobayı ateşle! dedi ilgi göstererek. Kendisi bir kucak odunu eve götürdü.
Arkasından hemen çadırdan duman çıktı. Birazdan Ağıntay dışarı çıkıp tekrar bir kucak ağaç götürdü. Sonra evden Jüzük de dışarı çıktı.
– Ne yapıyorlar? dedi Şeyi sabırsızlanıp.
– Bıçağı ateşte ısıtıyor! Bıçakla kesip kurşunu alacak herhâlde.
– Eyvah! Zarar vermeden yapabilir mi?
Biraz sonra Tilevli’nin inleyen sesi duyuldu. Sonra da ‘Ah!’ diye bağırdı. Ondan sonra fısıldayan sesler duyulsa da dışarıdakiler hiçbir kelimeyi doğru düzgün anlayamadılar. Bir an yine ‘Ah!’ diye acı dolu bir ses çıktı ve sonunda fısıldamalar da kayboldu.
Birazdan domur domur terlemiş yüzünü kurulayarak Avbakir çıktı. Şeyi hemen yanına koştu.
– Ağabey! Ne oldu?
– İyi oldu! Baban artık atla dörtnala gidebilir!
– Vaay, Ağabey! Senin geldiğin çok iyi oldu! Bizim için uğurlu geldin ağabey!
– Ağzına sağlık, evladım! Sağ olun!
Keyifleri yerine gelince Şeyi ile Jüzük öğleden sonra tekrar hayvanlara bakmaya gittiler.
Jüzük, doğu taraftaki hayvanları geri kovarken Şeyi de batı tarafındakilere doğru yöneldi. Atını otlamaya bırakıp kendisi bir taşın üzerine oturduğunda aniden batı taraftan iki atlı çıkagelmişti. Onların Rus olduklarını Şeyi giyişlerinden ve silahlarından anladı. Korktuğundan eli ayağına dolaştı, Jüzük’i çağıracaktı fakat boğazı düğümlenip sesi çıkmadı. Hemen atına doğru koştu. İki üç adım atarak sürünüp düştü. Kalkıp yine süründü. Çok korkmuştu. Yine de sürünerek atına yetişmişti fakat arkasından bir Rus gelip hemen elinden tuttu. Nefesi daralmıştı, dönüp baktığında bıyıklı kişiyi gördü. Güldü mü yoksa öfkelendi mi dişlerini göstererek bir şey dedi.
– Benim suçum yoktur! dedi Şeyi, Rus’a zararı olmadığını bildirerek. Dövecek diye yüzünü korudu elindeki yular yere düştü. Eğilerek onu alana kadar ikinci Rus gelip arkasından kucakladı. Bıyıklı kişi cebinden bir şey çıkarır gibi oldu. Belki boğazlamak için bıçağını çıkarmış olabilir diye düşündü.
– Jüziiiik! dedi bağırarak. Çırpınarak arkasından kucaklayan Rus’un elinden kurtulup yine atına doğru koştu. O an kulağının dibinde bir silah patlayıverdi. Korktuğundan yere düştü. Yıkılıp düşerken henüz yaşadığını hissetti. Belki kurşun çok hassas bir yerine değmemiş olabilirdi. İki Rus hemen saldırdılar. Buna mı yoksa kendi aralarında birbirilerine mi ikisi bir şeyler söylüyordu. İki el arkasından tutup Şeyi’yi silkerek sırtüstü yere yatırdı ve bıyıklı olanı üzerine çıktı.
Elbisesini ikiye ayırıp yırtmasından onun amacının öldürmek değil başka bir şey olduğunu Şeyi anladı. Hemen hiddetlendi, çırpınıp, tekmeledi. Kolunu bükerek tutan Rus’un iri kolları ağzını da kapatıp hiç kıpırdatmadan boğuyordu. Her şey, bütün dünya karardı, kendisi de tamamen çaresiz kaldı. Çaresizlikten haykırdı. Bir an bağıran Jüzük’ün sesi tam kulağının dibinden duyuldu. ‘Ey, yaklaşma ona, bana gel! Ne yapsan bana yap, it! dedi bütün gücüyle bağırarak. Bacaklarının arasından sıcak bir şeyi hissettiğinde ‘Geç kaldın!’ dedi Şeyi, bitkin halde hıçkırarak. ‘İyi, öldürsünler!’ dedi bu halde rezil olmaktansa ölümü düşünüp.
Şeyi, kendisinin ölü mü diri mi olduğunu anlayamadı, can çekişir halde yatıyordu. Birisi bağırıp uzaktan silahla vurulmuş gibi oldu. Jüzük’ün sesi bir yaklaşıyor bir uzaklaşıyordu. Ağlıyordu, küfür ediyordu. Tam yakınında patlayan silahın sesi Şeyi’yi bir anda uyandırır gibi oldu. Başını kaldırıp baktığında Jüzük’ün bıyıklı Rus’a kamçısını kaldırdığı halde atıyla birlikte düştüğünü gördü. ‘Jüzüüüük!’ dedi sesinin çıkıp çıkmadığını kendisi de duymadan. Ölmek bu kadar kolay mıydı sözü Şeyi’nin aklına bir geldi tekrar kayboldu, tüm dağ, taş, çam ağacıyla birlikte yamaçtan aşağı doğru dönerek akıp gidiyordu. .
Kendine gelip gözünü açtığında başını kucaklayıp oturan Jüzük’ü görüp Şeyi tekrar kendini kaybediyordu.
– Jibekcan! dedi Jüzük eğilip gövdesiyle yüzünü kapatıp kucaklayarak,
– Lütfen, belli etmemeye çalış, kalk! Ağıntay ile Avbakir ağabeyler yanımızdalar!
Şeyi, hareket etmeye davranırken kendisini kötü hissedip yengesinin kucağına düşüverdi. Ölmediğine pişman oldu, hıçkırarak acıyla ağladı.
Destekleyerek Jüzük’ün ata bindirdiğini sonra da kendisinin arkasına kucaklayarak oturduğunu ve ağabeyinin atı sürükleyerek geldiğini hepsini Şeyi biliyordu fakat kendine gelip onlara bakmak istemedi. Bundan sonra tüm hayatı böyle yarı ölü yarı sağ olarak geçecek gibiydi.
Ağıntay ile Avbakir, Şeyi’yi attan indirdikten sonra Jüzük elinden tutarak eve götürdü. Hemen yatağı hazırlayıp kıyafetiyle yatırdı. O arada Şeyi kendine geldi fakat aklı başında bir insan gibi yataktan kalkmak istemedi, kimseyi görmek, konuşmak istemedi, her şeyden vaz geçip yok olmak istedi. ‘Rusların yaptığı rezaletten sonra Tazabek beni ne yapsın?’ Böyle düşünürken kendisinin bağırarak ağladığını fark etmedi,
– Anne-aa!
– Yavruum! diye Ajiken koşarak hemen yanına geldi,
– Allah’ım! Bu rezaleti göstermeden, benim canımı alsaydın? ! İnsanın acımadığına Allah da acımadı, şimdi ne yapacağım, evladım! Yakalarsam o katilleri param parça öldürürdüm, ne çare? !
– Anne! dedi Jüzük biraz öfkeli sesle,
– Yavaş! Babam duyacak! Siz o kişinin yanına gidin. ‘Attan düşmüş’ dersiniz. Hemen kötü bir şey düşünmeyelim. Benim bildiğime göre Jibek’e kötü bir şey yapmaya fırsat bulamadılar o hainler!
– Eee, Sen nereden biliyorsun?
– Gördüğüm için biliyorum! Biraz dışarı çıkar mısınız? Ben ilk önce üstüne başına bir bakayım!
Jüzük’e acıyarak bakıp sessizce çıktı.
– Jibekcan! dedi Jüzük kapı tarafına yan gözle bakarak. Sen bana her şeyi saklamadan anlatacaksın, tamam mı? O bıyıklı olan Rus ben gelene kadar sana bir şey yapmadı değil mi? Onu bana söyler misin?
– Söyleyecek ne var ki, zaten kendin gördün elbisemi param parça yırttı, hepsini üzerimden çıkardı, hainler.
– Evet, onu gördüm fakat onu sormuyorum, başka bir şey soruyorum. Başka sana dokunmadı mı?
– Bilmiyorum, boğuşurken ne ağrı ne acı hissettim.
– O boğuşmadan bakire kaldın diye ümitleniyorum. İşte, bir şey fark etmediysen bakire kalmışsın!
– Öyle kandırma beni, Jüzük! Her şeyi hissediyordum. Nasıl bakire kalabilirim?
– Öyle canım, bakiresin! Şimdi başını kaldır. Saklayacak bir şey yok! Tazabek’e ben her şeyi anlatacağım. İnanmazsa kendin ikna edersin!. Bitti, Allah’a çok şükür! Avbakir ağabeyi bizim köye gönderen Allah’ıma şükürler olsun! ‘Eyvah! Yukarı taraftan silah sesi geliyor!’ diye Ağıntay’dan önce o kişi koştu. O ağabey aşağıdan ateş etmeseydi o iki Rus hiçbir şeyden çekinmeden seni ve seninle birlikte beni de rezil ederdi. Off, Allah’ım inanamıyorum, bu olaydan sağ çıktık diye kim inanır! ?
– Ben senin attan düştüğünü gördüm! Sana ateş etti, artık her şey bitti diye bayıldım.
– Beni vurmadı ama atı mı vurdu sanıyorum? Allah beni de seni de korudu, Jibek’im. Şimdi Tazabek’i geri çevirme, ne zaman eşim ol derse hemen kabul et.
– Hayır! Gerek yok, böyle olmaz!
– Jibek’im, erkekler kadının dürüstlüğüne değer verir! Bir şeyi sakladıysan, onu öğrenince hiçbir zaman sana güvenmez! O yüzden kocanı sevmekten utanma, bilakis sevmediğine utan!
– Sen, bunların hepsini annemle konuşarak mı yaptın? Ben ise annemin hiçbir şeyden haberi yok diyordum, utanmadan!
– Gelinin kaynanasına nasıl söylemesi gerektiğini yakın zamanda kendin de öğrenirsin! Şimdilik benim dediğimi yapman gerek!
– Sen zalimsin, Jüzük! Hepsini önceden düşünüp, önceden hazırlamışsın!
– Eskiler, ‘İyi kişinin bir adı var zalim diye; kötü kişinin bir adı var korkak diye’ demiş. Zalimin elinden en azından bir şey gelir ölmez, ölse de bir hareket yapıp ölürdü. Korkaktan ise ne ümit ne hayır vardır? Ben zalimlik yaptıysam senin iyiliğin için yaptım canım! Onu ben yapmasaydım başka kimsenin yapmayacağını ve yapamayacağını iyi bilirim.
Bundan sonrasının fazla olacağını anlayan Şeyi yengesini kucaklayarak yanaklarından öptü.
– Akıllı zalimim! dedi fısıldayarak gözyaşlarını silip.
Kendileri bu durumdayken göze batan siğil gibi olmayalım mı dediler, yoksa gerçekten karanlığı mı beklediler Avbakir’in ailesi akşamüstü yola düştü.
– Kömirşi’de biraz duraklarız, dedi Avbakir Tilevli’ye,
– Çin bizi sevinerek mi bekliyor dersin? Malımızı koruyamazsak canımızı da koruyamayız.
– Yolunuz açık olsun! Sağ salim olursak görüşürüz inşallah!
Şeyi’nin durumu herkesi korkuttu. Tilevli hariç hepsi gece uyumadan bekleyip ancak sabaha doğru daldılar. Babasının dışarı çıkıp öksürdüğünü duyan Şeyi hemen kalktı. Babasının kendisinin dışarı çıkmasına sevindiğinden yanına koşacaktı fakat dünkü olayı hatırlayıp hemen duruverdi. Çıkarsa her şeyi babası yüzünden anlayacak gibi hissetti ya da kendimi tutamadan ağlarım diye kendine güvenemedi. O arada Tazabek yine aklına geldi. Hepsinden önce o ne yapardı, beni geri bırakıp gider mi, acaba Rus kirletti diye almayabilir mi diye düşündü.
* * *
Tazabek, kendisi yokken bir şey olduğunu Jüzük ile Şeyi’nin yüzlerinden anladı. Bir şeyi yanlış mı yaptım der gibi Jüzük Şeyi’ye yan gözle bakıyordu. Şeyi ise ona belli belirsiz surat astı.
– Abla, tekrar tekrar Şeyi’ye yan gözle bakıyorsun, ikiniz bir şey mi kaybettiniz yoksa?
– Kaybetmedik fakat az kaldı kaybedecektik. Allah’tan Avbakir ağabey yetişti, sayesinde sağ kaldık.
Jüzük’ün imasından Tazabek bu sefer ciddi kuşkulandı. Kırgız halk hekimi Tilevli’ye baktığında Jüzük Sopıya’yı ayrı bir çadıra götürdü. Arkasından Şeyi’yi de çağırdı. Hepsini dışarıdan fark eden Tazabek, ‘Eee, bunların sakladığı bir şey var’ diye düşündü.
– Avbakir iyi tedavi yapmış, dedi Kırgız halk hekimi dışarı çıkıp. Size söylemedi mi, onu hapiste yaralayan kurşunu ben aldım.
– Onu sorgulayacak durumda değildik. Acele Çin’e kaçıp gidiyordu! dedi Ağıntay suçsuz olduğunu göstererek.
O arada Sopıya da çadırdan çıkıp Tazabek’e gülümseyerek,
– Şeyi çağırıyor, ağabey!
Jüzük, ağlayan Şeyi’yi kucaklayarak oturuyordu.
– Gel! dedi Jüzük sert sesle.
– Şeyi’nin yanına otur!
Şeyi yengesine surat asıp inat ederek baktı.
– ‘Halkın kulağı ellidir’ Halk içinde her şey duyulur, hiçbir şey gizli kalmaz.’ diye bir söz vardır. Yine de başka birisinden duyarsın. Kuşkulanmaman için her şeyi bizzat şahit olan benden duyman gerekir.
Tazabek’in tüyleri diken diken oldu fakat belli etmeden donarak dinledi. Jüzük anlatmaya başlayınca Şeyi yüzünü el beziyle kapatarak sürekli hıçkırıyordu. Jüzük anlatıp bitince Şeyi’yi kucakladı, Tazabek ise saçlarını okşayıvermişti. Kız kucağına girip hıçkırarak ağladı.
– Rus acımasa da Allah acımış, dedi Şeyi’yi kucağında sıkarak,
– Abla, gerekenleri gündüz yapın! Bu akşam gelip Şeyi’yi alacağım. Annem ile Jameş de bekliyorlar!
Hemen koyun kesildi, yemek yapıldı. Kırgız’ın biraz imamlıktan da bilgisi varmış, nikâhlarını o kıydı.
Ne kadar sevinse de Şeyi’nin içini rahatsız eden şey gitmiyordu. O iki Rus’un yine gelmesi şüphesiz gibiydi. Avbakir biraz peşlerinden gidip birisinin sağ elini yaralamış. ‘Elinden silahı düştü, demiş. Bundan sonra onlar nasıl sakin yatabilirdi ki? Jüzük ile Sopıya’nın eve birlikte girip birlikte çıkması ve fazla samimiyet kurmaları Şeyi’yi şüphelendiriyordu. Sanki bunu kandırıyor gibiydiler.
– Sopıya, Jalanaş’ta gördüğün iki Rus nasıldı? Bıyıklı, zayıf olan değil miydi? dedi Jüzük.
– Evet, küçüğü aynen öyleydi.
– Büyüğü nasıldı?
– Onun yüzü korkunç, çok iri, çirkin birisiydi!
– O zaman gelenin ikisi de tam öyleydi!
– Dedim ya, onların düşünceleri çok kötü. Tekrar geri gelmeden buradan hemen ayrılmamız gerekiyor. Avbakir ağabey birisini yaraladıysa, o zaman kesin onlar hazırlanıyordur.
Kırgız halk hekimi, nikâh şerbetlerini içtirdikten sonra Tazabek ile Şeyi karı koca sayıldı. Yemek pişirilip sofra hazırlandı. Tilevli ile Ajiken, ‘Bunu da büyük düğün gibi kabul edip, ihtişamla oturun!’ diye hürmet ettikten sonra üstünlük Jüzük’ün eline geçti.
– Pazarda şarkını yakından duyamamıştım, şimdi kendi evimde rahat rahat oturup dinleyeyim, babamla annemin de biraz moralleri düzelsin! Yeni evlenen iki gencin hatırına bir şarkı söylesen, Sopıcan!
– Aynen! Bir türkü söyle yavrum! Kocam belki kendine gelir, bir sevinir!
– Jüzük yenge! Kazakların geleneklerine göre ilk önce “Avıldın altı avzı6” olmaz mıydı?
– Ayy! Sopıcan! Sen de olmayacak şeyleri söyleyip duruyorsun! Şimdi ne yaptım? Tamam, kalabalıkla söylemesek de kendim söyleyebilirim! Söyle derseniz hemen söyleyivereyim! Olur mu anne?
– Bugün senin dediğin her şey doğru, evladım! Bizzat kendin her şeyi hallediyorsun, türküye de kendin başlayıversen hiç kötü olmaz.
– İyi tamam o zaman başlayayım!
Avcılar dağ ile taşı dolaşır,
Kaçan av yarı gözetir,
Kötüler sağ canı yaralar.
– Ooo! Jüzük yengem çok iyi türkücüymüş? diye Sopıya sevindi,
– Dombırayla söylemeye alıştığım için yengem gibi söylemeye cesaret edemiyorum.
– Söyle yavrum, pehlivana sağ da sol da aynı değil mi? diye Tilevli destekledi.
Yerleşti İli boyuna Alban, Suan,
Yaşadığı kış yaz eğlencedir,
Can kurtarmak için Çin’e göçtüler,
Rus’un zulmü hepsini kovdu.
Olsa da adım Rus, eşim Kazak,
Kazak’ın çektiği acı bana da ortak,
Kazak kaçarsa ben de kaçarım,
Rus, Kazak’ın gelini diye alay eder.
– Eee, yavrum! Çok güzel söyledin! diye Ajiken de diğerleri de mutlu oldular.
Türküden türküye geçip Sopıya, ‘Kojak da benimle birlikte söylüyor’ dedi. İkisi Şanşar adlı şairin meşhur ‘Sırgalı erkemin’ türküsünü birlikte söylediler,
‘Yüzün güzeldir,
Her gün göre bilsem.
Ehe he he hey,
Küpeli güzelim!’
Diye bir birine bakıp neşeyle gülümsediler.
– İkisi yakışıyor ki! diye sevindi Şeyi.
– Şimdilik Kazak’ı destekleyen tek Rus benim, dedi Sopıya zorla gülümseyerek,
– Tek benim desteklemem bir Berg’in öldürdüğü Kazakları tabi ki geri getiremez. Hâlbuki yeryüzünde adalet olursa ‘Biz barışsever insanız!’ diye bayraklarını kaldırarak günahsız kalabalığı öldüren zalimlerden mutlaka gelecek nesil intikamını alacak. Fakat o zaman gelene kadar biz yaşayacak mıyız, onu da Allah bilir.
– Sen yaşamaya layıksın, Sopıya! Günahsız Kazakların ölmesine sen şahit olmasan başka kim olabilirdi?
– Zalimler ilk önce şahidi yok ederler ki? Ben onlar için Kazaklardan daha tehlikeliyim. Çünkü postanede çalıştığım için onların Vernıy, Jarkent, Taşkent ve Pişpek’ten asker ve silah isteyip destek taleplerini mektupla yollayıp nasıl emir verdiklerini, nasıl rapor aldıklarını her şeyi ben biliyorum. Sadece Berg’in kendisi Karkara ile Karakol’u kana boyadı. Yarın o şehirlerden asker ile silah gelince Kazaklarla Kırgızların durumunun nasıl olacağını tahmin etmeye bile korkuyorum. O yüzden hepimiz Çin’e sığınalım. Velhasıl düğünü biraz durduralım da kaçmaya hazırlanalım.
Ücretsiz ön izlemeyi tamamladınız.