Kitabı oku: «Kaybedilen », sayfa 10
Bölüm 21
Riley, Marie’yi telefonda tutmaya çalışırken trafiğe karşı mücadele ediyordu. Sarı ışık kırmızıya döndüğünde bir kavşağa doğru sürdü. Tehlikeli kullandığını biliyordu. Fakat ne yapabilirdi ki? Kendi aracındaydı, ajansın aracında değil, yani ışıkları ya da sireni yoktu.
Marie, onbeşinci kez ‘’Ben kapatıyorum Riley’’ dedi.
Riley bir umutsuzluk dalgası ile mücadele ederek ‘’Hayır!’’ diye bağırdı.’’Telefonda kal, Marie.’’
Marie’nin sesi şimdi daha yorgun geliyordu.
‘’Bunu daha fazla yapamam’’ dedi. Kendini koru eğer yapabilirsen. Fakat bunu gerçekten yapamazsın. Ben bu işin içindeyim. Şimdi buna bir son vereceğim.’’
Riley panikten patlamaya hazırmış gibi hissediyordu. Marie ne demek istemiş olabilirdi? Ne yapacaktı?
Riley,’’Bunu yapabilirsin Marie!’’ dedi.
‘’Hoşça kal Riley’’
‘’Hayır!’’ diye bağırdı Riley. ‘’Sadece bekle. Bekle! Yapman gereken bu. Hemen orda olacağım.’’
Akan trafikte şeritler arasında çılgın bir kadın gibi geçerken daha fazla hızlandı. Birçok kez diğer sürücüler ona korna çaldı.
Riley şiddetle ‘’Kapatma’’ dedi. ‘’Beni duyuyormusun?’’
Marie hiç bir şey söylemedi. Fakat Riley onun hıçkırdığını ve ağladığını duyuyordu. Sesi güven vermiyordu ama en azından Marie hala oradaydı. En azından hala telefondaydı. Fakat Riley onu daha fazla telefonda tutabilirmiydi? Biliyordu ki bu zavallı kadın tam bir hayvan terörünün çukuruna düşmüştü. Marie’nin kafasında artık gerçekçi bir düşünce yoktu. Korkudan neredeyse delirmiş gibi görünüyordu. Riley’in kendi anıları zihnine dolmuştu. İnsanlığın dünyasına hayvansı bölgenin kötü günleri tamamen girmemişti. Tüm karanlık, dışarıda karanlığın içerisinde kayan bir dünyanın varlığının hissedilmesi ve geçen zamanın herhangi bir anlamda tamamen kaybıydı.
‘’Ben bir savaş içindeyim’’ dedi kendi kendine.
Anılar sardı onu…
Görmek ve duymak yok. Riley diğer duyularını çalıştırmaya devam etti. Boğazının arkasındaki korkunun ekşi tadı ağzına yükselip oradan da dilinin ucunda elektriksel bir karıncalanmaya dönüştü. Oturduğu zeminin üstündeki tozları, üzerindeki nemi keşfederek çizdi. Çevresindeki küfü ve çamuru kokladı.
Bu algılar onu hala yaşayan dünyada tutuyordu.
Sonra karanlığın ortasında, kör edici bir ışık ve Peterson’ın propan meşalesinin kükremesi geldi.
Sallanan keskin bir yumruk Riley’i o iğrenç düşüncelerinden sıyırdı. Arabasını bir kaldırıma çarptığını ve yaklaşan trafiğin içine doğru yön değiştirme tehlikesiyle karşı karşıya olduğunu farketmesi bir saniye sürdü. Kornalar bas bas çaldı.
Riley arabasının kontrolünü ele geçirdi ve etrafına baktı. Georgetown’dan uzak değildi.
‘’Marie!’’ diye bağırdı. ‘’Hala ordamısın?’’
Yine, sadece boğuk bir hıçkırık duydu. Bu iyiydi. Fakat Riley şimdi ne yapabilirdi? Bocaladı . FBI için Washington DC’yi arayabilirdi. Fakat problemi açıkladığında ve ajanlar adrese geldiğinde ne olacağını Tanrı bilirdi. Bunun yanında bu Marie’ yi aramaya son vermesi anlamına geliyordu.
Onu telefonda tutmaya devam etmeliydi. Ama nasıl?
Bu uçurumun kenarından Marie’yi nasıl çekmeliydi? Kendini neredeyse içine bırakmıştı. Riley bir şeyler hatırladı. Uzun zaman önceydi. Kriz geçirenleri hatta tutmanın eğitimini görmüştü. Bu eğitimi şu ana kadar kullanmak zorunda kalmamıştı. Ne yapması gerektiğini hatırlamak için çabaladı. Bu dersler çok uzun zaman önceydi. Dersin bir bölümü aklına geldi. Arayanı hatta tutmak için her hangi bir şey yapması, söylemesi öğretilmişti. Ne kadar anlamsız ya da alakasız olduğu mühim değildi. Arayan kişiyi telefonda tutan bir insan sesi olsun da.
‘’Marie, senden bir şey yapmanı isteyeceğim?’’ diye sordu Riley.
‘’Ne gibi?’’
Devam ederken söyleyecekleri Riley’in beyninde çılgıca dolanıyordu.
‘’Senden mutfağa gitmeni rica ediyorum.’’ dedi. ‘’Bana rafında tam olarak hangi bitki ve baharatların olduğunu söylemeni istiyorum.’’
Marie bir an için cevap vermedi. Riley endişeliydi. Marie’nin zihni böyle alakasız bir oyalama işi ile ilgilenecek kadar yerinde miydi?
‘’Tamam.’’ dedi Marie, ‘’Şimdi oraya gidiyorum.’’
Riley derin bir nefes aldı. Bu ona biraz zaman kazandırırdı. Baharat kavanozlarının sesini telefondan duyabiliyordu. Marie'nin sesi şimdi kulağa gerçekten de garip geliyordu. Aynı zamanda histerik ve robotikti
‘’Ben de kurutulmuş kekik, kırmızı dövülmüş biber ve hindistan cevizi var.’’
‘’Mükemmel.’’ dedi Riley. ‘’Başka bir şey var mı?’’
Bir şişe sesinden sonra Marie, ‘’Yok.’’ dedi.
Riley yavaş konuşuyordu, sanki yaşam ve ölümle ilgili talimatlar veriyormuş gibi. Çünkü gerçekten de yaptığı buydu.
‘’Güzel, bir not kağıdı ve kalem al’’ dedi Riley. ‘’Yiyecek aldığında buna ihtiyacın olacak.’’
Riley karalama sesini duydu.
Riley ‘’Daha başka ne var?’’ diye sordu.
Sonrada ölümcül bir sessizlik oldu.
Marie, uyuşmuş, umutsuz bir ses tonuyla ‘’Bu hiç iyi değil, Riley.’’ dedi.
Riley çaresizce kekeledi. Sadece, sadece mizah yap bana, tamam.
Başka bir sessizlik oldu.
‘’O burda Riley.’’
Riley boğazında kaya gibi sert bir düğüm hissetti.
‘’O nerde?’’ diye sordu.
‘’O, evde. Şimdi anlıyorum. O, uzun zamandır burda, yapabileceğin hiçbir şey yok.’’
Neler olduğuna dair bir anlam çıkarmaya çalışırken Riley’in düşünceleri çalkalandı. Marie paranoid sanrılar içinde kaybolmuş olabilirdi. Riley, PTSD ile olan kendi mücadelesinden dolayı tüm bunları çok iyi anlıyordu.
Diğer yandan Marie gerçekleri söylüyor da olabilirdi.
‘’Bunu nasıl biliyorsun?’’ diye sordu Riley. Yavaş hareket eden bir kamyonu geçmek için fırsat aradı.
‘’Onu duyuyorum’’ dedi Marie. ‘’Ayak seslerini duyuyorum. O, üst katta. Hayır, ön koridorda. Hayır, o bodrumda.’’
Acaba halüsinasyon mı görüyodu? Riley endişeliydi. Bu tamamen mümkündü. Riley kendi kaçırılma olayından sonraki günler içinde varolmayan sesleri ondan daha fazla duymuştu. Hatta son zamanlarda beş duyusuna güvenemiyordu. Travma, hayaller üzerinden korkunç hileler yapıyordu.
‘’O, evin her yerinde’’ dedi Marie.
‘’Hayır,’’ diye kararlı bir şekilde tekrarladı Riley. ‘’O, her yerde olamaz.’’
Riley önündeki hantal yük kamyonunu geçmeyi başarmıştı. Biriken gelgit dalgalarını boşuna üstünde hissetmişti. Bu kötü bir histi, neredeyse boğulmak gibi.
Marie tekrar konuştuğunda artık hıçkırmıyordu. Hatta gizemli bir sakinliğe teslim olmuş gibiydi.
‘’Belki o hayalet gibi bir şeydir, Riley. Belki de bu onu havaya uçurduğun zaman oldu. Sen onun bedenini öldürdün ondaki kötülüğü değil. Şimdi o heryerde olabilir. Onu durdurabilecek hiçbir şey yok. Bir hayaletle savaşamazsın. Teslim ol Riley. Hiç bir şey yapamazsın. Ben de yapamam. Bir daha bana aynı şeyin olmasına izin veremem.’’
‘’Kapatma! Benim için bir şeyler yapmana ihtiyacım var.’’
Bir anlık sessizlikten sonra, ‘’Ne? Şimdi ne var Riley?’’
‘’Bu hatta benimle kalmanı fakat sabit hattından da 911’i aramanı istiyorum.’’
Marie, sessizce homurdandı, ‘’Tanrım, Riley. Sana kaç kez evimin hattını kestiğimi söyledim.’’
Bu karışıklığın içinde Riley unutmuştu. Marie’nin sesi biraz kızgın geliyordu. Bu iyiydi. Kızgınlık panikten iyidir.
‘’Bu arada 911’i aramak neyi değişterecek ki? Bana yardım etmek için ne yapabilirler? Hiç kimse yardım edemez. O her yerde. Şimdi ya da sonra alacak beni. Seni de alacak. İkimiz de pes edeceğiz.’’
Riley alt edildiğini hissetti. Marie’nin hezeyanları inatçı mantıkla onları içine çekiyordu. Petorsen’ın bir hayalet olmadığına dair Marie’yi ikna edecek zamanı yoktu.
Riley sonunda,‘’Biz arkadaşız. Öyle değilmi Marie?’’ dedi. ‘’Bir zamanlar senin için herşeyi yaparım demiştin. Doğru muydu?’’
Marie yeniden ağlamaya başladı
‘’Tabii ki doğru’’
‘’O zaman telefonu kapat ve 911’i ara. Bunun bir nedeni yok. Bu hiçbir şeyi iyi yapmayacak. Sadece yap. Çünkü bunu senden istiyorum.’’
Uzun bir sessizlik oldu. Riley, Marie’nin soluğunu bile duyamıyordu.
‘’Biliyorum Marie. Pes etmek istediğini anlıyorum. Bu senin seçimin. Fakat ben pes etmek istemiyorum. Belki bu aptalca. Ama bunu yapmayacağım. İşte bu yüzden senden 911’i aramanı istiyorum. Çünkü sen benim için herşeyi yapacağını söyledin. Ve ben bunu yapmanı istiyorum. Bunu yapmana ihtiyacım var. Benim için.’’
Sessizlik devam etti. Marie hala hatta mıydı?
‘’Bana söz veriyor musun?’’diye sordu.
Görüşme bir klik sesi ile son buldu.
Marie yardım için arayacak mı yoksa aramayacak mıydı? Riley hiçbir şeyi şansa bırakamazdı. Cep telefonunu aldı ve 911’e bastı.
‘’Operatör cevap verdiğinde; Ben FBI’dan özel ajan Riley Paige’’ dedi. ‘’Ben bir olası saldırgan hakkında aramıştım. Son derece tehlikeli birisi.’’
Riley operatöre Marie’nin adresini verdi.
‘’Oraya hemen bir tim göndereceğiz’’ dedi operatör.
‘’İyi’’ dedi Riley ve arama sonlandı.
Sonrada Riley, Marie’nin numarasını yeniden aradı. Fakat cevap yoktu.
Birileri oraya zamanında gitmeli diye düşündü. Birileri oraya hemen şimdi gitmeli.
Bu arada, dalgalanan o karanlık hatıraların seliyle yeniden mücadele etmeye başladı. Kendini kontrol etmek zorundaydı. Gelecekte her ne olursa olsun mantığı devrede olmalıydı.
Marie’nin kırmızı tuğlalı kasaba evi göründüğünde Riley paniğe kapıldı. Acil durum aracı henüz varmamıştı. Polis sirenlerinin sesini uzaktan duydu. Yoldalardı. Ön kapının önünü kesecek şekilde arabasını park etti. Böylece ilk müdaheleyi yapmış oldu. Kapıyı çalmayı denediğinde kapı hızla açıldı. Fakat neden kilitli değildi? İçeriye adımını attı ve silahına doğruldu.
‘’Marie!’’ diye seslendi Riley. ‘’Marie!’’
Cevap gelmedi.
Riley burada kesinlikle kötü bir şeyler olduğunu biliyordu ya da hala olmaktaydı. Koridora doğru yürüdü.
‘’Marie’’ diye seslendi yine. Eve sessizlik hakimdi. Polis sirenlerinin sesi daha yüksekti şimdi. Fakat hala yardım ulaşmamıştı.Marie en kötüsüne inanmaya başlamıştı şimdi; Peterson buraya gelmişti, belki de hala burdaydı. Loş koridor boyunca yürüdü. Her kapının önünde durup Marie diye seslendi. Klozetin solunda olabilirmiydi? Ya da banyo kapısının sağında? Şayet Peterson’la karşılaşırsa kendisini götürmesine izin vermeyecekti. Daha önce olduğu gibi onu yine öldürecekti.
Bölüm 22
Riley’in seslenmelerine rağmen Marie’den bir ses çıkmadı. Evde kendi sesinden başka bir ses yoktu. Bu yer tamamı ile boştu. Üst katın merdivenlerine doğru yol aldı. Açık bir kapıya doğru dikkatlice döndü.
Köşeyi döndüğünde Riley’in nefesi boğazında düğümlendi. Dünya sanki üstüne çökmüş gibi hissetti.
Bu Marie’ydi. Yüksek tavandaki bir avize fikstürüne boynundan bir kordonla bağlı, havada asılı duruyordu. Devrilmiş merdiven yerdeydi. Riley’in zihni gerçeği reddederken zaman durmuştu. Dizleri büküldü ve kapının çerçevesine doğru savruldu. Uzun ve acı bir ses çıkardı.
‘’HAYIRRR!’’
Odaya doğru koştu. Merdiveni düzeltti ve tırmandı. Boynundaki basıncı hafifletmek için bir kolunu Marie’nin vücuduna dolayarak nabzını yokladı.
Riley şimdi ağlıyordu. ‘’Marie hayatta kal. Hayatta kal, kahretsin.’’
Fakat çok geçti. Marie’nin boynu kırılmıştı. O, ölmüştü.
Riley merdivenin üzerine geri çökerken ‘’Tanrım’’ dedi. Karnının içinden derin bir sancı yayıldı. O da ölmek istiyordu.
Bir an geçtikten sonra Riley alt kattaki belirsiz sesleri duydu. İlk müdahale gelmişti. Tanıdık bir duygusal mekanizma işlemeye başladı. Temel insan korkusu ve kederi yerini soğuk bir gerçekçi profesyonelliğe bıraktı.
‘’Yukarda!’’ Diye bağırdı.
Yüzündeki gözyaşı lekelerini koluyla sildi.
Beş ağır silahlı, Kevlar giymiş polisler merdivenlerden yukarı çıktı. Önlerineki kadını görmek Riley için sürpriz oldu.
‘’Ben memur Rita Graham’’ dedi, timin lideri. ‘’Siz kimsiniz?’’
Riley merdivenden indi ve rozetini gösterdi. ‘’ Özel ajan Riley Paige, FBI.’’
Kadın endişeyle baktı.
‘’Buraya bizden önce nasıl geldiniz?’’
‘’O benim bir arkadaşımdı.’’ dedi Riley. Şu an tamamen profosyonel bir moddaydı. Onun adı Marie Sayles’di. Beni aradı, bir şeylerin yanlış gittiğini söyledi. Ben de yoldayken 911’i aradım. Zamanında gelemedim. O ölmüştü.’’
Uzman ekip hızlı bir şekilde Riley’in verdiği bilgileri kontrol edip onayladı.
‘’İntihar mı?’’ diye sordu memur Graham.
Riley başını salladı. Marie’nin kendini öldürdüğüne dair hiçbir kuşkusu yoktu.
Ekibin lideri, yatağın yanındaki masanın ucundaki katlanmış not kartını işaret ederek ‘’Bu nedir?’’ diye sordu.
Riley karta baktı. Zorlukla okunabilen kargacık burgacık yazılmış bir mesaj:
Tek yolu buydu.
‘’Bir intihar notu mu?’’
Riley sertçe tekrar başını salladı. Ama bu intihar notunun sıradan bir mektup olmadığını biliyordu. Açıklama yoktu. Özür yoktu.
Bir öğüt diye düşündü Riley. Benim için bir öğüt bu.
Ekip resimler çekip notlar aldı.
Riley, ceset götürülmeden önce köşede beklediklerini biliyordu.
‘’Hadi konuşalım.’’ dedi memur Graham. Riley’e aşağı oturma odasına kadar eşlik etti. Bir sandelye çekti ve Riley’den de oturmasını istedi. Perdeler hala çekiliydi ve odaya ışık girmiyordu. Riley, biraz gün ışığının girmesi için perdeleri açmak istedi, fakat hiçbir şeyin değişmemesinin daha iyi olacağını biliyordu. Kanepeye oturdu.
Graham masadaki lambayı sandelyesine doğru çevirdi.
Memur bir not kağıdı ve kalem alarak, ‘’Söyle bana ne oldu?’’ dedi. Tecrübeli bir polisin sertleştirilmiş yüzüne sahip omasına rağmen, gözlerinde sempatik bir görünüm vardı.
‘’O bir adam kaçırma kurbanıydı’’ dedi Riley.’’Nerdeyse sekiz hafta önce. İkimiz de kurbandık. Okumuş olabilirsin. Sam Peterson olayı.’’
Graham’ın gözleri büyüdü.
‘’Aman Tanrım’’ dedi. ‘’Şu kadınlara işkence eden ve öldüren lehim meşaleli adam… Yani o sendin. Kaçan ve onu havaya uçuran ajan mı?’’
‘’Doğru.’’ dedi Riley, bir duraksamadan sonra ‘’Sorun şu ki; onu havaya uçurduğumdan emin değilim. Öldüğüne dair olumlu düşünmüyorum. Marie de öldüğüne inanmıyordu. Bu onun sonu oldu. O, bununla ilgili bir bilgi ortaya koyamıyordu. Belki de ona yine sinsice yaklaşıyordu.’’
Riley açıklamalarına devam ederken kelimeler otomotik akıyordu sanki. Her şeyi kalbi zaten biliyormuş gibi. Olay yerinden tamamen uzaklaşmış gibi hissediyordu. Kendisine olan o korkunç şeylerle ilgili raporu dinliyordu.
Riley, Memur Graham’a olayla ilgili yardımcı olduktan sonra Marie’nin akrabalarıyla nasıl iletişim kuracağını söyledi. Konuşurken kızgınlığını mesleki görüntüsünün altına yerleştiriyordu. Soğuk, buz gibi bir öfke. Peterson diğer bir kurbanı almıştı. Ölü ya da diri olması fark etmiyordu. Marie’yi o öldürmüştü.
Ve Marie ölmüştü. Riley, onun ellerinden olsun ya da olmasın bir sonraki kurban olmaya kendisinin mahkum olduğundan kesinlikle emindi.
Tek yolu bu değil!, demek istedi ona.
Fakat buna inanıyor muydu? Riley bunu bilmiyordu. Sanki lanetlenmiş gibiydi. Yargıç geldiğinde memur Graham ve Riley hala konuşuyordu. Graham onu karşılamak için kalktı ve gitti. Sonra Riley’e dönerek ‘’Birkaç dakikalığına yukarıda olacağız. Buralarda olmanı ve beni biraz daha bilgilendirmeni isterim.’’
Riley onunla el sıkıştı. ‘’Gitmem gerekiyor.’’ dedi. ‘’Konuşmam gereken birileri var.’’ Kartını çıkardı ve masanın üstüne koydu. ‘’Beni arayabilirsin.’’
Memur itiraza başladı ama Riley ona şans vermedi. Kalktı ve Marie’nin karanlık evinden dışarı doğru yürüdü. Acil bir işi vardı.
*
Bir saat sonra Riley, Virjinya’nın kırsal bölgelerine, batıya doğru arabasını sürüyordu.
Bunu gerçekten yapmayı istiyor muyum? diye kendine yeniden sordu.
Bitap düşmüştü. Dün gece doğru düzgün uyumamıştı ve şimdi de bir gündüz kabusunun içindeydi. Şükürler olsun ki Mike ile görüşmüşlerdi. Ona sürekli yardım etmişti. Fakat şundan emindi ki şu an yaptığı şeyi asla onaylamazdı. Aklını dolduran şeylerden tamamen emin değildi. Georgetown’dan, Senator Mitch Newbrough’un malikanesine giden en hızlı rotayı takip etti. Bu narsist politikacıda kendisi için bir çok cevap olmalıydı. Bir şeyler saklıyordu, gerçek katille ilgili birşeyler olabilirdi. Bu da onun yeni kurbanda sorumluluğu var demekti.
Riley, başını belaya soktuğunu biliyordu. Umrunda değildi. Öğleden sonranın geç bir vaktinde taş malikanenin önüne daire çizerek arabasını sürdü. Park etti ve arabadan indi. Devasa kapıya doğru yürüdü. Kapı ziline bastığında resmi kıyafetli kibar bir adam onu karşıladı. Newbrough’nun uşağı diye düşündü.
Soğuk bir şekilde ‘’Sizin için ne yapabilirim hanımefendi?’’ diye sordu.
Riley ona rozetini çıkarıp gösterdi.
‘’Özel ajan Riley Paige.’’ dedi. ‘’Senator beni tanıyor. Onunla konuşmam lazım.’’
Uşak, kuşkucu bir ifadeyle ondan uzaklaştı. Dudaklarına doğru bir telsiz götürdü, fısıldadı ve sonra dinledi. Uşak Riley’e doğru, daha çok üstünlük taslayan bir sırıtışla geri döndü.
‘’Senator sizi görmek istemiyor.’’dedi. ‘’Bunu önemle vurguladı. İyi günler bayan.’’
Fakat adam kapıyı kapatmadan önce Riley adamı direk geçerek evin içine doğru yürüdü.
‘’Güvenliğe haber vereceğim.’’ diye arkasından seslendi uşak.
Riley omzunun üstünden bağırarak, ‘’Hemen git ve haber ver.’’ dedi.
Riley’in senatörü nerde arayacağına dair hiçbir fikri yoktu. Bu konağın herhangi bir deliğinde olabilirdi. Bunun onun için bir önemi yoktu. Muhtemelen senatör gelecekti kendisine. Onunla daha önce görüştüğü kendini pat diye üstüne attığı devasa kanepenin olduğu oturma odasından başladı. Senatör gerçek yüzünü gösterinceye kadar, o kendisi için tamamen doğru evi yapmıştı. Henüz birkaç dakika geçmemişti ki siyah takım giymiş iri bir adam odaya girdi. Riley bunun ne demek olduğunu biliyordu. Bu senatörün özel güvenliğiydi.
Kollarını çarpraz yaparak, ‘’Senatör sizden gitmenizi istemişti.’’ dedi.
Riley koltuğundan kıpırdamadı. Adamın nasıl bir tehdit olacağını değerlendirirken adama baktı. Muhtemelen onu uzaklaştıracak güce sahipti. Fakat onun kendini koruma becerileri oldukça iyiydi. Şayet kendisini götürmeye kalkarsa onlardan biri oldukça zarar görecekti. Şüphesiz senatörün antikaları da zarar görecekti.
‘’Umarım size söylemişlerdir, ben FBI ajanıyım,’’ diyerek gözlerini adama doğrulttu. Adamın, silahını bir FBI ajanına doğrultacağına dair oldukça şüpheliydi. Arkasına doğru bakan adamı korkutmak kolay değildi. Fakat ona doğru yönelmedi. Riley arkasından gelen adım seslerini ve sonra da senatörün sesini duydu. Fotojenik politikacı gülümseyişine alaycılık katıyordu. Bir an için sessiz kaldı. Riley bir güç savaşı içinde olduklarını hemen hissetti. Kanepeden kıpırdamamaya azmetti.
‘’Hata yapıyorsun senatör.’’ dedi Riley. Kızınızın cinayetiyle ilgili politik bir şey değil bu. Kişisel de değil. Siz bana düşmanlarınızın olduğu bir liste vermiştiniz, eminim bürodaki küçük köpeklerinize de vermişsindir. Newbrough’un gülümsemesi hafif bir alayla içine çöktü.
‘’Sanırım bahsettiğin kişi Özel ajan Charge Carl Walder.’’ dedi.
Riley kelime seçiminin kötü olduğunu ve sonradan da bundan pişman olduğunu biliyordu. Fakat şu an umrunda bile değildi.
’’Senatör, bu liste Büro’nun zamanını boşuna harcadı.’’ dedi Riley. ‘’Ve bu arada diğer kurban kaçırıldı.’’
Newbrough bulunduğu noktada sabit bir şekilde durdu.
‘’Anlıyorum Büro bir tutuklama yaptı.’’ dedi. ‘’Şüpheli itiraf etti. Ama fazla bir şey söylemedi. Değil mi? Benimle ilgili bazı bağlantılar var. Bundan emin olabilirsin. Zamanı geldiğinde bunu söyleyecek. Ajan Walder’ın bunun üstüne gidip takip etmesini sağlayacağım.’’
Riley şaşkınlığını gizlemeye çalıştı. Diğer kaçırılmadan sonra dahi Newbrough hala katilin gazabından birincil hedef olarak kendini kabul ediyordu. Adamın egosu gerçekten çok yüksekti. Sınırsız bir şekilde her şeyin kendisiyle alakalı olduğuna inan bir kapasiteye sahipti.
Newbrough meraklı bir görünüşle başını eğdi.
‘’Ama nedense sen beni suçluyor gibi görünüyorsun. Ajan Paige bu beni gücendirir. Senin kendi beceriksizliğinin başka bir kurbanın yakalanmasına yol açması benim suçum değil.’’
Riley’in yüzü öfkeden karıncalandı. Cevap vermeye cesaret edemedi. Çok kötü bir şeyler söylemek istiyordu.
Senatör likör kabinine doğru yürüdü. Riley’in çok pahalı olduğunu düşündüğü büyük bir bardak viski doldurdu. Riley’e bilinçli olarak bir şey içip içmeyeceğini sormadı. Riley bunu belirtmenin yeri olmadığını biliyordu.
‘’En son buraya geldiğimde bana söylemediğiniz şeyler vardı.’’ dedi Riley.
Newbrough bardağından uzun bir yudum alıp yüzünü döndü.
‘’Bütün sorularına cevap vermedim mi ?’’ dedi.
‘’Hepsine değil. Siz sadece bana bir şeyler söylediniz. Reba hakkında. Sanırım şimdi zamanı geldi.’’
Newbrough, delici bir bakışla onu süzdü.
‘’Oyuncakları sever miydi?’’ diye sordu Riley.
Newbrough omuzlarını silkti. ‘’ Sanırım bütün küçük kızlar sever dedi.’’
‘’Ben küçük bir kızdan değil bir yetişkinden bahsediyorum. Onları biriktirir miydi?’’ dedi.
‘’Korkarım ki bilemeyeceğim.’’
Şimdiye kadar söylediklerinin arasında Riley’in inandığı ilk sözlerdi bunlar. Bu patolojik bencil adam herhangi birinin hoşlandığı ve ilgi duyduğu şeyler hakkında çok az şey biliyordu. Bu kişi kendi kızı olsa bile.
‘’Eşinizle konuşmak isterdim.’’ dedi Riley.
‘’Kesinlikle olmaz.’’ diye tersledi Newbrough. O şimdi yeni bir ifade takınıyordu. Riley’in herzaman televizyonda gördüğü ifadeyi. Birçok gülümsemesi gibi, bu ifade de kuşkusuz ayna karşısında binlerce defa dikkatle prova edilmişti.
‘’Gerçekten de sende hiç edep yok, Ajan Paige değil mi?’’ Öfkesi ölçülü bir şekilde sesini titretiyordu. ‘’Sen kederli bir eve gelip bu yaslı aileye hiçbir cevap ve güven vermedin. Bunun yerine üstü örtülü suçlamalar yapıyorsun. Kendi beceriksizliğin yüzünden masum insanları mükemmel bir şekilde suçluyorsun.’’
Yaralanmış olduğunu doğrular bir şekilde başını salladı.
‘’Bu demek oluyor ki sen acımasız bir kadınsın.’’ dedi. ‘’Birçok insana berbat acılar vermiş olmalısın.’’
Riley midesine bir yumruk yemiş gibi hissetti. Bu onun hazır olmadığı bir taktikti, tamamen moralini altüst eden. Riley’i suçluluk duygusu ve kendinden şüphe etmesiyle vurmuştu.
Tam olarak benimle nasıl oynayacağını biliyor diye düşündü.
Şunu biliyordu, ya burayı hemen terk edecekti ya da pişmanlık duyacağı şeyler yapacaktı. Neredeyse onu bu durumun içine çekecekti. Hiç bir şey söylemeden kanepeden kalktı ve öndeki girişe doğru oturma odasından ayrıldı. Arkasından Senatörün seslendiğini duydu.
‘’Senin kariyerin bitti Ajan Paige, bunu bilmeni isterim.’’
Riley uşağı fırçalayarak geçip ön kapıya doğru atıldı. Arabasına bindi ve sürmeye başladı. Öfke, hayal kırıklığı ve yorgunluğun dalgaları üstüne çökmüştü. Bir kadının hayatı tehlikedeydi ve dünyada onu kurtaracak hiç kimse yoktu. Walder’ın araştırma alanını sadece Gumm’un apartmanında yürüttüğünden emindi. Ve Riley onların yanlış yere baktığından emindi. Bir şeyler yapması gerekiyordu. Fakat ne yapacağına dair bir fikri yoktu. Buraya gelmek kesinlikle yardımcı olmamıştı. Kendi yargılarına daha fazla güvenebilir miydi? Riley arabayı kullanalı daha on dakika olmamıştıki telefonu çaldı. Telefonuna baktı, Walder’dan gelen bir mesaj vardı. Her ne ise kötü bir şey olduğunu sanmıyordu.
İyi, diye acı acı düşündü. En azından Senatör zamanını harcamamıştı.