Kitabı oku: «Kaybedilen », sayfa 12
Bölüm 25
Ertesi sabah, Riley’in telefonu erkenden çaldı. Kahve masasına oturmuş, dün takip ettiği haritaya bakıyor ve bugün için yeni bir rota belirlemeye çalışıyordu. Arayan kişinin Bill olduğunu görünce, birden gerildi. İyi bir haber miydi yoksa kötü bir haber miydi?
“Bill, hayrola?”
Eski partnerinin, telefonun diğer ucunda perişan bir şekilde iç geçirdiğini duydu.
“Riley, oturuyorsun değil mi?”
Riley’in içi ürperdi. Oturmakta olduğu için sevindi. Zira, Bill'in ses tonundan, kötü bir şeyler olduğunu anlamıştı. Vücudundan resmen tüm gücü çekildi.
“Cindy MacKinnon'u buldular.” dedi Bill.
“Ve öldü, değil mi?” dedi Riley tek solukta.
Bill bir süre hiçbir şey söylemedi. Ama bu sessizlik, Riley'in sorusuna cevap veriyordu zaten. Riley, gözlerinde yaşlar biriktiğini fark etti, şaşkınlık ve çaresizlik gözyaşları… Elinden geldiğince, bu yaşlarla mücadele etmeye çalıştı. Ağlamamak için kararlıydı.
“Nerede bulmuşlar?” diye sordu Riley.
“Diğer kurbanların bulunduğu yerin batı tarafında, ulusal ormanda, oldukça uzak bir yerde. Hemen hemen Batı Virginia şeridinin oralarda…”
Haritasına baktı. “En yakın kasaba neresi?” diye sordu ve Bill'in verdiği yanıta göre haritadan yaklaşık yerini buldu. Cesetlerin bulunduğu diğer üç noktanın dışında bir yerdi. Ama yine de, diğer olay yerleri ile bir bağlantısı olmalıydı. Bu bağlantının ne olabileceğini tam olarak kestiremiyordu.
Bill, konu hakkında bilgi vermeye devam etti.
“Cesedini, hiç ağacın olmadığı açık bir arazide uçurumun yamacına koymuş. Şu an olay yerindeyim. Gerçekten dehşet verici! Katil, gitgide daha da cüretkâr olmaya başladı, Riley.”
Ve daha da hızlı davranmaya… diye düşündü Riley çaresizlik içinde. Bu sefer, kurbanını, sadece birkaç gün canlı tutmuştu.
“Peki, gerçekten Darrell Gumm yanlış adam mıymış?” diye sordu Riley.
“Bunu bir tek sen söylemiştin.” diye karşılık verdi Bill. “Haklıymışsın.”
Riley, durumu anlamakta güçlük çekiyordu.
“Yani, Gumm serbest mi bırakıldı?” diye sordu.
Bill sinirle homurdandı.
“Öyle bir şansı yok!” dedi. “Soruşturmanın önünü tıkadığı için elbette ceza alacak. Cevaplaması gereken çok şey var. Kendisi her ne kadar umursamasa da isminin, basında geçmemesi için elimizden geleni yapmaya çalışacağız. O adi herif meşhur olmayı hak etmiyor.”
Birden, aralarında bir sessizlik oluştu.
“Kahretsin, Riley!” dedi Bill sonunda. “Walder seni dinlemiş olsaydı, onu kurtarabilirdik belki!”
Riley bundan pek de emin değildi. Neticede, onun da elinde tezini savunan kesin bir kanıt yoktu. Ama belki, memurları o tarafa yönlendirmek, o değerli dakikalar içinde bir şeylerin değişmesine sebep olabilirdi.
“Elinde hiç fotoğraf var mı?” diye sordu. Kalbi hızla çarpıyordu.
“Var Riley, ama—”
“Bana göstermemen gerektiğinin farkındayım. Ama mutlaka görmem gerek. Bana gönderebilir misin?”
Bir sürelik bir sessizlikten sonra Bill, “Gönderildi!” dedi.
Birkaç saniye sonra Riley, o korkunç fotoğrafları gördü telefonunda. İlk fotoğrafta, daha birkaç gün önce bir resimde gördüğü bir yüzün yakın çekimi vardı. Daha birkaç gün önce, yeni oyuncak bebeği ile mutlu olmuş küçük bir kız çocuğu edasıyla etrafa sevgi saçan bir kadındı. Şimdi ise o ışıl ışıl yüzü solmuş, gözleri açık bir şekilde dikilmiş ve dudaklarında ise korku dolu bir gülümseme yerleşmişti.
Resimlere baktıkça, cesedin ve olay yerinin Reba Frye vakası ile bire bir aynı olduğunu fark etti. Tüm detaylar birbiriyle uyuşuyordu. Cesedin pozisyonu aynıydı. Ceset, çıplak bir şekilde her tarafı soyulmuş ve bir oyuncak bebek misali dimdik oturur vaziyette idi. Bacaklarının arasında, yerde yapma bir gül vardı.
Bu, katilin bir nevi imzasıydı; kendine özgü mesajıydı. Şimdiye kadar tam da bu etkiyi elde etmek istemişti. Üçüncü ve dördüncü kurbanlarında artık ustalaştığı belliydi. Riley, katilin aynı şeyi bir kez daha yapmak için hazır beklediğinden adı gibi emindi.
Fotoğraflara baktıktan sonra Riley, tekrar telefonun öbür ucunda bekleyen Bill'e döndü.
“Çok üzgünüm…” dedi, dehşet ve üzüntü içinde sesi kesildi.
“Evet, ben de…” dedi Bill. “Bu arada, resimlerde dikkatini çeken bir şey oldu mu?”
Riley hemen baktığı resimleri şöyle bir aklından geçirdi.
“Yanılmıyorsam, peruk ve gül detayı diğer vakalarla aynı.” dedi. “Kurdela da öyle…”
“Evet, öyle görünüyorlar.”
Riley, bir kez daha sustu. Bill'in ekibinin istediği ipuçları neler olabilirdi?
“Sabah size gelen telefon, diğer izler ve ayak izlerini incelemenizi sağlayacak kadar erken mi geldi?” diye sordu.
“Olay yeri bu kez daha erken kontrol altına alındı. Bir orman bekçisi cesedi bulmuş ve direk bizi aramış. Etrafta hiç yerel polis yoktu. Ama yine de, işe yarar hiçbir şey bulamadık. Bu adi herif işinde oldukça dikkatli.”
Riley bir süre düşündü. Fotoğraflarda, kayalara yaslanmış bir şekilde çimenlerin üzerinde oturan bir kadın cesedi vardı. Aklından binlerce soru geçti.
“Ceset soğuk muydu?” diye sordu.
“Biz olay yerine vardığımızda soğumuştu.”
“Ceset tahminen ne kadardır oradaymış?”
Bill'in, telefonun diğer ucunda not defterini karıştırdığını duydu.
“Tam olarak bilmiyoruz ama ölümünün hemen ardından o pozisoya getirilmiş. Cesedin rengindeki bozulmaya bakacak olursak, birkaç saat… Adli tıp uzmanının incelemesinden sonra daha çok bilgi edineceğiz.”
Riley, yine sabırsızlanmaya başladığını hissetti. Katilin öldürme zamanıyla ilgili bir an önce net bir bilgiye ulaşmak istiyordu.
Bunun üzerine, “Cesedi, öldürdüğü yerde o pozisyona getirip, ceset iyice katılaştıktan sonra bulunduğunuz olay yerine taşımış olabilir mi?”
“Sanmıyorum.” dedi Bill. “Pozisyonla alakalı tuhaf hiçbir şey takılmadı gözüme. Buraya getirilmeden önce cesedin kaskatı kesilmiş olduğunu pek sanmıyorum. Neden sordun? Onu, buraya getirdikten sonra öldürdüğünü mü düşünüyorsun?”
Riley gözlerini kapattı ve biraz daha düşündü.
Nihayet cevap verdi: “Hayır.”
“Emin misin?”
“Onu, tuttuğu yerde öldürüp oraya taşımış olmalı. Onu, oraya canlıyken getirmiş olamaz. Zira, kamyonetin içinde ya da olay yerinde canlı biriyle cebelleşmek istemezdi.”
Gözleri hala sımsıkı kapalıydı; bir katilin zihniyeti ile düşünmeye çalışıyordu Riley.
“Oluşturduğu duruma sadece hammadeyi getirmek daha da çok işine gelirdi.” dedi. “Maktülün ölümü aslında tam da istediği şeydi. Canlı bir kadından ziyade, bir sanat eseri misali. Bu yüzden, onu öldürdü. Ardından, cesedi iyice temizleyip istediği duruma getirdi ve tamamen vazelin ile kapladı.”
Olay yeri tüm detayları ile en gerçek haliyle Riley'in beyninde canlanıyordu.
“Ceset iyice sertleşmeye başlayınca, onu şu an bulunduğu yere taşıdı.” dedi. “Zamanlaması kusursuzdu. Önceki üç kadını öldürdükten sonra neyi nasıl yapması gerektiğini iyice kavramış olmalı. Yaratıcılığını gösterdiği sertleşme sürecinin başlangıcını tam olarak hesapladı. Ona göre, ceset sertleştikçe yavaş yavaş onu oturur pozisyona getirdi. Bir nevi, kile şekil verir gibi…”
Kafasında canlandırdığı —ya da diğer tabirle, katilin kafasındaki resimde gördüğü bir sonraki adımı anlatmak Riley için çok zor geldi. Kelimeler ağzından, yavaş ve acı dolu bir şekilde çıktı.
“Cesedin kalan kısmına şekil verirken, maktulün çenesi, hala göğsünün üzerine düşmüş bir vaziyetteydi. Daha ne kadar bükülebileceğini ölçmek için omuzlarındaki ve boynundaki kasları kontrol etti ve maktulün başını yukarı doğru kaldırdı. Sertleşene kadar başı o vaziyette tuttu. Muhtemelen 2 ya da 3 dakika boyunca… Ardından, karşısına geçip keyifle kendi sanat eserine baktı.”
“Tanrım!” diye mırıldandı Bill sessiz ve şaşkın bir ses tonuyla. “Harikasın!”
Riley acı bir şekilde iç geçirerek cevap vermedi. Harika olduğunu düşünmüyordu—en azından, artık değildi. Yapabildiği tek şey, o hasta beyinlere girip onlar gibi düşünmekti. Bunun neresi harikaydı? Bunun kime ne faydası vardı ki? Cindy MacKinnon'a hiçbir faydası olmadığı kesindi.
“Sence kurbanları hayattayken, katil onları ne kadar uzakta tutuyordu?” diye sordu Bill.
Riley hemen zihinsel birkaç hesaplama yaptı ve haritayı kafasında canlandırdı.
“Maktule şekil verdiği yerden çok uzak değil.” dedi. “Muhtemelen 2 saatlik mesafede…”
“Yine de, uzun bir mesafe bu.”
Riley’in motivasyonu giderek düşüyordu. Bill haklıydı. Söylediği hiçbir şey hiçbir fayda sağlamıyordu.
“Riley, bu vakada sana ihtiyacımız var.” dedi Bill.
Riley hafifçe homurdandı ve:
“Adım gibi eminim Walder öyle düşünmüyordur.” dedi.
Hoş, ben de öyle olduğunu düşünmüyorum ya… diye geçirdi içinden Riley.
“Walder yanılıyor.” dedi Bill. “Ayrıca, ona yanıldığını bizzat ben söyleyeceğim. Senin tekrar göreve dönmeni sağlayacağım.”
Riley, Bill'in sözlerinin üzerine biraz bekledikten sonra:
“Bu senin için büyük bir risk.” dedi. “En küçük bir yanlışında Walder senin de ipini çeker.”
Bill kekeledi, “Ama—ama Riley—”
“Aması yok, Bill. Eğer kendini kovdurursan, bu dava asla çözülmez.”
Bill iç çekti. Sesi, yorulmuş ve vazgeçmiş gibi geliyordu.
“Tamam.” dedi. “Peki, vakayla ilgili aklına hiçbir şey geldi mi?”
Riley bir süre düşündü. Son birkaç gündür içinde bulunduğu cehennem gitgide daha da derinleşiyor ve büyüyordu. Sanki davayı çözmek adına tutunduğu son dal da parmaklarının arasından kayıp gitmişti. Başaramamıştı; kurban ölmüştü.
Yine de, hala yapabileceği bir şeyler olmalıydı.
“Şu an kafamda bir şeyler var.” dedi. “Daha sonra seni bilgilendireceğim.”
Telefonu kapattığında, mutfaktan kahve ve kızarmış pastırma kokusu geliyordu. April de oradaydı. Riley yataktan kalkar kalkmaz, April kahvaltı hazırlamaya koyulmuştu.
Ben kahvaltı istememiştim ki! diye geçirdi içinden.
Belki de babasıyla vakit geçirince Riley'i biraz da olsa takdir etmesine vesile olmuştu. April, Ryan'nın yanında olmaktan hiçbir zaman hoşlanmamıştı. Nedeni her ne olursa olsun, Riley böylesi bir sabahta kendisine gösterilecek en küçük bir teselliye bile minnettardı.
Oturup, bundan sonra ne yapacağını düşünmeye başladı. Bugün, haritada işaretlediği yeni rotayı takip ederek yine batıya gitmeyi planlıyordu. Ama tamamen mağlup olmuş gibiydi; öğrendiği bu korkunç gelişmeler onu yerle bir etmişti. Dün çok da formunda değildi. Hatta, Glendive'de içkiye bile karşı koyamamıştı. Bugün yine aynı şeyi yapamazdı, hele de bu durumdayken… Aksi takdirde hata yapması kaçınılmazdı. Hali hazırda, birçok hata yapılmıştı zaten.
Ama dükkanın yeri önemliydi—belki her zamankinden daha önemli. Eğer hala karar vermemiş ise, katil yeni kurbanını buradan seçebilirdi. Riley hemen bilgisayarının başına geçerek hazırladığı haritanın bir kopyasıyla beraber Bill'e bir e-mail yazdı.
Bill'e, hangi kasabaların ve hangi dükkanların kontrol edilmesi gerektiğini belirtti. Ayrıca, Bill'in diğerlerinden ayrı olarak katilin evini bulmaya yoğunlaşabileceğini de söyledi. Hem, Riley'in çizdiği bu rota doğrultusunda araştırma yapmak üzere başkasını da görevlendirmesi için Walder'ı ikna edebilirdi belki—Walder, bu fikirlerin Riley'e ait olduğunu bilmediği sürece.
Öylece oturarak defalarca haritaya baktı. Nihayet, daha önce fark etmediği bir şey gözüne çarptı. Olay yerleri arasında hiçbir ilişki yok değildi; aksine, hepsi orantısız bir şekilde ama haritada işaretlediği diğer bir noktadan yayılıyordu—dört maktulün de evinin yakınında bulunan bir nokta. Biraz daha incelediğinde, seçilen kurbanların hepsinin belirli bir yere, bir oyuncak bebek dükkanına uğradıklarından iyice emin oldu. Ayrıca, katil kurbanlarını nereden almış olursa olsun, muhtemelen onları ilk gördüğü yere yakın yerlerdi.
Ama neden bu dükkanı daha önce fark etmemişti? Şimdiye kadar yanlış bir yaklaşım içinde miydi? Tek bir fikre o kadar mı takılmıştı ki diğer ipuçlarını gözü görmez olmuştu? Şimdiye kadar tamamen boşuna olan bir rota mı çizmişti?
Riley, haritasını tekrardan gözden geçirerek aldığı notlarla birlikte Bill'e gönderdi.
“Kahvaltı hazır anne!”
Kızıyla karşı karşıya oturunca Riley, yineağlamamak için kendini zor tuttu.
“Teşekkür ederim.” dedi ve sessizce yemeğe başladı.
“Anne, bir şey mi oldu?” diye sordu April.
Riley, bu soru karşısında birden şaşırdı. Kızının sesinde endişe mi sezmişti? Kızı, hâlâ çoğu zaman Riley'in yanında oldukça suskundu. Ama en azından, birkaç gündür açık bir şekilde saygısızlık da yapmıyordu.
“Yok bir şey…” dedi Riley.
“Hayır, var bir şey.” dedi April.
Riley hiçbir şey söylemedi. April'i de bu dehşet verici olayın içine dahil etmek istemiyordu. Zaten yeterince derdi vardı.
“Telefondaki Bill miydi?” diye sordu April.
Riley, sessizce onaylar bir şekilde başını salladı.
“Ne için aramış?” diye sordu April.
“Sana söyleyemem.”
Uzun bir sessizlik çöktü ikili arasında. İkisi de yemeye devam ettiler.
Sonunda, April sessizliği bozdu: “Sürekli benim seninle konuşmamı sağlamaya çalışıyorsun. Bu her şeyi engelliyor, sen de biliyorsun. Benimle adam akıllı konuştuğun bile yok. Cidden senin hala konuştuğun kimse var mı?”
Riley yemeyi bıraktı ve boğazına kadar gelen hıçkırığı bastırmaya çalıştı. Güzel bir soruydu. Ve cevabı ise "hayır" idi. Neredeyse hiç kimse ile konuşmuyordu, artık. Ama bunu söyleyemedi.
Cumartesi olduğu ve April'i okula götürmeyeceğini hatırladı. April'in babasının yanında kalmasıyla ilgili hiçbir düşüncesi de olmamıştı hem. Ayrıca, ipucu bulmak adına batıya gidemiyor olsa bile, hala yapması gereken bir şey vardı.
“April, bir yere gitmem gerek.” dedi. “Tek başına kalabilecek misin?”
“Elbette.” dedi April ve ardından, gerçekten üzgün bir ses tonuyla sordu: “Anne, en azından nereye gittiğini bana söyleyebilir misin?”
“Cenaze törenine gidiyorum.”
Bölüm 26
Marie'nin cenaze töreninin başlamasına kısa bir süre kala Riley tören yerine vardı. Cenaze törenlerinden hep nefret ederdi. Ona göre cenaze törenine gitmek, yeni işlenmiş bir cinayetin olay yerine gitmekten çok daha kötüydü. Cenaze törenleri, oldu olası hep kötü bir şekilde midesini bulandırırdı. Ama Riley hala Marie'ye karşı—ne olduğunu bilmese de—bir şeyler borçlu olduğunu hissediyordu.
Cenaze solonunun dışı prefabrik panellerden oluşuyordu; ön kısmındaki kemeraltında ise beyaz sütunlar vardı. Gidenlerin ne çok depresif ne de çok neşeli olmasını engelleyecek mat ve pastel tonlara sahip duvar kağıtlarıyla kaplı koridora giden, halı kaplı ve klimalı giriş salonundan içeri girdi. Ama bu ruh hali, Riley için geçerli olmadı. Çünkü, buraya koridora girmesiyle hissettiği çaresizlik duygusu daha da artmıştı. Cenaze salonlarının, bu sahte yumuşatmanın yerine, neden mozoleler ya da morglar misali, olması gerektiği gibi tamamen kasvetli ve itici olmadığını merak etti.
Marie'nin cenazesinin yapıldığı odaya varıncaya kadar, bazısında tabut ve ziyaretçilerin olduğu, bazısının ise boş olduğu birçok odanın önünden geçti. Odanın en sonunda, cilalı ahşaptan yapılma ve her iki tarafında da pirinçten tutma yerlerinin bulunduğu açık tabutu gördü. Yaklaşık iki düzine kadar ziyaretçi gelmişti. Kimisi öylece oturuyordu, kimisi ise kendi arasında fısıldaşıyordu. Çalınan orgun sesi tüm odayı sarmıştı. Cenazenin önünde sıralanan insanlar meftayı görüp geçiyordu.
O da sıraya girdi ve çok geçmeden tabutun yanı başında, Marie'ye bakarken buluverdi kendini. Ruhen kendini o kadar hazırlamış olmasına rağmen Riley bir an için sarsıldı. Marie'nin yüzü, o asılı olduğu zamanki gibi bükük ve acı dolu değildi; aksine, inanılmaz şekilde durgun ve huzurlu görünüyordu. Bu yüzde kesinlikle, karşılıklı konuştukları zamanın aksine korku ve strese dair hiçbir iz yoktu. Bu yanlıştı. Yanlıştan ziyade, bu daha kötüydü.
Hızla tabutun yanından ayrıldı. Ön sırada biraz yaşını almış bir çiftin oturduğunu gördü. Muhtemelen, Marie'nin anne ve babasıydı. Onlara, Riley'in yaşlarında bir bay ve bir bayan eşlik ediyordu. Riley, onların da Marie'nin kardeşleri olabileceğini düşündü. Marie ile yaptığı konuşmaları getirdi aklına ve isimlerinin Trever ve Shannon olduğunu hatırladı. Anne ve babasının isimlerinin ise ne olduğuna dair hiçbir fikri yoktu.
Riley, aileye başsağlığı dilemeyi düşündü. Ama kendini tanıtması gerekiyor muydu? Marie'yi esaretten kurtarıp sonrasında ise sadece cesedini bulmayı başaran kadın olarak? Hayır, kesinlikle şu an görmek isyeyecekleri en son kişi oydu. Huzurla acılarını yaşamalarına izin vermek en iyisiydi.
Odanın arkasına doğru ilerlerken Riley, ziyaretçiler arasında tanımadığı birini fark etti. Çok tuhaf ve inanılmaz derecede üzgün görünüyordu. Yaptıkları sayısız video görüşmeleri ve yüzyüze görüşmelerine rağmen, ortak tek bir arkadaşları bile yoktu.
Ama ortak bir düşmanları vardı—ikisini de esir alan psikopat! O da bugün burada mıydı? Riley, katillerin genelde kurbanlarının cenaze törenlerine geldiklerini ve mezarlarını ziyaret ettiklerini biliyordu. Her ne kadar Marie'ye olan son görevini yerine getirmek üzere törende hazır bulunsa da Riley'in esasında bugün buraya asıl gelme nedeni buydu. Peterson'u bulmak… Yanında gizli bir silah taşımasının nedeni de buydu—normalde kamyonetinin torpido gözünde sakladığı Glock silahı yanındaydı.
Odanın arka tarafına doğru ilerlerken, oturan ziyaretçilerin bir bir yüzlerine göz gezdirdi. Loş bir meşale ışığında Peterson'un yüzünü biraz da olsa görmüşlüğü vardı. Ayrıca, fotoğraflarını da görmüştü. Ama yüzünü net olarak görebilecek şekilde hiç yüz yüze gelmemişlerdi. Acaba onu tanıyabilir miydi?
Şüphe içinde ziyaretçilerin yüzüne bakıp katili ararken yüreği ağzındaydı resmen. Çok geçmeden hepsi, yüzlerinde acı ifadesi ve karmaşıklıkla ona geri baktılar.
Hiçbir şüpheliye rastlamayınca Riley, herkesten ayrı bir şekilde, giren ya da çıkanları görmesini sağlayacak, arkada bir yere geçip oturdu.
Genç bir papaz kürsüye çıktı. Marie'nin dini bütün biri olmadığını biliyordu. Bu yüzden, bu papaz fikri muhtemelen ailesine aitti. Ayaktakiler yerlerine oturdu ve herkes sessizliğe büründü.
Derin ama profesyonel olduğunu belli eden bir ses tonuyla genç papaz, bilindik sözleri söylemeye başladı.
“‘Ölümün gölgesindeki vadiden geçsem bile, hiçbir kötülük beni korkutamayacak. Zira, sen benim yanımdasın. Asan ve havarilerin beni korumakta.’”
Papaz, bir süreliğine sustu. Bu kısa sessizliğin içinde, Riley'in aklında sadece tek bir cümle yankılandı:
“Hiçbir kötülük beni korkutamayacak.”
Bu garip bir şekilde duruma hiç uymayan söz Riley'i sarsmıştı. "Hiçbir kötülükten korkmamak" tam olarak ne anlama geliyordu? Bu nasıl iyi bir şey olabilirdi ki? Aylar önce, şayet Marie daha çok korkmuş ve dolayısıyla, daha çok tetikte olsaydı, Peterson'un pençelerine düşmemiş olacaktı.
Bu kesinlikle, tam da kötülüklerden korkma zamanıydı! O kadar çok kötülük sıralanmış bekliyordu ki!
Papaz, yeniden konuşmaya başladı:
“Kardeşlerim, kaybımızın ardından yas tutmak ve bir kız, bir kardeş, bir arkadaş ve bir meslektaş olan Marie Sayles'i yeni yaşamına huzurla göndermek için hepimiz bugün burada toplandık.”
Ardından, papaz kayıpla, arkadaşlıkla ve aileyle ilgili standart bir metni dile getirmeye başladı. Her ne kadar Marie'nin "ölümünü" "zamansız" olarak nitelese de Marie'nin hayatının son haftalarını esir alan terör ve şiddetten bir kez bile bahsetmedi.
Riley vaazı dinlemeyi bıraktı ve o anda aklına, Marie'nin intihar mektubunda yazdığı şu sözler geldi:
“Bu, tek çarem.”
Riley, boğazında düğümlenen ve gitgide daha da büyüyerek nefes almasını engelleyen bir suçluluk hissetti. Koşarak odanın önüne gitmeyi ve papazı bir kenara itip orada bulunan cemaate, tüm bunların tamamen kendi hatası olduğunu söylemeyi arzu etti. Marie'yi hayal kırklığına uğratmıştı. Marie'yi seven herkesi hayal kırıklığına uğratmıştı. Kendisini hayal kırıklığına uğratmıştı.
Riley içindeki itiraf etme isteğini bastırmaya çalıştı ama huzursuzluğu, acısı bir şekilde şeffaflaşmıştı resmen. Önce, cenaze salonunun prefabrik tuğlaları, aptal beyaz sütunları ve pastel tonlardaki duvar kağıtları… Ardından, Marie'nin tabuttaki mumu andıran yüzü… Üstüne şimdi bir de, vaizin bir kukla misali aynı şeyleri otomatiğe bağlamış gibi söylemesi ve cemaatin de buna emme basma tulumba gibi kafa sallaması…
Sanki bir oyuncak bebek evi gibi… Riley, bunu şimdi fark etmişti.
Marie ise tabutun içinde—sanki gerçek bir ölü değil de sahte bir cenaze töreninde sahte bir ölü gibi yatıyordu.
Riley iyice dehşete kapılmıştı. İki katil—Peterson ve Cindy MacKinnon ile diğerlerini öldüren bir başkası—kafasının içinde birleştiler. Bu eşleşmenin tamamen mantıksız ve asılsız olmasını gözü görmedi. İkisini birbirinden ayırt edemiyordu. Onun için ikisi, "bir" olmuştu.
Sanki, bu kusursuzca hazırlanmış cenaze töreni, canavarın son dokunuşu gibiydi. Daha çok kurbanın ve cenaze töreninin olacağını ilan eder gibiydi.
Otururken Riley birden gözünün ucuyla, sessizce içeri girip arkadaki diğer tarafa oturan birini fark etti. Törenin tam ortasında gelen kişinin kim olduğunu anlamak için hafifçe başını çevirdi ve başındaki beyzbol şapkasını gözlerini kapatacak şekilde takmış sıradan giyimli bir adam gördü. Riley'in kalbi hızla atmaya başladı. Kendisini yakaladığında rahatlıkla üstesinden gelebilecek yapıda ve güçte biriydi. Yüzü oldukça sertti ve ve ağzı sımsıkı kapalıydı. Riley, adamda suçlu bir görünüşün olduğunu düşündü. Aradığı katil bu olabilir miydi?
Riley, neredeyse nefessiz kaldığını hissetti. Baş dönmesi geçene kadar nefesini dengelemeye çalıştı. Hemen atlayıp bu sonradan geleni tutuklamamak için kendini kontrol etmek zorundaydı. Zira, tören gitgide sona yaklaşıyordu. Huzursuzluk çıkarıp Marie'nin hatırasına saygısızlık etmek istemiyordu.Beklemek zorundaydı. Ya o değilse?
Derken, birden adam hızla yerinden kalkıp sessizce odadan ayrıldı. Riley'i fark etmiş miydi?
Riley de yerinden fırlayıp adamı takibe koyuldu. İnsanların dönüp kendisine baktığını fark etti ama artık bir önemi yoktu.
Cenaze salonunun koridorundan çıkışa doğru koştu. Hızla çıkış kapısını açıp baktığında, adamın çabuk adımlarla kaldırımda ilerlediğini gördü. Riley silahını çıkardı ve adama doğrulttu.
“FBI!” diye bağırdı. “Olduğun yerde kal!”
Adam, Riley'e bakmak için başını çevirdi.
“FBI!” diye tekrar etti Riley. Bu kez de rozeti olmadan kendini çıplak hissetmişti. “Ellerini görebileceğim şekilde kaldır!”
Adam, şaşkın bir ifadeyle ona bakıyordu.
“Kimliğin!” dedi Riley.
Adamın elleri titriyordu—korkudan mı öfkeden mi tam kestirememişti Riley. Cebinden sürücü ehliyetinin olduğu bir cüzdan çıkardı. Riley, ehliyete baktığında adamın Washington'da ikamet ettiğini gördü.
“İşte benim kimliğim.” dedi adam. “Peki, seninki nerede?”
Riley’in cesareti kırılmaya başlamıştı. Bu adamın yüzünü daha önce görmüş müydü? Emin değildi.
“Ben bir avukatım.” dedi adam, hala titremeye devam ediyordu. “Ve hangi haklara sahip olduğumu gayet iyi biliyorum. Sebepsiz yere bana silah doğrultmanı açıklayacak iyi bir nedenin vardır umarım. Böyle, sokağın ortasında!”
“Ben, Dedektif Riley Paige.” dedi. “O cenazeye katılma nedeninizi öğrenmem gerek.”
Adam, Riley'e daha dikkatli baktı.
“Riley Paige mi?” diye sordu. “Marie'yi kurtaran dedektif mi?”
Riley başıyla onayladı. Adamın yüzüne birden bir çaresizlik oturdu.
“Marie, arkadaşımdı.” dedi. “Aylar önce, oldukça yakındık. Sonrasında ise bu korkunç olay oldu ve …”
Adam hıçkırıklara boğuldu.
“Onunla irtibatımı kaybettim. Benim hatamdı. Çok iyi bir arkadaştı ama ben iletişimimi kestim. Şimdi ise bir daha böyle bir şansım…”
Adam başını salladı.
“Geriye dönüp her şeyi daha farklı yapmak için neler vermezdim. Çok üzgünüm… Cenaze töreninin bile sonuna kadar bekleyemedim, ayrılmak zorunda kaldım.”
Adamın suçluluk duygusu ve acı içinde olduğunu fark etti Riley. Tıpkı kendisi gibi…
“Özür dilerim.” dedi Riley hafifçe ve hüzünlü bir şekilde ve silahını indirdi. “Gerçekten üzgünüm. Bunu ona yapan pisliği bulacağım.”
Riley arkasını dönüp oradan uzaklaşırken, adamın şaşırmış bir ses tonuyla ardından bağırdığını duydu.
“O herifin öldüğünü sanıyordum?”
Riley cevap vermedi. Sevdiği arkadaşını kaybeden adamı öylece kaldırımda bırakarak oradan uzaklaştı.
Yürürken, tam olarak nereye gitmesi gerektiğini biliyordu. Bu dünyada Marie dışında muhtemelen hiç kimsenin anlayamayacağı bir yere…
*
Riley kamyonetiyle Georgetown'ın zarif evlerinin önünden geçerek bir zamanların büyük endüstri bölgesi olan yerdeki harabelerin oraya gitti. Binaların ve dükkanların çoğu terk edilmişti ve yerel halk sefalet içindeydi. Riley ilerledikçe, durum daha da kötüleşiyordu.
Tamamen yalnızlığa terk edilen bir dizi evin bulunduğu bir binanın önüne nihayet kamyonetini park etti. Arabasından inerek hemen aradığı şeyi buldu.
Geniş ve çorak bir arazide iki ev… Bir süre öncesine kadar burada terk edilmiş üç tane ev vardı. Peterson, gizli sığınağı olan ortadaki evde yaşıyordu. Onun için kusursuz bir yerdi; evin altından gelen çığlıkları hiç kimsenin duyamayacağı bir yer…
Şimdi ise tüm alan düzleştirilmiş, evlerdeki tüm kanıtlar temizlenmiş ve zeminde çimen bile bitmeye başlamıştı. Riley, evler oradayken buranın nasıl göründüğünü hatırlamaya çalıştı. Bu kolay değildi. Zira, evler hala varken, buraya sadece bir defa gelmişti. O zaman da, geceydi zaten.
Boş alanda yürürken, hatıraları canlanmaya başladı…
Riley, tüm gün ve gece boyu onun izini sürmüştü. Bill, farklı bir acil durum için geri çağrılınca Riley, o adamı tek başına takip etmeye karar vermişti.
Pencereleri tahtalarla kapatılmış harabe bir eve girdiğini gördü. Ardından, birkaç dakika sonra, adam tekrar çıkıp yaya olarak ilerlemeye başlamıştı. Nereye gittiğine dair Riley'in hiçbir fikri yoktu.
Bir an, destek ekip çağırmayı düşündü. Sonra vazgeçti. Adam uzaklaşmıştı ve şayet kurban gerçekten o evin içinde ise, onu yine işkencelerin kucağında yalnız başına bırakamazdı. Sundurmaya doğru yürüdü ve kısmen kapıya giden yolu kesen tahtalara basa basa ilerledi.
Fenerini açtı. Işık, en az bir düzine olan propan gazı tanklarından yansıma yapıyordu. Bu çok da şaşırtıcı değildi. Bill de, kendisi de katilin ateşe karşı bir takıntısının olduğunu biliyorlardı.
O sırada, zeminin altından tırmalama sesleri ve ardından da zayıf bir çığlık duydu…
Riley, tüm bunları düşünmeye ara verdi. Etrafa bakındı. Emindi—esrarengiz bir şekilde emindi—şu an durduğu yer tam da korktuğu ve aradığı yerdi. Kendisinin de Marie'nin de hapsedildiği o karanlık ve pis zemin boşluğu tam da burasıydı.
Hikayenin kalanı hâlâ zihninde taptazeydi. Marie'yi serbest bıraktığı zaman Riley, Peterson tarafından yakalanmıştı. Marie, tam bir şok içinde tökezleye tökezleye birkaç metre koşmuştu. Onu bulduklarında, bu zamana kadar nerede hapsedildiği ile ilgili en ufak bir fikri bile yoktu. Riley, o karanlığın içinde yapayalnız kalmıştı. Tek başına kurtulmak zorundaydı.
Sonu gelmeyen bir kâbusun, Peterson'un yaptığı sürekli işkencelerin ardından, Riley'in ipleri gevşemişti. İplerden tamamen kurtulur kurtulmaz Peterson'u bayıltana kadar dövdü. Her yumrukta adeta hıncını alıyordu. Şimdi düşünüyor da, belki de o yumruklar, o küçük hınç alma darbeleri Marie'ye nazaran kendisinin bu olayı psikolojik olarak daha çabuk atlatmasını sağlamıştı.
Ardından, korku ve yorgunlukla tamamen gözleri dönen Riley tüm gaz tanklarının kapaklarını açtı. Evden çıkar çıkmaz, içeriye yanan bir kibrit fırlattı. Patlamanın etkisiyle cadde boyu fırlamıştı. Herkes onun hayatta kalmasına şaşırmıştı.
Şimdi, o patlamadan 2 ay sonra, Riley gelmiş kendi eserine bakıyordu—hiç kimsenin yaşamadığı ya da belki uzun zaman önce birilerinin yaşadığı boş bir alana… Sanki, hayatının kusursuz bir resmiydi önündeki manzara. Bir şekilde, yolun sonuymuş gibi hissetti—en azından kendisi için.
Birden rahatsız edici bir baş dönmesi hissetti. Orada, o çimlerin üzerinde öylece dururken sanki giderek düşüyor, düşüyor, düşüyor gibi geldi. Ağzını sonuna kadar açmış onu bekleyen cehennemin tam ortasına gelmişti. Gündüz olsa bile her şey korkunç şekilde karanlık görünüyordu—o zemin boşluğundakikafeste olduğundan daha karanlık. Sanki cehennem çukurunun hiç sonu yokmuş gibi, sonsuza kadar düşecekmiş gibi hissetti.
Riley bir kez daha, Betty Richter'in, Peterson'un ölmüş olabileceği ihtimali ile ilgili değerlendirmelerini anımsadı.
%99 ihtimal olduğunu söyleyebilirim.
Ama nedense, o %1'lik oran diğer %99'luk ihtimali anlamsız ve saçma kılıyordu. Hem, Peterson gerçekten ölmüş olsa bile, bu neyi değiştirirdi ki? Riley, Marie'nin intihar ettiği gün telefonda söylediği o korkunç sözleri hatırladı.
Belki de hayalet olmuştur, Riley. Belki, ona vurduğun zaman öyle olmuştur. Bedenini öldürdün belki ama şeytani ruhu hala hayatta.
Evet, işte tam olarak buydu. Tüm hayatını ortaya koyarak kazanamayacağı bir savaşa girişmişti. Neticede, kötülük ve şeytanilik tıpkı Marie ile benim korkunç zamanlar yaşadığımız burayı olduğu gibi tüm dünyayı esir almıştı. Bu, daha küçük bir kızken annesinin öldürülmesini engelleyemediği zaman öğrenmesi gereken bir dersti. Bu ders, Marie'nin intiharı ile kafasına dank etmişti. Onu kurtarmış olmasının hiçbir anlamı kalmamıştı. Hiç kimseyi hatta kendini bile kurtarmak aslında anlamsızdı. Ne de olsa sonunda, kötülük kazanacaktı. Tıpkı Marie'nin telefonda söylediği gibi:
Bir hayaletle savaşamazsın. Vazgeç Riley!
Ve sonunda, tanıdığından daha da cesur olan Marie kendi göbeğini kendisi kesmişti. Bu kararını ise 3 basit kelimeyle açıklamıştı:
Başka çarem yok!
Ama bu cesaret değildi; kendi canını almaktı. Korkaklıktı!
Bir ses, Riley'in içinde bulunduğu karanlığı dağıttı:
“İyi misiniz bayan?”
Riley dönüp baktı.
“Efendim?”
Derken, kendini boş bir şehir meydanında dizleri üzerinde buluverdi. Gözlerinden yaşlar süzülüyordu.
“Yardım için birini çağırmamı istermisiniz?” diye sordu sesin sahibi. Riley baktığında, kaldırımın yanında durmuş endişeli gözlerle kendisine bakan pejmürde giyimli bir kadın gördü.
Riley, hıçkırıklarını kontrol altına alarak ayağa kalktı ve kadın da kendi yoluna gitti.
Riley, uyuşmuş bir vaziyette öylece duruyordu. Kendi korkusuna bir son veremiyor madem, o korkuya karşı kendisini hissizleştirmenin bir yolunu biliyordu. Cesurca ya da şerefli bir şey değildi belki ama Riley'in de çok da umrunda değildi. Artık daha fazla karşı koymayacaktı. Arabasına atladı ve eve doğru yola koyuldu.