Kitabı oku: «Kaybedilen », sayfa 13

Yazı tipi:

Bölüm 27

Elleri hala titrer bir vaziyette Riley, mutfak dolabına zulaladığı votka şişesini çıkardı. Bu şişeye bir daha dokunmayacağına dair söz vermişti halbuki. Şişenin kapağını açıp, April duymasın diye sessizce bir bardağa doldurdu. Bu şekilde suya benzediği için, yalan söylemek zorunda kalmadan içebileceğini düşünüyordu. Zira, yalan söylemek istemiyordu. Fakat, birden şişe şakırdadı.

“Ne oldu anne?” diye sordu April arkasındaki mutfak masasının oradan.

“Hiç…” diye karşılık verdi Riley.

April'in az da olsa homurdandığını duydu. Kızının, yaptığı şeyin farkında olduğunu görebiliyordu. Ama votkayı şişeye geri boşaltamazdı. Riley, votkayı fırlatıp atmak istedi; bunu gerçekten istedi. Yapmak istediği en son şey içki içmekti; hele de kızı April'in önünde… Ama kendini hiç bu kadar düşmüş ve sarsılmış hissetmemişti. Sanki tüm dünya bir olmuş onun üstüne geliyor gibiydi. Ve gerçekten bir içkiye ihtiyacı vardı.

Riley, şişeyi tekrardan dolabın içine sürdü ve elindeki bardakla gelip masaya oturdu. Büyük bir yudum aldı. Votkanın boğazını yakarak aşağı inmesi onu bir nevi rahatlatmıştı. April, bir süre ona baktı.

“O içtiğin şey votka, değil mi anne?” dedi.

Riley hiçbir şey söylemedi. Bir suçluluk duygusu çökmüştü  üstüne. April, bunları hak ediyormuydu? Tüm gün boyunca evde yalnız başına annesini beklemişti. Ara ara telefon edip kontrol etmişti sadece. April gayet sorumlu bir şekilde hiçbir sıkıntıya yer vermeden onu beklemişti. Şimdi ise Riley kaçamak ve pervasız bir şekilde davranıyordu.

“Kül tablasını görünce bana kızmıştın ama..” dedi April.

Riley hâlâ bir şey söylemiyordu.

“Peki, şimdi bunun ondan ne farkı var söyler misin?” diye devam etti April.

“Bu farklı.” dedi Riley bitkin bir vaziyette.

April dik dik baktı.

“Ne yönden farklı?”

Riley iç geçirdi. Kızının haklı olduğunu biliyordu ve derinden bir utanç da hissediyordu.

“O yasa dışı…” dedi. “Bu ise değil. Ayrıca—”

“Sen yetişkinsin ben ise çocuğum, değil mi?”

Riley cevap vermedi. Tam olarak söyleyeceği şey buydu. Her ne kadar, iki yüzlüce ve yanlış bir şey olsa da…

“Tartışmak istemiyorum.” dedi Riley.

“Gerçekten bunlara yeniden başlamayı düşünüyor musun?” diye sordu April. “O sıkıntıları yaşadığın dönemde çok fazla içiyordun—ve bana bir kez olsun ne olduğunu söylemedin.”

Riley dudaklarını ısırdığını fark etti. Sinirden miydi? April'e sinirlenmesini gerektirecek ne vardı ki; hele de şimdi?

“Sana söyleyemeyeceğim şeyler var.” dedi Riley.

April gözlerini çevirdi.

“Tanrım! Anne, neden söyleyemezmişsin? Kaç yaşına gelirsem geleyim, senin yaptığın şeyle ilgili o iğrenç gerçeği öğrenebileceğim bir zaman olacak mı? Düşündüğümden daha kötü olamaz sanırım. İnan bana, hayal gücüm oldukça geniş benim.”

April sandalyeden kalkarak sert bir şekilde dolaba doğru gitti. Votka şişesini çıkarıp kendine bir bardak doldurmaya başaldı.

“Lütfen, böyle yapma April.” dedi Riley zayıf bir ses tonuyla.

“Beni nasıl durduracaksın?”

Riley yerinden kalkıp usulca April'in elinden bardağı aldı. Ardından oturarak, April'in bardağındakini de kendi bardağına doldurdu.

“Sen yemeğini bitir olur mu?” dedi Riley.

April ağlamaya başladı.

“Anne, keşke şu halini bir görsen…” dedi. “Belki, seni böyle görmenin beni ne denli incittiğini anlardın. Bana hiç bir şey anlatmayışının beni ne denli üzdüğünü… İnan bana bunlar, canımı çok acıtıyor.”

Riley bir şeyler söylemek istedi ama ne söyleyeceğini bilemedi.

“En azından git, başkasıyla konuş anne!” dedi April hıçkırıklar içinde. “Benimle konuşamıyorsan bile bir başkasıyla konuş. Mutlaka güvenebileceğin birisi olmalı.”

April koşarak odasına gitti ve kapıyı hızla çarptı.

Riley başını elleri arasına aldı. Neden April'le işler sürekli ters gidiyordu? Neden hayatının çirkin yanlarını kızından uzak tutmayı başaramıyordu?

Tüm vücudu hıçkırıklarıyla sarsılıyordu. Tüm dünyası kendi kontrolünden çıkmıştı. Tek bir mantıklı düşünce bile oluşturamıyordu.

Gözyaşları dinene kadar orada öylece oturdu.

Şişeyi ve bardağı da yanına alıp oturma odasına geçti ve kanepeye oturdu. Televizyonu açıp, önüne ilk çıkan kanalı izlemeye koyuldu. Kanalda ne tür bir film ya da TV programının yayınlandığının farkında bile değildi ama zaten, umrunda da değildi. Öylece oturup boş boş ekrana baktı ve anlamsızca konuşmaları dinledi.

Ama ne yaparsa yapsın, beynindeki görüntülerden bir türlü kurtulamadı. Öldürülen kadınların yüzleri gözünün önünden geçiyordu. Kendine doğru yaklaşan, Peterson'un kör edici meşale ateşini görüyordu. Ve bir de Marie'nin ölü yüzünü—hem onu intihar ettiği zaman ilk bulduğu andaki yüzünü; hem de tabutun içindeki o sanatsal bir şekilde sergilenen yüzünü…

Yeni bir duygu yayılmaya başladı bedenine—diğer tüm duygularını bastıran bir duygu: Korku…

Peterson'dan korkuyordu. Her yerde onun intikam isteyen varlığını hissedebiliyordu. Hala yaşayıp yaşamadığı önemli değildi. Marie'nin canını almıştı ve Riley, sıradaki kurbanın kendisi olduğunu düşünmeden edemiyordu.

Ayrıca, belki tüm bunlardan daha fazla, şu an içine düşmekte olduğu cehennemden de korkuyordu. Cidden bu ikisi birbirinden bağımsız mıydı? Bu cehenneme sebep olan Peterson değil miydi? Bu, tanıdığı Riley değildi. Bu PTSD'nin bir sonu varmıydı ki?

Riley saatin kaç olduğunu unuttu. Hissettiği çok boyutlu korkusu yüzünden tüm vücudu titriyor ve ağrıyordu. İçmeye devam etti ama votka, bir türlü uyumasına yardımcı olmuyordu.

Sonunda, banyoya giderek ecza dolabınını karıştırdı ve nihayet, titreyen elleriyle aradığını buldu: Reçeteli sakinleştiricileri… Yatmadan önce sadece bir tane alması gerekiyordu bunlardan. Ayrıca, kesinlikle alkolle birlikte alması yasaktı.

Titreyen elleriyle iki tane alıp yuttu.

Ardından, oturma odasına dönüp yeniden boş bir şekilde televizyona bakmaya başladı. İlacın etkisini göstermesini bekliyordu. Ama işe yaramamıştı.

Soğuk bir panik sardı bedenini.

Sanki oda, etrafında dönmeye başlamıştı. Midesi bulanıyordu. Gözlerini kapatıp koltuğa uzandı. Baş dönmesi biraz biraz geçmişti ama göz kapaklarının ardındaki karanlık zifir gibiydi.

İşler daha ne kadar kötüye gidebilir ki? diye sordu kendi kendine.

Hemen, bunun aptalca bir soru olduğunu fark etti. Her şey onun için daha da, daha da, daha da kötüye gidecekti. Hiçbir şey iyi olmayacaktı. Cehennem çukurunun sonu yoktu. Tek yapması gereken bu düşüşe teslim olmak ve kendini soğuk ümitsizliğe bırakmaktı.

Zehirlenmeden doğan zifiri karanlık her yerini sarmıştı. Bilincini kaybetti ve çok geçmeden rüya görmeye başladı.

Bir kez daha, propan gazlı meşalenin beyaz alevleri karanlığı deliyordu. Birinin sesini duydu.

“Hadi, beni  takip et!”

Peterson'un sesi değildi. Ama tanıdık bir sesti—oldukça tanıdık. Birisi onu kurtarmaya mı gelmişti? Ayağa kalktı ve meşaleyi taşıyan her kimse, onu takip etmeye başladı.

Ama korku içindeydi. Çünkü meşalenin aydınlığı tek tek cesetlerin üzerinden geçiyordu—önce Margaret Geraty, ardından Eileen Rogers, ardından Reba Frye, ardından Cindy MacKinnon—hepsi çıplak bir şekilde öylece yayılmış duruyordu. En sonunda da ışık, Marie'nin bedeninin üstüne düştü; havada asılı duran Marie'nin yüzü korkunç bir biçimde buruşmuştu.

Riley, tekrar aynı sesi duydu.

“Tatlım, sen ciddi anlamda işleri kötüye götürdün.”

Riley dönüp baktı.Titreyen ışığın yardımıyla meşaleyi kimin tuttuğunu gördü.

Peterson değildi. Kendi öz babasıydı! Baştan ayağa bahriyeli teğmen üniforması içindeydi. Bu, Riley'i tuhaf bir biçimde sarsmıştı. Babası emekli olalı seneler olmuştu. Ayrıca, iki yıldan fazla bir süredir onu ne görmüş ne de onunla konuşmuştu.

“Vietnam'da çok kötü şeylere şahit oldu gözlerim.” dedi babası başını iki yana sallayarak. “Ama bu, resmen midemi bulandırdı. Evet, her şeyi daha da kötüye götürdün Riley. Hoş, uzun zaman önce senden bir şey beklememem gerektiğini öğrenmiştim zaten.”

Meşaleyi, diğer cesedi aydınlatacak şekilde tuttu. Annesiydi… Kurşun yarasıyla kanlar içinde öylece yatıyordu. Ölmüştü.

“Ona yaptığın gibi en azından kendini de vurmalıydın.” dedi babası.

“Ben o zaman küçük bir çocuktum baba.” dedi Riley.

“Kahrolası bahanelerini duymak istemiyorum!” diye gürledi babası. “Hayatın boyunca tek bir insanoğluna bile mutluluk yaşatmadın, biliyorsun değil mi? Hiç kimseye bir iyiyliğin dokunmadı. Kendine bile!”

Meşalenin gazını kapattı. Ateş sönüverdi. Riley, yeniden zifiri bir karanlığın içinde kalmıştı.

Riley gözlerini açtı. Gece olmuştu. Odada sadece televizyonun ışığı vardı. Gördüğü rüyayı net bir şekilde hatırlıyordu. Babasının sözleri kulağında çınlamaya devam ediyordu.

Hayatın boyunca tek bir insanoğluna bile mutluluk yaşatmadın.

Bu doğru muydu? Şimdiye kadar herkese acı mı yaşatmıştı—en çok sevdiklerine bile?

Hiç kimseye bir iyiyliğin dokunmadı. Kendine bile!

Kafası bulanmıştı. Doğru düzgün düşünemiyordu. Hiç kimseye gerçek mutluluk yaşatmamış olabilirdi. Belki de içinde gerçek sevgiye dair hiçbir şey yoktu. Ya da belki sevme yeteneği yoktu.

Ümitsizliğin kıyısında bir destek ararken, April'in sözleri aklına geldi.

Biriyle konuş. Güvenebileceğin biriyle…

Aklı bulanık ve sarhoş  bir şekilde telefonunu aldı ve direk bir numara çevirdi. Birkaç saniye sonra Bill'in sesini duydu:

“Riley?” dedi Bill yarı uykulu bir halde. “Saatin kaç olduğunun farkında mısın?”

“Bilmem…” dedi Riley. Kelimeler ağzında yuvarlanıyordu.

Riley, uykulu bir kadın sesi duydu: “Kim o, Bill?”

Bill, eşine cevap verdi: “Özür dilerim. Bu telefona bakmam gerek.”

Riley, Bill'in ayak seslerini ve kapanan bir kapının sesini duydu. Bill'in, özel olarak konuşmak üzere başka bir odaya geçtiğini tahmin etti.

“Ne oldu?” diye sordu Bill.

“Bilmiyorum Bill ama—”

Riley bir süre duraksadı. Sonradan, belki ömür boyu, pişman olabileceği sözleri söylemek üzere olduğunu fark etti. Ama nedense kendisine engel olamadı.

“Bill, bir süreliğine evden uzaklaşabilir misin?”

Bill kafası karışmış bir şekilde:

“Neden bahsediyorsun?”

Riley derin bir nefes aldı. Neden bahsediyordu? Düşüncelerini toparlamakta güçlük çekiyordu. Ama emin olduğu bir şey vardı, Bill'i görmek istediği… Temel bir histi bu, kontrol edemediği bir arzu…

Kalan son bilinci ona, "özür dilerim" deyip telefonu kapatması gerektiğini söylüyordu. Ama korku, yalnızlık ve çaresizlik baskın gelmişti. Direk konuya girdi.

“Demek istediğim…” diye devam etti. Kelimeler dilinde yuvarlanıyordu. Düşüncelerini toparlamaya çalıştı. “Sadece sen ve ben… Biraz zaman geçirsek…”

Telefonda sadece sessizlik hakim oldu.

“Riley, şu an gecenin bir yarısı.” dedi Bill. “"Beraber zaman geçirsek," de ne demek?” dedi, sinirlendiği aşikardı.

“Demek istediğim…” diye başladı Riley. Durmak istiyordu ama başaramıyordu. “Demek istediğim…Seni düşünüyorum, Bill. Sadece işle alâkalı değil. Sen beni hiç düşünmüyor musun?”

Bu sözleri söyler söylemez Riley, omuzlarına korkunç bir yükün bindiğini hissetti. Bu yanlıştı ve artık geri de alamazdı.

Bill sinirli bir ifadeyle iç geçirdi.

“Sarhoşsun, Riley.” dedi. “Seninle hiçbir yerde buluşmayacağım. Sen de hiçbir yere gitmeyeceksin. Kurtarmaya çalıştığım bir evliliğim var ve sen… Neyse, senin de kendine ait sorunların var. Kendini toparla. Biraz uyumaya çalış.”

Bill hızlı bir şekilde görüşmeyi sonlandırdı. Bir an için, gerçek öylece hava asılı kalmış gibi, hiçbir şey hissetmedi. Sonrasında Riley, korkunç bir gerçekle başbaşa kaldı.

“Ben ne yaptım?” diye söylendi sesli bir şekilde.

Birkaç dakika içinde, 10 yıllık mesleki bir dostluğu yerle bir etmişti. Öylece kaldırıp atmıştı. En iyi arkadaşını… Tek ortağını… Belki de hayatı boyunca sahip olduğu tek başarılı ilişkiyi…

İçine düştüğü cehennemin sonunun olmadığının farkındaydı. Ama şu an, kendisi hatalıydı. Resmen dibe vurup paramparça olmuştu.  Hala düşmeye devam ediyordu. Bir daha doğrulup doğrulamayacağını bilmiyordu.

Kahve masasının üstündeki votka şişesine uzandı—içinde son kalan votkayı içmeli miydi yoksa dökmeli miydi bilmiyordu. Ama el ve göz koordinasyonu tamamen gitmişti. Şişeyi doğru düzgün tutamadı.

Tüm oda, dalgadalga etrafında dönüyordu. Bir kırlma sesi ve ardından, her şey karanlığa gömüldü.

Bölüm 28

Riley gözlerini açtı. Gözleri kısık bir vaziyette eliyle de gölgeleyerek etrafına baktı. Başı dönüyordu ve ağzı kurumuştu. Pencereden içeri sızan sabah güneşinin ışıkları göz kamaştırıcıydı ama bir o kadar da, acı vericiydi. Çünkü ona, Peterson'un meşalesini hatırlatmıştı.

April'in sesini duydu: “Ben hallederim anne.”

Küçük bir tıkırtının ardından odaya sızan ışık azalmıştı. Nihayet, gözlerini tamamen açtı.

April'in, güneş ışıklarını önlemek için jaluziyi kapattığını gördü. April, ardından, gelerek Riley'in hala yatmakta olduğu koltuğun yanına oturdu. Bir fincan kahveyi Riley'e uzattı.

“Dikkat et, çok sıcak.” dedi April.

Başı hala dönmekte olan Riley, zorla doğrulup oturdu ve fincanı aldı. Kulpundan dikkatli bir şekilde tutup küçük bir yudum aldı. Gerçekten çok sıcaktı. Hem parmakları hem de dili yanmıştı. Yine de, fincanı tutabiliyordu. Bir yudum daha aldı. En azından, yanmanın verdiği acı, hislerinin tekrar hayata dönmesine aracı oluyordu.

April öylece durmuş, boşluğa bakıyordu.

“Kahvaltı yapmak ister misin?” diye sordu April uzaktan, boş bir sesle.

“Belki daha sonra…” dedi Riley. “Ben hazırlarım.”

April biraz üzgün bir ifadeyle zoraki gülümsedi. Riley'in kahvaltı hazırlayabilecek durumda olmadığını net bir şekilde görebiliyordu.

“Hayır, ben hazırlarım.” dedi April. “Sen acıktığında bana söyle yeter.”

İkisi de sessizleşti. April, başka bir yöne bakmaya devam ediyordu. İçinde bulunduğu rezil olmuşluk Riley'in içini kemiriyordu. Hayal meyal, geçen gece Bill ile konuştuklarını anımsadı ve ardından da, sızıp kalmadan önceki düşüncelerini—gerçek anlamda dibe vurduğu ile işgili o korkunç düşünceleri. Şimdi ise, tüm bunlar yetmiyormuş gibi, kızı tüm bu rezilliğine şahit olmuştu.

Uzak bir tavır takınmış halde sordu April: “Bugün ne yapmayı planlıyorsun?”

Bu hem biraz tuhaf hem de güzel bir soruydu. Riley'in plan yapmasının vakti gelmiş de geçiyordu bile. Madem dibe vurdu, çıkmak için elinden geleni yapmalıydı.

Rüyasını hatırladı, babasının sözlerini… Ardından, hayatının bazı karanlıklarıyla yüzleşmesi gerektiğini fark etti.

Babası… Hayatındaki en karanlık varlık… Sürekli, bilinçaltında bir yerlerde onu rahat bırakmayan kişi… Hayatındaki tüm karanlığın ardında yatan ve ara ara hissettiği o itici güç. Herkesten çok görmesi gereken kişi, oydu. Belki duyduğu baba sevgisinden yahut hayatındaki karanlıkla yüzleşmek istemesinden ya da rüyasının etkisinden kurtulma arzusundan mıdır emin değildi ama onu görme isteği tüm bedenini esir almıştı.

“Sanırım büyükbabanı görmeye gideceğim.” dedi.

“Büyükbabamı mı?” diye sordu April şaşkınlıkla. “Onu yıllardır görmemiştin. Neden şimdi görmeye gidiyorsun? Senden nefret ediyor olmalı.”

“Sanmıyorum.” dedi Riley. “Nefret edemeyecek kadar her zaman çok meşguldü o.”

Yine bir sessizlik çöktü. Riley, kızının, verdiği kararı anlamaya çalıştığını hissetti.

“Bir şeyi bilmeni istiyorum.” dedi April. “Votkanın geri kalanını döktüm. Çok fazla kalmamıştı. Ayrıca, dolapta sakladığın viskiyi de döktüm. Özür dilerim. Beni ilgilendiren bir şey değildi. Yapmamalıydım.”

Riley'in gözlerinden yaşlar süzüldü. şimdiye kadar April'in yaptığı en sorumlu ve olgunca davranış kesinlikle buydu.

“Hayır, yapmalıydın.” dedi Riley. “Yapılması gereken bir şeydi. Teşekkür ederim. Kendim yapamadığım için de özür dilerim.”

Riley gözyaşlarını sildi ve bir karara vardı.

“Sanırım, artık gerçekten konuşmamızın zamanı geldi.” dedi Riley. “Benden sana anlatmamı istediğin bazı şeyleri artık sana anlatmalıyım.” İçini çekti ve derin bir nefes aldı. “Ama çok hoş şeyler değil.”

April, nihayet dönüp beklenti dolu gözlerle annesine baktı.

“Gerçekten anlatmanı istiyorum anne!” dedi.

Riley uzun ve derin bir nefes aldı.

“Birkaç ay önce, bir dava üzerinde çalışıyordum.” dedi. April'e Peterson davasını anlatmaya başlayınca yüreğine bir rahatlama gelmişti. Bunları anlatmakta çok geç kaldığını o zaman anladı.

“Davayı çözmek için çok hevesliydim.” diyerek devam etti. “Tek başıma zor bir durumla karşı karşıya kalmıştım. Beklemek istemiyordum. Bu yüzden, destek ekip çağırmadım. Kendi başıma halledebileceğimi düşündüm.”

April araya girdi: “Bu, senin her zaman yaptığın şey. Her şeyi yalnız başına halletmeye çalışıyorsun. Beni bile dahil etmiyorsun. Onu da geçtim, benimle konuşmuyorsun bile.”

“Haklısın…”

Riley metanetini korudu.

“Marie'yi tutsak düştüğü adamın elinden kurtardım.”

Riley, önce tereddüt etse de sözlerine devam etti. Sesinin titrediğini fark etti.

“Bu sefer, ben yakalandım.” dedi. “Beni bir karanlık kafese hapsetti. Sadece bir meşale vardı.”

Riley ağlamaya başladı, tüm o yaşadıkları birer birer gün yüzüne çıkıyordu. Çok utanmıştı ama kendini durduramıyordu.

Birden, omuzunda April'in güven veren elini hissetti ve onun da ağladığını görünce şaşırdı.

“Geçti anne..” dedi.

“Beni bulamadılar.” diyerek devam etti Riley hıçkırıklar içinde. “Beni nerede aramaları gerektiğini bilmiyorlardı. Benim hatamdı.”

“Anne, hiçbir şey senin hatan değil.” dedi April.

Riley gözyaşlarını silip kendini toparlamaya çalıştı.

“Nihayet… Nihayet kaçmayı başarmıştım. O yeri öylece ateşe verdim. Adamın öldüğünü söylediler. Beni artık incitemeyeceğini…”

Bir sessizlik oluştu.

“Öldü mü peki?” diye sordu April.

Riley, kızına moral vermek için 'evet' diyebilmeyi o kadar çok istiyordu ki… Ama onun yerine ağzından şu kelime döküldü:

“Bilmiyorum.”

Sessizlik iyice derinleşti.

“Anne…” dedi April. Sesinde farklı bir ton vardı; sevecenlik, şefkat, güç… Şimdiye kadar Riley'in hiç duymadığı bir ses tonuydu bu. “Sen birinin hayatını kurtardın. Kendinle gurur duymalısın.”

Riley, yeni bir sarsıntıyla başını iki yana salladı.

“Ne?” diye sordu April.

“Dün oraya gittim işte.” dedi Riley. “Marie'nin cenaze törenine…”

“Öldü mü!?” diye sordu April şaşırmış bir şekilde.

Riley bir şey söylemeden, sadece başıyla onay verebildi.

“Nasıl?”

Riley tereddüt etti. Söylemek istemiyordu ama başka seçeneği de yoktu. April'e tüm gerçeği anlatmak zorundaydı. Artık daha fazla içinde tutamazdı.

“Kendini öldürdü.”

April'in adeta nefesi kesilmişşti.

“Anne…” dedi ağlayarak. “Üzgünüm, çok üzgünüm.”

Uzun, upuzun bir süre birlikte ağladılar. Sonunda nihayet durulup sessizliğe gömüldüler.

Riley derin bir nefes alıp geriye yaslandı ve April'in ıslanmış yanaklarındaki saçlarını sevgiyle kenara çekip ona gülümsedi.

“Artık, sana anlatamayacağım şeylerin olabileceğini anlamak zorundasın.” dedi Riley. “Başkasına da anlatamadığımdan ya da bilmenin, senin için güvenli olmayacağından ya da sadece, senin de o şeyleri düşünmeni istemediğimden anlatmıyorumdur sana. Sanırım, benim de nasıl anne olunacağını öğrenmem gerek.”

“Ama böylesine büyük bir şeyi…” dedi April. “Bana daha önceden anlatmalıydın. Sen benim annemsin. Ne tür sıkıntılar yaşadığını ben başka nasıl bilebilirim ki? Ben de yeterince büyüdüm artık. Anlayabilirim.“

Riley iç geçirdi.

“Sanırım senin yeterince derdinin olduğunu düşündüm. Özellikle babanla ayrılmamız konusunda…”

“Ayrılmanız, benimle konuşmamandan daha az incitiyordu beni.” diye karşılık verdi April. “Babam, emir vereceği zamanlar dışında, oldu olası beni hep görmezden geldi. Ama sen—sanki bir anda, yanımdayken çok ama çok uzağımdaymışsın gibi davranmaya başladın.”

Riley, April'in elini sıkıca tuttu.

“Özür dilerim.” dedi. “Her şey için…”

April başını salladı.

“Ben de özür dilerim.” dedi.

Birbirlerine sarıldılar. Riley, April'in gözlerinden yaşlar süzüldüğünü fark etti. Değişeceğine söz verdi. Kendini değiştireceğine söz verdi. Bu dava kapandığı zaman, kızının istediği gibi bir anne olacağına söz verdi.

Bölüm 29

Riley, gönülsüz bir şekilde çocukluğuna doğru yola çıktı. Orada ne bulmayı beklediğini bilmiyordu ama bu, kendisi için mutlaka yapılması gereken bir geziydi. Babasını görme fikri onu tedirgin etmekteydi. Ama onunla mutlaka yüzleşmesi gerekiyordu.

Yol boyunca kendisine Appalachian Dağları eşlik ediyordu. En son yaptığı soruşturma yerlerinden daha uzağa, güneye doğru yol alıyordu. Bu gezi, onun için bir nevi ilaç gibi gelmişti. Hele de açık olan camdan içeri dolan temiz hava, daha iyi hissetmesini sağlamıştı. Shenandoah Vadisi'nin ne denli güzel olduğunu unutmuştu. Kendini, akarsuların eşliğinde kayalıklı geçitlerden yukarı doğru direksiyon sallarken buluverdi.

Alışılagelmiş bir dağ kasabasından geçti—birkaç tane bina vardı; benzin istasyonu, bakkal dükkanı, kilise, birkaç tane ev ve bir de restoran. Böylesi bir kasabada çocukluğunu geçirmiş olmaktan ne denli mutlu olduğunu anımsadı.

Ayrıca, Lanton'a taşındıklarında ne kadar üzüldüğü de aklına geldi. Annesi, oranın bir üniversite şehri olduğunu ve daha çok imkan sunduğunu söylemişti. Bu da Riley'in, daha çok küçükken hayattan beklentilerini tamamen değiştirmişti. Bu basit ve daha masum dünyada hayatını geçirseydi, her şey daha iyi olur muydu acaba? Annesinin, ulu orta herkesin içinde silahla vurulma gibi bir olasılığının olmadığı bir yerde…

Dağ yolunun birkaç virajından geçtikçe kasaba gitgide gözden kayboldu. Birkaç kilometre sonra da Riley, çamurlu bir yola girdi.

Çok geçmeden babasının, deniz subaylığından emekli olmasının ardından aldığı kulübeye vardı. Hemen yanı başında, eski ve yıpranmış bir pikap duruyordu. İki yıldan fazla bir süredir buraya hiç gelmemişti ama her yeri gayet iyi biliyordu.

Arabayı park edip indi. Kulübeye doğru ilerlerken temiz orman havasını içine çekti. Çok güzel, güneşli bir gündü. Bu rakımda, sıcaklık serin ve dinlendiriciydi. Sadece cıvıldaşan kuşların ve serin meltemle hışırdayan ağaç yapraklarının sesinin duyulduğu bu olağanüstü sessizliğin keyfini çıkardı. Her tarafın ormanlarla çevrili oluşu gerçekten çok güzeldi.

Kapıya doğru yürüdü. Babasının, odunları kestiği kütüğü geçti. hemen yan tarafta bir yığın odun diziliydi—soğuk havalarda babasının ısınmak için kullandığı tek kaynak. Ayrıca, burada elektrik de yoktu. Ama borularla, kaynak suyunu kulübeye taşımıştı.

Riley, bu basit yaşamın fakirlik değil, tam anlamıyla bir seçim olduğunun farkındaydı. Babası, sahip olduğu o kadar ayrıcalıkla isteseydi çok lüks yerlerde yaşayabilirdi. Ama burayı seçmişti ve Riley, bunun için babasını suçlayamazdı. Belki birgün, kendisi de aynı şeyi yapacaktı. Tabii, rozetini kaybettiği için çok büyük bir ev olmayacağı kesindi.

Kapıyı itti ve kapı öylece açılıverdi. Buralarda, hırsız vs. gibi davetsiz misafir pek olmazdı. İçeri girip şöyle bir etrafa bakındı. Küçük ama rahat görünen oda, şuraya buraya koyulmuş az ışıklı fenerlerle oldukça loştu. Çam ağaçlarıyla yapılan ahşap kaplama, odaya sıcak bir hava katmanın yanı sıra, hoş bir ahşap kokusu yayıyordu.

En son geldiğinden beri hiçbir şey değişmemişti. Hala duvara asılı geyik başları ya da keyfi avcılığı gösteren her hangi bir hayvansal işaret yoktu. Babası elbette avlanıyordu ama sadece yemek ve giyim ihtiyaçlarını karşılamak için.

Sessizlik, dışarıda patlayan silah sesiyle bozuldu. Geyik mevsimi değildi. Daha küçük bir avın peşindeydi muhtemelen—sincap, karga yada dağsıçanı. Kulübeden çıkarak, babasının etleri muhafaza ettiği kiler tarzı yere doğru çıktı. Ardından da ağaçların arasında izleri takip etti.

Babasının suyunu sağladığı temiz kaynak suyunu geçti. Eski bir elma bahçesini andıran yere geldi. Ağaçlarda küçük yuvarlak meyveler asılıyordu.

“Baba!” diye bağırdı.

Hiçbir yanıt yoktu. Etrafı kaplayan meyve ağaçlarının arasına daldı. Çok geçmeden, orada öylece duran babasını gördü—başında şapkası, sırtında kırmızı yeleği ve elinde tüfeği ile uzun ve zayıf bir adamdı. Ayaklarının ucunda üç tane sincap ölü bir şekilde yatıyordu.

Çizgili, sert mizaçlı ve yaşlanmış yüzünü çevirdi. Kızını gördüğüne biraz bile olsun şaşırmış görünmüyordu—onu gördüğüne mutlu olduğu da söylenemezdi.

“Kırmızı yeleğin olmadan buraya çıkamazsın.” dedi homurdanarak. “Dua et seni vurup öldürmedim.”

Riley cevap vermedi.

“Her neyse… Burada vurulacak başka bir şey kalmadı.” dedi sinirli bir ifadeyle ve silahını boşalttı. “Bağırtın ve çalıların ardından gelirken çıkardığın gürültü ile hepsini kaçırdın. En azından, akşam yemeği için sincaplarım var.”

Aşağı, kulübesine doğru yürümeye başladı. Riley de peşinden gitti. Babasının uzun bacakları ve hızlı adımlarına yetişmekte güçlük çekiyordu. Emekliliğinin ardından geçen onca yıldan sonra hala o askeri edayla yürüyor ve tüm vücudu dev bir çelik yay gibi hareket ediyordu.

Kulübeye vardıklarında, Riley'i içeri davet etmedi. Hoş, o da davet beklemiyordu zaten. Bunun yerine, sincapları kapının yanındaki bir sepete fırlattı ve ardından, odun yığınının yanındaki kütüğe gidip oturdu. Şapkasını çıkardı. Grileşen saçları bir bahriye subayı gibi kısacık kesilmişti. Riley'e hiç bakmadı.

Oturacak başka bir yer olmadığında Riley de kulübenin girişindeki merdivenlere çöktü.

“Kulübenin içi gayet hoş.” dedi. Bir nevi sohbet konusu açma çabası içindeydi. “Madalyalarını hâlâ duvara asmıyorsun anlaşılan.”

“Evet…” dedi babası zoraki bir şekilde gülümseyerek. “Vietnam'da can alırken hiçbir madalya almadım. Şimdiden sonra da almayı düşünmüyorum.”

Riley başıyla onayladı. Aynı mizah anlayışıyla yapılan bu yorumu hep duyardı.

“Sen buraya niye geldin?” diye sordu babası.

Riley de merak etti. Cidden, bu sert mizaçlı, en basit bir sevgi belirtisi göstermekten aciz  adamın yanına ne umarak gelmişti?

“Bazı sıkıntılarım var baba.” dedi.

“Ne gibi?”

Riley başını sallayarak üzgün bir şekilde gülümsedi. “Nereden başlayacağımı bilemiyorum.” dedi.

Babası yere tükürdü.

“Yaptığın en lanet şeydi o psikopata yakalanmak!” dedi.

Riley şaşırmıştı. Bunu nereden biliyordu? Onunla bir senedir hiç görüşmemişti.

“Tamamen dünyadan kopuk bir şekilde yaşadığını sanıyordum.” dedi.

“Ara ara şehre iniyorum.” dedi babası. “O zaman, kulağıma bir şeyler çalınıyor.”

Neredeyse, yaptığı o "lanet şeyin" bir kadının hayatını kurtardığını söyleyecekti. Ama hemen, uzun vadede düşününce, bunun doğru olmadığı aklına geldi.

Yine de, babasının bunu biliyor olması Riley'i çok şaşırtmıştı. Kızının başına gelenleri öğrenmek için çaba sarf etmişti. Kendisiyle ilgili başka ne biliyor olabilirdi?

Muhtemelen, çok bir şey bilmiyordur, diye geçirdi aklından. Ya da en azından, onun standartlarına göre doğru yapmadığım hiçbir şeyi bilmiyordur.

“Ne yani, katille yaşadığın tüm o olaydan sonra paramparça mı oldun?” diye sordu.

Bunu duyunca, Riley'in tüyleri diken diken olmuştu.

“Eğer geçirdiğim PTSD sendromunu kast ediyorsan, evet.”

“PTSD..” diye tekrar etti alaycı bir tavırla gülümseyerek. “O lanet olasıca harflerin tam karşılığını bile hatırlayamıyorum. Diğer bir değişle, zayıfsın. Bu da beni endişelendiriyor. Ben şimdiye kadar hiç o PTSD şeyinden olmadım. Savaştan döndükten sonra bile; o kadar gördüğüm ve yaşadığım şeyden sonra bile. Hiç kimse böyle bir şeyi bahane olarak kullanamaz.”

Sanki Riley hiç orada değilmiş gibi boşluğa bakıp sustu. Riley, bu ziyaretin iyi sonuçlanmayacağını fark etti. Belki de hayatında olanlarla ilgili çok fazla konuşmamalıydı. Sonuçta, kendisini teşvik edecek bir söz söylemeyeceğini biliyordu ama en azından, bir sohbet olmuştu aralarında.

“Bir davayla başım dertte baba.” dedi. “Başka bir seri katil davası. Kadınlara işkence edip, boğarak öldürüyor ve ardından oyuncak bebek gibi sergiliyor.”

“Evet, onu da duydum. Çıplak bir şekilde sergiliyor. Hastalıklı bir pislik olduğu belli.” Tekrar tükürdü. “Hem, dur tahmin edeyim: Bu konuyla ilgili merkezle papaz oldun, değil mi? Üsttekiler ne yaptıklarını bilmiyorlar ve seni dinlemiyorlar.”

Riley iyice şaşırmıştı. Babası tüm bunları nasıl tahmin edebilmişti?

“Ben de Vietnam'dayken aynı şeyi yaşadım.” dedi. “Rütbeli subaylar, bir savaşın içinde olduklarının bile farkında değillerdi. Tanrım! Şayet işi benim gibilere bıraksalardı, biz kazanırdık. Aklıma geldikçe sinirlerim oynuyor!”

Riley, babasının sesinde çok sık rastlamadığı—ya da en azından, nadiren rastladığı bir şey duydu. Pişmanlık… Esasında, savaşı kaybettikleri için pişmanlık hissediyordu. Suçun kendisinde olup olmaması umrunda değildi. Kendini sorumlu hissediyordu.

Riley, babasının yüzünü incelerken bir şey fark etti. Annesinden çok babasına benziyordu. Ama sadece basit bir benzeme değildi bu. Tıpa tıp onun gibiydi—sadece ilişki kurmaktaki beceriksizliği değil; inatçı kararlılığı ve aşırı sorumluluk duygusu da aynı babasına benziyordu.

Aslında, tüm bunlar o kadar da kötü değildi. Böyle nadiren bir araya geldikleri bir anda, babasının ona ihtiyacı olan bir şey söyleyip söylemeyeceğini merakla bekliyordu.

“Baba, o pislik—bedenleri öyle çıplak vaziyette sergilemesi çok iğrenç bir şey ama—”

Durdu, doğru sözleri bulmaya çalışıyordu.

“Cesetleri bıraktığı yerler hep güzel yerler—ormanlar, dereler ve buna benzer manzalı yerler. Sence, öylesine şeytani ve çirkin bir iş için neden böyle güzel yerler seçiyor?”

Babası gözlerini kapattı. Sanki kendi süşünce ve anılarında bir keşfe çıkmış gibiydi. Başkalarından çok kendi hakkında konuşur gibiydi.

“Yeni baştan başlamak istiyor.” dedi. “En başa geri dönmek istiyor. Sen de öyle değil misin? Sen de ilk başladığın yere geri dönüp en başından başlamak istemiyor musun? Çocukken olduğun yere… İşlerin ters gitmeye başladığı yeri bulup her şeyi yeni baştan, farklı bir şekilde yapmak istemiyor musun?”

Bir süre sustu. Riley, buraya gelirken kafasından geçen düşünceleri anımsadı—küçük bir kızken bu dağlardan taşınmak zorunda kaldığında  ne kadar üzüldüğünü hatırladı. Babasının sözlerinde gerçekten bir doğruluk payı vardı.

“İşte bu yüzden ben de burada yaşıyorum.” dedi babası daha da dalgın bir ifadeyle.

Riley sessizce oturup dinledi. Babasının sözleri yavaş yavaş anlamlı bir noktaya geliyordu. Hep, katilin kurbanlarına çocukluk evinde işkence edip, onları orada öldürdüğünü düşünmüştü. Yeri belli bir nedene bağlı kalarak seçtiğini düşünmemişti—geçmişine dönüp her şeyi değiştirmek istediğini…

Gözleri hala başka yere odaklı bir şekilde sordu babası: “Senin sezgilerin ne diyor?”

“Oyuncak bebeklerle alakalı bir şey…” dedi Riley. “Bizim merkezin anlayamadığı bir şey bu. Yanlış şeyin peşinden koşuyorlar. Katilin oyuncak bebeklere takıntısı var. Bu bence kilit nokta.”

Babası homurdanarak ayağını diretti.

“Neyse ne… Sen kendi sezgilerinin peşinden gitmeye devam et.” dedi. “O serserilerin sana ne yapman gerektiğini söylemelerine izin verme.”

Riley'in dili tutulmuştu resmen. Ona iltifat etmemişti. Güzel bir şey de söylememişti. Hala her zamanki huysuz babasıydı karşısındaki Ama nasılsa, tam da Riley'in ihtiyacı olan şeyleri söylüyordu.

Yaş sınırı:
16+
Litres'teki yayın tarihi:
10 eylül 2019
Hacim:
260 s. 1 illüstrasyon
ISBN:
9781632915887
İndirme biçimi:
Serideki Birinci kitap "Bir Riley Paige Gizemi"
Serinin tüm kitapları
Metin
Средний рейтинг 4,8 на основе 5 оценок
Metin
Средний рейтинг 5 на основе 4 оценок
Ses
Средний рейтинг 3 на основе 2 оценок
Metin
Средний рейтинг 5 на основе 2 оценок
Metin
Средний рейтинг 5 на основе 3 оценок
Metin
Средний рейтинг 2,5 на основе 2 оценок
Metin
Средний рейтинг 5 на основе 1 оценок
Metin
Средний рейтинг 0 на основе 0 оценок
Metin
Средний рейтинг 3,4 на основе 10 оценок
Metin
Средний рейтинг 5 на основе 1 оценок
Metin
Средний рейтинг 5 на основе 1 оценок
Metin
Средний рейтинг 0 на основе 0 оценок
Metin
Средний рейтинг 2,5 на основе 2 оценок
Metin
Средний рейтинг 3 на основе 2 оценок
Metin
Средний рейтинг 0 на основе 0 оценок
Metin
Средний рейтинг 0 на основе 0 оценок
Metin
Средний рейтинг 4,5 на основе 2 оценок
Metin
Средний рейтинг 0 на основе 0 оценок