Kitabı oku: «Kaybedilen », sayfa 14
“Vazgeçmeyeceğim.” dedi.
“Vazgeçmesen iyi edersin!” diye fısıldadı babası hiddetle.
Artık söyleyecek başka bir şey kalmamıştı. Riley ayaklandı.
“Seni görmek güzeldi baba.” dedi. Her ne kadar tam anlamıyla olmasa da, bunu içtenlikle söylemişti. Babası cevap vermedi. Öylece oturarak yere bakmaya devam etti. Riley arabasına atlayıp yola koyuldu.
Uzaklaştıkça, hislerinin gelirken hissettiklerinden daha farklı olduğunu fanladı ve tuhaf bir şekilde, daha iyi hissediyordu. Aralarında sanki bir şeyler çözülmüştü.
Ayrıca, daha önce bilmediği bir şey de öğrendi. Katil her nerede yaşıyorsa, orası bir baraka, bir lağım ya da ormanlığın içinde harabe bir kulübe değildi.
Mutlaka güzel bir yer olmalıydı—korkunun ve güzelliğin iç içe olduğu bir yer…
*
Bir süre yol aldıktan sonra Riley, kasabanın yakınlarında bir kafeye girdi. Babası ona yiyecek bir şey ikram etmemişti; hoş etseydi şaşırırdı ya neyse. Bu yüzden, oldukça acıkmıştı ve eve gidene kadar biraz da olsa bir şeyler atıştırması gerekiyordu.
Tam garson, domuz etli, marullu ve dometesli sandviçini önüne koymuştu ki telefonu çaldı. Kimin aradığını görmek için telefonuna baktı ama kayıtlı bir numara değildi. Telefonu dikkatli bir şekilde açtı.
“Riley Paige ile mi görüşüyorum?” diye sordu bir kadın etkileyici bir tonla.
“Evet…” dedi Riley.
“Senatör Mitch Newbrough hatta, sizinle görüşmek istiyor. Biraz bekleyin lütfen, bağlıyorum.”
Riley aniden panikledi. Sesini duymak istemediği kişiler listesinin en başında Newbrough vardı. Telefonu öylece kapatmak istedi ama bunu yapmanın iyi olmayacağını düşündü. Newbrough, zaten karşısında yeterince güçlü bir düşmandı. Onu kendinden daha fazla nefret ettirmek hiç de iyi bir fikir değildi.
“Bekliyorum.” dedi Riley.
Birkaç saniye sonra telefonda Senatörün sesi duyuldu.
“Ben, Senatör Newbrough. Sanıyorum Riley Paige ile görüşüyorum.”
Riley, kızmalı mı yoksa korkmalı mı bilemedi. Sanki arayan kişi kendisi değilmiş gibi bir edayla konuşuyordu.
“Bu numarayı nereden aldınız?” diye sordu Riley.
“Ben istediğimi istediğim zaman alırım.” dedi Newbrough her zamanki gibi soğuk bir ses tonuyla. “Seninle konuşmak istiyorum. Yüzyüze…”
Riley birden ürperdi. Kendisini görmesini gerektirecek ne gibi bir nedeni olabilirdi ki? Bu hiç de iyiye işaret değildi. Ama işleri daha da kötüye sürüklemeden nasıl hayır diyebilirdi bu adama?
“Evine gelebilirim.” dedi Senatör. “Nerede yaşadığını biliyorum.”
Riley, neredeyse adresini nereden bildiğini soracaktı ki daha önce bu soruya cevap vermiş olduğunu hatırladı.
“Konu her neyse şu an telefonda halletmeyi tercih ederim.” dedi Riley.
“Korkarım bu mümkün değil.” dedi Newbrough. “Telefonda konuşamam. Benimle en kısa zamanda ne zaman buluşabilirsin?”
Riley, gitgide Newbrough'un güçlü ısrarına yenik düştüğünü hissetti. Reddetmek istiyordu ama yapamıyordu.
“Şu an şehir dışındayım.” dedi. “Geç vakte kadar eve dönmeyeceğim. Ama yarın sabah kızımı okula bırakacağım. Fredericksburg'da buluşabiliriz. Belki bir kafede…”
“Hayır, kamusal bir yer olmaz.” dedi Newbrough. “Daha az göze çarpan bir yer olmalı. Haberciler her yerde peşimdeler. Bir fırsatını yakalayınca hemen başıma üşüşüyorlar. Onların radarları dışında kalmayı tercih ediyorum. BAU merkezindeki Quantico'ya ne dersin?”
Riley, sinirini daha fazla bastıramayıp sesine yansıttı.
“Artık orada çalışmıyorum, unuttunuz mu?” dedi. “Bunu herkesten daha iyi biliyor olmalısınız.”
Kısa bir sessizlik yaşandı.
“Manolya Bahçesi Golf Kulübünü biliyor musun?” diye sordu Newbrough.
Riley, bu saçma soru üzerine derin bir iç çekti. O tarz yerlerle hiç işi olmazdı.
“Bildiğimi söyleyemem.” dedi.
“Çok kolay bir yerde. Hemen Quantico ile benim çiftliğin arasında. Saat sabah 10:30'da orada ol.”
Riley'in canı gitgide daha çok sıkılıyordu. Sormuyordu bile; resmen emir veriyordu! Riley'in kariyerini yerle bir ettikten sonra ondan isteyeceği şey ne olabilirdi ki?
“Bu saat çok mu erken?” diye sordu Newbrough, Riley cevap vermeyince.
“Hayır.” dedi Riley. “Sadece—”
Newbrough araya girdi: “O zaman, orada ol. Sadece üyeler girebiliyor ama ben senin geleceğini önceden bildireceğim. Bunu yapmak istersin inan. Önemli bir şey olduğunu anlayacaksın. Bana güven.”
Newbrough, "hoşçakal" bile demeden telefonu kapattı. Riley şaşırmıştı.
“Bana güven.” demişti.
Şayet tüm cesaretini yitirmiş olmasaydı, Riley bunu gülünç bulabilirdi. Peterson ve ne idüğü belirsiz diğer katilden sonra Riley'in bu dünyada en az güvendiği kişi Newbrough'du. Carl Walder'a güvendiğinden bile daha az güveniyordu ona.
Ama başka seçeneği yoktu. Kendisine gerçekten bir şey söylemek istiyor gibiydi. Riley bunu Senatör'ün ses tonundan hissetmişti. Belki de onu katile götürecek bir şeydi bu.
Bölüm 30
Riley, Manolya Bahçesi Golf Kulübü'nün önüne gelip beyaz binanın girişinde biraz durdu. Girişte yeşil ve beyaz renklerde bir demir bariyer vardı. Elinde bir pano olan üniformalı bir güvenlik görevlisi binadan çıkarak arabanın şoför mahaline geldi.
Riley camını açtı.
“İsim?” diye sordu görevli kaba bir şekilde.
Riley, kulübe girmek için gerekne protokolün ne olduğunnu bilmiyordu ama Newbrough, kendisinin geleceğini görevlilere bildireceğini söylemişti.
“İsmim, Riley Paige.” dedi. Ardından, kekeleyerek: “Ben.. A.. Şey.. Senatör Newbrough'un misafiriyim.”
Görevli listeyi kontrol ederek onayladı.
“İçeri girin.” dedi.
Demir bariyer açıldı ve arabasıyla Riley içeri girdi.
Giriş yolu, aynı ismi taşıyan bahçelerle, aşırı lüks bir görünüme sahipti ve yılın bu zamanında bile çiçek kokuları etrafı mest ediyordu. Nihayet, beyaz sütunları olan tuğla bir binanın önünde durdu. Daha kısa bir süre önce gittiği cenaze salonlarının aksine, bu sütunlar gerçekten görkemliydi. Riley kendini birden 19. Yüzyıl Güney çiftliklerinden birine girmiş gibi hissetti.
Hemen bir vale koşarak arabanın yanına geldi ve Riley'e bir kart vererek arabasının anahtarlarını aldı. Ardından, arabayı götürdü.
Riley, büyük girişin önünde yalnız başına kalmıştı. Tıpkı Senatör'ün evinin önünde kaldığı gibi… Sıradan bir kot pantolon giyerek gelmişti. İçeri girmesine izin verip vermeyeceklerinden bile emin değildi. Böyle yerlerde, belirli bir kıyafet zorunluluğu yok muydu? Allahtan, ceketi geniş bir şekilde omuzundaki tabanca kılıfını örtüyordu.
Üniformalı bir görevli çıktı kapıdan.
“İsminiz nedir Hanım Efendi?” diye sordu.
“Riley Paige.” dedi. Kimlik de sorup sormayacağını merak ediyordu.
Görevli, elindeki listeye baktıktan sonra, “Bu taraftan Hanım Efendi.” dedi.
Görevli ile birlikte, uzun bir koridordan aşağı inip küçük ve özel bir yemek odasına geldiler. Görevliye bahşiş verip vermemesi gerektiğini bilmiyordu. Ama, görevlinin ne kadar maaş aldığı hakkında da bir fikri yoktu. Belki de, FBI ajanı olduğu dönemde aldığı maaştan daha fazlasını alıyordu. Kim bilir… Bu yüzden, bahşiş vermenin, vermemekten daha uygunsuz olacağını düşündü. İşi şansa bırakmamak en iyisiydi.
“Teşekkür ederim.” dedi görevliye.
Görevli başını eğdi ve hiçbir hayal kırıklığı emaresi göstermeden geldiği yere geri gitti.
Oda küçüktü fakat şimdiye kadar gördüğü sosyetik yemek salonlarını katlayacak derecede şatafatlıydı. Hiç cam yoktu ama duvarda, gelirken gördüğü bahçelerin orijinal bir yağlı boya tablosu asılıydı.
Ortadaki tek masa, keten bir örtü üzerine yerleştirilmiş gümüş takımlar, Çin porselenleri ve kristal bardaklarla donatılmıştı. Kapıya doğru bakan, peluş kaplamalı bir sandalyeye geçip oturdu. Geldiği zaman Senatör Newbrough'u görmek istiyordu.
Tabii eğer gelirse… diye geçirdi içinden. Gelmemesini gerektirecek bir sebep yoktu ama tüm bu olanlar, çok gerçek dışı geliyordu ona. Kendisini neyin beklediğini kestiremiyordu.
Beyaz üniformalı bir garson, elindeki tepside getirdiği peynir ve çeşitli kurabiyeleri Riley'in önüne koydu.
“İçecek bir şey arzu eder misiniz, Hanım Efendi?” diye sordu nezaketle.
“Sadece su.. Teşekkür ederim.” dedi Riley. Garson çıktı ve birkaç saniye sonra, elinde kristal bir sürahi ve iki kristal bardakla geri döndü. Riley'in suyunu doldurdu ve ardından, sürahi ile diğer bardağı da masaya koydu.
Riley, sudan bir yudum aldı. Doğrusu, elit kesimden olma hissini yaşamak hoşuna gitmişti. Senatör gelene kadar maksimum bir ya da iki dakika daha bekledi. Ardından, her zamanki gibi soğuk ve sert görünümüyle Senatör içeri girdi. Kapıyı kapatıp masanın diğer tarafına oturdu.
“Geldiğine sevindim, Ajan Paige.” dedi. “Senin için bir şey getirdim.”
Selamlaşma merasimini uzatmadan Senatör Newbrough, masaya deri kaplamalı kalın bir defter koydu. Riley, dikkatli bir şekilde deftere baktı. İlk tanıştıklarında Newbrough'un kendisine verdiği düşman listesi geldi aklına. Bu da onun gibi sorunlu bir şey miydi ki acaba?
“Nedir bu?” diye sordu.
“Kızımın günlüğü…” dedi Newbrough. “Bulun.. Bulunduktan sonra onun evinden aldım. Kimsenin görmesini istemediğim için ben aldım. İçinde ne olduğunu bilmiyorum. Hiç okumadım. Ama halkın bilmesini istemeyeceğim şeyler olduğuna eminim.”
Riley ne diyeceğini bilemedi. Böyle bir şeyi kendisine vereceği aklının ucundan bile geçmezdi. Sözlerine devam etmeden önce Senatör'ün sözlerini dikkatlice seçmeye çalıştığı açıktı. İlk tanıştıkları günden beri, Senatör'ün kendisinden bir şeyler sakladığından emindi. Belki şimdi o sakladıklarını söyler umuduyla bekledi.
Nihayet, Senatör sözlerine devam etti: “Hayatının son yılında kızımın uyuşturucu sorunu vardı. Ekstazi, eroin, kokain… Her çeşit uyuşturucu… Kocası buna sebep olmuştu. Evliliğinin başarısız oluşu da bundandı. Annesi de ben de hep öldüğü zaman tüm bunlardan kurtulduğunu düşündük.”
Newbrough biraz duraksadı ve günlüğe baktı.
“İlk başlarda, ölümünün tüm bunlarla bağlantılı olduğunu düşündüm.” dedi. “Çevresindeki kullanıcılar ve satıcılar çok aşağılık bir gruptu. Bunların, bilinmesini istemedim. Ne demek istediğimi anlıyorsundur.”
Riley, tam olarak anlayıp anlamadığından emin değildi. Ama bildiği tek şey, gerçekten çok şaşkındı.
“Kızınızın ölümüyle uyuşturucunun hiç bir ilgisi yok.” dedi.
“Ben de yeni fark ettim.” dedi Newbrough. “Başka bir kadın daha ölü bulundu, değil mi? Ayrıca, hiç şüphesiz yeni kurbanlar da olacaktır. Anlaşılan, bunun benimle ya da ailemle ilgili bir konu olduğunu düşünmekle hata etmişim.”
Riley şoka girmişti. Egosu tavan olan böyle birinin hatasını kabul etmesi her zaman rastlanacak bir şey değildi.
Senatör eliyle günlüğe hafifçe vurdu.
“Bunu al. Davanı çözmende yardımcı olacak bir şeyler çıkabilir.”
“Artık benim davam değil Senatör.” dedi Riley. Kırgınlığını ses tonuyla yansıtmıştı. “Bildiğiniz üzere, Büro’dan kovuldum.”
“A, evet!” dedi Newbroug başını düşünceli bir ifadeyle öne eğerek. “Korkarım, benim hatam. Ama düzeltemeyeceğim bir şey değil. Tekrar görevine döneceksin. Bana biraz zaman ver. Bu sırada, umarım sen de bunu en iyi şekilde kullanırsın.”
Riley, bu tavırdan bayağı etkilenmişti. Derin bir nefes aldı.
“Senatör, sanırım size bir özür borçluyum. Ben—Ben, geçen seferki buluşmamızda size karşı çok iyi davranmadım. Bir arkadaşımın cenazesindeydim ve tamamen kendimden geçmiş gibiydim. Söylememem gereken sözler söyledim.”
Newbrough, Riley'in özrünü sessiz bir şekilde başıyla kabul etti. Her ne kadar yapması gerekse de onun Riley'den özür dilemeyeceği açıktı. Hatasını kabul etmiş olmasıyla yetinecekti artık. En azından telafi etmeye çalışıyordu. Bu, özürden bile daha önemliydi.
Riley, hiç açmadan günlüğü aldı.
“Merak ettiğim bir şey var, Senatör.” dedi. “Neden bunu, Ajan Walder'a değil de bana veriyorsunuz?”
Newbrough’un dudaklarında hafif bir gülümseme belirdi.
“Çünkü seninle ilgili çok önemli bir şey öğrendim, Ajan Paige.” dedi. “Sen kimsenin 'yalaka köpeği' değilsin.”
Riley cevap veremedi. Kendisinden başka hiç kimseye saygı duymayan bir adamdan böyle saygı sözleri işitmiş olmak Riley'i şaşırtmıştıı.
“Bu arada, birlikte öğle yemeği yemek istersin her halde…” dedi Senatör.
Riley düşündü. Newbrough'un değişen fikri için gerçekten minnettardı ama hala onun yanında kendini rahat hissetmiyordu. Onun gözünde Newbrough hala soğuk, alıngan ve huysuz bir adamdı. Hem daha yapması gereken şeyler vardı.
“Bir mahsuru yoksa, ben izninizi rica edeceğim.” dedi. Günlüğü göstererek sözlerine devam etti: “Hemen işe koyulmam lazım. Kaybedecek hiç zaman yok. Ah—ayrıca, öğrendiğim hiçbir şeyin dışarı sızmayacağına dair söz veriyorum.”
“Sevinirim.” dedi Newbrough.
Riley odadan çıkarken Newbrough nezaketle sandalyesinden kalktı. Riley binadan çıkıp, girişte aldığı kartı valeye verdi. Arabasının getirilmesini beklerken günlüğü açtı.
Sayfaları çevirirken, Reba Frye'ın yasadışı uyuşturucu kullanımıyla alakalı bayağı bir şey yazdığı gözüne çarptı. Riley, ayrıca, Reba Frye'ın birçok öfke ve nefret takıntısı olan narsist biri olduğu izlenimi edindi. Ama, zaten günlük yazmanın esas sebebi bu değil miydi? Bir insanın narsist davranışlar sergilemeye hakkının olduğu tek yer günlüklerdir.
Öte yandan, Riley, şayet babası kadar narsist biri olsaydı Reba'nın öyle kötü bir sonla karşılaşmayacağını düşünüyordu. Birden gördüğü kadın cesedi resimleri aklına gelince ürperdi.
Riley günlüğün sayfalarını çevirmeye devam etti. Arabası gelmişti ama günlüğe öylesine dalmıştı ki valeyi fark etmedi bile. Elleri titreyerek orada öylece duruyor ve katille ilgili belki küçük de olsa bir ipucu bulurum umuduyla günlüğü okumaya devam ediyordu. Ama hiçbir şey olmaması onu hüsrana uğratmıştı.
Yaşadığı hayal kırıklığıyla ağır defteri aşağı indirdi. Yeni bir çıkmaza girmeye artık dayanamıyordu.
Tam o sırada, iki sayfa arasına sıkışmış küçük bir kağıt parçası defterin arasından yere düşüverdi. Hemen alıp merakla ne olduğuna baktı.
İyice inceleyince, yüreği yerinden çıkacakmış gibi oldu.
Yaşadığı ani şokla günlüğü yere düşürdü.
Elindeki bir dükkan fişiydi.
Oyuncak bebek dükkanına ait bir fiş....
Bölüm 31
Nihayet! Karşılaştığı o kadar çıkmazın ardından Riley, elinde tuttuğu şeye inanamıyordu. El yazımı fişin en üstünde, dükkanın adı ve adresi yazılıydı: "Madeline'nin Tasarımları" – Shellysford Caddesi, Virjinya.
Riley'in kafası allak bullak olmuştu. İsmi hiç de bir bebek ya da oyuncak dükkanına gider bir isim değildi.
Hemen, telefonundaki internetten Madeline'nin Tasarımları web sayfasına baktı. Tuhaftır ki karşısına bir bayan giyim dükkanı çıktı.
Ama daha detaylı bakınca, koleksiyonluk oyuncaklarla da ilgilendiklerini gördü. Sadece randevu usulü müşteri kabul ediyorlardı.
Riley'in içine bir ürperti çöktü.
Burası, o yer olmalı! diye düşündü.
Günlüğü yerden alıp, fişin üzerinde yazan tarihle ilgili kısmı bulmak için titreyen elleriyle sayfaları çevirdi. Bulmuştu:
Debbie'ye uygun küçük bir oyuncak bebek aldım. Doğum gününe bir aydan bile daha az bir süre kaldı. Ama onun için bir şey almak gerçekten çok zor bir iş.
İşte bulmuştu, basit bir dille yazılmıştı. Reba Frye, kızı için Shellysford'daki dükkandan bir oyuncak bebek almıştı. Riley, diğer kurbanların da bu dükkandan bebek aldıkları ve katilin, kurbanlarını ilk seçtiği yerin bu dükkan olduğu konusunda iyice emin oldu.
Ardından, telefonundan bir harita açtı. Haritaya göre Shellysford, bulunduğu yerden bir saatlik mesafede idi. Elinden geldiğince en kısa sürede oraya gitmeliydi. Elindeki verileri bir araya getirince, katil çoktan yeni kurbanını seçmiş olabilirdi.
Ama merkezden bazı bilgilere ihtiyacı vardı. Bayağıdır ertelediği telefon görüşmesini şimdi yapması gerekiyordu.
Şaşırmış bir ifadeyle hala önünde bekleyen valeden anahtarlarını aldı ve arabaya atlayıp kulübün bakımlı yollarında tekerlerinin çıkardığı gıcırdama sesiyle hemen yola koyuldu. Hızla kulüp ana kapısından çıkarken, o arada da Bill'i aradı. Açıp açmayacağından emin değildi. Bir daha kendisiyle görüşmek istemese bile onu suçlayamazdı.
Ama az sonra, Bill'in sesini duymasıyla içi rahatladı.
“Alo!” dedi Bill.
Riley’in kalbi ağzına geldi. Bu sesi duyduğuna sevinmeli miydi yoksa korkmalı mıydı bilemedi.
“Bill, benim Riley.” dedi.
“Kim olduğunu biliyorum.” diye cevap verdi Bill.
Bir sessizlik oluştu. Bu, hiç de kolay olmayacaktı. Hoş, kolay olmasını da beklemiyordu zaten.
“Bill, nasıl başlayacağımı bilmiyorum.” dedi. O an hissettikleriyle boğazı düğümlendi; konuşmak çok zor geldi. “Çok ama çok özür dilerim senden. Ben sadece—sadece… Her şey o kadar kötüye gitmeye başlamıştı ki kendimi kaybedivermişim bir anda ve—”
“Ve sarhoştun…” dedi Bill araya girerek.
Riley acı dolu bir iç çekti.
“Evet, sarhoştum.” dedi. “Gerçekten özür dilerim. Umarım beni affedebilirsin. Çok özür dilerim.”
Tekrar bir sessizlik oluştu.
“Tamam.” dedi Bill sonunda.
Riley’in kalbi ezilmişti. Bill'i bu dünyadaki herkesten daha iyi tanıyordu. Bu yüzden, söylediği o bir iki hecelik sözün ne anlama geldiğini çok iyi biliyordu. Affetmemişti; hatta, özrünü bile kabul etmemişti—en azından, şimdilik… Sadece, Riley'in özür dilediğini tasdik etmişti o kadar.
Ama şimdi bunu uzatmak için zaman yoktu. Halledilmesi gereken daha da önemli bir konu vardı.
“Bill, yeni bir gelişme var.” dedi.
“Ne?” diye sordu Bill şaşkın bir ifadeyle.
“Dükkanı buldum.”
Bill'in sesi endişeli gelmeye başladı bu sefer.
“Riley, sen aklını mı yitirdin? Ne yapıyorsun sen? Hala bu davayı mı sürdürüyordun? Walder seni kovdu! Tanrı aşkına, yapma bunu!”
“Ben ne zamandan beri izin bekler oldum söyler misin? Hem, sanırım tekrar göreve döneceğim.”
Bill inanmayan bir tavırla karşılık verdi:
“Kim dedi?”
“Newbrough.”
“Neden bahsediyorsun sen?” diye sordu Bill. Sesi telaşlı geliyordu. “Tanrım! Riley, yine onun evine gitmedin değil mi?”
Riley kafasını toparlamaya çalıştı. Açıklayacak o kadar çok şey vardı ki… Ana hatlarıyla yüzeysel bir şekilde anlatmaya karar verdi.
“Hayır. Ayrıca, bu seferki başka.” dedi. “Tuhaf bir durumdu ama şu an detaylarını anlatamayacağım. Newbrough bana bazı yeni bilgiler verdi. Bill… Reba Frye, Shellysford'daki bir dükkandan oyuncak bebek almış. Kanıtım var. Ayrıca dükkanın ismini de biliyorum.”
“Bu saçma!” dedi Bill. “Ajanlarımız tüm bölgeyi taradı. Her kasabayı dip köşe aradılar. Shellysford'a bir oyuncak bebek dükkanına rastlamadılar bile.”
Riley için heyecanını bastırmak gitgide zorlaşıyordu.
“Çünkü yok!” dedi. “Burası, oyuncak bebek satan bir kıyafet dükkanı. Bebekleri görmek için randevu almak zorundasın. Dükkanın ismi, Madeline'nin Tasarımları. Şu an merkezde misin?”
“Evet, ama—”
“O zaman, hemen dükkanı incelemesi için birini gönder. Orada çalışan herkesle alakalı edinebildiğin kadar bilgi edinmeye çalış. Ben şu an oraya gidiyorum.”
Bill öfkeli bir şekilde bağırdı:
“Riley, sakın! Senin hiçbir yetkin yok! Rozetin bile yok! Ya katille karşılaşırsan? Tehlikeli biri olduğu artık herkesçe biliniyor. Ayrıca, Walder senin silahını da aldı.”
“Benim kendi silahım var.” dedi Riley.
“Ama hiç kimseyi tutuklama hakkın yok.”
Kararlılığını gösteren sert bir ses tonuyla Riley karşılık verdi: “Yapmam gereken her şeyi yapacağım. Bir başkasının daha hayatı tehlikede olabilir.”
“Bundan nefret ediyorum…” dedi Bill, artık ikna etmeye çalışmaktan vargeçmişti.
Riley telefonu kapattı ve gaza bastı.
*
Bill, ofiste oturduğu yerde boş boş telefonuna bakakaldı. Ellerinin titrediğini fark etti. Nedenini bilmiyordu. Kızgınlık mı yoksa üzüntü mü? Yoksa Riley için duyduğu endişe mi? Yine nasıl bir işe kendini bulaştıracaktı?
İki gün önce sarhoş bir halde söyledikleri, Bill'i hem harap etmiş hem de kafasının karışmasına sebep olmuştu. Bu camiadaki iş ortaklarının birbirlerine karşı eşlerinden bile daha çok yakınlık hissetmesi bilindik bir şeydi. Bill de bunun doğru olduğunu biliyordu. Uzun bir zaman boyunca, kendini Riley'e karşı, hayatındaki diğer kişilerden daha yakın hissetmişti.
Ama bu iş ortaklığında, romantizme yer yoktu. Kafa karışıklıkları ya da tereddütler, ölümcül sonuçlara yol açabilirdi. Aralarındaki ilişkiyi hep profesyonel seviyede tutmaya çalışmıştı; Riley'in de öyle yaptığına inanıyordu. Ama Riley, bu inancı kırmıştı.
Hoş, o da hatasının farkına varmıştı. Ama yeniden göreve döneceğini söylerken neyi kast ediyordu? Tekrar birlikte mi çalışacaklardı? Bill, bunu isteyip istemediğinden emin değildi. Uzunca bir süre paylaştıkları dinamik ve rahat iş ortaklığı, sonsuza kadar bitmiş miydi?
Ama şu an oturup bunlar için endişelenmenin vakti değildi. Riley, ondan dükkan çalışanlarını incelemesini istemişti. Bu isteği iletmesi gerekiyordu ama Carl Walder'a değil. Bill hemen telefonu alıp dahili hattan Özel Ajan Brent Meredith'i aradı. Bu dava konusunda Meredith'in yetkisi yoktu ama Bill, bahsi geçen işin halledilmesinde ona güvenebileceğini biliyordu.
Bu telefon görüşmesini kısa ve etkili tutma niyetindeydi. Hemen Shellysford'a doğru yola çıkması gerekiyordu. Riley Paige aptalca bir şey yapmadan önce oraya varabilmeyi umut ediyordu.
Kendini öldürtmesi gibi…