Читайте только на Литрес

Kitap dosya olarak indirilemez ancak uygulamamız üzerinden veya online olarak web sitemizden okunabilir.

Kitabı oku: «Grimm Masalları», sayfa 13

Yazı tipi:

Sonra marangoz: “Donat kendini, ey masa.” demiş ve anında masanın üzeri en güzel yemeklerle donatılıvermiş. Terzinin evinde daha önce görülmemiş bir ziyafet çekmişler, herkes gece boyunca mutlu ve mesut kalmış.

Sonra terzi iğnesini, ipliğini, mezurasını ve ütüsünü dolaba kilitlemiş; sonsuza dek, üç oğluyla birlikte neşe ve ihtişam içinde yaşamış. Peki, terzinin oğullarının kovulmasına sebep olan keçiye ne olmuş? Anlatayım. Kel kafasından o kadar utanmış ki gidip bir tilki deliğine saklanmış. Tilki eve gelip yabancı bir çift gözün kendisine baktığını görünce çok korkmuş ve kaçmış. Yolda ayıyla karşılaşmış, kendisini endişeli gören ayı sormuş: “Neden böyle görünüyorsun tilki kardeş, sorun ne?”

Tilki: “Ah ah, korkunç bir yaratık oturuyor yuvamda ve öfkeli gözlerle baktı bana.” demiş.

“En kısa zamanda kovalarız onu.” demiş ayı. Deliğe gitmiş, içeri bakmış, aynı şekilde kendisine öfkeyle bakan o iki gözü gördüğünde ayıyı da korku sarmış ve olaya bulaşmamak için o da kaçmış. Yolda çok da cesur hareket etmediğini fark eden bir arıya rast gelmiş, arı şöyle demiş: “Ayı, yüzünden düşen bin parça, sana ne oldu böyle?”

“İyi ki sordun.” demiş ayı. “Tilkinin deliğinde öfkeli gözleri olan, korkunç bir yaratık var ve onu oradan çıkaramıyoruz.”

Arı: “Beni küçük gördüğünü biliyorum ayı, minik bir böceğim ben, biliyorum ama sanırım size yardım edebilirim.” demiş. Tilkinin deliğine uçmuş, keçinin sinekkaydı kafasına konmuş ve o kadar derinden sokmuş ki keçi: “Yandım aman, mee!” diye deli gibi bağırarak kaçmış. İşte o günden beri de hiç kimse o keçiye ne olduğunu bilmiyormuş.

Tek Göz, İki Göz ve Üç Göz

Bir varmış bir yokmuş, üç kızı olan yaşlı bir kadın varmış. Kızlarından en büyüğünün adı, Tek Göz’müş çünkü alnının ortasında bir tane gözü varmış. İkincisi, İki Göz’müş çünkü diğer insanlar gibi iki gözü varmış. Üçüncüsünün adı ise Üç Göz’müş çünkü onun da alnının ortasında üçüncü bir gözü varmış. Ancak İki Göz, diğer insanlar gibi gördüğü için annesi ve kız kardeşleri ona tahammül edemeyip şöyle diyorlarmış: “Senin iki gözünle diğer sıradan insanlardan bir farkın yok, bizim gibi değilsin!”

Onu itip kakmışlar, yüzüne eski kıyafetler fırlatmışlar, artıklardan başka yiyecek bir şey vermemişler ve onu mutsuz etmek için ellerinden geleni yapmışlar.

İki Göz’ün tarlalara çıkıp keçilere bakma vakti gelmiş ancak kardeşleri ona, o kadar az yiyecek vermişler ki karnı hâlâ açmış. Bir tepeye çıkıp ağlamaya başlamış, o kadar acıklı ağlamış ki gözünden de dereler akmaya başlamış. Acı dolu gözlerle kafasını kaldırdığında yanı başında bir kadının durduğunu görmüş. Kadın: “Neden ağlıyorsun küçük İki Göz?” diye sormuş. İki Göz cevap vermiş: “Ben ağlamayayım da kim ağlasın? Diğer insanlar gibi iki gözüm var diye annem ve kız kardeşlerim benden nefret ediyorlar, beni itip kakıyorlar, hatta bana eski kıyafetler ve yemek olarak artık yiyeceklerini veriyorlar. Bugün o kadar az yemek verdiler ki karnım hâlâ çok aç.” Bunun üzerine yaşlı kadın şöyle demiş: “Sil gözyaşlarını İki Göz. Sana öyle bir şey söyleyeceğim ki bir daha hiç acı çekmeyeceksin. Sadece keçine şöyle söyle: ‘Mele küçük keçim, mele! Masayı yiyeceklerle süsle.’ ”

“Önüne serilen bir masada, kocaman bir sofranın gözlerinin önünde kurulduğunu göreceksin; masanın üzeri canının istediği kadar yiyebileceğin en lezzetli yemeklerle dolu olacak. Artık masaya ihtiyacın kalmadığında da sadece: ‘Mele küçük keçim, mele diye dua ederim. Masayı uzak bir yere götür, rica ederim.’ demelisin.”

Yaşlı kadın, bu sözleri söyledikten sonra gözden kaybolmuş.

İki Göz hemen: “Bir deneme yapmalıyım ve kadının söyledikleri doğru mu anlamalıyım çünkü çok açım.” diye düşünmüş. “Mele küçük keçim, mele! Masayı yiyeceklerle süsle.” der demez üzerinde tabak, bıçak, çatal ve gümüş kaşığın bulunduğu beyaz örtülü küçük bir masa belirivermiş. Masanın üzeri mutfaktan yeni çıkmış gibi dumanı üstünde tüten en lezzetli yemeklerle doluymuş. Sonra İki Göz, bildiği en kısa duayı okumuş: “Allah’ım, her daim yanımızda ol. Âmin.”

Ardından, afiyetle yemek yemeye koyulmuş. Karnını doyurduktan sonra yaşlı bilge kadının öğrettiği gibi: “Mele küçük keçim, mele diye dua ederim. Masayı uzak bir yere götür, rica ederim.” demiş ve anında masa da üzerindeki her şey de gözden kayboluvermiş. “Böyle bir yaşam sürmek ne kadar da güzel.” diye düşünmüş İki Göz ve bir hayli mutlu olmuş. Akşam, keçisiyle eve döndüğünde kız kardeşlerinin hazırladığı çömlek tabağın içinde biraz yemek bulmuş ancak dokunmamış bile. Ertesi gün, yine kendisine bırakılan birkaç parça yemeğe dokunmadan evden ayrılarak keçisiyle dışarı çıkmış.

İlk iki seferde kız kardeşleri onun yemeden bırakıp gittiğini fark etmemişler bile ancak her gün aynı şey olmaya başladığında sonunda gözlerine çarpmış ve: “İki Göz ile ilgili yanlış olan bir şeyler var, yemeğin tadına bile bakmıyor, eskiden verilen her şeyi yiyip bitirirdi; yemeğe ulaşmanın başka yollarını keşfetmiş olmalı.” diye düşünmüşler. Gerçeği öğrenebilmek için Tek Göz’ü, İki Göz ile birlikte çayıra yollamaya; İki Göz’ün orada neler yaptığını ve birinin ona yemek getirip getirmediğini gözetlemeye karar vermişler. Ve böylece İki Göz tekrar yola çıkacağı sırada Tek Göz ona: “Çayıra ben de seninle geleceğim. Keçiye iyi bakabiliyor musun, onu otlak yerlere götürüyor musun diye bir bakacağım.” demiş. Ancak İki Göz, kız kardeşinin aklındakileri hemen anlamış ve keçiyi çayırın en yüksek yerine çıkarmış. “Gel Tek Göz, gel; oturalım ve sana bir şarkı söyleyeyim” demiş. Tek Göz oturmuş, alışkın olmadığı yürüyüş ve sıcaklık sebebiyle yorgun düşmüş. İki Göz, Tek Göz’ü; hiçbir şeyi anlamaya fırsatı olmadan tek gözünü kapatıp uykuya dalana kadar izlemiş. Ardından da:

Tek Göz’üm uyanık mısın?

Tek Göz’üm uyu artık, diye şarkı söylemiş. Bunu gören İki Göz: “Mele küçük keçim, mele. Masayı yemeklerle süsle.” demiş ve masaya oturup doyana kadar yiyip içmiş. Sonra: “Mele küçük keçim, mele diye dua ederim. Masayı uzak bir yere götür, rica ederim.” dediğinde masa hemen yok olmuş.

Tek Göz uyandıktan sonra İki Göz ona şöyle demiş: “Tek Göz; hem keçiye bakmak istiyorsun hem de uykuya dalıyorsun, bu sırada keçi bütün dünyayı dolaşabilir. Gel, eve geri dönelim.”

Bunun üzerine eve dönmüşler ama İki Göz, yemeğine yine azıcık bile dokunmamış. Tek Göz, annesine neden yemeğin yenmediğini söyleyememiş ve kendisini affettirmek için: “Dışarıdayken uyuyakaldım.” demiş. Ertesi gün annesi Üç Göz’e: “Bu sefer sen gidip gözetleyeceksin. Dışarıdayken bir şeyler yiyor mu, biri ona yemek getiriyor mu diye sen bakacaksın.” demiş. Böylece Üç Göz, İki Göz’e: “Ben de seninle geleceğim. Keçiye iyi bakabiliyor musun, onu otlak yerlere götürüyor musun diye bir bakacağım.” demiş.

Ama İki Göz, Üç Göz’ün aklında neler olduğunu biliyormuş. Keçiyi yüksek çayıra çıkardıktan sonra: “Oturalım da sana şarkı söyleyeyim.” demiş Üç Göz’e. Yürüyüşten ve güneşin sıcağından yorulan Üç Göz oturmuş ve İki Göz daha önce olduğu gibi aynı şarkıyı söylemeye başlamış:

Üç Göz, görüyor musun?

Fakat sonra Üç Göz, uyuyor musun? diyeceğine, dalgınlıkla:

İki Göz, uyuyor musun? diye söylemiş durmuş şarkıyı.

Üç Göz uyanık mısın, İki Göz uyuyor musun?

Daha sonra Üç Göz’ün iki gözü uyuyakalmış ama üçüncüsü şarkıda adı geçmediği için uyumamış. Üç Göz’ün bütün gözlerini kapattığı doğruymuş ama üçüncü göz, kurnazlık yaparak uyuyor numarası yapmış ve gözünü kısarak her şeyi görmeye devam etmiş. İki Göz, kardeşi Üç Göz’ün uyuduğunu sanarak duasını söylemiş: “Mele küçük keçim, mele! Masayı yemeklerle süsle.” demiş ve canının istediği kadar yedikten sonra masaya kaybolmasını emretmiş. Ardından: “Mele küçük keçim, mele diye dua ederim. Masayı uzak bir yere götür, rica ederim.”

Üç Göz bu sırada her şeyi görüyormüş. Daha sonra İki Göz gelmiş, kardeşini uyandırmış ve: “Uyudun mu, Üç Göz? Harika bir bakıcısın! Hadi gel, eve gidelim.” demiş. Eve geldiklerinde İki Göz yine bir şey yememiş ve Üç Göz, annesine: “Artık bu asil ruhlu neden yemek yemiyor, biliyorum. Dışarıdayken keçiye: ‘Mele küçük keçim, mele! Masayı yemeklerle süsle.’ diyor ve üzerinde bizim burada sahip olduğumuzdan çok daha iyi yemeklerle dolu bir masa ortaya çıkıyor, o da oradan istediği kadar yedikten sonra: ‘Mele küçük keçim, mele diye dua ederim. Masayı uzak bir yere götür, rica ederim.’ diyor ve her şey gözden kayboluyor. Her şeyi gördüm. Gözlerimden ikisini şarkılar söyleyerek uyuttu ancak şanslıyım ki alnımdaki üçüncü gözüm açık kaldı.” demiş.

Ardından kıskanç anne: “Demek bizden daha iyi bir hayat sürüyorsun! Hevesin batsın!” diye bağırmış ve kasap bıçağını alıp keçinin kalbine saplamış. Keçi oracıkta ölmüş.

İki Göz olup biteni görünce çok üzülmüş ve çayırın ucundaki tepede çimenliğe oturup ağlamış. Birden yaşlı kadın, yine yanında belirivermiş ve: “İki Göz, neden ağlıyorsun?” demiş.

“Ağlamayayım da ne yapayım?” diye cevap vermiş İki Göz. “Her gün masamı yemeklerle donatan keçi, annem tarafından öldürüldü ve yine açlığa dayanmak zorunda kalacağım.” demiş. Kadın: “İki Göz, sana bir tavsiye vereyim; kız kardeşlerinden öldürülmüş olan keçinin bağırsaklarını iste ve evinizin önündeki toprağa göm. Servete kavuşacaksın.” demiş ve gözden kaybolmuş. İki Göz eve gitmiş ve kız kardeşlerine: “Sevgili kardeşlerim, bana keçimin bazı kısımlarını verin, iyi yerlerini istemiyorum;

bana bağırsaklarını verin, yeter.” demiş. Kardeşleri kahkahalar atıp: “Eğer istediğin buysa al senin olsun.” demişler. Böylece İki Göz bağırsakları almış ve kadının söylemiş olduğu üzere gecenin bir vakti, sessizce evinin ön kapısının oraya gömmüş.

Ertesi sabah herkes uyanıp da evin kapısına doğru gittiğinde muhteşem bir göz alıcılıkla duran, gümüş yapraklı, üzerinde altın elmaları olan bir ağaç bulmuşlar. Dünya üzerinde ondan daha güzel ve kıymetli başka bir şey olamazmış. Ağacın bir gecede oraya nasıl geldiğini anlamamışlar ama İki Göz ağacın tam da keçinin bağırsaklarını gömdüğü yerden büyüdüğünü fark etmiş. Sonra anne, Tek Göz’e: “Tırman çocuğum ve ağacın meyvelerinden topla biraz.” demiş. Tek Göz tırmanmış ancak altın elmaları toplayacakken dal elinden kayıp gitmiş, bu yüzden bir tane bile elma toplayamamış. Sonra, anne: “Üç Göz, sen tırman; üç gözünle Tek Göz’den daha iyi görürsün.” demiş. Tek Göz aşağı inmiş, Üç Göz tırmanmış. Üç Göz daha yetenekli gibiymiş, istediği yerlere bakabiliyormuş ancak altın elmalar ondan da kaçıyormuş. Sonunda annesi de sabırsızlanmış ve tırmanmış ama elini sürekli boşa salladığı için Tek Göz ve Üç Göz’den daha başarılı olamamış.

Daha sonra, İki Göz: “Sadece tırmanacağım belki daha başarılı olurum.” demiş. Kardeşleri: “Sen gerçekten o iki gözünle başarılı olacağını mı sanıyorsun?” demişler. Ancak İki Göz ağaca çıktığında elmalar ondan kaçmamışlar ve kendi istekleriyle eline gelivermişler birbiri ardına, toplayabilsin diye. Sonunda bir önlük dolusu elmayla aşağı inmiş. Annesi hemen elmaları almış ve ona daha iyi davranacağına, sırf meyveleri toplayabildi diye onu kıskanıp daha da kötü davranmaya başlamış.

Bir gün herkes ağacın yanında dururken genç bir şövalye yanlarına yaklaşmış. “Çabuk, İki Göz!” diye bağrışmış iki kız kardeş. “Şunun altına saklan da bizi rezil etme.” demişler ve bütün süratleriyle yanlarında duran boş fıçıyı İki Göz’ün üzerine kapatıp toplamış olduğu altın meyveleri de bu boş fıçının altına itmişler. Şövalye daha da yaklaştığında yakışıklı bir lord olduğu anlaşılmış. Lord, durup bu gümüş ve altınla dolu muhteşem ağaca hayranlıkla bakmış. “Bu güzel ağaç kime ait? Bu ağaçtan bana bir dal bahşeden, karşılığında dilesin benden ne dilerse.” demiş. Tek Göz ile Üç Göz, ağacın kendilerine ait olduğunu ve dalı ona vereceklerini söylemişler.

İkisi de çok uğraşmış ama dallar ve meyveler kaçtıkları için başarılı olamamışlar. Sonra şövalye: “Ağacın size ait olması ama sizin bir dal dahi koparamamanız çok ilginç.” demiş. İki kardeş yine de ağacın kendilerinin olduğunu iddia etmiş. Tam da bu sırada gerçeği söylemedikleri için Tek Göz ve Üç Göz’e sinirlenen İki Göz, fıçının altından iki adet elmayı şövalyenin ayağına doğru yuvarlayıvermiş. Elmaları gören şövalye, hayretler içinde kalmış ve elmaların nereden geldiğini sormuş. Tek Göz ve Üç Göz sıradan insanlar gibi iki gözü olduğu için kendisini göstermesine müsaade etmedikleri üçüncü bir kız kardeşleri daha olduğu cevabını vermişler. Ancak şövalye onu görmekte ısrar etmiş ve bağırmış: “İki Göz, çık ortaya!”

Daha sonra İki Göz, içi rahat bir şekilde fıçının altından çıkmış ve şövalye onun güzelliğine şaşırarak: “Sen, İki Göz, gerçekten benim için bir dal koparabilir misin?” diye sormuş. “Evet.” demiş İki Göz. “Ağaç bana ait olduğu için kesinlikle yapabilirim.”

Sonra ağaca tırmanmış, kolaylıkla gümüş yapraklı ve altın meyveli dalı koparıp şövalyeye vermiş. Şövalye ona: “İki Göz, ne istersin benden bunun karşılığında?” diye sormuş. “Yazık bana.” demiş İki Göz. “Sabahın ilk saatlerinden, gecenin geç saatlerine kadar açlık, susuzluk ve keder içinde acı çekiyorum. Eğer beni yanında götürür ve bunlardan kurtarırsan mutlu olurum.”

Böylece şövalye İki Göz’ü atına almış; onu evine, babasının şatosuna götürmüş; ona güzel elbiseler almış ve istediği kadar et ile içecek vermiş. Sonra da ona âşık olduğu için dillere destan bir düğünle evlenmiş.

İki Göz, yakışıklı şövalye tarafından götürüldüğünde iki kız kardeşi hasetlerinden çatlamışlar. “Bu muhteşem ağaç, yine de bizimle birlikte.” diye avunarak: “Her ne kadar biz meyvelerini toplayamasak da herkes bu ağacı seyredecek, bize gelecekler ve hayran olacaklar. Kim bilir bizi ne güzellikler bekliyordur…” diye düşünmüşler. Ancak ertesi sabah ağaç kaybolmuş ve bütün umutları sönmüş, gitmiş. İki Göz ise küçük odasının penceresinden her baktığında ağacı gördüğüne çok mutlu olmuş çünkü ağaç hep onu takip etmiş ve camının önünde durmuş.

İki Göz hep mutlu yaşamış. Bir keresinde, iki kadın kalesine gelip sadaka istemiş. İki Göz onlara bakıp kim olduklarını hemen anlamış, bu gelenler kız kardeşleriymiş. Tek Göz ve Üç Göz, o kadar açlık içindelermiş ki dolaşıp dilencilik yapmak zorunda kalmışlar. Ancak İki Göz onlara kucak açmış, nazik davranmış ve isteklerini yerine getirmiş; öyle ki gençliklerinde kız kardeşlerine yaptıkları fenalıklar için her ikisi de bütün kalpleriyle tövbe etmişler.

Zembil, Şapka ve Borazan

Bir zamanlar üç erkek kardeş varmış. Üçü de günden güne o kadar fakir düşmüş ki hiç yiyecekleri kalmamış.

Aralarında konuşmuşlar ve: “Bu böyle gidemez, yollara düşelim ve talihimizi arayalım.” diyerek yola çıkmışlar. Az gitmişler uz gitmişler, dere tepe düz gitmişler ama talih yüzlerine hiç gülmemiş. Derken günün birinde koskoca bir ormana gelmişler. Bu ormanın ortasında bir dağ varmış. Yaklaştıklarında bu dağın gümüşten olduğunu görmüşler. En büyük oğlan: “Ben kendi talihimi buldum, bundan daha fazlasını istemem.” demiş ve bu dağdan taşıyabildiği kadar gümüş alarak tekrar eve dönmüş.

Diğer iki kardeş: “Biz daha fazlasını istiyoruz, sadece gümüşle yetinmeyiz.” diyerek dağa hiç el sürmeden yollarına devam etmişler. Birkaç gün gittikten sonra bir dağa daha ulaşmışlar. Bütün dağ altındanmış. Ortanca oğlan durup düşünmüş, kendinden pek emin olamamış. “Ne yapsam? Buradan altın alıp da ömrümün sonuna kadar rahat mı yaşasam yoksa yoluma devam mı etsem?” diye söylenmiş. Sonunda ceplerini altınla doldurarak ve kardeşine “Hoşça kal.” diyerek eve dönmüş. Üçüncü oğlan: “Gümüşle altın bana vız gelir; ben talihimi küstürmeyeceğim belki daha iyi bir ödül alırım.” diyerek yoluna devam etmiş. Üç gün sonra ilkinden çok daha büyük, ucu bucağı belli olmayan ikinci bir ormana gelmiş. Ne yiyeceği ne de içeceği kaldığı için neredeyse ölecekmiş. Bu yüzden ormanın sonunu görebilmek amacıyla bir ağaca tırmanmış ama nereye baktıysa ağaç tepelerinden başka bir şey görememiş ve ağaçtan inmeyi düşünmüş. Açlık canına o kadar tak etmiş ki: “Bir kere karnımı doyursam, başka bir şey istemem.” diye söylenmiş. Aşağı iner inmez ağacın altında, üstü mis gibi kokan yemeklerle dolu bir masa görünce çok şaşırmış.

“Bu kez isteğim tam zamanında gerçekleşti.” diye mırıldanarak yemeği kimin pişirdiğini, kimin getirdiğini sorgu sual etmeden sofraya oturmuş ve karnı doyana kadar afiyetle yemiş. Daha sonra: “Şu incecik beyaz masa örtüsü bu ormanda kalırsa paralanıp gider, yazık olur.” diyerek örtüyü özenle katlayıp cebine koymuş. Sonra yoluna devam etmiş ve akşam yine karnı acıkınca örtüyü çıkarıp sermiş.

“Keşke yine üstünde güzel yemekler olsa.” demiş ve bu sözcükler ağzından çıkar çıkmaz tabaklar dolusu leziz yemekler sofrayı doldurmuş.

“Bu yemeklerin hangi mutfakta piştiğini anladım, ben bunu altın ve gümüş dağlara tercih ederim.” demiş.

Yine de bu örtü onu, dünyayı dolaşarak talihini aramaktan alıkoyamamış. Bir akşam ıssız bir ormanda, üstü başı kapkara bir oduncuya rastlamış. Kömür yakmış, ocağa patates sürmüş, yemek hazırlıyormuş.

“Merhaba, kardeş, ne yapıyorsun buralarda yapayalnız?” diye sormuş.

“Her gün yaptığım şeyi.” diye karşılık vermiş ormancı. “Her akşam patates yiyorum, misafirim olmak ister misin?”

“Çok teşekkür ederim ama bana ikram edersen sana bir şey kalmayacak. Asıl sen benim misafirim ol!” demiş adam.

“Sofrayı kim kuracak peki? Bakıyorum da yanında hiçbir şey yok. Birkaç saat etrafa göz atsan da yiyecek bir şey bulamazsın.”

“Merak etme, karnın doyacak. Şimdiye kadar hiç böyle lezzetli yemekler yememişsindir.” diyen oğlan, cebinden çıkardığı örtüyü yere sermiş. “Kurul sofram.” der demez ocaktan yeni çıkmış gibi mis kokulu, hem haşlanmış hem de kızarmış etlerin olduğu güzel bir sofra kurulmuş. Oduncunun gözleri fal taşı gibi açılmış, karşısındakinden rica beklemeden yemeklere saldırmış, koca koca lokmaları mideye indirmiş. Yemekten sonra oduncu kıs kıs gülerek şöyle demiş: “Dinle, senin bu örtün alkışı hak etti. Tam bana göre çünkü bu ormanda bana yemek pişirecek hiç kimse yok. Sana bir öneride bulunacağım. Şu köşede bir asker zembili var, her ne kadar gösterişsiz ve eski de olsa mucizevi bir güce sahip. Benim artık ona ihtiyacım olmadığı için istersen örtüyle değişebiliriz.”

“Önce onun nasıl bir güce sahip olduğunu bilmek isterim ama.” diye karşılık vermiş oğlan.

“Söyleyeyim.” demiş oduncu. “Ne zaman elinle üzerine hafifçe vursan, içinden tepeden tırnağa silahlı altı adam çıkar ve sen ne istersen alıp getirirler.”

“Peki, değişelim o zaman.” diyen oğlan, oduncuya örtüyü verdikten sonra duvara asılı zembili sırtlamış ve vedalaşarak oradan ayrılmış.

Bir süre yol aldıktan sonra zembilin gücünü denemek isteyerek eliyle vurmuş. Hemen içinden altı tane savaşçı çıkmış:

“Efendimiz, hükümdarımız ne buyurur?” diye sormuşlar.

“Hemen oduncunun yanına varın ve benim örtümü alıp getirin!”

Adamlar çok geçmeden, oduncuya hiç soru sormadan örtüyü alıp getirmişler. Oğlan yine yoluna devam etmiş. Bu kez talihinin daha da yaver gitmesini diliyormuş.

Güneş batarken ateşte akşam yemeği hazırlayan bir başka oduncuya rastlamış. Üstü başı kurum içinde kalmış olan oduncu: “Benimle yemek yer misin?” diye sormuş. “Patatesle tuz var, tereyağı yok, gel otur!”

“Hayır.” diye cevap vermiş oğlan. “Sen benim misafirim ol!”

Derken örtüsünü yere yaymış ve yine en güzel yemekler ortaya çıkıvermiş. Birlikte yiyip içmişler, her şey harikaymış.

Yemekten sonra oduncu: “Şu yukarıdaki ranzada eski ve yıpranmış bir şapka var. Çok özel bir şapka bu. Başına geçirip de şöyle bir çevirirsen tepeden tırnağa silahlı on iki asker çıkıp önüne gelen her şeyi vurup harap eder, hiç kimse onlara karşı gelemez.” demiş. “Ama bunun bana artık bir yararı yok. İstersen senin şu örtünle değişelim.”

“Fena olmaz.” diye cevap veren oğlan, şapkayı başına takarak örtüyü oduncuya bırakmış. Bir süre yol aldıktan sonra zembiline eliyle vurmuş, içinden çıkan askerlere gidip örtüyü almalarını emretmiş.

“Talihim yaver gidiyor.” diye düşünmüş. “Ama bu yeterli değil.”

Nitekim yanılmamış. Ertesi gün yine patates kızartmakta olan üçüncü bir oduncuya rastlamış. Ve onu, örtüsünün hazırladığı sofraya buyur etmiş. Yemek oduncunun o kadar hoşuna gitmiş ki masa örtüsü karşılığında oğlana bir borazan teklif etmiş. Bunun şapkadan daha başka bir özelliği varmış. Bir üfledin mi tüm surlar, kaleler ve şehirler, yüzlerce köy, hepsi anında yıkılıp yok oluverirmiş! Oğlan örtüyü oduncuya vermiş ama sonra yine adamlarını gönderip geri almış. Böylece zembil, şapka ve borazan onun olmuş!

“Artık ben kudretli bir adam oldum. Eve dönmemin zamanı geldi, bakayım kardeşlerim ne yapıyor.” diye düşünmüş. Eve döndüğünde kardeşlerinin altın ve gümüşten çok güzel bir ev yapıp, har vurup harman savurmakta olduklarını görmüş. Yanlarına gidince üzerinde yırtık pırtık bir elbise, başında eski bir şapka, sırtında da bir zembil olduğu için kardeşleri onu tanımamış. Onunla alay ederek: “Sen altın ve gümüşü reddederek daha güzel bir talih peşinde koşan kardeşimiz olduğunu söylüyorsun. Gerçekten kendisi çıkagelmiş olsaydı kuşkusuz, krallara yakışan bir kıyafette gelirdi, bir dilenci gibi değil.” diyerek onu kapı dışarı etmişler. Oğlan öfkelenerek içinden yüz elli asker çıkıncaya kadar zembiline vurmuş. Onlara evi kuşatmalarını, kardeşlerini derileri kabarıncaya dek kızılcık sopasıyla dövmelerini istemiş.

Şehir halkı toplanmış ama askerlerle baş edemeyince krala haber vermişler. Kral şehre, subaylarından bir yüzbaşıyı göndermiş. Ama zembilli oğlan çok daha fazla sayıda savaşçı çıkarınca yüzbaşı tüm askerlerini geri çekmiş. Kral: “Bu adamı yakalamak lazım.” diyerek ertesi gün daha fazla kuvvet göndermiş ama onlar daha da az başarı göstermiş. Oğlan, karşısına aldığı halkın üstesinden bir an önce gelmek istediği için başındaki şapkasını birkaç kez döndürünce ağır toplar atılmış ve kralın adamları yenilgiye uğrayarak kaçıp gitmişler.

“Kralın kızıyla evlenmeden ve tüm krallığı elime geçirmeden bu halka rahat vermeyeceğim.” diye krala haber göndermiş. Kral, kızıyla konuşmuş. “Bu adam çetin cevizmiş! Onun istediğini yapmaktan başka çarem yok. Barışın sağlanması ve tacımı korumam için seni ona vermek zorundayım.”

Sonunda düğün yapılmış ama sırtında zembil, başında eski bir şapka taşıyan kocasının vicdansız bir adam olması; kral kızının canını çok sıkmış. “Ondan nasıl kurtulsam?” diye gece gündüz düşünüp durmuş. “Acaba onun bu mucizevi gücü, zembilden kaynaklanıyor olmasın.” düşüncesi aklına gelmiş. Sonra ona sevgi göstererek kalbini kazanmayı becermiş ve bir gün: “Şu eski zembili boynundan çıkarıp bir kenara koysana, seni o kadar çirkinleştiriyor ki senin adına utanıyorum.” demiş.

“Bak hayatım, bu benim en büyük hazinem. O boynumda asılı olduğu sürece hiçbir güçten korkmam ben.” diyen oğlan, ona zembilin kerametini anlatmış. Kadın onun boynuna atılarak öper gibi yapıp, birden zembili alıp kaçmış. Yalnız kalınca da zembile vurarak içinden çıkan savaşçılara eski efendilerini tutuklayıp sarayın zindanına atmalarını emretmiş. İkiyüzlü kadın, daha fazla adam toplayarak onu sürgüne yollamak istemiş. Eğer şapkası olmasaymış oğlan bu mücadeleyi kaybedecekmiş. Elleri serbest kalır kalmaz şapkasını birkaç kez döndürmüş ve ağır toplar ortalığı darmaduman etmiş.

Kralın kızı gelerek oğlandan merhamet dilemiş. Onca yalvarış karşısında oğlan onu affetmiş. Bu defa kız ona çok yakınlık göstermiş, hep onu sever gibi yaparak kandırmış ve bir süre sonra sırrını öğrenmiş. Yani zembile sahip olan kişinin her türlü gücü elinde tuttuğunu ama şapkasız bunun bir işe yaramayacağını biliyormuş artık. Kocasının uyumasını bekledikten sonra şapkasını almış ve onu sokağa attırmış. Ne var ki borazan hâlâ oğlandaymış, tüm gücüyle onu üflemiş. O anda surlar, kaleler, şehirler ve köyler hepsi birden yıkılıp yerle bir olmuş. Bu sırada kral ile kızı da ölmüş. Eğer borazanı biraz daha üflemiş olsaymış, taş üstünde taş kalmazmış. Böylece kimse ona karşı çıkamamış ve tüm krallığı ele geçiren oğlan, kral olmuş.

Ücretsiz ön izlemeyi tamamladınız.

Türler ve etiketler

Yaş sınırı:
0+
Litres'teki yayın tarihi:
09 ağustos 2023
Hacim:
845 s. 43 illüstrasyon
ISBN:
978-625-6862-83-8
Yayıncı:
Telif hakkı:
Elips Kitap
Metin PDF
Средний рейтинг 5 на основе 1 оценок
Metin PDF
Средний рейтинг 5 на основе 8 оценок
Metin
Средний рейтинг 4,9 на основе 9 оценок
Ses
Средний рейтинг 4,9 на основе 113 оценок
Metin PDF
Средний рейтинг 3,8 на основе 4 оценок
Metin PDF
Средний рейтинг 0 на основе 0 оценок
Birma xalq ertaklari
Народное творчество (Фольклор)
Metin PDF
Средний рейтинг 0 на основе 0 оценок
Metin PDF
Средний рейтинг 5 на основе 1 оценок
Metin PDF
Средний рейтинг 3,5 на основе 6 оценок
Metin
Средний рейтинг 0 на основе 0 оценок
Metin
Средний рейтинг 0 на основе 0 оценок
Ses
Средний рейтинг 4 на основе 1 оценок
Ses
Средний рейтинг 4,4 на основе 7 оценок
Metin, ses formatı mevcut
Средний рейтинг 3,8 на основе 4 оценок
Metin
Средний рейтинг 5 на основе 3 оценок
Metin PDF
Средний рейтинг 5 на основе 1 оценок
Metin
Средний рейтинг 5 на основе 3 оценок
Metin
Средний рейтинг 0 на основе 0 оценок