Sadece LitRes`te okuyun

Kitap dosya olarak indirilemez ancak uygulamamız üzerinden veya online olarak web sitemizden okunabilir.

Kitabı oku: «Usta ile Margarita», sayfa 4

Yazı tipi:

“İşte, Naşa Marka sigaraları.”

Tabakada Naşa Marka sigaralarının bulunmasından çok, tabakanın kendisi, Genel Yayın Müdürü’yle Şair’i şaşırtmıştı. Kapağı, mavili beyazlı binlerce parıltı saçan elmas bir üçgenle süslü, akıl almaz boyutlarda altın bir tabakaydı bu.

İki edebiyatçının düşünceleri, farklı yönlere kaydı.

Berlioz, “Evet, bu adam yabancı!” derken, Biezdomni, “Cehenneme kadar yolu var artık,” diye söyleniyordu.

Şair ve tabakanın sahibi birer sigara alıp yaktılar.

Sigara içmeyen Berlioz da reddetti.

Tartışmayı sürdürmeye kararlı olan Berlioz, “Ona karşı söylenmesi gereken şu,” diye düşünüyordu. “Evet, insanoğlu ölümlü, kimse bu gerçeği yadsıyamaz. Ama asıl önemlisi…”

Yabancı, ağzını açmasına bile fırsat vermedi:

“Evet, insanoğlu ölümlü,” dedi. “Ama bu kadarla kalsa çok önemli değil. İşin kötüsü, insan hiç beklenmedik bir anda ölüyor. İşte işin püf noktası bu. Ve insan, akşama ne yapacağını bile bilecek durumda değil.”

“Sorunu, ne kadar da saçma bir biçimde ortaya koyuyor,” diye düşünen Berlioz, karşılık verdi: “Burada ileri gidiyorsunuz. Örneğin ben, bu akşam ne yapacağımı aşağı yukarı biliyorum. Tabii, Bronnaya Sokağı’nda başıma kiremit düşmezse…”

“Nerede olursa olsun, hiç kimsenin kafasına durup dururken kiremit düşmez,” diyerek büyük bir ciddiyetle onun sözünü kesti yabancı. “Sizin, özellikle bu yönde çekinmeniz gereken bir şey yok. Başka türlü öleceksiniz siz.”

Berlioz, iyiden iyiye saçmalaşan konuşmayı sürdürmeye kararlı, çok açık bir alaycılıkla sordu: “Herhalde, nasıl öleceğimi tam olarak biliyorsunuzdur? Bana söyler misiniz?”

“Sevinerek,” diye karşılık verdi yabancı. Bakışlarıyla Berlioz’u ölçtü, biçti, sanki sırtına elbise dikecekmişçesine. Dişlerinin arasından, “Bir, iki… Merkür ikinci burçta… Ay kayboldu… Altı –akşama bir felaket– yedi…” diye mırıldandı. Ardından da neşe içinde haykırdı: “Başınızı kesecekler!”

Bu saygısızlık karşısında şaşkına dönen Biezdomni patavatsız yabancıyı nefretle süzdü.

Berlioz, kıs kıs gülerek sordu: “Öyle mi? Kim kesecek? Düşman mı? Müdahaleciler mi?”

“Hayır,” dedi öteki. “Komünist Gençlik Örgütü’nden bir Rus kadını.”

Bu tatsız şakadan hoşlanmayan Berlioz, “Hımm!” diye homurdandı. “Özür dilerim, ama pek akıl alır gibi değil.”

“Asıl ben sizden özür dilerim,” dedi yabancı, “ama söylediğim gerçeğin ta kendisi. Ha, öyle ya, eğer sır değilse, bu akşam ne yapmayı düşündüğünüzü sormak istiyordum.”

“Sır değil elbette. İlkin Sadovaya Caddesi’ndeki evime gideceğim. Akşam saat onda da, MASSOLİT’teki toplantıya başkanlık edeceğim.”

Yabancı, “Hayır, bu kesinlikle olamaz!” dedi.

“Neden?”

Yabancı, gözlerini kırpıştırarak, akşam serinliğinde hızlı hızlı kanat çırparak gökyüzünde çizgiler çizen kara kuşlara baktı.

“Çünkü Annuşka, ayçiçeğiyağını aldı bir kere. Almakla da kalmadı, üstelik devirip döktü. Bu nedenle toplantı yapılamayacak.”

Tahmin edebileceğiniz gibi, ıhlamurların altına sessizlik çökmüştü.

Saçma sapan konuşup duran gevezeyi tepeden tırnağa süzen Berlioz, bir anlık sessizlikten sonra, “Kusura, bakmayın ama,” dedi, “ayçiçeğiyağının burada işi ne? Annuşka da kim oluyor?”

Bir anda bu can sıkıcı adama savaş açmaya karar verdiği görülen Biezdomni, “Ben size, ayçiçeğiyağının burada ne işi olduğunu söyleyeceğim,” dedi. “Bakar mısınız buraya yoldaş! Sakın siz, bir akıl hastalığı kliniğinde bulunmuş olmayasınız?”

Mihail Aleksandroviç, alçak sesle, “İvan!” diye atıldı.

Ama yabancı, hiç de hakarete uğramış gibi değildi. Şen bir kahkaha attı, “Elbette, elbette, hem de bir kereden fazla bulundum,” dedi gülerek. Oysa, Şair’den ayırmadığı tek gözü gülmüyordu. “Nerede bulunmadım ki ben? Tek canımı sıkan, profesöre şizofreninin ne olduğunu sormamış olmam. Eh bunu da ona siz sorarsınız İvan Nikolayeviç!”

“Adımı nereden biliyorsunuz!”

“Aman İvan Nikolayeviç, sizi tanımayan mı var?” Cebinden bir önceki günün Literaturnaya Gazeta’sını çıkardı. İvan Nikolayeviç, birinci sayfada yazdığı şiirlerin yanında fotoğrafının da yer aldığını görebildi. Oysa bir gün önce onu sevindiren, başarı ve ününün bu elle tutulur belirtisi şimdi hiç hoşuna gitmiyordu.

Yüzü sarararak, “Kusura bakmayın, bizi bir dakika yalnız bırakır mısınız?” dedi. “Dostuma söyleyeceklerim var da.”

“Tabii! Memnuniyetle!” diye bağırdı yabancı. “Ihlamurlar altında insan o kadar rahat eder ki. Hem, acelem de yok.”

Şair, Berlioz’u köşeye çekti, “Dinle Mişa10,” diye fısıldadı. “Bu adam turist murist değil. Casusun biri. Aramıza sızan bir sığınmacı. Kâğıtlarını iste, yoksa kaçar ve…”

Berlioz, kuşkuyla, “Öyle mi dersin,” diye söylendi. İçinden de, “Haklı!” diye geçiriyordu.

Şair, kulağına eğildi.

“Emin ol, aptal numarası yapıp ağzımızdan laf almak istiyor. Rusçasının ne kadar iyi olduğunu görüyorsun!”

Şair, yan gözle yabancıya baktı. Tüymesinden korkuyordu.

“Gel, onu oyalamamız gerek. Yoksa kaçacak.”

Berlioz’un koluna yapışıp onu banka sürükledi.

Ayakta duran yabancının elinde, koyu gri kapaklı bir defter, kâğıdının en iyi cinsten olduğu anlaşılan kalın bir zarf, bir kartvizit vardı.

“Bağışlayın,” dedi, “konuşmanın heyecanıyla kendimi tanıtmayı unuttum gitti. İşte kartım, pasaportum, birtakım incelemelerde bulunmam için Moskova’ya gelmem için yollanan çağrı da bu.”

Yabancı, iki edebiyatçıyı utanç içinde bırakan derin bir bakışla bu anlamlı sözlerin altını çizdi. İkisi de allak bullak olmuştu.

Kendisine uzatılan kâğıtları saygılı bir hareketle iten Berlioz, “Hay aksi şeytan, hepsini duydu…” diye düşündü. Şair, kartvizite yan gözle bakmış, Latin harfleriyle basılmış “Profesör” sözcüğünü ve adamın adının baş harfi “W”yi görmüştü.

Genel Yayın Müdürü, şaşkın şaşkın, “Memnun olduk, memnun olduk!” diyebildi.

Yabancı da, kâğıtlarını el çabukluğuyla yok etti.

Bağlar böylece yeniden kurulunca üç adam banka oturdu.

“Demek, uzman olarak davetlisiniz Profesör?” dedi Berlioz.

“Evet, uzman olarak.”

“Şey… Alman mısınız?” dedi Biezdomni.

Profesör, “Ben mi?” diye sorup bir an durakladı. “Neyse… Evet, öyle isterseniz öyle olsun.”

“Rusçayı çok iyi konuşuyorsunuz,” dedi Biezdomni.

“Ben dil bilirim. Pek çok dili iyi bilirim hem de.”

“Hangi alanda uzmansınız?” diye sordu Berlioz.

“Kara büyü alanında uzmanım.”

Berlioz yerinden sıçrayarak, “Bir bu eksikti!” dedi kendi kendine.

“Buraya kara büyü uzmanı olarak mı çağrıldınız?” diye kekeledi.

“Tabii,” dedi Profesör. “Biliyor musunuz, kısa süre önce Devlet Kütüphanesi’nde, X. yüzyılın ünlü kara büyücüsü Gerberd d’Aurillac’ın gerçek elyazmaları bulundu. Yeryüzünde bu elyazmalarını çözebilecek tek uzman benim.”

İyiden iyiye rahatlayan Berlioz, büyük bir saygıyla, “Haaa! Demek tarihçisiniz?” diye sordu.

“Evet, tarihçiyim,” dedi bilgin. Ardından da, ortada hiçbir neden yokken ekledi: “Ve bu akşam, Patriarşiye Göleti Parkı’nın çevresinde ilginç olaylar olacak!”

Genel Yayın Müdürü ile Şair, yine apışıp kaldılar.

Profesör, yaklaşmaları için onlara işaret etti. İkisi de eğilince fısıldadı: “Bilin ki, İsa gerçekten yaşadı!”

Berlioz hızla doğruldu, biraz zorlama bir gülümsemeyle, “Bakın Profesör,” dedi, “engin bilginize büyük saygımız var. Ama bu konuda izin verirseniz, ayrı görüşlerdeyiz.”

Tuhaf Profesör, “Görüş mörüş söz konusu olamaz,” dedi. “İsa yaşadı, hepsi bu kadar!”

“Ama birkaç kanıt gerekmez mi?” diye atıldı Berlioz.

“Bütün kanıtlar gereksizdir!” diyerek onun sözünü kesti Profesör.

Gizemli bir biçimde dili hiç çalmadan, tatlı bir sesle anlatmaya başladı: “Her şey çok açık. 14 Nisan'da gün ağarırken Büyük Herodes Sarayı’nın iki kanadını ayıran avlunun sütunları altında…”

6

. (Rus.) Açılımı, Moskovskaya Assotsiatsiya Literatorov (Moskova Yazarlar Birliği). (Y.N.)

7

. (Rus.) Evsiz. (Y.N.)

8

. Solovets Adaları, Arhangelsk yakınındadır; orada inzivaya çekilmek için bir kale-manastır vardır. (Y.N.)

9

. (Rus.) Bizim Marka. (Y.N.)

10

. (Rus.) Mişa, “Mihail” adının kısaltması. Aile arasında ya da yakın dostlar tarafından kullanılır. (Y.N.)

2

Pontius Pilatus

14 Nisan günü, gün ağarırken Büyük Herodes Sarayı’nın iki kanadını ayıran avlunun sütunları altında, süvariler gibi ayak sürüyerek yürüyen, kan kırmızı astarlı koca bir beyaz pelerine bürünmüş bir adam göründü… Bu adam Filistin Valisi Pontius Pilatus’tu. Vali’nin yeryüzünde her şeyden çok nefret ettiği, gülsuyu kokusuydu. Gün ışıdığından beri bu koku peşini bırakmamıştı; bu, kötü geçecek bir günün habercisiydi.

Vali’ye, bahçedeki palmiyeler, servi ağaçları da gül kokuyormuş gibi geliyor, sanki muhafız kıtası askerlerinden yükselen deri ve ter kokusuna da hafif bir gül kokusu karışıyordu.

Vali’yle birlikte Kudüs’e gelen XII. Yıldırım Lejyonu’nun birinci bölüğünün yerleştiği sarayın arka salonlarından hafif bir duman yükseliyor, üst taraçadan avluya doluyordu; bölüğün aşçı yamaklarının sabah kahvaltısını hazırladıklarını gösteren bu acı dumana, şekerli ve inatçı bir gül kokusu karışıyordu.

“Ey tanrılar, tanrılar! Beni böyle cezalandırmanız için ne yaptım size?.. Hiç kuşkum yok, hep o dayanılmaz, önüne geçilmez… Kafamın yarısına işkence eden yarım baş ağrısı… Bu acıya karşı ilaç bulunamadı, kurtuluş yok… Hiç olmazsa başımı oynatmamaya çalışacağım…”

Fıskiyenin yanına, mozaiklerin üstüne çoktan bir koltuk çekmişlerdi. Vali, hiç kimseye bakmadan oturdu; elini, omuz seviyesine kaldırdı. Kâtiplerden biri saygıyla eline bir parşömen sıkıştırdı. Yüzünü buruşturmaktan kendini alamayan Vali göz ucuyla yazıyı okudu, parşömeni kâtibe uzattıktan sonra, güçlükle konuştu:

“Celile’den gelen suçlu mu? Olay, eyalet valisine yansıtıldı mı?”

“Evet efendim,” diye karşılık verdi kâtip.

“Ne oldu?”

“Eyalet valisi karar vermekten vazgeçti, Sanedrin’in11 ölüm cezasının onaylanmasını size bıraktı.”

Vali’nin yanağı biraz titredi, sonra kısık bir sesle emretti:

“Sanığı buraya getirin.”

Derhal, bahçe merdivenlerini tırmanarak avluya giren iki lejyoner, yaklaşık yirmi yedi yaşındaki bir adamı ite kaka valinin koltuğunun karşısına getirdiler. Upuzun, eski, yıpranmış, yırtık bir mavi ceket vardı üstünde; beyaz takkesi alnını çevreleyen ensiz bezle başına tutturulmuştu, elleri arkasına bağlıydı. Sol gözü iyice şişmişti, ağzının yarılan kenarından sızan kan kurumuştu. Vali’ye kuşku ve merakla bakıyordu.

Bir süre susan Vali, tatlı bir sesle Aramca sordu:

“Demek halkı kışkırtıp Kudüs Tapınağı’nı yıktırmak isteyen sensin?”

Vali, bu sözleri söylerken, bir heykel kadar hareketsizdi; yalnızca dudakları hafifçe oynadı; çünkü başını kasıp kavuran cehennem acısının etkisiyle sendelemekten korkuyordu.

Elleri bağlı adam, bir adım ilerleyip konuştu:

“İyi adam, inan ki…”

Hâlâ kaskatı duran, sesini de pek az yükselten Vali, hemen onun sözünü kesti:

“Bana mı iyi adam diyorsun? Yanıldın. Kudüs’te herkes, benim yırtıcı bir canavar olduğumu söylüyor. Söyledikleri de çok doğru.”

Aynı tekdüze sesle ekledi:

“Yüzbaşı Farezehri’ni buraya çağırın.”

Birinci bölüğün komutanı, takma adıyla Farezehri, aslında Yüzbaşı Marcus, Vali’nin önünde çakıldığında sanki taraça büyük bir gölgeyle kaplandı. Farezehri, lejyonun en uzun boylu askerini bir baş geçiyordu. Omuzları öyle genişti ki, neredeyse yeni doğmakta olan güneşi örtüyordu.

Vali, Yüzbaşı’yla Latince konuştu:

“Suçlu, bana ‘iyi adam’ dedi. Kendisini hemen götürüp bana ne denmesi gerektiğini öğretin. Sakat bırakmamaya çalışın yalnız.”

Kıpırdamadan duran Vali’nin dışında herkes, bakışlarıyla, tutukluya peşinden gelmesini işaret eden Farezehri Marcus’u izledi. Gittiği her yerde, genellikle boyundan ötürü gözler takılırdı Farezehri’ne; onu ilk görenler, fazladan, Yüzbaşı’nın yüzünün insan yüzü olmaktan çıktığını da eklerlerdi; yıllar önce burnu, bir Germen’in gürzüyle ezilmişti.

Marcus’un ağır kısa çizmeleri mozaiklerin üstünde şakladı, elleri bağlı adam sessizce onun peşinden yürüdü. Avluya sessizlik çöktü, derin bir sessizlik; bahçedeki güvercinlerin kuğurdamasıyla çeşme fıskiyesinin tatlı sesinden başka gürültü duyulmuyordu.

Vali, yerinden kalkıp başını fıskiyenin altına sokmak, hep öyle kalmak istiyordu. Ama bunun kendisine yararı olmazdı, biliyordu.

Farezehri, bahçeye doğru inerken bronz heykelin önünde nöbet tutan lejyonerlerden birinin kırbacını alıp önemsemez bir hareketle tutuklunun omzuna hafifçe vurdu. Yüzbaşı’nın darbesi hafif ve kayıtsızcaydı, ama elleri bağlı adam, bacakları kesilmişçesine hemen yere yığıldı. Ağzı açık, boğulur gibi çekti havayı ciğerlerine, yüzünde renk kalmadı; gözleri artık anlamsız bakıyordu.

Marcus, sol eliyle adamı yakaladı; boş bir çuvalmış gibi güçlük çekmeden kaldırdı, ayaklarının üstüne dikip genizden gelen bir sesle, Aramca, sözlüklerin kafasını gözünü yararak konuşmaya başladı:

“Romalı Vali’ye sen, ‘Hegemon’12 diyeceksin. Başka şey demeyeceksin. Kıpırdamayacaksın. Beni anladın mı, yoksa seni döveyim mi?”

Tutsak, olduğu yerde sallandı, düşecek gibi oldu, ama kendini toparladı. Yüzü renklendi, soluğu düzeldi, boğuk boğuk konuşmaya koyuldu:

“Anladım. Dövme beni.”

Az sonra yeniden Vali’nin karşısındaydı.

Vali, zayıf, acılı, bir sesle sordu:

“İsim?”

“Benim mi?” diye aceleyle sordu tutuklu.

Her halinde, aklı başında yanıtlar verip karşısındakini kızdırmamak isteği okunuyordu.

Vali, alçak sesle, “Benimki değil herhalde,” dedi. “Kendi adımı biliyorum. Olduğundan aptal görünmeye çalışma. Evet, adını sordum, senin adını.”

“Yeşu,” dedi tutsak, aceleyle.

“Takma adın var mı?”

“Ha-Nozri.”

“Nerelisin?”

“Gamla kentindenim,” dedi, başını sağa çevirip uzaklarda, kuzeyde bir yerde Gamla denen kentin bulunduğu yeri gösterdi.

“Anan baban kim senin?”

“Pek bilmiyorum,” dedi tutuklu, çabucak. “Anamı babamı hatırlamıyorum. Babamın Suriyeli olduğunu söylemişlerdi.”

“Nerede oturuyorsun?”

“Belli bir yerim yok,” diyerek utançla itiraf etti tutuklu. “Durmadan gezerim.”

“Daha kısa da söylenebilir bu. Tek kelimeyle serserisin! Ailen var mı?”

“Kimsem yok. Yeryüzünde tek başımayım.”

“Okudun mu?”

“Evet.”

“Aramcadan başka dil bilir misin?”

“Yunanca bilirim.”

Şiş bir gözkapağı kalktı, acıyla gölgelenen bir göz tutukluya dikildi. Öbür göz kapalıydı. Pilatus, Yunanca, “Demek halkı Kudüs Tapınağı’nı yıkmaya kışkırtan sensin?” dedi.

Tutuklu, canlanır gibi oldu, gözlerindeki korkulu anlatım silindi, Yunanca, “Ama iyi –yapacağı yanlışlık aklına gelince gözlerinden bir korku parıltısı geçti– ama Hegemon, hayatım boyunca binayı yıkmaya hiçbir zaman niyetlenmedim, kimseyi de böylesine delice bir iş için kışkırtmadım.” Alçak masanın üstüne eğilmiş, suçlunun sözlerini kaydeden kâtibin yüzünde büyük bir şaşkınlık belirdi. Başını kaldırdı, sonra hemen parşömene yöneldi.

“Bayram dolayısıyla, her türden yığınla insan kente akın ediyor. Aralarında sihirbazlar, müneccimler, kâhinler ve katiller var,” dedi Vali, tekdüze bir sesle. “Yalancılar da! Bak işte sen bir yalancısın. Burada yazıyor: ‘Halkı kışkırtıp tapınağı yıktırmak istedi.’ İşte tanıkların söyledikleri.”

“Bu iyi insanlar,” dedi tutuklu, sonra da aceleyle ekledi: “Hegemon… Hiç öğrenim görmemişler. Sözlerimi baştan sona ters anladılar. Ve bu yanlış anlamanın uzaması, artık beni korkutmaya başladı. Hepsi benimle ilgili bir yığın saçmalık yazan adamın yüzünden.”

Bir sessizlik oldu. Bu sefer, iki acılı göz de tutukluyu uzun uzun süzdü.

“Sana son kez söylüyorum; deli rolü yapmaktan vazgeç haydut,” dedi Pilatus, yumuşak bir sesle. “Senin hakkında, pek az yazılı şey var. Ama onlar da asılmana yeter.”

Ateşli bir ikna etme isteğiyle gerilen tutuklu, “Hayır hayır, Hegemon,” dedi. “Peşimden gelen biri var. Durmadan peşimden gelen, teke parşömeni üstüne durmadan yazan biri. Günün birinde yazdıklarına bir göz attım da, ödüm koptu. Parşömene döktüklerinden bir tekini bile söylemedim ben. Ona yalvardım: ‘Yak, Tanrı aşkına bu parşömeni yak,’ dedim. Onu ellerimden parçalarcasına kapıp kaçtı.”

Parmak uçlarıyla şakağına dokunan Pilatus, tiksinmiş gibi, “Kim bu adam?” diye sordu.

Tutuklu olanca iyi niyetiyle, “Matta Levi,” dedi. “Eskiden tahsildardı. İlk olarak ona, Bitinya yolunda, yolun bir incir bahçesi önünde kıvrıldığı noktada rastladım. Kendisiyle konuştum. Önce düşmanca davrandı, sövdü… Daha doğrusu bana köpek diyerek küfrettiğini sandı. (Tutuklu gülümsedi.) Ben, bu hayvanda alçaltıcı bir yan bulamadığımdan, köpek sözüne alınanlara aklım ermez…”

Kâtip yazmayı unutup tutukluyu değil Vali’yi şaşkın şaşkın yan gözle süzdü.

“Yine de,” diye devam etti Yeşu, “beni dinleye dinleye yumuşadı. Sonunda parasını yollara saçıp artık benimle birlikte geleceğini söyledi.”

Bir yarım gülümseme Pilatus’un yanaklarından birini büzdü, sarı dişlerini ortaya çıkardı. Gövdesini kâtibe çevirdi:

“Ey Kudüs!” diye bağırdı. “Duvarlarının arasında daha neler duyacağız? Bir tahsildar, duyuyor musunuz, parasını yollara döküp saçıyor!”

Ne yanıt vereceğini bilemeyen kâtip, en iyisinin, Pilatus’un gülümsemesini taklit etmek olduğunu düşündü.

Yeşu, Matta Levi’nin tuhaf davranışını açıklamak için, “Bana, artık paradan nefret ettiğini söyledi,” dedi. “O günden sonra da yoldaşım oldu.”

Ses çıkarmadan sırıtan Vali, önce tutukluya, sonra, sağa doğru, vadinin dibinde, hipodromdaki atlı heykellerinin üstünde inatla yükselmekte olan güneşe baktı. Birden, midesi bulanmışçasına, en iyisinin bu garip haydutu taraçadan kovmak olduğunu düşündü. İki söz söylemek, “Asın şunu!” demek yeterdi. Fırsattan yararlanıp muhafız kıtasını da gönderir, saraya girer, odadaki ışıkların söndürülmesini emreder, yatağına uzanır, soğuk su ister, acılı bir sesle köpeği Banga’yı çağırır, kendisini avutup bu dayanılmaz baş ağrılarını unutturmasını sağlardı. Vali’nin ağrılar içindeki kafasından, kaçamak ama baştan çıkarıcı “zehir” düşüncesi geçti.

Bulanık bakışlarını tutukluya çevirip sustu, Kudüs’ün bu amansız sabah güneşi altında yüzü yara izleriyle dolu bu suçluyu neden kendisine getirdiklerini, ona başka ne gibi sorular –hem de kimseyi ilgilendirmeyen sorular– sormak gerektiğini acıyla hatırlamaya çalıştı. Boğuk bir sesle, “Matta Levi mi?” dedi, gözlerini kapadı ardından.

“Evet Matta Levi,” diye karşılık verdi, canını acıtan tiz bir ses.

“Peki, çarşıdaki kalabalığa tapınak hakkında neler söyledin?”

Kulaklarına gelen ses dayanılır gibi değildi, Pilatus şakaklarının çatlayacağını sandı.

“Hegemon,” dedi ses bu kez. “Eski inanç tapınağının yıkılacağını, yerine gerçeğin yeni tapınağının yükseleceğini söyledim. Sözlerimin iyi anlaşılması için böyle konuştum.”

“Peki serseri, çarşıya gidip gerçekten, yani hakkında hiçbir şey bilmediğin kavramdan halka söz edip kafaları bulandırmak sana mı kaldı? Gerçek dediğin nedir, ha?”

“Tanrılar!” diye düşündü o an Vali. “Yasal yönden hiçbir önemi olmayan sorular soruyorum şuna… Artık aklım bana ihanet etmeye başladı…” Kara bir sıvıyla dolu kupanın görüntüsü belirdi yine kafasında. “Zehir! Bana zehir verin…”

Sesi duydu yine:

“Gerçek, her şeyden önce başının ağrımasıdır. Öyle ki, korkakça ölümü düşünüyorsun. Benimle tartışacak gücün kalmadığı gibi, bana bakmak bile zor geliyor sana. Şu an, senin celladınım, hiç istemediğim halde. Bu beni üzüyor. Herhangi bir şeyi düşünecek halde değilsin. Bütün düşüncen, görünürde bağlandığın tek yaratık olan köpeğinin yanına gitmek. Ama dertlerin şimdi geçecek, başın artık ağrımayacak.”

Kâtibin kalemi havada kaldı, gözlerini fal taşı gibi açıp tutukluya baktı.

Pilatus, acılı bakışlarını tutukluya çevirdi. Güneşin hipodromun üstünde yükseldiğini, ışınlarından birinin avluya süzülüp Yeşu’nun topuğu aşınmış sandaletlerine doğru ilerlediğini, Yeşu’nun da gölgeye sığınmak için güneşten kaçtığını gördü.

Vali yerinden kalktı, başını ellerinin arasında sıktı. Tüysüz ve sarımtırak yüzünde dehşet dolu bir ifade belirdi. Ama büyük bir irade gücüyle bu belirtiyi yok edip yerine oturdu.

Tutuklu, konuşmasına devam ediyordu; ama kâtip bir şey yazmaz olmuştu. Kaz gibi boynunu uzatmış, tek sözcük bile kaçırmamaya bakıyordu.

Pilatus’a iyilik dolu bir ifadeyle bakan tutuklu, “İşte,” dedi, “bitti artık. Çok mutluyum. Hegemon, bir süre için saraydan çıkıp çevrede dolaşmanı, hiç değilse Zeytinlik Dağı’ndaki bahçelerde gezinmeni öğütlerim. Fırtına daha sonra… –tutuklu, gözlerini kırpıştırarak güneşe baktı– …akşama doğru patlar ancak. Bu gezinti sana iyi gelir, ben de seninle gelirdim. Kafamda, seni ilgilendireceğini sandığım birtakım yeni düşünceler var; akıllı bir adama benziyorsun, sana hepsini anlatırdım.”

Kâtibin yüzü sapsarı kesildi, parşömen tomarı elinden düştü.

Hiçbir şeyden çekinmediği anlaşılan elleri bağlı adam, “İşin kötüsü,” dedi, “çok içine kapanık yaşıyorsun. İnsanlara güvenini de yitirmişsin, kabul et kesinlikle. İnsan, bütün sevgisini köpeğine veremez, kabul et. Hayatın çok yoksul Hegemon.”

Bu sözlerden sonra, adam bir de gülümsedi. Kâtibin tek düşüncesi vardı: kulaklarına inanmak ya da inanmamak. İnanmaktan başka yolu da yoktu. Bunun üzerine, tutuklunun inanılmaz gözüpekliği karşısında, çabucak öfkelenen Vali’nin kızgınlığının ulaşabileceği akıl almaz boyutları hayal etmeye çalıştı. Kâtip, Vali’yi çok iyi tanımasına karşın, kızgınlığının nereye varabileceğini kestiremedi.

Ve Latince konuşan Vali’nin bezgin, boğuk sesi yeniden duyuldu:

“Ellerini çözün.”

Muhafızlardan biri mızrağını yere vurup yanındakine verdi, ardından yaklaşıp tutuklunun bağlarını çözdü. Kâtip, parşömen tomarını toparladı, yeni bir emre kadar hiçbir şey yazmamaya ve hiçbir şeye şaşırmamaya karar verdi.

Pilatus, Yunanca, “İtiraf et,” dedi hafiften. “Sen büyük bir doktorsun.”

Büzüşmüş, şişip kızarmış ellerini büyük bir zevkle ovuşturan tutuklu, “Hayır, Vali,” dedi. “Doktor değilim.”

Kaşlarını çatan Pilatus tutukluyu süzdü. Bakışlarını gölgeleyen sis kaybolmuştu; o bildik kıvılcımlar görünmüştü yeniden.

“Hem,” dedi, Pilatus, “sormadım sana… Latince de biliyor musun?”

“Evet, biliyorum,” diye karşılık verdi tutuklu.

Pilatus’un solan yanakları renklendi, Latince sordu:

“Köpeğimi çağırmak istediğimi nereden anladın?”

Tutuklu, aynı dilde karşılık verdi:

“Çok basit. Okşamak ister gibi gezdirdin elini havada –Pilatus’un hareketini yineledi– ve dudakların…”

“Peki, anladık,” dedi Pilatus.

Sustular. Pilatus Yunanca sordu:

“Demek doktorsun?”

“Hayır, hayır,” dedi tutuklu aceleyle. “İnan bana doktor değilim.”

“Peki, bu konuda bir şey söylemek istemiyorsan söyleme, sakla sırrını. Senin işinle hiçbir ilgisi yok. Demek halkı, tapınağı yıkmaya kışkırtmadığını söylüyorsun yine… Kudüs Tapınağı’nı yıkmaya ya da herhangi bir şekilde yok etmeye de kışkırtmadın ya?”

“Tekrar ediyorum Hegemon, kimseyi böyle şeyler yapmaya zorlamadım. Kafadan sakat birine benziyor muyum sizce?”

Vali, ürkütücü bir gülümsemeyle ama tatlı bir sesle, “Yok yok,” dedi. “Kafadan sakat biri olmadığın belli. Bütün bunların yalan olduğuna yemin et.”

Ellerinin bağı çözülen adam, büyük bir hevesle, “Neyin üstüne yemin etmemi istiyorsun?” diye sordu.

“Şey, örneğin hayatın üzerine,” dedi Vali, “hem tam sırası, çünkü hayatın pamuk ipliğine bağlı şu anda. Bunu bilmelisin!”

“Bu ipliğin ucunun elinde olduğunu mu sanıyorsun?” diye sordu tutuklu. “Sanıyorsan çok yanılırsın.”

Pilatus irkildi, dişlerinin arasından, “Bu ipliği kesebilirim,” diye mırıldandı.

Güneşten korunmak için ellerini yüzüne siper eden tutuklu, aydınlık bir gülümsemeyle, “Yanılıyorsun,” dedi. “Bu ipliği kim taktıysa onun koparacağını kabul edersin sanırım.”

“Tamam, tamam,” dedi Pilatus gülümseyerek. “Kudüslü salakların, senin izinden gitmeleri artık beni şaşırtmıyor. Dilini de kimin taktığını bilmiyorum ama bir karış dışarıda. Hem, Kudüs’e Altın Kapı'dan13 eşek sırtında, arkadan da haykırarak seni peygamber diye karşılayan bir kalabalıkla girdiğin doğru mu?” diye sordu Vali, parşömen tomarını göstererek.

Tutuklu, Pilatus’a şaşkınlıkla baktı.

“Hiç eşeğim olmadı, Hegemon,” dedi. “Kudüs’e Altın Kapı’dan girdiğim doğru, ama yürüyerek ve yanımda Matta Levi’den başkası bulunmadan. Hem bağıran da olmadı, çünkü o sırada Kudüs’te beni tanıyan yoktu.”

Pilatus, gözlerini tutukludan ayırmadan devam etti:

“Dismas, Hestas, bir de Barabbas adlı kişileri tanıyor musun?”

“Bu iyi insanları tanımam,” dedi tutuklu.

“Doğru mu?”

“Doğru.”

“Şimdi söyle bakalım; neden boyuna ‘iyi insan’ deyimini kullanıyorsun? Herkese böyle mi dersin?”

“Evet, herkese,” dedi tutuklu. “Yeryüzünde kötü insan yoktur.”

Pilatus, gülerek, “Bunu ilk kez duyuyorum,” dedi. “Ama belki hayatı yeterince tanımamışımdır.”

Kâtip yazmaktan çoktan vazgeçtiği halde, ona dönüp devam etti: “Bütün bunları not etmek gereksiz.”

Sonra tutukluya, “Hiç kuşkusuz, Yunanca bir kitapta okudun bunu,” dedi.

“Hayır, kendim buldum.”

“Vaaz verir misin?”

“Evet.”

“Peki, Farezehri dedikleri Yüzbaşı Marcus da iyi bir insan mı?”

“Evet,” diye karşılık verdi tutuklu. “Mutsuz biri olduğuna kuşku yok. İyi insanların yüzünü yaralamasından sonra, katı ve insafsız olmuş. Onu kimin bu hale soktuğunu bilmek ilginç olur.”

“Sana seve seve söylerim bunu,” dedi Pilatus. “Çünkü olaya tanık oldum. İyi insanlar –Germenler– kurda saldıran köpekler gibi üstüne üşüştüler. Kollarına, bacaklarına yapıştılar. Bağlı olduğu piyade tümeni tuzağa düşmüştü. Komuta ettiğim süvari birliği yan taraftan düşmanı yarmayı başaramasaydı, Farezehri’yle konuşma fırsatını bulamayacaktın filozof. Bakireler Vadisi’nde, İdistavisus Meydan Savaşı sırasında oldu anlattığım.”

Dalıp giden tutuklu, “Kendisiyle uzun uzun konuşmak fırsatını bulabilirsem, tepeden tırnağa değişeceğinden eminim,” dedi.

“Subay ya da askerlerinden biriyle konuşman lejyon komutanının hoşuna gitmez sanırım,” dedi Pilatus. “Hem böyle bir konuşmanın yapılmaması herkesin yararınadır; buna ben engel olurum en başta.”

O an, bir kırlangıç rüzgâr gibi avluya girdi. Yaldızlı tavana yakın bir çember çizip alçaldı, kanadının sivri ucuyla yuvasındaki tunç heykelin yüzüne dokundu, bir sütun başlığının ardına gizlendi. Oraya yuva yapmak niyetindeydi anlaşılan.

Kırlangıç avluda uçarken Vali’nin hafifleyip açılan kafasında bir çözüm yolu belirmişti: Hegemon, serseri filozof Yeşu’nun, takma adıyla Ha-Nozri’nin durumunu inceledi, hiçbir suç bulamadı. Özellikle, Yeşu’nun davranışlarıyla kısa süre önce Kudüs’te görülen karışıklıklar arasında hiçbir bağlantı saptayamadı. Serseri filozof bir akıl hastası izlenimi bırakmıştı üzerinde; bunun sonucunda da Sanedrin’in Ha-Nozri için verdiği ölüm cezasını onaylamadı. Ama hayalci, akıl almaz söylevlerinin Kudüs’te karışıklıklara neden olabileceğini düşünen Vali, Yeşu’yu Kudüs’ten sürdü ve Akdeniz kıyısındaki Kesari’de Vali’nin oturduğu kente hapsedilmesine karar verildi.

Geriye yalnızca, bütün bunları kâtibe yazdırmak kalıyordu.

Kanat hışırtısı, Hegemon’un başının tam üstünden geçti; kırlangıç kendini çeşmenin yalağına attı, sonra da havalanıp uçtu gitti. Vali, yanında ışıltılı bir toz sütunu yükselen tutukluya yöneltti bakışlarını.

“Bunun hakkında başka bir şey var mı?” diye sordu kâtibine.

Pilatus’a başka bir parşömen uzatan kâtip beklenmedik bir yanıt verdi:

“Ne yazık ki hayır.”

Parşömene göz atar atmaz, Vali’nin yüzündeki değişim belirginleşti. Başına kara kan mı çıkmıştı, yoksa başka bir olay mı meydana gelmişti, anlaşılamadı. Solgun derisi koyu bir renk aldı, bir an gözleri kayboldu sanki.

Herhalde başına çıkıp şakaklarını döven kanın etkisiyle olacak, Vali’nin garip bir şekilde görüşü bulandı. Tutuklunun başının havaya karışıp kaybolduğunu, yerine başka bir baş geldiğini görür gibi oldu. Bu çıplak başa, çiçeklerle süslü altın bir taç takılmıştı. Alnındaki yuvarlak yaraya sürülen merhem, derisini kemiriyordu. Ağzı sarkık ve dişsizdi; altdudağı şımarıkça büzülerek sarkmıştı. Pilatus, tıpkı uzakta, sarayın altında kalan Kudüs’ün damları gibi avlunun pembe sütunlarının yok olduğunu sandı. Sanki bütün çevre Capri bahçeleri gibi yeşilliklere bürünmüştü. Kulağında da bir tuhaflık vardı: Uzaktan zayıf, ürkütücü bir boru sesi duyar gibiydi. Genizden gelen bir ses, hecelere küstahça basarak boru sesini bastırıyor, “Hükümdara hakaret suçuyla ilgili yasa…” diyordu.

Uçucu, tuhaf, bağlantısız düşünceler. “Hapı yuttum!..” Sonra: “Hapı yuttular!..” Aralarında, nereden geldiği belli olmayan bir ölümsüzlük düşüncesi… Nedendir bilinmez, bu ölümsüzlük düşüncesi Pilatus’un kafasında dayanılmaz bir kuşku yarattı.

Vali, bütün gücüyle bu görüntüyü silerek bakışlarını avluya çevirdi. Tutukluyla göz göze geldi. Tehditle bir çeşit korkunun birbirine karıştığı garip bakışları Yeşu’nun üzerindeydi.

“Dinle, Ha-Nozri,” dedi. “Bir ara, Büyük Caesar’la ilgili şeyler söyledin mi? Yanıt ver! Ne dedin? Ya da… Hiç… Hiçbir şey söylemedin mi?”

Pilatus, bu tür sorgularda âdet olmadığı halde “hiç” sözü üzerinde fazlaca durdu. Yeşu’ya bakışlarıyla bir şey anlatmak ister gibiydi.

“Gerçeği söylemek kolay ve hoş bir şey,” dedi tutuklu. Pilatus, hırsından boğulacak gibi oldu.

“Gerçeği söylemenin hoşuna gidip gitmediği bana vız gelir. Nasıl olursa olsun, gerçeği söylemen gerek. Ama kaçınılmaz değil, aynı zamanda korkunç acılar veren bir ölüm istemiyorsan sözlerini iyice tart.”

Filistin Valisi’ne ne olduğunu kimse bilemeyecekti, ama gözlerini güneş ışınlarından korumak istercesine elini kaldırdı, bu perdenin altından tutukluya anlamlı, hatta imalı bir bakış fırlattı.

“Şimdi söyle bakalım,” dedi, “Filistin’in Kiryat ilinden Yahuda diye birini tanıyor musun? Caesar’la ilgili bir şey söyledinse ne dedin ona?”

Tutuklu, iyi niyetle söze başladı:

“Şöyle oldu: Önceki gün, tapınağın yakınında, Kiryat ilinde doğup büyümüş, Yahuda adında bir gençle tanıştım. Beni, aşağı kentteki evine çağırdı, bana yiyecek içecek sundu…”

“İyi bir insan mı?” diye sordu Pilatus, şeytanca bir parıltı gözlerinde yanarken.

“Çok iyi, her şeye meraklı bir insan,” diye onu doğruladı tutuklu. “Düşüncelerime büyük ilgi gösterdi, beni çok iyi ağırladı…”

Pilatus, dişlerinin arasında tutuklunun ses tonuyla, “Meşaleler de yaktı…” dedi. Bunu söylerken gözleri büyümüştü.

Vali’nin, ayrıntılı olarak her şeyi bilmesine şaşan Yeşu, “Evet,” dedi, “iktidar konusundaki görüşümü de sordu. Bu sorun, onu her şeyden çok ilgilendiriyormuş.”

“Sen ne dedin? Ya da, ne dediğini unuttuğunu söyleyeceksin bana.”

Sesinden, Pilatus’un umutlarının kırıldığı belliydi.

“En önemli sözlerim şunlardı,” dedi tutuklu. “Bir kere, her iktidarın insanlar üzerinde baskı yaptığını belirttim, bir gün ne Caesar’ların ne başkalarının iktidarı kalır, dedim. İnsanoğlu, gerçeğin ve adaletin egemen olduğu bir düzene kavuşur; o zaman hiçbir iktidarın gereği kalmaz.”

“Sonra?”

“Sonrası yok,” dedi tutuklu, “hepsi bu kadar. O sırada birtakım insanlar koşup geldiler, beni bağlayıp cezaevine götürdüler.”

Tek bir söz bile kaçırmamaya bakan kâtip, söylenenleri hızla parşömene geçiriyordu.