Kitabı oku: «CELIL OKER-ÖZEL BASKI-ATES ETME ISTANBUL», sayfa 2

Yazı tipi:

2. BÖLÜM

“Çok kişisel bir soru değil mi bu?” dedi.

“Değil,” dedim. “Soruşturmanın bir parçası…” Yüzümde ciddi bir ifade vardı sanıyorum. Doğruydu söylediğim.

“Bilmem,” dedi. “Hiç düşünmedim. Ne bileyim. O anda içimden ne gelirse onu söylerim herhalde.”

“Pekâlâ,” dedim. Hazırdaki kibrit çöpünü kutunun kenarına sürttüm. Bu kez de henüz acemi bir merminin patlarken çıkardığı kokuya benzer bir koku geldi burnuma. Hafif, geçici, kesif olmayan.

“Doğru cevabı verdim mi?” dedi Kemal Arsan.

“Son derece,” dedim kibriti elimi sallayarak söndürdükten sonra. “Son derece doğru bir cevap verdin.”

“Şimdi ne olacak?” dedi.

“Sevgilini bulacağım,” dedim. “Bu arada sen onu ilk gördüğünde ne söyleyeceğini düşün.”

“Bu kadar mı?” dedi. “Bana soracağınız, edeceğiniz?”

“Bu kadar,” dedim. “Elbette bana telefon numaralarını, adresleri filan söyledikten sonra.”

On dakika sonra Kaktüs Kahvesi’nin İmam Adnan Sokağı’na bakan duvarına sırtımı dayamış sigara içiyordum. Belediye zabıtalarıyla itişiyorlarsa bu onların sorunuydu. Ben kahvelerinden memnundum. Gerisi beni ilgilendirmezdi. Kemal Arsan sıraladığı cadde sokak adlarını, telefon numaralarını bir yere not etmeyişime şaşarak konuşmuş, ona açıklama yapmadan dinlemiştim. Sonra kalkmış, bu kez İstiklal Caddesi’ne doğru yürüyüp kalabalığın içinde kaybolmuştu. Taksim tarafına.

Evet, kendime yeni bir meşgale bulmuştum. İşe nereden başlasam önce diye hiç düşünmüyordum. Beni bu işi almaya teşvik eden neden üzerine de düşünmüyordum. Biliyordum çünkü. Para değildi. Düşündüğüm şey, beni yeniden sokaklara düşüp sorduğum sorulara yalan yanlış cevaplar verecek insanların üstüne salan bu kararımın arkasındaki teşvik edici nedene nasıl bu kadar az direndiğimdi. Her müşterimde olduğu gibi gerçeği eksik anlatan müşterimin üzerine neden gitmediğimdi.

Hepimiz insanız dedim sonra kendi kendime. Dünyanın bütün Remzi Ünal’ları dahil.

Sigaramı yere attım. Üzerine basmadım. İçeri girip hesabı ödedim. İlk durağımın neresi olduğunu biliyordum. İki yan sokaktaki berberi elimle koymuş gibi bulacağıma inancım tamdı.

* * *

Berberi buldum. Biraz zor oldu ama buldum. Beyoğlu’nun değişime en fazla yenilmiş sokaklarının birinde, değişime direnmek tek varlık nedeniymiş gibi duran küçük bir dükkândı. Daha önce içine hiç girmemiştim. Ayhan Işık bıyıklı berber, gerdanı çenesiyle birleşmiş bir adamı tıraş ediyordu. Üzerinde bir ölçek deterjanı en son bir hafta önce görmüş gibi duran bir önlük vardı. Beni üzmedi bu. Biri boş iki ihtiyar berber koltuğunun neredeyse bir adım gerisindeki duvara yaslanmış uzun, deri bir kanepe vardı. Adını vermeye utandığım otelin girişindeki kanepeden en az iki kuşak daha yaşlıydı. Dükkânın bittiği duvarın dibinde, içindekileri elevermeyen küçük bir alüminyum tencere, boyası kaçmış bir piknik tüpünün üzerinde duruyordu.

“Çok uzar mı işin usta?” dedim içeri adımımı atar atmaz.

Ayhan Işık bıyıklı berber baştan ayağa süzdü beni. Sonra yüzüme baktı. Daha doğrusu günü çoktan geçmiş sakallarıma. Beğenmiş gibi başını salladı.

“Sürmez çok beyim,” dedi. “Buyur, otur biraz, bitiyor hemen.”

Deri kanepenin kenarına oturdum. Yayları kendinden geçmişti epeyce, gömülüyordunuz. Gerdanı çenesiyle birleşmiş adamın kafası kabaktı. Berber değil, doğa ve yılların eli değmişti bir zamanki saçlarına. Aynadan gözlerinin kapalı olduğunu görebiliyordum. Gözkapakları en az gerdanı kadar heybetliydi. Üstdudağını yeni şekillendirilmiş yeniçeri bıyıkları süslüyordu.

“İçer misin bir çay beyim?” dedi berber müşterisinin önüne serdiği havluyu toparlarken. Cevabımı beklemeden dükkânın içinde yürüdü, havluyu piknik tüpünün yanındaki hasır bir sepete attı.

“Eyvallah,” dedim. “Sağ olasın ama zahmet etme. Yeni kalktım kahveden.”

“İyidir ama çayı bizim Hüso’nun,” dedi.

“Teşekkür ederim, iyiyim böyle.”

Dünyanın en önemli fırsatını kaçırmışım gibi başını iki yana salladı. İşine döndü. Ben kanepenin solunda duran sehpanın üzerindeki gazeteyi aldım.

Gazete ilk sayfasından son sayfasına kadar berber gazetesiydi. Dünya her sayfadaki yarı çıplak kızların üzerinde dönüyordu. Silahsızlanma yerine üstsüz güneşlenen Alman kızın bombalarıyla, nüfus artışı sorunu yerine bacağı kasıklarına kadar çarşafın altından çıkan şarkıcının hamile olup olmadığıyla, Türkiye’nin Batılılaşma süreci üstüne de şortlu ama başı türbanlı bir kızın fotoğrafıyla aydınlanıyordunuz. Gazeteyi yerine bıraktım.

Bir süre sonra gerdanı çenesiyle birleşmiş adam ayağa kalktı. Aynada kendine baktı uzun uzun. Beğendi kendini.

“Beyim, buyurun,” dedi berber bana koltuğu kolayca oturmam için çevirerek.

O işini bitirdiği müşterisinden ücretini alırken ben yerime yerleştim. Ayaklarımı koltuğun alt tarafındaki basamağa koydum. Geriye yaslandım. Kendime baktım gördüğüm en büyük LED TV ekranından daha da büyük aynada. Sırları yer yer dökülmüştü ama yine de ne mal olduğunuzu gösteriyordu.

Çok şey görmüş ama unutmuş gözler, duyduklarının yarısından çok daha azına inanan kulaklar, söylediklerinin sorumluluğunu almakla almamak arasında kararsız bir ağız. Buna yüz çizgilerinden karakter okuma meraklılarının kararlı diyerek yanılacakları bir çene ve zamanında yediği bir iki yumruktan alınamamış intikamın acısını taşıyan bir burun ekleyin. İşte Remzi Ünal!

Remzi Ünal… Şu, Hava Kuvvetleri’nden müstafi, THY’den kovulma, kendine saygısı olan hiçbir “frequent flyer”ın adını bile duymadığı sekizinci sınıf çartır şirketlerinde bile tutunamayan, sayenizde MS Flight Simulator’ın Chessna’sına aylardır elini sürmekten uzak, ex-damat adayı, ex-kaptan, nevzuhur özel dedektif Remzi Ünal…

Ayhan Işık bıyıklı berber üstüme saldığı beyaz örtüyü boğazıma sıkıca iğneledikten ve babam çağından kalma fırçayı yüzümde gezdirmeye başladıktan sonra Remzi Ünal köpüklerin ardında kayboldu. Ben de bıraktım kuyruğunu. Nereye giderse gitsindi. Ben Begüm Kalyon’un peşine düşecektim. Kemal Arsan’ın sevgilisinin. O kapıdan bu kapıya seğirtecektim. Abuk sabuk sorulara abuk sabuk cevaplar alacaktım. Sorularımı beğenmeyen kimilerinin kaşları çatılacaktı. Daha başkalarının yumrukları sıkılacaktı. Olurdu böyle şeyler.

Kendi kendime acımaktansa lüzumsuz işler peşinde koşmanın daha haysiyetli olduğuna karar verdiğimi fark ettim birden. İyi geldi bu.

Koltukta benden önce oturan adamın yaptığını taklit ettim sonra. İnsan gözleri kapalıyken daha iyi hissediyordu kendini bir aynanın karşısında. Derin nefesler alarak destekledim bu duygumu. İyice içeri çektim açık kapıdan zorla içeri giren İstanbul havasını. Boğazımı sıkan örtüden güçlükle sıyrılmasını sağlayıp ta aşağılara, diyaframımın dibine kadar bastırdım. Ciğerlerime dolan hava, içerdiği oksijeni, ne kadarsa artık, hara’mdan damarlarıma, damarlarımdan kılcal damarlarıma, onlardan hücrelerimin orasına burasına taşıdı. Hafif döndü başım. Devam ettim. Berberin usturasının suratımda dolaşmasını ne hissediyordum ne hissetmiyordum. Soluk aldıkça yükselen göbeğimin gerilimini hissediyordum ama. Sonra rahatlamasını.

Ayhan Işık bıyıklı berber sakalımla, ben daralıp genişleyen bedenimle uğraştık bir süre. Sonra berber boğazımdaki sıkışıklığı çözdü, örtüyü çekti ve bir adım geriye çekildi kalkabilmem için.

“Sıhhatler olsun beyim,” dedi.

“Eline sağlık,” dedim bu kez koltuktan kalkan her berber müşterisi gibi elimi çenemde gezdirirken.

“Telefonunu bir kullanabilir miyim?” dedim. “Şehir içi.”

“Elbette beyim,” dedi. “Ne demek, istersen ara Başkan Obama’yı.”

Eliyle dışarıya bakan pencerenin dibindeki telefonu gösterdi. İki adımda yanına gidip kaldırdım. Begüm Kalyon’un cep telefonunu tuşladım. Berber gözünün ucuyla tuşlara kaç kez bastığımı takip ettiği için cep telefonu aradığımı anladı. Gözleri hafifçe kısıldı. Üzerinde durmadım.

Telefon çaldı. Çaldı. Sonra birkaç kez daha çaldı. Açılmadı.

Eh, açılmasını beklemiyordum ama yine de aramam gerekiyordu. Sonra berbere göstere göstere telefonun çatalına bastım. Ev numarasını tuşladım. Açılmasını beklemiyordum ama yine de tuşladım. Sonuç aynıydı.

Ahizeyi yerine koydum.

Cüzdanımdan cep telefonuyla konuşmuş olsam bile faturasındaki payımı ve tıraşı fazlasıyla karşılayacak bir banknot çektim. Uzattım üstünü beklemediğimi belirten bir el hareketiyle.

“Allah bereket versin beyim,” dedi Ayhan Işık bıyıklı berber. “Yalnız beyim… İznin olursa…”

“Buyur,” dedim.

“Nefes alışlarını beğenmedim pek,” dedi. “Bir doktora görün beni dinlersen. Olmasın kalbinde malbinde bir şey.”

Gülümsedim.

“Dert etme,” dedim. “Zaten şimdi bir çekapa gidiyorum şöyle tepeden aşağı. Bakalım ne gösterecek?”

Kalbimde olan şeyin damar daralmasından çok daha farklı bir şey olduğunun güveniyle attım kendimi dükkândan dışarı.

Evet, şöyle bir kapsamlı çekap seferinde hayır vardı.

Remzi Ünal ben, işe çıkıyordum.

* * *

Metroya çok uzun süredir binmemiştim. Epeydir insan içine çıkmadığım için arabamın çalışıp çalışmadığı umurumda değildi. Terk ettiğim yerde, taşındıktan sonra ikinci gece uyumak nasip olmayan yeni evimin bulunduğu sitenin otoparkında, muhtemelen kalkık silecekleriyle yatıp duruyordu. Umurumda değildi.

İstanbul’un kısa boylu metrosunun Taksim girişinin merdivenlerinden indim. İnenler çıkanlar kendi mühim meseleleriyle alçalıp yükseliyorlardı. Makineden iki jeton aldım. Birini harcadım.

Yürüyen platformun bitişinde kemanını çekiştiren adamın uzağından yürüdüm. Ne çalmaya çalıştığını bile anlamamıştım. Önündeki boş keman kutusu bu görüşümü destekliyordu. Akıntıya kendimi bırakıp aşağıya indim. Başım önde yürüdüm.

Vagona sorunsuz bindim.

Etrafta epey boş yer olmasına karşın oturmadım.

Açılıp kapanan kapının yanına sırtımı dayadım, berberde başladığım nefes hareketlerinden en gösterişsizini uygulamaya başladım. Ciğerlerimi alabildiğince temiz havayla doldurup boşaltmak için doğru yerde değildim elbette ama üzerinde durmadım.

Kendime kızgındım çünkü.

Kemal Arsan’la onca cilveleşmenin peşine düşmeyi iyi biliyordum da, sevgilisi Begüm Kalyon’un bir fotoğrafının yanında olup olmadığını sormayı akıl edememiştim. Kendi kendime sık sık söylediğim gibi ihtiyarlıyordum galiba. Ya da daha kötüsü, yata yata, varsa eğer, işimle ilgili melekelerimi kaybetmiştim. Kabul etmem gerekir ki, daha da kötü bir ihtimal vardı.

Adamın biri sevgilisini arıyordu. Dört gündür ortalarda gözükmeyen sevgilisini. Ben bir başka kadını haftalardır aramıyordum. Neredeyse Beşiktaş Belediyesi Evlendirme Memurluğu’nun kapısını çalacak kadar yakınlaştığım kadın da beni aramıyordu. Arasa bulabilir miydi ayrı hikâye. Bulamazdı. Aradığı insanları bulmak benim işimdi. Üstelik bulmak için elimde fotoğrafı olması da gerekmiyordu. Görünüşü derinlere kayıtlıydı. Koordinatları derinlere kayıtlıydı.

Yanımda bir fotoğrafı yoktu o kadının da.

Derin derin nefes alıp vermeye devam ettim. Eski günlerdeki gibi. Metronun milyonlarca kişinin nefesiyle bulanıklaşmış havası ciğerlerimin dip köşelerine girip çıkmaya devam etti. İstanbul içime girdi. İstanbul içimden çıktı. Ayaklarımın altında hareket eden İstanbul yeniden kımıldattı kılcal damarlarımın uçlarındaki uyuşmuş hücreleri.

Metro treni durdu kalktı. İnsanlar indi bindi. Ben nefes alıp vermeye devam ettim.

Karşımda oturan üniversiteli kılıklı kız bana baktı. Kucağında kitapları duruyordu. Ellerini kitapların üzerine kapaklarında ne yazdığını göstermek istemiyormuşçasına kapamıştı. Ona gülümsedim. Gülümsememi iade etmedi. Önemsemedim.

Nefes alıp vermeye devam ettim.

İyi geldi.

Kendimden daha az nefret etmeye başladım.

Yaptıklarımdan, yapamadıklarımdan daha az nefret etmeye başladım.

Yapacaklarımdan da.

Karşılaşacağım kimselerin bana yapacaklarından da. Yalan söyleyeceklerdi, kıvırtacaklardı. Kimileri sertleşecekti. Kimileri ağlayacaktı. Kimileri yanağıma küçücük bir öpücük konduracaktı.

Kimilerinin hayatını değiştirecektim, Allah kahretsin!

Olsun. Böyle iyiydim ben. İstanbul’un sokaklarında kafasına göre dolaşıp duran bir özel dedektif. Ne adalet peşindeydim ne ceza. Tek derdim kendimi utandıracak şeyler yapmamaktı. On yıllardır dünyanın bütün metropollerinde dolaşan meslektaşlarımı kollayan tanrıları utandıracak şeyler yapmamak.

Remzi Ünal ben… Kafası karışık, kafası net, ne istediğini bilen, ne istediğini bilmeyen Remzi Ünal. Yeniden işbaşındaydım. Yeniden birinin peşindeydim. Yeniden nefes alıp veriyordum.

Metro treni durdu kalktı. Kapılar açıldı kapandı. İnsanlar indi bindi.

Ben Mecidiyeköy durağını iple çekiyordum.

* * *

Mecidiyeköy’de yeryüzüne çıktığımda bir sigara yaktım.

Her zamanki gibi kalabalıktı. Kimseye bakmadım. Trafik ışıklarına doğru yürüdüm. Benimle birlikte izin bekleyenlerin arasında sakin sakin dikildim. Sigaramın kimsenin bir yerine değmemesine dikkat ettim yalnızca. Caddenin otoritesinden izin alınca topluca yürüdük.

Köşedeki simitçinin yüzüne de simitlere de bakmadım. Park edilmez levhasının altına park etmiş arabaların yanında uzanan kaldırımdan yürüdüm. Trafik lambası olmayan bir sokaktan karşıya geçtim. Köşedeki gazete/ tekel bayiinin tentesinin altına hafif boynumu eğerek girdim. Adam bir sürü dergi almış bir kadına para üstü denkleştiriyordu. Sigaramdan bir nefes daha çekip ayağımın altında söndürdüm. Kadın çekilince yüzüme baktı büfeci. Sabah tıraş olmamıştı.

“Kolay gelsin ahbap,” dedim. “Mevlut Pehlivan Sokağı ne taraftadır?”

Adam yüzüme baktığına pişman olmuş bir ifadeyle başını caddenin aşağısına doğru salladı.

“Soldan ikinci sokak,” dedi.

“Eyvallah,” dedim. O paralarına, ben yoluma döndük.

Tempomu artırdım. Waypoint 1 dedim içimden. Kaldırımdaki insanların sayısı azalmıştı biraz. Kimseye çarpmadan sollayabiliyordunuz. Aradığım sokak uzaktan görününce karşıya geçtim.

Mevlut Pehlivan Sokağı, cadde adı taşıma konusunda Ortaklar Caddesi’yle tartışabilirdi isterse. En azından onun kadar ağacı vardı iki yanına serpilmiş.

Çok fazla ilerlememe gerek kalmadı zaten. Yola dik park edilmiş iki ambulans ve üzerinde Manhattan Medical Hastanesi/Park Edilmez yazan altı cadde kenarı işgalcisi daha çok yürümeyeceğimi müjdeliyordu.

Waypoint 2’yi 50 metre mesafeden inceledim..

Manhattan Medical Hastanesi, doğrusu sokağa adını veren güreşçiyi tuş edecek kadar büyüktü. Uzaktan bakıldığında, aralarından sedye geçirilebilecek aralıklarla yan yana on ambulans koyabileceğiniz uzunlukta iki katlı bir binanın ortasından yukarıya doğru herhalde yedi kat uzanıyordu. Yapının zemin katının yüzeyi kim bilir nereden ithal edilmiş açık yeşil mermerle kaplıydı. Yukarı yükselen kulenin sağında ve solundaki pencerelerin arasındaki alana görgüsüz büyüklükte üst üste iki M harfinden oluşan bir amblem yerleştirilmişti. Daha ileride kimsenin gözünden kaçmayacak büyüklükte kırmızı harflerle ACİL yazıyordu.

Deminkinden daha düşük tempolu adımlarda yürüdüm Manhattan Medical’in girişine doğru.

Giriş üçer metrelik yekpare iki kayan cam kanattan oluşuyordu. Her kanada bir M harfi düşüyordu elbette. Sağlıklı ya da hasta, yaklaştığınızda hemen hemen duyulmaz bir sesle iki yana doğru kayıyordu kapılar. Aralarından geçtim.

Tam karşıda uzun bir kabul bankosu vardı. Uçuk pembe üniformalar giymiş dört kız ince bilgisayar ekranlarının arkasında oturuyordu. İkisinin önünde insanlar vardı. İçeri girdikten sonra durup sağa sola baktım. Sağda ileride Kahve Dünyası’yla yarışabilecek yakışıklılıkta bir kafe vardı. Hemen yanında kitap, gazete ve bir dolu ıvır zıvır sattığını düşündüğüm bir dükkân. Onların ilerisinde kafede para harcamak istemeyenlerin oturabileceği havaalanı bekleme koltukları.

Sol taraf asansörlere ayrılmıştı. Dört asansör. Birisinin kapısı diğerlerinden daha genişti. Asansörlerin arasındaki boşluklarda hangi hastalık türlerine binanın neresinde şifa dağıtıldığı yazılıydı.

Yerdeki mermerin üzerinde ayağımın kaymamasına dikkat ederek kabul bankosuna doğru yürüdüm. Suratıma yarı endişeli bir ifade verdim yapabildiğimce. Önünde ilgileneceği kimse olmayan iki kızın saçları sarı olanına doğru ilerledim. Zoraki gülümsedim ve kızın dikkatini bana vermesini bekledim. Göğüs cebinin üzerindeki kartta adı yazıyordu. Sultan Karakum.

Kız bankonun ardındaki klavyesinde bir iki tuşa bastıktan sonra gözlerini kaldırdı ve benden daha zoraki bir gülümsemeyle yüzüme baktı.

“Hoş geldiniz efendim,” dedi.

“Çok hoş gelmedim ama…” dedim.

Hastaların ve hasta yakınlarının her türlü atağını karşılamaya eğitimli olduğunu belli eden bakışlarla baktı bana. Gülümsemesini koyulaştırdı. İçinden küfrettiğine yemin ederim.

“Nasıl yardımcı olabilirim size?” dedi.

Parmaklarımı bankonun üzerinde tıkırdattım.

“Tanıdığım bir doktor şöyle bir baştan aşağı baktır kendine dedi,” dedim. “Kalp açısından. Kısmet bugüneymiş.”

“Çekap?” dedi sarı saçlı kız.

“Epey kilometre yaptım,” dedim. “Gerekiyor herhalde…”

Sultan Karakum saçlarını kafasının bir hareketiyle geriye attı, sonra bankonun altında göremediğim bir telefonun ahizesini kaldırdı, iki tuşa bastı.

Başlıyoruz dedim içimden. Kız telefonu yerine bıraktı, öğrenilmiş gülümsemesinin en koyu haliyle yüzüme baktı.

“Hasta danışmanı arkadaşımıza haber verdim, hemen geliyor, sizi yönlendirecek efendim,” dedi.

“Teşekkür ederim,” dedim. Bankodan geri çekilmedim ama.

“Alakasız bir şey sorabilir miyim?” dedim.

Sultan Karakum’un kaşları galiba alakasız sorulara hazırlıksız olduğunu gösterir biçimde yukarı kalktı. Bir şey söylemedi ama. Sadece baktı.

“Begüm Hanım buralarda mı?” dedim çok ama çok sıradan bir soru soruyormuşum hissi vermeye gayret ederek.

“Kim?” dedi sesinde sorudan çok ünlem vurgularıyla.

“Begüm Hanım,” dedim. “Begüm Kalyon. Hastanenizde hemşire olarak çalışıyor.”

Sultan Karakum Doktor Gregory House’ın odası nerde diye sormuşum gibi baktı yüzüme bu kez. Hemen cevap vermedi. Bankonun arkasındaki klavyenin görmediğim bir tuşuna vurdu.

“Begüm…” dedi, sonra hızla ekledi. “Bugün görmedim. Görmedim hiç. İzinli olabilir.”

“Anladım,” dedim. “Neyse, önemli değil.”

Sultan Karakum biraz kendini toplamış gibiydi.

“Neden sordunuz?” dedi. “Hasta danışmanı arkadaşımız her türlü sorunuzu eksiksiz cevaplayacak, emin olun.”

“O açıdan sormadım,” dedim. “Bir arkadaşımın kızı. Kulağıma yer etmiş burada çalıştığı. Gelmişken bir sorayım dedim.”

“Evet,” dedi. Bir an sonra ekledi. “Dediğim gibi izinli olmalı bugün.”

Sonra omzumun arkasındaki bir noktaya çevrildi gözü. Yüzü önündeki salak hasta adayından kurtulduğuna sevinmiş gibi aydınlandı.

“Ayla,” dedi sesini arkamdan kendisini kurtarmaya gelen arkadaşına duyurmak ister gibi yükselterek. “Beyefendi çekap düşünüyor, ilgilenir misin?”

Geriye döndüm.

Kendimi tutmasam ıslık çalacaktım.

Dünyanın en güzel kızlarından biri, yüzünde dünyanın en tedavi kabul etmez hastalığına yakalanmış olsam bile bu hastanede iki günde eskisinden sağlam olacağımı müjdeler gibi bir gülümsemeyle bana bakıyordu. Güzel dediysem gazetelerin son sayfalarında görmeye alıştığımız güzellerden değil. Okuldan yeni mezun olmuş tazelikte ama altı ayrı acil serviste gizli gizli gözyaşı dökmüş olgunlukta bir hanım kız vardı karşımda. Kumral saçlarını örmüş, yandan salmıştı. Gözleriydi insanı çarpan. Hiç dokunulmamış gibi duran kaşlarının altından sizi çözmek ister gibi bakan kahverengi gözleri vardı. Yanakları hafif, çok hafif renklendirilmişti. Lisa del Giocondo’nunkileri andıran dudağının üstünde küçük bir nokta vardı yalnızca kabul edilebilir bir defo olarak.

Bankonun arkasındaki kızlardan farklı olarak, açık mavi, bele oturan bir elbisesi vardı. Sol elinde bir telsiz telefon tutuyordu. Elbisesinin kocaman ceplerinin sağdakinde kırmızı kapaklı ajanda kılıklı bir tür defter vardı. Göğsündeki kartta Ayla Duman yazıyordu.

Güzelliğinden çarpılan erkek hastalara alışkındı galiba.

“Doğru karar veriyorsunuz,” dedi beni baştan ayağa süzerek. “Yılda bir çekap gerekli. Hele bu yaşlarda…”

Yaşımla ilgili yorum yapmadan gülümsedim. Konuşmaya devam etmesini bekler gibi. Sesi de görüntüsüne yakışıyordu.

“En son ne zaman yaptırmıştınız?” dedi sizi suçlamıyorum ama hayatın gerçeklerini unutmamalıyız tonuyla.

“Epey oldu,” dedim. “Bir zamanlar uçuşa uygunluk testi için sık sık geçerdik doktorların karşısına.”

“Pilot musunuz?” dedi. İlk kez neye benzediğimi görmek ister gibi baktı yüzüme.

“Emekli pilot,” dedim.

“Tanıdığım bir sürü pilot var,” dedi Ayla Duman. “Sizden daha yaşlılar ama hâlâ uçuyorlar.”

Başımı salladım o konuya girmek istemediğimi belli edercesine. Ayla Duman telefonunu öbür eline geçirdi.

“Üç çeşit çekap programımız var, belki biliyorsunuz…” dedi.

Sözünü kestim.

“Hiçbir fikrim yok,” dedim.

Ayla Duman seçeneklerimden haberdar olmamama sevinmiş gibiydi.

“O zaman biraz ayrıntılı konuşmamız gerekecek,” dedi. “Benimle gelir misiniz? Görüşme odasına geçelim.”

Peşinden yürümeye hazırdım. Sola döndü, birkaç adım atarak asansörlerin yanında, daha önce görmediğim bir kapıyı, mat gri metal tutamağını tutarak açtı. Girmem için yana çekilip bekledi. Yanından geçerken adını çıkaramadığım bir çiçek kokusu geldi burnuma.

İçeride küçük bir oda vardı. Yuvarlak, alçak bir masa yalnızca. Çevresinde beş abartısız koltuk duruyordu. Duvara raptedilmiş bir televizyon ekranı, sessiz bir NTV haber programı yayımlıyordu.

Televizyona sırtını vererek oturdu Ayla Duman. Daha oturmadan cebinden kırmızı kaplı ajandayı çıkarmıştı. Telefonu ajandanın yanına koydu. Bacak bacak üstüne attı, yanındaki koltuğu gösterdi.

“Bir bakalım şimdi,” dedi kırmızı kaplı ajandayı benim oturmamı beklemeden açarak.

* * *

Yirmi dakika sonra bütçeme uygun temel erkek çekap programının ayrıntılarını öğrenmiş gibiydim. Önce bir doktor tarafından muayene edilecektim. Doktor başka tetkikler gereksinmezse, standart olarak tam kan ve tam idrar tahlillerim yapılacak, açlık kan şekerim ölçülecek, total kolesterolüme bakılacak, karaciğer fonksiyon testi uygulanacak, sedimantasyon ve kreatinin de ihmal edilmeyecekti. Son ikisinin ne anlama geldiğini bilmediğimi açık etmedim elbette.

Ardından radyolojide akciğerlerim ve batın bölgeme bakılacaktı. Son olarak EKG çekilecek, elimde sonuçlarla yeniden doktorumla görüşecektim. Ayla Duman bütün bu kurcalamalardan sapasağlam çıkmam dünyanın en doğal sonucu imiş gibi bir havayla bitirdi sunumunu.

Elimi alnıma vurdum.

“Tüh!” dedim.

Ayla Duman yüzüme baktı.

“Bu kan testleri, şeker ölçümleri falan…” dedim. “Aç olmamı gerektirmiyor mu?”

“Evet.”

“E, ben güzelce ettim kahvaltımı bu sabah.”

Ayla Duman’ın dudağı onlarca kez duyduğu bir şeyi cevaplamak istemezmişçesine kıvrıldı. Sonra hemen düzeldi.

“Bugün doktor görüşmenizle başlarız,” dedi. “Sonra radyoloji ve EKG’ye alırız sizi. Tahliller için yarın sabah gelirsiniz, aç.”

Düşünüyormuş gibi burnumu kırıştırdım.

“Yok,” dedim. “Yarın geleyim. Hepsini birden halletmek daha iyi, bölünmeden. Hem fikre biraz daha alışmış olurum.”

“Siz bilirsiniz,” dedi Ayla Duman. Ayağa kalkmak ister gibi kımıldadı koltuğunda. Eli telefonuna uzandı.

“Teşekkür ederim,” dedim. “Çok nazik ve açıklayıcıydınız. Size bir şey daha sormak istiyordum.”

Sesim galiba potansiyel hastalık taşıyıcı sesi olmaktan çıkmıştı. Durdu. Yüzüme baktı. Gözlerinden önce hayret, sonra biraz endişe, daha sonra epey belirsizlik geçti.

“Buyurun?” dedi yerine oturmadan. Telefonunu iki eliyle birlikte kaldırdı masadan.

“Begüm Kalyon hangi serviste görevli biliyor musunuz?” dedim. “Ayrılmadan bir iki dakika görmek isterdim mümkün olursa.”

Kendisini yemeğe davet etmediğimi anlayınca rahatlamış gibi gevşedi yüzü.

“Her gün değişir,” dedi. “Bilmiyorum. Ama bugün görmedim ortalıkta.”

“Hay Allah!” dedim ayağa kalkarken. “Neyse, teşekkür ederim. Bayağı aydınlattınız.”

Beni duymamış gibiydi.

“İşe bakın,” dedi. “Siz söyleyince sadece bugün değil, epeydir görmediğimi fark ettim ortalıkta. Hasta falandır belki.” Sonra muhtemel çekap müşterisinin bir hemşireyi tanımasındaki tuhaflığı fark etmiş gibi bana baktı.

“Siz de hastanemizin yabancısı değilmişsiniz,” dedi. “Daha önce yattınız filan mı Manhattan Medical’de?”

“Begüm Hanım bir arkadaşımın kızı,” dedim. “Gelmişken iki çift laf ederim demiştim.”

Bu açıklama yeter sandım ama yetmedi. Ayla Duman güzel olduğu kadar akıllıydı da galiba.

Türler ve etiketler

Yaş sınırı:
0+
Litres'teki yayın tarihi:
27 mayıs 2024
ISBN:
9789752126459
Telif hakkı:
Автор
İndirme biçimi:
Metin
Ortalama puan 0, 0 oylamaya göre
Metin
Ortalama puan 0, 0 oylamaya göre
Metin
Ortalama puan 5, 2 oylamaya göre
Metin
Ortalama puan 4,5, 2 oylamaya göre
Metin
Ortalama puan 4, 2 oylamaya göre
Metin
Ortalama puan 5, 1 oylamaya göre
Metin
Ortalama puan 0, 0 oylamaya göre
Metin
Ortalama puan 0, 0 oylamaya göre
Metin
Ortalama puan 0, 0 oylamaya göre
Metin
Ortalama puan 0, 0 oylamaya göre
Metin
Ortalama puan 0, 0 oylamaya göre
Metin
Ortalama puan 0, 0 oylamaya göre
Metin
Ortalama puan 0, 0 oylamaya göre
Metin
Ortalama puan 0, 0 oylamaya göre
Metin
Ortalama puan 0, 0 oylamaya göre
Metin
Ortalama puan 0, 0 oylamaya göre
Metin
Ortalama puan 0, 0 oylamaya göre
Metin
Ortalama puan 0, 0 oylamaya göre
Metin
Ortalama puan 0, 0 oylamaya göre