Kitabı oku: «CELIL OKER-ÖZEL BASKI-ATES ETME ISTANBUL», sayfa 3
3. BÖLÜM
“Sultan’a da sordunuz aynı soruyu galiba,” dedi Ayla Duman. “Bayağı eski bir arkadaşınızın kızı olmalı.”
“Epeydir ortada yoksa, nerede olduğunu merak edecek kadar eski,” dedim.
“Bak şimdi merak ettim ben de,” dedi. “Bir sorayım bakayım yukarıya.”
“İyi arkadaşınız mı?” dedim.
Ayla Duman yüzüme baktı. Biraz uzun. Potansiyel çekap müşterisinin neye dönüştüğünü kafasında hesaplıyor gibiydi. Sonra kablosuz telefonuna davrandı. İki tuşa dokundu. Telefonu kulağına götürürken cevap verdi.
“İyi kızdır, severim,” dedi. Sonra dikkati kulağında bekledi.
Karşıdan gelmesi gereken karşılığı bekledik. Hemen gelmedi. Ayla Duman ayak değiştirdi. Göz göze geldik. Bilirim hastane servislerinin koşuşturmalı halini anlamına gelecek bir işaret yaptım elimle. Cevap vermedi. Bekledi sadece.
“Hah!” dedi telefona sonra. “Sinem, benim, Ayla,” dedi karşıdan telefonu açan kişiye.
Sonra küçük odanın karşı duvarına doğru yürürken konuştu.
“Aşkım bir tanem,” dedi sesine telaştan uzak bir ton vermeye çalışarak. “Bizim Begüm yok galiba. Nerede biliyor musun? Epeydir görmüyorum.”
Sonra dinledi ahizeden gelen sesleri. Bana bakmıyordu. Dudağının üzerindeki noktaya dokundu farkında olmadan. Kaşları çatılmıştı.
“Sebebini söylemedi mi?” dedi sonra.
Yeniden dinledi. Duvarın öteki ucuna doğru ağır adımlarla yürüyordu konuşurken şimdi.
“İyi!” dedi. “Versene numarayı.”
Karşıdan küçük bir itiraz gelmiş gibi üsteledi.
“Ver, ver…” dedi. “İsmet Bey bana sorarsa ben de haber veririm kıza.” Sonra dinledi. Arada başını sallıyordu hafifçe. Çarpım cetvelini ezberlemek isteyen çocuklar gibi.
“Teşekkür ederim aşkım bir tanem,” dedi sonra. “Benden laf çıkmaz, korkma.” Ahizenin kapatma tuşuna bastı. Bana döndü.
“Arkadaşınızın kızının izini bulduk,” dedi tuhaf bir vurguyla. “Konuştuğum başhemşireydi. İyi arkadaşlardır ikisi. Ona birkaç gün işe gelmeyeceğini söylemiş. Nedenini söylememiş. Cep telefonumu kapalı tutacağım demiş, yönetimden falan ararlarsa kendisine haber versin diye bir numara bırakmış.”
Başhemşire Sinem’in soyadını sormama gerek olmadığını düşündüm.
“Hemen dikkat çekmez mi işe gelmeyen hemşire?” dedim.
“Çok hemşire var yukarda,” dedi Ayla Duman. “Üstelik sürekli görev değiştiriyorlar. Bir doktor falan kafaya takmazsa, başhemşire de rapor etmezse arada kaynar gider. Sonra gelmediği günler yerine fazla çalışanlarla durumu ayarlarlar.”
“Çok teşekkür ederim,” dedim. Bekledim. Akıllı bir kız olduğuna güvendim, bekledim.
Ayla Duman elini dudağının üstündeki noktaya götürdü yeniden.
“Telefonunu niye vereyim çalışma arkadaşımın?” dedi sonra gözlerime bakarak. “Hiç tanımadığım birisine…”
Kız hem akıllı hem haklı dedim içimden. Ama ben de haklıydım. O numaraya ihtiyacım vardı. İkna edici bir cevap bulmak için zorladım kendimi.
“Bakın Ayla Hanım,” diye başladım daha sonra ne diyeceğimi bilmeden. Kızın elindeki telefon lafımı kesti. Felaket bir haber veren telefonlar gibi çalıyordu.
Ayla Duman eliyle susmamı işaret etti. Telefonun açma düğmesine bastı, kulağına götürdü.
“Efendim,” dedi. Sonra dinledi. “Tamam, geliyorum hemen,” dedi karşıdaki lafını bitirince. Telefonu kapadı. Gözlerime baktı yeniden.
“Gitmem lazım,” dedi.
Hâlâ bir gerekçe bulamadığımın farkındaydım. Başka bir numara geldi ama aklıma.
“Siz arayın o zaman,” dedim. “İyiyse, keyfi yerindeyse içim rahat eder. Belki iki satır da ben konuşurum.”
“Bak bu olur,” dedi Ayla Duman. “Sesini duyayım şu kızın bir.”
İçimden kendimi tebrik ettim. Ayla Duman önce dış hat almak için telefonun tuş takımının en altında bir tuşa bastı. Kulağına götürdü, dinledi. Sonra bir dizi numara tuşladı kaşlarını çatarak. Elinin tuşlar üzerindeki hareketlerini izledim.
Sonra kulağına götürdü ahizeyi, bekledi.
Karşı taraftan bir kadın sesi duydum. Ayla Duman hayal kırıklığıyla kafasını geriye attı. Bekledi kısa bir an. Sonra tane tane konuşmaya başladı.
“Begüm, ben Ayla,” dedi. “Sinem’den aldım bu numarayı. Telaş edecek bir şey yok, korkma. Yalnızca merak ettim ne âlemdesin diye. Beni ara aşkım bir tanem.”
Telefonu kapadı. Kapıya doğru hamle etti.
“Şansınız yokmuş,” dedi. “Gitmem gerek. Kusura bakmayın.”
“Çok teşekkür ederim,” dedim. “Belki yarın görüşürüz.”
Cevap vermedi. Kaşları yine çatılmıştı. Kapıyı açıp önce çıkmam için bekledi. Onu kırmadım.
Çıktığımız kapının hemen yanındaki asansör dizisinin çağırma düğmesine bastı. Sonra kapıların üzerindeki kat göstergelerine. Dönüp ona baktığımı görünce gülümsedi.
Gülümsemesine karşılık verip hasta kabul bankosunun tarafına yürüdüm. Sultan Karakum önündeki iki kadına bir şeyler anlatıyordu. Yanındaki bilgisayar boştu. Hademenin biri yeri fırçalıyordu. Canım sigara çekiyordu. Önce bir telefon bulmalıydım ama. Hastanelerin orasında burasında ankesörlü telefon olurdu.
Hademeye yaklaştım.
“Hemşerim,” dedim. “Telefon nerede var buralarda?”
Umumi telefonun yerini soran birisine ilk kez rastlamış gibi baktı yüzüme. Alnını kırıştırdı. Sonra hatırladı.
“Şu kafenin yanında var,” dedi fırçanın sopasının ucuyla göstererek.
O tarafa doğru yürüdüm. Kafe iki masanın dışında boştu. Birinde ilaç tanıtımcısı kılıklı birisi oturuyordu. Önündeki kahve fincanına mutsuz gözlerle bakıyordu. Al fincanını ve çık dışarı dedim içimden.
Kafenin dış duvarında yan yana iki ankesörlü telefon vardı. Ahizeyi kaldırdım, kredi kartımı çıkarıp yarıktan geçirdim. Hat emrime amadeydi.
Önümde duran tuşlara, Ayla Duman’ın kendi telefonuna bastığı sırayla bastım. Hat almak için gerekli tuşun dışında. Karşı tarafta çalan zili duydum. Telesekreterin devreye girmesi için beklemem gerekiyordu. Bekledim.
Sonra kendinden emin ama hafif telaşlı bir genç kadın sesi duydum. Elinden geldiğince tane tane konuşmaya çalışıyordu.
“Bana söyleyeceğin bir şey varsa lütfen sinyal sesinden sonra mesaj bırak. Gerekirse seni ararım.”
“Var,” dedim içimden. Sinyal sesini bekledim.
Sonra, “Begüm Kalyon’sanız dinleyin,” dedim dediklerim anlaşılsın diye her sözcüğü çok iyi telaffuz etmeye çalışarak. “Adım Remzi Ünal. Doktor Kemal Arsan’ın bir arkadaşıyım. Sizi çok merak ediyor. Lütfen şu numaraya telefon edin.” Ardından İstiklal Caddesi’nin iki alt sokağındaki adını vermeye utandığım otelin numarasını tane tane sıraladım. Devam ettim. “Orası bir oteldir. Emre’ye vereceğiniz mesaj bana ulaşır.” Bir an durup ekledim. “Ortaya çıkmamanızın duygusal nedenleri yoksa size yardım edebilirim. Ciddiyim.”
Ahizeyi yerine astım.
Hâlâ neden bir cep telefonu taşımadığım konusu üzerine düşünmeyi sonraya erteledim. Hazır elimin altında bir telefon varken dedim içimden, devam edeyim. Kredi kartımla bir telefon araması daha yapmamı sağlayacak numarayı çektikten sonra Begüm Kalyon’un ev numarasını tuşladım. Beklediğimden başka bir sonuca ulaşamadım elbette. Ahizeyi yerine koydum.
Şimdi dışarı çıkıp bir sigara içmek ve waypoint 3’e hareketlenme zamanıydı. Girişteki kayan kapıya doğru yöneldiğimde cebimdeki sigara paketini yokladım ister istemez. Yerinde duruyordu. Buna karşın çekap sonucuna bakıp sigarayı bırakmam gerektiğini söyleyen bir doktor yoktu henüz ortalarda. Yüzümde bir gülümsemeyle dışarı çıktım.
İçerideki steril havadan sonra sokağın kontrolsüz, kokulu, nemli yaban havası hoşuma gitti. Kulağıma sıradan bir İstanbul sokağının sıradan sesleri çarptı. Sigaramı yürüyerek içmek istemedim. Kapının solunda uyanık bir bankanın koyduğu tahta bir bank vardı. Demir ayaklarının dibinde izmaritler birikmişti. Oraya doğru yürüdüm.
Banka hafif yan oturduğunuzda hem sokağı hem de camların arkasından hastanenin giriş katını görebiliyordunuz. İçeride insanlar, sesini kıstığınız HD bir televizyonun ekranında gibi gidip geliyorlardı. Oturduğum yerden hasta kabul bankosundaki kızların bilgisayarlarının arkasında oturup oturmadığını göremiyordum.
Sigaramı yaktım.
Caddeden en çok boş taksiler geçiyordu. Doktorun tarifine göre sevgilisinin arkadaşı Firdevs’in evi Teneke Mahallesi’ndeydi. Sigaram bitince birine atlar, yokuş aşağı on dakikada orada olurdum. Sonrası kerimdi.
Kocaman bir nefes çektim içime. Burnumdan saldım. Önümden gelip geçenlere baktım. Karar vermiştim, demir ayakların dibindeki izmaritlere bir yenisini eklemeden yerimden kıpırdamayacaktım.
Kıpırdadım ama.
Gözümün ucuyla gördüğüm kadarıyla hafif kılıksız birisi yanıma oturdu. Yaklaşmasını fark etmemiştim. Ütüsüz bir pantolonu vardı. Ayağında epeyi sokak görmüş spor ayakkabılar. Yüzüne bakmadım. Rahat otursun diye kıçımı on santim öteye aldım.
“Bir sigara versene abi,” dedi yanıma oturan.
O zaman baktım yüzüne.
Herhalde yirmi yaşından büyük değildi. Belki de daha küçüktü ama sokaklarda yaptığı askerlik, yüzünü hiçbir aile çocuğuna yapamayacağı kadar olgunlaştırmıştı. Dikkatle bakmazsanız bir daha asla hatırlanmayacak çizgileri vardı. Yüzü ya esmerdi ya günlerdir yıkanmamıştı. Gözleri kısıktı. Dudağı incecik bir çizgiden ibaretti.
Cebimden paketimi çıkardım. Uzattım. İki tane aldı. Birini dudağına, birini bordo tişörtünü örten asıl rengini çıkaramadığım yeleğinin cebine koydu. Dudağındaki sigarayı bana doğru uzattı bir şey söylemeden. Yaktım.
Sigarasından bir nefes çekti. Öylesine. Tadına varmadan.
Önüme döndüm. İzmaritimin bankın ayağını boylamasına daha vardı. Burası İstanbul’du, yanınıza kimin oturacağını seçemezdiniz. Sigara isterse de verirdiniz.
Benim aklım başka yerdeydi. Beyoğlu’nun arka sokaklarındaki antika berberin koltuğunda geçirdiğim dönüşümün ucunun nereye kadar gidebileceğini düşünüyordum. Başkalarının sevgilisini aramak bana yeniden para kazandıracaktı. Yeniden sokaktaydım. Yeniden sorular soruyordum, şöyle ya da böyle cevaplar alıyordum. Daha da alacaktım. Telefon ediyordum sağa sola.
Bir telefon daha edemez miydim?
Bir telefon daha edersem cevap verecek sesi ne kadar özlediğimi fark ettim birden. Sesimi duyunca ne tepki vereceğini bilmiyordum. Kapatmaz, tepki verirse gerisini getirebileceğime ilişkin inancım olup olmadığını sordum kendime. Net bir cevap veremedim.
Ergen düşüncelerini kovmak için bir nefes daha aldım sigaramdan.
“Senin cep telefonun da epeyi yakışıklıdır şimdi,” dedi yanımda oturan.
Bana mı söylüyor diye kafamı yana çevirdim.
Evet.
Vücudunu hafif bana doğru çevirmişti. Verdiğim sigara ağzının köşesindeydi. Gözleri biraz daha kısılmıştı. Bana yakın duran sağ elinde hiçbir alışveriş merkezi x-ray cihazından geçmeyecek büyüklükte bir bıçak vardı. Durduğu açıdan tam dalağımı hedefliyor gibiydi. Daha önce gördüğüm bıçaklara benzemediğini fark ettim. Uzun ama olması gerekenden biraz inceydi galiba.
Sigaramı yere attım. Üzerine basmak için dertlenmedim. Daha büyük bir derdim vardı görüldüğü gibi.
Ben de hafif yana doğru döndüm. Ellerimi iki yanımda tuttum, avuçlarım açık. Yüzüme bir Remzi Ünal gülümsemesi oturtturdum.
“Cep telefonum yok,” dedim sakin bir sesle.
Bıçağı kımıldattı ne yaptığını bilen bir hareketle.
İşe bak. Canı sıkılan hasta yakınları sigara içsin diye konulmuş bankın üzerinde, elindeki bıçağı böğrüme doğru sallayan tinerci kılıklı birisinin yanında oturuyordum. Üstelik verdiğim cevabı beğenmemişti.
“Uzatma çıkar telefonu,” dedi kirli suratlı komşum.
“Sigaram var ama cep telefonum yok,” dedim aynı ses tonuyla. Gözümün ucuyla çevreye baktım. Bizimle ilgilenen yoktu.
“Sen onu babana yuttur,” dedi. “Çıkar çabuk yoksa Abuzittin konuşur.”
Abuzittin’in neyin adı olduğunu tahmin edebiliyordum aşağı yukarı. Tahmin edemediğim kafasının ne kadar bulanık olduğuydu. Haftalar boyu antrenmansız kalan vücuduma ne kadar güvenebileceğim de başka bir merak konusu.
Küçük bir olası hasar tespiti yaptım. Bacağımın yaralanması iç organlarımın delinmesinden çok daha uygundu bu durumda. Eylem önceliği de benim yanımda olacaktı.
Uzatmadım. Gövdemi biraz geriye atıp sağ bacağımla kafasını hedef alan bir vole savurdum. Beklemiyordu galiba. Bıçağı tutan eli hareket etmek istedi ama daha büyük bir derdi vardı fark ettiği gibi. Ayağım kafasına doğru yaklaşırken sokak kedisi içgüdüsüyle geri çekilmeye niyetlendi. Yetmedi ama. Ayağımın tarak kısmı, kaleyi gören bir santrforun ayağına oturan top gibi suratına gömüldü. Sırtı bankın arkalığına dayalı olduğu için boynu gerildi tekmemin şiddetiyle. Ağzından ses çıkmadı.
Hafif yatar durumdaydım bankın üstünde. Bacağımı hızla geri çektim. Bu kez aynı ayağımı midesine gömdüm. “Hık!” diye bir ses çıktı bu kez dudaklarından. Öne doğru eğildi ister istemez. Fırsatı kaçırmadım. Doğruldum. Sağ elimin kenarını boynuna indirdim. Banktan düştü dizlerinin üstüne. Bıçak elinden fırladı.
Ayağa kalktım. Bıçağı tekmeledim. Nereye gittiğini görmedim. Ellerinin üstünde doğrulmaya çalışırken beline bir tekme indirdim. Rahat, önünde engel olmayan bir tekme. Yana doğru devrildi.
Yeter dedim kendi kendime. Bir adım geriye çekildim.
Etrafa baktım.
Sokağın karşısında bizi seyreden iki ilkokul çocuğundan başka kimse yoktu. Onların ilerisinde hızlı hızlı yürüyen iki kadın sırtı gördüm. Çevrede bir taksi durağı olsaydı, müşteri beklemekten sıkılan taksiciler çıkıp gelirdi bak. İstanbul’du burası. Arada kavga ederdi insanlar. Oralı olmazdın. Oralı olursan başın belaya girerdi.
Yerde toparlanmaya çalışan gaspçı adayıma baktım. Bıçağı elinden gidince fiyakası sönmüştü biraz.
“Kalk,” dedim. “Polis molis çağırmadan siktir ol git.”
Cevap vermedi. Bir tekme daha geliyor mu diye ayağıma bakıyordu. Kımıldamadan durdum bir adım gerisinde. İlk denemesinde kalkamadı, dizlerinin üzerine çöktü yeniden. Sonra yüzünde acı, öfke, utanç karışımı bir ifadeyle doğruldu. Tam olarak ne yapacağını bilemiyor gibiydi.
“Bas git!” dedim. Sesim biraz yumuşamıştı. “Belanı başka yerde bul.”
Önerim yüzünü yumuşattı. Elini yüzünden geçirdi. Bıçağını arar gibi üstünde cilveleştiğimiz bankın civarına baktı. Bundan hoşlanmadım.
“Siktir git!” dedim niyetimin her an kötüleşebileceğini hissettiren bir ses tonuyla. “Kafamı daha fazla bozmadan siktir git.”
Döndü. Sokağın aşağısına doğru yürümeye başladı. Yan yana duran iki ambulansın hizasına gelene kadar yürüdü. Sonra aklına bir şey gelmiş gibi koşmaya başladı. Hafif topallıyordu.
Gözlerimi ondan ayırdım. Sağımı solumu çekiştirdim. Karşıdan hâlâ bana bakan çocuklara elimle ateş ediyor gibi bir işaret çektim. Bana cevap vereceklerine onları evde bekleyen annelerini hatırladılar, dönüp hızlı hızlı yürüdüler. Yarın sınıfın yeni hikâye anlatıcıları onlar olacaktı.
Banka doğru bir iki adım attım. Camdan gördüğüm kadarıyla Manhattan Medical’de de dışarıda olan bitenin farkında olan kimse yoktu. Sonra gözlerimi yere indirdim. Başarısız gaspçımın bıçağı iki metre kadar ileride, boşaldıktan sona avuçta sıkılmış bir kola tenekesinin yanında yatıyordu.
Eğilip aldım.
“Hassiktir,” dedim içimden.
Gaspçım kelimenin tam anlamıyla bir gaspçı değildi galiba.
Hem de iki sigara birden ikram ettiğim delikanlının, sıradan bir çapulcu değil, sanki genel cerrah olmaya niyetli bir sokak çocuğu olduğunu geride bıraktığı aletten anlamak mümkündü.
Aleti yerden aldım, banka koydum. Yanına da ben oturdum. Sonuna kadar engellenmeden içebilmeyi umarak, yeni bir sigara yaktım. Paket hafiften bitmek üzereydi.
Tepeden inceledim meşum görünümlü aleti. Bir neşterdi bu. Aramaya cesaret edemediğim kadından, keyifli bir akşam sohbetinde öğrendiğim adıyla, bir bisturi.
Sapına dolanmış damalı bir bez, sekiz yerinden çelik tel sarılarak güçlendirilmişti. Sapla kesici ucun birleştirildiği yere kısa, kalın bir hortum takılmış, bu da ayrıca telle sabitlendirilmişti. Böylece, bildiğin bıçak gibi tutup savrulduğunda elden kaymıyor, dirençle karşılandığında tutanın elinin kesilmesi engelleniyordu.
Derin bir nefes aldım sigaramdan.
Keskin kısmının üzerinde kan yoktu. Oğlan iyi bakıyordu iş aletine. Ucu, kenarı pürüzsüz keskinlikteydi.
Bu çelik parçasının tedavi edici olduğu kadar öldürücü ucunun, acemi cerrahın elinde, gövdemin herhangi bir bölgesine değdiğinde ortaya çıkacak manzarayı düşünmeyi sonraya bıraktım. En azından Manhattan Medical Hastanesi’nin acil servisi iki adım kadar yanımda diye kendi kendimi teselli ettim. Kendi kendime sırıtmadım ama.
Kendi kendime kızdım sırıtmak yerine. Sigaramdan hırsla bir nefes aldım bu kez.
Acemi cerrahı öyle kolaylıkla bırakmamalıydım. Aletini yakından görmeden, neyin nesi olduğunu anlamak mümkün değildi elbette ama gözümün ucuyla baktığımda normal gaspçıların kullandığı cinsten normal bir kesici alet olmadığını sanki sezer gibi olmuştum. Anlaşılan anın gerilimi kıçımı kurtarmaya yoğunlaştırmıştı beni.
Ne sorardım saldırganımın çekip gitmesine izin vermemeyi akıl etsem?
En azından aleti nereden bulduğunu sorardım. Hastanenin çöpünü karıştırırken buldum gibi bir cevap verirdi muhtemelen. İnanmazdım. İnanmazdım ama elimden bir şey gelmezdi. Ortam daha ikna edici sorgulama yöntemleri kullanmaya elverişli değildi. Yine bırakırdım.
Nerden bulduysa buldu dedim içimden. Bu gidişle belasını da bulacaktı yakında. Etrafıma baktım.
Ambulansların bana yakın olanının tekerleğine takılmış halde buldum aradığımı. Kim bilir nereden savrulmuş eski bir gazetenin hafta sonu ekinin bitişik iki sayfası. Birazı yırtıldı tekerleğin altından çektiğimde. Banka döndüm. Sapı donatılmış bisturiyi dikkatle sardım gazeteye. Fazla gelen kısmını üzerine katladım.
Sigaramdan son bir nefes alıp ayağımla söndürdüm. Küçük bir tekmeyle bankın ayağının dibindeki arkadaşlarının yanına gönderdim. Küçük sevimli paketim elimde ayağa kalktım.
Geldiğim yöne doğru yürüdüm. Yanımdan boş bir iki taksinin geçmesine izin verdim. Gördüğüm birinci çöp konteynerin atladım nedense. İkincinin içine attım neredeyse dalak ameliyatımı oracıkta gerçekleştirecek aleti.
Ben böyle bir dedektiftim işte. Diğerleri ceplerinden çıkardıkları delil poşetlerine yerleştirip laboratuvara gönderirlerdi buldukları öteberiyi, ben çöpe atardım.
Olacaktı o kadar fark artık.
Sonra ilk taksiyi durdurdum. Adresi verdim.
4. BÖLÜM
Ortalıkta birkaç gündür görünmediği için birilerini meraka düşüren hemşire Begüm Kalyon’un soyadını bilmediğim arkadaşı Firdevs’in evi, Teneke Mahallesi’ni Nişantaşı’na bağlayan yokuşun ortalarında, ince uzun bir apartmandaydı. Apartmanın yüzeyi uçuk pembe BTB kaplıydı. Apartmana giriş kapısının küçük kareler oluşturan demirleri yerinde duruyordu ama aralardaki camların çoğu kırılmıştı. Kapının yanındaki zil butonları epeydir işlevsizlermiş gibi duruyordu.
Elimi demirlerin uygun yerinden sokarak arkadan kapının kilidini açtım. İçeri girdim. Camları kırık demir kapıdan başka bir yerden ışık almayan sahanlık alacakaranlıktı. Gözlerim alışsın diye biraz bekledim. Sonra duvarda bir elektrik düğmesi aradım. Buldum ve dokundum.
Gördüğüm ilk şey yerde yatan bir bisikletti. Epeydir orada terk edilmişti anlaşılan, arka tekerleği yoktu. Hemen yanında ters çevrilmiş bir alışveriş sepeti vardı. Hiç güven vermeyen asansörü boş verip yanındaki merdivenlere yöneldim.
Beklediğim gibi ağır ve yerleşik kavrulmuş soğan kokusu geldi burnuma. İlk kattaki kapıların önünde ayakkabılar vardı. Kimi düzgün, kimi dağınık bırakılmış kadın, erkek, çocuk ayakkabıları. Koridor duvarını boydan boya, dalgalı bir tebeşir çizgisi süslüyordu. Merdivenleri tırmanmaya devam ettim.
Soğan kokusu daha da kesifleşti yukarı çıktıkça. Buna karşın kapıların arkasından beklediğim ev gürültüleri gelmiyordu. Bir kat daha çıktım. Merdivenin otomatiği söndü. Koridor bütünüyle karardı.
Çakmağımı çıkarıp yaktım. Duvarda bir elektrik düğmesi daha aradım. Aşağılardan bir yerde bir kapı açıldı. İki saniye sonra koridorun ışığı yandı. Aşağıdaki kimse ona teşekkür ettim içimden. Düğmenin yerini saptadım bir sonraki kararma için.
Karşılıklı dört kapının üzerindeki numaraların karakteri ve puntosu birbirini tutmuyordu. Numaraya ihtiyacım yoktu hedefim olan kapıyı bulmak için ama. Sevgilisini aramamı isteyen Kemal Arsan’ın tarifine uygun olarak, üstüne kocaman bir üzüm salkımı çıkartması yapıştırılmış olan kapının önünde durdum. Önünde ayakkabı yoktu.
Firdevs Hanım’ın soyadı Işın’dı. Kapının tam ortasında, alışılmadık büyüklükteki pirinç bir levhanın üzerine eğik harflerle yazılmış iki kelimeden anladım bunu. Levhanın altında eski usul pirinç bir kapı tokmağı vardı. Geldiğimi haber verecek bir zil butonu göremedim.
Derin bir nefes aldım. Önünde durduğum sayısız yabancı kapıyı hatırladım bir an. Arkalarındaki tatsız sürprizleri. Dur bakalım dedim içimden, bu kez ne olacak?
Tokmağı tutup, iki kere vurdum kapıya. Çelik kapı titreşti, gelen misafirin haberini iletti içeriye. Güçlü biçimde.
Kulağımı kapıya yaklaştırdım. İçeriden konuşma, televizyon, terlik tıkırtısı gelmiyordu.
Merdivenin otomatiği bir kez daha söndü. Aşağılardan tanımadığım birilerinin yardımını beklemedim. Yerini artık bildiğim düğmeye dokundum iki adım sağa atıp. Dönüp yeniden tokmağı vurdum kapıya.
Daha çeliğin tınlaması koridorun derinliklerinde erimeden açıldı kapı. Açan kapının arkasında ikinci kez vurulmasını bekliyordu demek ki. Tam da gözetleme deliğinin karşısında duruyordum. Ürkütücü bir suratım olmadığına bir kez daha inandım.
Kapıyı yarım açan genç kadına, hasta ve yaşlı anne babanızı gözü kapalı teslim edebilirdiniz. Çok güzel değildi ilk bakışta. Piyasa güzeli değildi yani. Kumral saçlarını iki yandan arkaya doğru topladığı için, beyaz tenli yüzü bütün ovalliğiyle ortaya çıkmıştı. Elmacıkkemikleri iyice vurguluyordu yüzünün sınırlarını. Dudakları hafif dolgundu. Çenesi, fotoğraflarla kimlik analizi kitaplarından öğrendiğim kadarıyla kararlılık sahibi kişilerdeki gibi biçimlenmişti.
Üzerinde blucin kumaşından bir elbise vardı. Etekleri dizinin biraz altında, en üstteki ve en alttaki hariç düğmeler ilikliydi. Daha ilk bakışta, işini bilen hayli profesyonel bir özel hemşire izlenimini eksiksiz veriyordu.
Yüzünde yeni hasta yakınlarına hazırladığı gülümsemeye biraz şaşkınlık katılmış bir ifadeyle bana baktı.
“Buyurun?” dedi pazarlamacı olmasam ne kadar çok sevineceğini sezdiğim bir ses tonuyla.
“Firdevs Hanım?” dedim.
“Benim, buyurun,” dedi ses ve yüz ifadesini hiç değiştirmeden.
“Bir yakınım için rahatsız ettim sizi,” dedim. “Yaşlı ve kanser hastası. Maalesef terminal dönem.”
Kapıdaki kadın bir an kararsız kaldı. Beni ve hastamı reddedecek gibiydi. Koridorun sağına soluna baktı hiç gereği yokken. Sonra yeni bir hasta fikri ağır bastı galiba. Bir adım geriye çekildi, kapıyı tam olarak açtı girmem için.
“Girsenize, içerde konuşalım.”
Girdim.
Firdevs Işın’ın evinin, apartmanın dış görünümüyle en ufak bir alakası yoktu. Onun antiteziydi adeta. Antre olmadığı için hemen karşılaştığınız oturma odası, herhangi bir IKEA kataloğunda yalnız yaşayan genç kadın profesyonellere örnek gösterilecek kadar küçük ve sevimli göründü gözüme.
Tam karşıdaki pencerede Morihei Ueshiba’nın ülkesinin desenlerini taşıyan jaluzi, dışarının ışığını hafifçe kırıyor, salona dozunda bir yumuşama getiriyordu. Önüne küçük tahta bir masa ve iki sandalye yerleştirilmişti. Masada bana göre yan duran açık bir dizüstü bilgisayar vardı. Pencerenin sağından uzanan duvara, insan boyu kadar yükseğe, masadakilerin aynısı bir sandalye monte edilmişti. Sandalyedeki küp şeklindeki vazonun içinde adını bilmediğim kırmızılı mavili çiçekler oturuyordu. Salonun sol duvarını üstlerinde bir dolu karton kutu duran iki uzun raf kaplıyordu. Kutuların üzerine minik minik çiçekler işlenmişti. Yere zeminin ancak üçte birini kaplayan bir kilim atılıydı. Rafların karşısında iki kişilik bir divan duruyordu. Divanın önünde, üstünde kadın dergileri ve küçük bir vazoda papatyalar olan kare bir sehpa vardı.
Divanın pencereye yakın tarafında genç bir kadın oturuyordu. Üzerinde kahverengi kadife bir pantolon ve sarı sweat-shirt vardı. Saçlarını atkuyruğu yapmıştı. Güzelce bir kadındı galiba, ince ince bakmadım yüzüne. Estetik operasyonu geçirdiğini sandığım kalkık burnu çarptı gözüme yalnızca.
Benim için açılan kapının hemen bir adım önünde durdum, durumu yönetmesi için Firdevs Işın’ı bekledim.
Ev sahibem divanın boş tarafını gösterdi bana.
“Oturmaz mısınız?” dedi. Yanına oturacağım arkadaşını tanıtmaya gerek görmedi.
“Teşekkür ederim,” dedim otururken.
Firdevs Işın pencerenin önündeki sandalyelerden birini çekti, tam karşıma oturdu.
“Geçmiş olsun,” dedi. “Hastanız kaç yaşında?”
Tereddüt ediyormuşum gibi yerimde kıpırdandım.
“Sekseni geçmiştir,” dedim. “Annem.”
Yanımda oturan kadın ayağa kalktı. Benim yüzüme bakmadan konuştu.
“Ben mutfağa gideyim,” dedi. “Siz rahatça…”
Sehpanın bana uzak yanından yürüdü, Firdevs Işın’ın arkasından geçti, arkamdaki bir kapıya doğru ilerledi. Kapının kapanma sesini duyana kadar bekledim geriye bakmadan.
Ev sahibem kadını mutfağa kadar sessizce izleyen gözlerini bana çevirdi.
“Hastalığı?” dedi.
Tereddüt etmeden cevap verdim.
“Bağırsak kanseri,” dedim. “Geç kalmışız. Hayli ilerlemiş. Ameliyattan sonra, eee, günlük hayatı epey zorlaştı.”
Bilirim der gibi başını salladı.
“Eviniz nerede?” dedi.
Yakın olsun istedim.
“Annemin evi Levent’te,” dedim. “Beşiktaş Belediyesi’nin arkasında. Ben Bostancı’da oturuyorum.”
“Anladım,” dedi.
“Kız kardeşim Uçaksavar’da oturuyor,” dedim. “Gündüzleri yanından ayrılmıyor. Ama gece zor, onun da çocukları falan…” Yüzümü buruşturdum.
“Anladım,” dedi yeniden.
“Gerçekten yardımınıza çok ihtiyacımız var,” dedim.
Firdevs Işın kaşlarını çattı, gözlerini yerdeki kilimin köşesine dikti çok zor bir problemi çözmekle meşgulmüş gibi. Sonra bana baktı.
“Bu ara gecelerim dolu,” dedi. “O yüzden düşünüyorum. Adresimi nereden almıştınız?”
Beklediğim soru geldi diye sevindim.
“Bir doktor tanıdığım var,” dedim. “Kemal Arsan. Manhattan Medical’de çalışıyor. Galiba bir arkadaşının arkadaşı imişsiniz. Çok tavsiye etti sizi. Selam söyledi.”
“Aleyküm… selam…” dedi Firdevs Işın sözcüklere gereğinden çok ara vererek. Bu referans şimdiye kadar ağzımdan çıkan en acayip sözmüş gibi düşündürmüştü onu sanki. Bekledim ne diyecek diye.
Şapkam olsa düşürecek bir şey söyledi sonra.
“Adınız Remzi Ünal olmasın sizin?”
Bu hikâyede karşıma çıkan sağlık çalışanları beklediğimden akıllı dedim içimden, şaşkınlığımı bastırdıktan sonra. Annesi kanser hastası adam gitti, Remzi Ünal geldi mecburen oturduğum iki kişilik kanepeye. Bacak bacak üstüne attım elimi zayıflattığım izlenimi vermemek için.
“Nerden anladınız?” dedim hafif gülümseyerek.
“Begüm notunuzu dinlemiş,” dedi. “Kemal’den bu kadar kısa arayla bahseden birisi ortaya çıkınca, aynı adam olmalı diye düşündüm.”
Remzi Ünal geri geldiyse dedim kendi kendime, belki destek güçleri de çağırmalıyım yardıma.
“Sigara içebilir miyim?” dedim.
“Akciğer sizin,” dedi Firdevs Işın.
Ben sigaramı çıkarırken sandalyesinden kalktı. Arkasındaki rafın alt kısmındaki tekerlekli çekmeceden bir kül tablası çıkardı, sehpanın üzerine koydu. İçine sigara atarken açılan, sonra kapanan türden bir kül tablasıydı.
Sigaramı yaktım. Geriye yaslandım.
“Verdiğim numarayı aramaya niyeti var mıydı?” dedim. “Madem açık açık konuşuyoruz.”
Yeniden sandalyesine oturdu. Yüzünde tam çözemediğim bir ifade vardı.
“Onu bilemiyorum,” dedi. “Bana sordu gerçi ne yapayım diye.”
“Siz ne dediniz?”
“Bu Remzi Ünal denen adamın kim olduğunu iyice bir öğrenmeden hiçbir şey yapma dedim, açık söyleyeyim,” dedi Firdevs Işın. “Ama beni dinledi mi, bilemem.”
Bu iyiydi.
“Remzi Ünal denen adamın neye benzediğini öğrenme şansı ayağınıza geldi,” dedim sigaramdan bir nefes daha çektikten sonra.
Firdevs Işın gülümsedi ben kül tablasını kullanırken.
“Madem açık konuşuyoruz,” dedi. “Tam olarak Begüm’ü neden ve hangi sıfatla arıyorsunuz öğrenebilir miyim?”
Sigaramı ağzıma götürmüşken indirdim elimi. Doğru söylemeye kadar verdim.
“Telefonda küçük bir yalan söyledim galiba,” dedim. “Kemal Arsan arkadaşım değil, müşterim. Begüm Hanım ortadan kaybolunca merak etmiş. Ben de aramaya başladım.”
Yalan konusundaki itirafımın üzerinde durmadı ev sahibem.
“Telesekreterine not bıraktığınız numara Kemal’de yoktu ama,” dedi.
“Biliyorum,” dedim. “İşim bu, bulmam gerekiyordu, buldum.” Bir ara verdim. Sigaramdan ertelediğim o nefesi çektim. Dumanı havaya savururken konuştum.
“O telefonun zili bu evde çalmış olmasın?” diye attım tutmasını umarak. Bazen yapardım bunu. Bazen tutardı.
Tutmadı.
“Hayır,” dedi Firdevs Işın. “Bu evde sabit telefon yok.”
Bir soruya itiraz etmeden cevap veren birine ikinci soru mutlaka sorulmalıydı.
“Peki, nerede Begüm Hanım?” dedim.
“Bilmiyorum,” dedi. Her halinden belliydi cevabının doğru olmadığı. Üstünde durmadım. Sigaramı söndürdüm. Kül tablası dünyanın bütün sigaralarına düşmanmış gibi anında yuttu izmariti. Üçüncü soruyu da sorayım bari dedim içimden.
“Neden ortadan kaybolmayı seçtiğini biliyor musunuz bari?” dedim.
Firdevs Işın bu kez doğru söylüyordu galiba.
“Biliyorum ama size söyleyemem,” dedi. “Beni zorlamaya kalkarsanız bağırırım, bilesiniz. Bu apartmanın duvarları çok incedir.”
“Aklımdan bile geçmez,” dedim.
“Buna sevindim,” dedi Firdevs Işın. “Şimdi ne yapacaksınız?”
Yerimde kıpırdandım.
“Aramaya devam edeceğim,” dedim. “Bıraktığım numarayı aramasını bekleyeceğim. Evini ve cebini sık sık yoklayacağım. Aklıma başka bir şey gelirse, onu da denerim.”
Aklımda yapmayı düşündüğüm bir şey vardı ama bunu ona söylemeyi düşünmedim.
“Yani, devam…” dedi. “Aramaya.”
“İşim bu,” dedim.
Artık evinden gitme zamanının geldiğini işaret etmek ister gibi ayağa kalktı. Gövdesi kapıya doğru döndü hafifçe. Ben de doğruldum.
“Benimle konuştuğunuz için teşekkür ederim,” dedim. “Gördüğünüz gibi gayet medeni bir özel dedektifim ben.”
“Gördüğüm ilk özel dedektif,” dedi. “Filmlerdekine benzemiyorsunuz, açık söyleyeyim.”
Buna akıllıca bir cevap vermeliydim. Zaman bulamadım ama düşünmeye. Kapının zili yoğun bakım ünitesinde yatan birisinin kalp durmasını haber veriyor gibi çaldı. Uzun uzun ve üst üste.
Ya da üst kattaki komşu merdivenden düşüp ayağını kırdı gibi çaldı kapının zili.
Devletten vergi borcunuz var yazan sarı kâğıt geldi gibi çaldı. ÖSYM’den hiçbir üniversiteyi kazanamadınız haberi geldi gibi. Sevgiliden seni terk ediyorum mektubu gibi. Askerlik şubesinden celp emri gibi.
Belanın derini kapının hemen önünde der gibi çaldı kapının zili.
Firdevs Işın’la birbirimize baktık. Olur böyle şeyler, ben de tam gidiyordum bakışı attım kıza. Yeni bir hasta adayı şimdi vakitsiz olacak der gibi omuzlarını silkti, kapıya yöneldi ev sahibem.
Bildiğim kadarıyla tek başına yaşayan bir genç kadından beklemediğim bir şekilde kapının gözetleme deliğinden bakmadan açtı kapıyı. Ben kapıdayken ne yaptığını hatırlamaya çalıştım.
Gelecek sefer aynı hatayı yapmayacaktı, eminim ama.
Kapı umulmadık bir şiddetle içeri doğru savruldu. Firdevs Işın çarpmasın diye içgüdüsel olarak geriye bir adım attı. Açılan boşluktan içeri üç adam girdi. Sinemada yanınıza otursa yerinizi değiştireceğiniz üç adam.