Kitabı oku: «CELIL OKER-ÖZEL BASKI-BIR SAPKA BIR TABANCA», sayfa 2

Yazı tipi:

Bölüm 6.3

Yediye beş kala Beşiktaş İskelesi’nin önünde siyah Mercedes’i bekliyordum.

İskeleye girenler azalmıştı. Kuyrukta müşteri bekleyen taksiciler artmıştı. Ellerim, tıpkı simitçi, Milli Piyangocu ve piknik tüpüyle aydınlanan tezgâhının başında ayakta duran okunmuş kitap satıcısı gibi cebimdeydi. Islık çalmıyordum. Şimdi bir kahve iyi gelecekti hani, ama Üsküdar motorlarının biraz ötesindeki deniz manzaralı kafeye bir kez daha gidecek zamanım yoktu. Ortaya çıkarsa seyyar kahveciden bir çay alırdım belki.

Saatime baktım bir kez daha.

Yüze kadar saysam mı, dedim kendi kendime. Yapacak başka şey olmadığı için iyi bir fikir gibi geldi önce. Sonra vazgeçtim. Geleceği varsa ben “yüz” demeden de gözükecekti ilerideki üstgeçidin altından siyah Mercedes.

Gözüm üstgeçit tarafında, yerimde yaylanarak bekliyordum. Taksiler, evet, belediye otobüsü, evet, kendini zor taşıyan bir Kartal, evet, portakal satıcısının ittiği üç tekerlekli araba, evet, bir taksi daha evet, siyah Mercedes, hayır.

Benden başka sevgilisini, arkadaşını, müşterisini bekleyen kimse yoktu.

Beşiktaş İskelesi’nin önündeki soğuk yavaş yavaş içime işlemeye niyetliydi. Paltoma ellerimi cebimden çıkarmadan sarıldım sanki bir işe yarayacakmış gibi.

“Remzi Bey!” dedi Denizcilik Müzesi tarafından bir yerlerden. Bana seslenildiğini algılamadım önce, çay yerine sıcak bir salep de iyi giderdi diye düşünüyordum. Sonra kafamı çevirdim.

“Remzi Bey?” diye bağırdı bu kez ünlemini soruya dönüştüren kabak kafalı adam.

Hayır, kafası kızları etkilemek için kabak değildi. Kızları, kadınları etkileyecek yaşı çoktan geçmişti. Biraz biraz Münir Özkul’a benziyordu, yaşı dahil. Nice ölümler, nice doğumlar görmüş halk işi bir bilgelik, maaşının sınırlarını aştığı belli bir sadakat ve kendisine benzeyen insanlarla kolay iletişim kurabilmenin verdiği güvenle dolu bir suratı vardı.

Kendini zor taşıyan Kartal’ın yanı başında dikiliyordu. Üst üste birkaç kez boyanmışa benzeyen açık mavi bir Kartal.

Gri bir palto giymişti. Beşiktaş’ın ara sokaklarında yükseklere asılmış ikinci sınıf kadın ve erkek giysileri arasında bulamayacağınız cinsten bir palto. Paltonun eteklerinin altından gözüken blucin pantolon, boyaya benimkinden daha çok ihtiyacı olan ayakkabılarda bitiyordu.

Kabak kafalı adama doğru bir iki adım attım.

“Remzi Bey, değil mi?” dedi gülümseyerek. Elini uzattı.

Kendini zor taşıyan Kartal’a bakarak elini sıktım. Gülümseyişi biraz daha uzadı.

“Noyan Bey özür diledi,” dedi. “Bir işi çıktı ajansta. Siz gidin eve, ben sonra gelirim, dedi.”

“Anladım,” dedim.

“Buyurun,” dedi elini Kartal’ın kapısına doğru açarak. Otomobilin çevresinden dolaştım, ön yolcu kapısına doğru yürüdüm. Kabak kafalı adam ağır hareketlerle Kartal’a girdi, eliyle uzanıp kapının kilit düğmesini yukarı kaldırdı.

İçeri girdim. Doğrusu temiz bir otomobildi. Arka koltukta üst üste küçük paketler yığılmıştı. Paketlerin her birinin yan tarafına birbirine benzeyen kartvizitler yapıştırılmıştı. Otomobilin içi matbaadan yeni çıkmış kâğıt kokuyordu. Gereğinden fazla bol, işe yarayacağından kuşku duyduğum emniyet kemerini bağladım.

Kabak kafalı adam otomobili hareket ettirdi. İstanbul’a yeni gelmiş bir Burdurlu kadar dikkatli kullanarak Barbaros’un heykelinin arkasından dolanıp trafiğin içine daldı. İşimi yapmam için beni rahat bırak, der gibi bir hali vardı.

Ortaköy’e doğru gitmek isteyen otomobilleri hafiften kızdırarak sola, Barbaros Bulvarı’na yöneldik.

Kartal’ın dikiz aynasında üzerine çarpı çekilmiş bir sigara simgesi sallanıyordu; olur, içmem, dedim içimden. Arkama dayanıp yolu izledim. Paltomun düğmelerini açmamıştım, ellerim kucağımda gidiyordum.

Kabak kafalı adam göz ucuyla bile bakmıyordu bana. Bir deneme yapayım dedim.

“Başınız sağ olsun.”

“Sen sağ ol beyim.”

Devamı gelmedi.

Bir daha denedim.

“Küt diye gitti ha!” dedim. “Adamcağız…”

Direksiyona daha sıkı sıkı sarıldı.

Son kez denedim.

“Hepimizin sonu toprak,” dedim.

Felsefe de işe yaramadı. Kabak kafalı şoförüm dünyanın bütün kalp krizleri bir araya gelse döndürüp başını bakmayacaktı. Bütün dikkatini yola, önümüzden giden, solumuzdan sağımızdan bizi geçen otomobillere, her an yola atlayabilecek yayalara vermişti.

Köprü sapağını da geride bıraktık. Trafik biraz azalmıştı ama açık mavi Kartal’ın hızı artmadı.

Cevap vermeye zorunlu olacağı bir soru geldi aklıma sonra.

“Neredeydi merhumun evi?” dedim.

Kabak kafalı adam soruma cevap vermek için otomobilin Darphane sapağındaki trafik ışıklarında tümüyle durmasını bekledi. Sonra, nasıl böyle salak bir soru sorabiliyorsun, der gibi yüzüme baktı.

“Akatlar’da beyim,” dedi. “Bahar Sitesi.”

Açık mavi Kartal’ı yeşil ışıkta hareket ettirmeden önce başını iki yana salladı, yolunda gitmeyen bir şeyi tespit etmişçesine.

Hay Allah, dedim içimden. Doğru soruları doğru zamanda sormanın sonu olmadığını düşündüm sonra. Komşumdu. Noyan Sert’in hâlâ adını bilmediğim, yalnız yaşayan ama şapkasının altından nereden çıktığı belli olmayan bir tabanca çıkan merhum babası. Bahar Sitesi’nden benim eve yürüyerek sekiz dakikada gidebilirdiniz. Hani bakkala çakkala giderken görmüş bile olabilirdim adamı.

Arkama biraz daha yaslandım.

Ben de oralarda oturuyorum, demedim Münir Özkul suratlı adama. Aklıma ev sahibim geldi, unutmaya çalıştım o konuda yapmam gerekenleri.

Açık mavi Kartal hızını hiç değiştirmeden ilerlemeye devam etti. Nereye gittiğimizi bildiğim için yola ilgimi kaybetmiştim. Bu kadar yakın bir yere gidiyor olmasaydık biraz kestirirdim, dedim içimden. Dışarı, dükkânlara, billboard’lara, kısmetini arayan çekicilere, gelene geçene baktım. Sürücüm de “benimle konuş” diye ölmüyordu zaten. Bir sigaram eksikti. Yıldız Turanlı’yı aklıma getirmemeye çalıştım.

Otomobilimiz Bahar Sitesi’nin girişindeki taksi durağını geride bırakıp soldan ikinci apartmanın önünde yavaşlayınca, yol boyunca duyduğum eksikliği gidermek için harekete geçtim. Kabak kafalı sürücüm yola park etmiş araçların arasında bir boşluk var mı diye ileriye bakıyordu. Paketimi çıkarıp sigaralardan birini ağzıma yerleştirdim. Yakmadım ama. Çakmağım elimde bekledim, iki Opel Vectra’nın arasında bulduğu boşluğa park etmesini.

Aynı anda çıktık otomobilden. Kapıyı kilitlemesini izledim sigaram ağzımda, ama yakmadan. Sonra arkasından yürümeye başladım kaldırımda.

Bahar Sitesi Yaprak Apartmanı’nın girişine bahçeden yükselen sekiz-on basamaktan sonra erişiyordunuz. Kendi evine gider gibi rahat ilerleyen kabak kafalı adama, demir kapının anahtarını cebinde ararken yetiştim. Yandaki düğmeleri hızla gözden geçirdim o kapıyı açarken.

Kapı girişindeki zil butonlarına inanacak olursanız, Sert soyadlı kimse oturmuyordu bu apartmanda. İnanmadım elbette.

Sonra içeri girdik. Girişteki posta kutularının üzerinde yalnızca daire numaraları vardı. Kılavuzum duvardaki otomatiğin düğmesine bastı. Sonra merdivenlerden yukarı yöneldi. Yönetimin duyuru panosuna uzun boylu bakamadan ben de peşinden.

Bir kat çıktık. Kılavuzum hiç duraksamadı. Bir kat daha çıktık.

Deminden beri elinde tuttuğu anahtarlıkla, üçüncü katın merdivenlerinin bittiği köşenin tam karşısındaki kapıya saldırdı. İki ayrı kilidi olan, tahta görünümlü çelik bir kapıydı. Gözetleme deliğinin üstündeki levhada bir grafik tasarımcının seçtiği belli olan harflerle adı yazılıydı, birkaç gün önce terki diyar etmiş komşumun. Nihayet. Nurullah Sert.

Kılavuzum çelik kapının alttaki kilidine soktuğu anahtarı uzun uzun çevirdi. Sonra ikinci kilidi kullanmadan kapıyı açtı. Daha tüm vücudu içeri girmeden elini uzatıp kapının yanındaki düğmeye bastı. Antre aydınlandı. Peşinden içeri girdim. Demir kapı kunt bir sesle kapandı ardımdan. Burnuma beklediğim koku gelmedi. Uzun süredir havalandırılmamış yalnız yaşayan ihtiyar evleri kokusu yoktu.

Tam karşımda kocaman bir buzdolabı vardı. Sağdaki açık kapıdan gördüğüm ince uzun mutfağa sığmayacak kadar büyük, yerleştirildiği yeri yadırgamış bir Westinghouse. Mutfak kapısının hemen ötesindeki buzlu camlı kapının arkasında, apartmanın dışındaki bahçeye üstten bakan bir salon olmalıydı. Sola giden koridorda arkadaki odalarla banyo vardı mutlaka.

Kılavuzum önce paltosunu çıkardı, Westinghouse’un çaprazındaki portmantoya astı. Sonra ayakkabılarını çıkardı, portmantonun alt tarafındaki ayakkabılıktan bir terlik çekti, giydi. Kendi terliği gibi giydi terliği. Paltosunun altından V yakalı koyu sarı bir kazak, alacalı bir kravatla beyaz bir gömlek çıktı. Paltosunun gösterdiğinden daha ince bir gövdesi vardı.

Ona uymadım. Paltomun düğmelerini açtım yalnızca.

“Buyurun,” dedi bana sonra, buzlu camlı kapıyı göstererek.

Buzlu camlı kapıyı açıp salona girdim. Kılavuzumun yapması gerekenleri yapması için kenara çekildim sonra.

Kabak kafalı adam, önce kapının yanındaki düğmeye dokundu, sonra sanki bir şeylere hayıflanıyormuş gibi homurdanmaya benzer anlaşılmaz sesler çıkararak perdelere saldırdı. Dört kollu avizenin şıngırtılı ışığının altında göze ilk çarpan şeyler de, koyu mavi ağır perdelerdi. Yalnız yaşayan ihtiyar kokusu yoktu ama sanki perdeler yüzünden ağırlaşmıştı hava bu odada. Perdeler hışırtıyla yana çekilir, açılan pencerelerin ardından pis bir İstanbul kışında ne kadar temiz hava gelebilirse o kadarı gelirken ben salonu gözden geçirdim.

İlk göze çarpan şey benimkinden epeyi büyük olan televizyondu. Altındaki krom rengi sehpada video, DVD çalar ve Digitürk’ün cihazı üst üste yatıyordu. Televizyonun tam karşısında, gördüğüm en kocaman sallanır koltuk duruyordu. Yanındaki sehpada üç uzaktan kumanda ve telefonla. Telefon benim almayı sık sık aklımdan geçirdiğim, telesekreterli kablosuz bir cihazdı. Koltuğun öteki yanında, içinde tek bir basılı kâğıt olmayan bir gazetelik vardı. Yerler kısa tüylü, duvardan duvara sarı bir halıyla kaplıydı. Kare yemek masası, soldaki pencerenin önünde duvara dayanmıştı. Yalnızca iki kenarında sandalye vardı. Kapının yanındaki duvar, uzun, yüksek arkalıklı deri bir divan tarafından boydan boya işgal edilmişti. Kapının öteki yanından başlayan camlı vitrinde, çok sayıda içki şişesi sergileniyordu. Vitrinin bir katı, telkari işlemeli bir eski zaman nalını ve yüzükoyun duran bir fotoğraf çerçevesi dışında boştu. Tüm duvarlar, birbirini izleyen baklava desenli duvar kâğıdıyla kaplıydı. Duvar kâğıtlarının üzerinde altı noktada, daha koyu renkli dikdörtgen bölgeler vardı. Pencerelerin altında çıplak kalorifer radyatörleri uzanıyordu.

Nurullah Sert’in oturma odasında başka eşya yoktu. Sehpanın üzerinde kül tablası da.

Ayakta kalakaldım. Ağzımda yanmamış sigara.

Kabak kafalı kılavuzum işini bitirince elini, hey gidi hey, der gibi salladı.

“Arkada iki oda daha var,” dedi yüzüme dik dik bakarak. “Mutfak balkonu hariç 120 metrekare.”

Anladım birden.

Doğruyu bilmesinin işime gelip gelmediğini kestiremediğim için açıklama yapmadım ama. Başımı salladım. Vitrine doğru ilerleyip yüzüstü yatan çerçeveyi elime aldım. Fotoğraf çektirmek için giyinip süslenmiş dört kişi vardı fotoğrafta. İki kadın, iki erkek. Erkekler birbirlerine, kadınlar hepsine düşman gibi duruyorlardı. Yine de sırıtıyorlardı kuşkusuz fotoğrafçının komutlarına uyarak. Fotoğrafı daha fazla incelememe kılavuzumun sırtımda hissettiğim bakışları engel oldu. Çerçeveyi yerine bırakıp pencereden dışarıdaki manzaraya baktım. Sokak lambasının ışığı yapraksız dalların arasından çarpıyordu insanın gözlerine. Baharda manzaranın hoş olacağı açıktı.

Geri döndüm.

“Bakalım,” dedim.

Buzlu camlı kapıdan çıkıp loş koridorda yürüdük. Ben öndeydim. Soldaki kapıyı açtım kapadım. Küçük, alaturka bir tuvalet vardı burada. Sağdaki kapıyı açtım.

Küçük bir odaydı bu. Yalnızca küçük bir dolap, beyaz bir pikeyle örtülmüş bir yatak ve yatağın başucunda bir komodin vardı. Yerler çıplaktı.

“Sürekli hemşire gerekirse diye şey ettiydik,” dedi arkamdan kabak kafalı kılavuzum.

Cevap vermedim.

Sonra gelen kapının kolçağı çıkarılmıştı. Duraksadım. Kılavuzum konuşmaya gerek duymadan eliyle omzuma hafif dokunarak yol gösterdi bana. Koridorun sonundaki üçüncü kapıya yöneldim. Ağır ağır açtım.

Soğuktu bu oda. Pencereler açıktı, kareli tül perdeler çok hafif uçuşuyordu. İnce, uzun bir odaydı. Kılavuzum ışıkları yaktı arkamdan uzanıp. Tam ortada odayı gereksiz daraltan kolonlardan aradaki duvarın yıkılıp iki odanın birleştirildiğini gördüm ortalık aydınlanınca.

Başı odanın dibindeki duvara bitişik iki kişilik koca demir borulu karyola, Konya’nın hangi eşraf konağından getirilmişse, getirildiği günkü kadar parlak, getirildiği günkü kadar ışıl ışıl duruyordu. Üstünde, Gülsüm Hanım’ın çeyizinden dün çıkarılmış kadar taze ve temiz görünen örtüler vardı. İşlemeli, ele gelir bir kumaştan örtüler. Tabloyu birbirlerinden hiç ayrılmamışa benzeyen iki kırlent yastık tamamlıyordu. Karyolanın pencere tarafındaki komodinin üstünde bir telefonla boş bir su bardağı vardı. Komodinin çekmecesini açsam birtakım kalp ilaçları bulacaktım muhtemelen. Karyolanın her iki yanında da başka bir şey yoktu. Uçuşan kareli perdelerin hareketlendirdiği pencerelerin karşısına düşen duvar, boydan boya geyikli bir duvar halısıyla kaplıydı.

Demir karyolanın ayakucundan sonraki boşluk, odanın iki yanından kendisini gösteren kolonlara kadar geliyordu. Yatak odasına katılmış ikinci odadaki yan duvar boydan boya yine bir eşraf konağından getirilmişe benzeyen iki kanatlı dev bir elbise dolabıyla kaplıydı. Dışarıda elimi attığım kolçaksız kapı bu dolabın arkasında kalıyordu. Dolabın karşısındaki pencerelerin önüne karşılıklı iki berjer koltuk yerleştirilmişti. Koltukların birinin arkasında ayaklı bir lamba duruyordu. Uzun odanın bitimindeki duvarda camlı bir kütüphane, yanında oldukça gelişmiş bir müzik seti vardı. Kütüphanenin geniş raflarının hepsi kitapla değil, dikine yerleştirilmiş 33’lük plaklarla doluydu.

Ellerim cebimde yatağın ayakucunda durdum, odaya baktım. Yanmamış sigaram hâlâ ağzımdaydı.

Kabak kafalı kılavuzum benim bile duyabileceğim bir sesle içini çekti.

Evi görmeye gelen bir emlak komisyoncusunun merhum Nurullah Bey’in giysi dolabını kurcalamaya başlamasını ona nasıl izah edeceğimi düşünüyordum şimdi. Yanmayan sigaramı elime alıp ağır ağır odanın ikinci bölümüne doğru yürüdüm. Peşimden geldi.

Berjerlerin önünde durduğu pencereler de açıktı. Sağdakinden kafamı uzatıp dışarı baktım. Yandaki apartmanla aradaki boşluğu oluşturan bahçe bakımlıydı.

Emlak komisyoncusunu çöpe attım sonra.

Berjerlerden, arkasında ayaklı lamba olanına oturdum. Bu, Nurullah Sert’in koltuğu olmalıydı. Karşımdaki koltuğa işaret ettim.

“Otursana Süleyman Efendi,” dedim.

Evi Noyan Sert’le bildirdiğimiz fiyatın iki katına satıp farkı bölüşelim demişim gibi şaşırdı. Elini kabak kafasından geçirdi önce. Sonra yüzüne sinirli bir gülümseme geldi.

“Otur, otur,” dedim. “Biraz konuşalım.”

Sağına soluna baktı oturmadan önce. Berjerin ucuna, bacaklarını birleştirip hemen kalkacakmış gibi oturdu. Sonra merakla yüzüme baktı. Çok önceleri sormam gereken soruyu sordum.

“Soyadın ne senin?”

Yüzündeki merak iyice koyulaştı.

“Çiçek,” dedi. Araya bir boşluk verdi, “…Beyim…” diye ekledi.

“Emlak komisyoncusu değilim ben,” dedim. Yanmamış sigarayı yeniden dudaklarıma yerleştirdim.

Biraz rahatlar gibi oldu Süleyman Çiçek. Ama rahatlamadı, terliklerini birbirine sürtmesinden kestirdim bunu.

“Anlamalıydım,” dedi. “Onlar geveze olurlar.”

“Dinleyecek adam bulursam ben de konuşmayı severim,” dedim. “Noyan Bey babasının ölümünden sonra kafasını karıştıran bir şeyi bulmam için çağırdı beni.”

Eliyle bir kez daha kabak kafasını sıvazladı. Yetmedi, bir daha. Hafif hafif beyazlaşmaya başlayan kaşlarının üzerinde bir iki damla ter gördüm.

Dur bakayım, dedim kendi kendime.

Bu yüzden sustum.

“Bir kabahatimizi mi görmüş Noyan Bey?” dedi Süleyman Çiçek, benim konuşmaya niyetli olmadığımı anlayınca.

“Yoo…” dedim, kendisiyle derdim olmadığını anlatan bir sesle. “Şu tabancanın nerden çıktığını merak ediyor.”

“Hangi tabancanın?”

Hemen gelmişti soru. Bir ara daha verdim.

“Babasının,” dedim sonra.

“Nurullah Beyimin tabancası yoktu ki.”

Yakmadığım sigarayı elime alıp onunla eşraf evinden çıkma dolabı gösterdim.

“Aç şunu.”

Bir dolaba bir bana baktı Süleyman Çiçek. Sonra yeniden dolaba.

“Aç, aç,” dedim, ne dediğini bilen birisinin vurgularıyla.

Bir kere daha sıvazladı kabak kafasını. Kaşlarının üzerinde beliren terin gerisi gelmemişti.

Ayağa kalktı. Dolaba doğru hızla yürüdü. Elini kapağın seramik tutamadığına atmadan önce dönüp bana baktı. Sigarayı tutan elimle cesaretlendirdim onu.

Ağır ağır açtı dolabı. İçinde bana göstermek istemeyeceği bir şey varmış gibi ağır ağır.

Yarısı boşaltılmıştı dolabın. Askılıktaki boru yakası kürklü kalın bir paltonun dışında boştu. Koyu mavi renkli bir Samsonite bavul, boşluğa sığsın diye verevine yerleştirilmişti. Kilitlerin dilleri yerlerine yerleştirilmemişti.

Gözlerimi yukarı kaldırdım.

Bogart şapkası üstte, ne olduğunu buradan anlayamadığım kumaş yığınının önünde bütün görkemiyle duruyordu. Bize doğru bakıyordu şapka. Nurullah Sert’i sevmeye başladığımı düşündüm.

İki yanı da boştu şapkanın.

“Şapkayı dikkatle kaldır,” dedim, oturduğum yerde yönümü o tarafa doğru çevirerek. “Dikkatli ol, altında bir şey var. Düşürme.”

Süleyman Çiçek dudaklarının arasından bir şeyler mırıldandı önce. Sonra parmaklarının ucunda yükseldi. Elini yeni doğmuş bir kedi yavrusunu tutacakmış gibi abartılı bir biçimde yükseltti, şakaya dokundu. Sonra yanlış yere park etmiş bir otomobili kaldıran bir çekici vinci gibi yukarıdan kaldırdı şapkayı. Sanki giyecekmiş gibi evirip çevirdi elinde. Tabancayı ondan önce gördüm ben.

Namlunun üst kısmını seçebiliyordum oturduğum yerden. Gez ve arpacığını. Siyah, pırıl pırıl, öldürme potansiyeli yüksek.

Elimdeki sigarayı yeniden ağzıma yerleştirip ayağa kalktım. İki adım atıp parmaklarımın ucuna yükselme ihtiyacı duymadan gardırobun içine uzandım. Humphrey Bogart şapkanın yanında duran kumaş yığınını karıştırdım hızla. Elime beyaz bir atletle uzun paçalı bir don geldi. Beyaz atletle tuttum aldım durduğu yerden tabancayı. Hareketimle bir rüyadan uyandı sanki Süleyman Çiçek, Bogart şapkayı aldığı yere bıraktı hızla. Sonra yüzüme baktı.

“İşte bu tabanca,” dedim.

Sig Sauer 232. Açık avucumun içinde, Nurullah Sert’in beyaz atletinin ortasında kapkara yatıyordu. Emniyeti kapalıydı. Kabzasını kavrasam ele iyi otururdu kuşkusuz.

Elimi yukarı kaldırdım biraz, Süleyman Çiçek’e göstermek için. Soru sorar gibi baktım.

“Hiç görmedim Nurullah Bey’in elinde,” dedi. “Evin içinde…”

“Oğlu da görmemiş,” dedim. “Merak ettiği de bu işte.”

“Bir yerde mi buldu acaba?”

“Bilemem,” dedim. “Oğluna kızına hiç söz etmemiş.”

“Allah Allah!” dedi Süleyman Çiçek.

“Öyle,” dedim.

“Valla benim bildiğim hiç sevmezdi öyle silah külah,” dedi Süleyman Çiçek.

“Ortalıkta hiç ruhsat filan görmedin, değil mi?” dedim.

“Görmedim valla,” dedi Süleyman Çiçek. “Olsa görürdüm. Nurullah Bey’in nesi olacak gizli? Her şeyi ortada. Telefonun, elektriğin falan sözleşmeleri, şusu busu aha şuradaki dosyada.” Başıyla camlı kütüphanenin alt tarafındaki kapağı işaret etti. “Olsa görürdüm. Başka nereye koyacak?”

Sig Sauer 232’yi Nurullah Sert’in atletine iyice sarıp paltomun cebime koydum. Kaşları hafifçe çatıldı Süleyman Çiçek’in. Aldırmadım. Dolaba dönüp Bogart şapkanın arkasındaki kumaş yığınının geri kalanını karıştırmaya başladım. Elime bir şey değmedi.

Yerinde şöyle bir sallandı Süleyman Çiçek.

Askılıktaki yakası kürklü paltonun sağ cebine attım elimi. Boştu. Geri çekemedim ama öteki cebe bakmak için. Süleyman Çiçek bileğime yapışmıştı.

Hayrola, der gibi dönüp yüzüne baktım.

“Beyim, olmuyor ama,” dedi.

Sesimi çıkarmadım. Bileği yaşına göre güçlü tutuyordu kolumu.

“Olmuyor ama böyle sağı solu karıştırmak,” dedi kendine güvenen bir sesle.

Ağır ağır ona doğru döndüm yüzümü.

“Haberi var Noyan Bey’in,” dedim olabildiğince sakin ber sesle.

“Orasını bilemem,” dedi. Hâlâ tutuyordu bileğimi. “Bana Remzi Bey’i Beşiktaş İskelesi’nden al, eve götür, bakacak, dedi. Sağı solu karıştırsın, bırak, demedi.”

Yüz yüzeydik şimdi. Bileğimi hâlâ tutuyordu. Tam dojo’da ayakta junte katatetori tekagami başlangıcı durumdaydık. Bileğimi hafif içeri ve yukarı kıvırdıktan sonra, öteki elimle yüklenip dengesini kolaylıkla bozabilirdim. Ama bunu yapmadım.

Yapabileceklerimi sanki yüzümden okudu Süleyman Çiçek. Elini çekti bileğimden.

“Kusura kalma beyim,” dedi. “Kusura kalma ama, izin veremem sağı solu karıştırmana Noyan Bey burada yokken.”

“Sorularıma cevap veriyordun ama,” dedim hafifçe gülümseyerek.

“O ayrı,” dedi. “O ayrı, sağı solu karıştırmak ayrı. Kusura kalma.”

Yüzü ciddiydi.

“Pekâlâ,” dedim. “Mutfakta vardır, bir kahve pişir ikimize, şöyle içelim karşılıklı.”

Elimdeki sigarayı gösterdim.

“Bir de sigara yakarız. Kafam dumanlandı.”

Yerinden bir santim bile kımıldamadı. Yüzüne kendine güvenden kaynaklanan kocaman bir gülümseme geldi.

“Deniyor musun sen beni beyim?” dedi.

Belki deniyordum ama bir kahve gerçekten iyi gelecekti.

“Gelecek değil mi,” dedim, “Noyan Bey?”

Tam o sırada içeriden kapının zilinin çaldığını duyduk.

Türler ve etiketler
Yaş sınırı:
0+
Litres'teki yayın tarihi:
27 mayıs 2024
ISBN:
9789752126428
Telif hakkı:
Автор
İndirme biçimi:
epub, fb2, fb3, ios.epub, mobi, pdf, txt, zip

Bu kitabı okuyanlar şunları da okudu