Kitabı oku: «CELIL OKER-ÖZEL BASKI-BIR SAPKA BIR TABANCA», sayfa 4
Bölüm 6.5
Başka hiçbir şeye de itiraz edemeyecekti.
Gözleri belirgin bir hayretle apaçık, banyonun beyaz karolarının üstünde yatıyordu sırtüstü.
V yakalı sarı kazağının tam kalbine denk geldiğini sandığım bölgesinde koyu bir kırmızılık vardı.
Elim kapının kulpunda, kalakaldım.
Hassiktir, dedim içimden. İş boka sardı. İş iyice boka sardı.
Süleyman Çiçek lavabonun hemen altında, başı küvete doğru yatıyordu. Kendisini şaşkına çeviren kurşunu yedikten sonra yere düşerken kafasını küvetin kenarına vurmuş bile olabilirdi. Ayakları çıplaktı. Pantolonunun paçaları kıvrılmıştı. Gözüm Süleyman Çiçek’in çıplak ayaklarından, lavabonun bana yakın tarafının altında duran terliklerine kaydı. Çorapları terliğin açık kısmından burnuna doğru tıkıştırılmıştı.
Yatsıyı kılmak nasip olmadı adamcağıza, dedim içimden.
Canım sigara çekti birden.
Kapının dibinde durup banyonun içini olabildiğince hızla gözden geçirdim. Havada belli belirsiz bir yanmış barut kokusu vardı. Klozetin tam üstündeki ufak havalandırma deliğine baktım. Açıktı.
Yere eğildim.
Üzerine basılmış gibi yassı duran iki küçük yün parçasını elime aldım. Sonra bıraktım yere.
Hassiktir, dedim bir kez daha.
Ne yapacağıma karar vermeye çalıştım. Teorik olarak Süleyman Çiçek’i canlı olarak en son gören insan bendim. Tabii sorarlarsa. Sormalarına izin verirsem.
Tabancayla kalbinden vurulmuş bir adamla birlikte bulduğumuz tabanca evdeydi Allah’tan.
Evin her yanında parmak izlerim vardı. Silme uğraşına girmeyi aklımdan çıkardım. Nasıl olsa tuvalete bir önceki ziyaretimde de girmiştim.
Ama zamanım azdı.
Süleyman Çiçek’in üstünü aramakta yarar olabilirdi belki. Sonra vazgeçtim. Ceplerinde işe yarayacak bir şey olsa, tetiğe basan parmaklar yoklamışlardır nasıl olsa dedim içimden. Yıldız Turanlı olsa, “Korktun köftehor, ölüye dokunmaya; kendini kandırıyorsun!” derdi, diye düşündüm. Kendi kendime gülümsemedim ama.
Kapıyı kapamadan önce bir kez daha baktım Süleyman Çiçek’in yüzüne.
Şaşkındı gerçekten.
Kusura bakma, dedim içimden, banyonun kapısını kapamadan önce.
Sırtımı kapıya dayayıp derin bir nefes aldım dışarıda. Biraz düşünmeye çalıştım.
Katil banyoya girip kapıyı ardından kapadıysa, dışarıya fazla ses gitmemiştir diye düşündüm. Tabancanın önüne tutulmuş kırlent yastığın arkasından hiç. Öyleyse komşuların polise haber vermelerinden endişe etmeyebilirdim. Zaten bunun için epey vakit geçmişti. Sırtlarında Olay Yeri İnceleme yazan adamlar çoktan doldururlardı burayı.
O yüzden, kendime başladığım işi bitirecek kadar zaman vereyim, dedim içimden. Hızlı ama. Sallanmadan.
Mesanemi boşaltma işini tümden erteledim. Saatime baktım.
Hadi Remzi Ünal, dedim kendi kendime.
Birleştirilmiş yatak odasına girdim. Yatağın yanından hızla ilerledim. Dolaba bir baktım. Samsonite bavulu Noyan Sert doldurduğuna göre ilginç bir şey olma ihtimali düşüktü. Odanın dibindeki camekânlı kütüphanenin önüne çömeldim. 33’lüklerden ilkine el attım.
Devam edemedim ama. Daha ilk plağın kapağına bile bakamadım. Arkamda bir şeyler oluyordu.
Odanın kapısındaki hareketlenmeyi belli belirsiz sezdim. Eyvah, polis, dedim içimden.
“Hırsız! Vallaha hırsız!” diye bağırdı cırtlak sesli bir kadın.
Döndüm.
“Kıpırdama şerefsiz!” diye bağırdı siyah sakallı bir adam. İlk gördüğüm şey elindeki demir çubuktu. Her an indirecekmiş gibi havada tutuyordu çubuğu.
Yanlarında polis olsa önce onlar girerdi odadan içeri, dedim kendi kendime. Dur bakalım.
Olabildiğince sakin bir şekilde doğrulup cephemi verdim baskıncılara. Demir karyolanın ayakucuna kadar ilerlemişlerdi. Kadın, erkeğin arkasındaydı. Yüzüme güven vermesini istediğim bir gülümseme yerleştirdim.
“Sakin olun,” dedim. “Telaşlanacak bir şey yok.”
Telaşlanacak bir şey vardı oysa, ama onların haberi yoktu.
“Bir de konuşuyor, bak bir de konuşuyor!” diye bağırdı kadın. Sesi yüksekti ama deminki kadar cırtlak değildi.
Adam, elindeki çubuğu kararlı bir şekilde salladı kafasının üstünde. Siyah, üstünde kül rengi lekeler olan bir çubuktu.
“Kıpırdama, indiririm!” dedi. “İndiririm, hiç bakmam!”
Yavaşça dolaptan uzaklaştım. Niyetim berjerlerin birine oturmaktı. O zaman sakinleşirlerdi.
“Kıpırdama Allah’sız!” diye bağırdı adam yeniden. “Yat yere!”
“Durun yahu,” dedim yüzümdeki gülümsemeden vazgeçmeden. “Hırsız değilim ben.”
Bu gibi durumlarda dünyanın en pratik sosyalleşme aracını çıkarmak için elimi montumun cebine götürdüm.
“Silahı var İsmail!” diye bağırdı kadın, yeniden cırtlaklaşan bir sesle. “Silahını çekecek!” Olduğu yerde tepindi. Adam inandı ona herhalde.
Demir çubuğu gözlerinde kıyıcı ışıklarla savurdu.
Sol elim cebimdeydi. Çubuğu engellemek için bir şey yapamadım. Geriye bir tenkan için de geç kaldım. Çubuk sol kolumun dirseğinin biraz üstünde bir noktaya indi. Kaslar, sinirler ve kemik çılgınca bağırdılar beynimin içinde bir yerlerde. Bedenimi sola doğru eğdim ister istemez. Sağ elim darbeyi yediğim yere gitti kendiliğinden.
Tutmak için kabzası olmayan demir çubuk darbenin şiddetiyle adamın elinden kaydı, yere düştü. Halının üstünde kof bir ses çıkardı.
Yüzümdeki gülümsemeden eser kalmamıştı. Sol kolum sanki artık hiçbir uzaktan kumandayı kullanamayacak gibi acıyordu. Doğrulmaya çalıştım.
Adam, çubuğu elinden düşünce şaşırdı önce. Gözleriyle yerini tespit etmeye çalıştı. Çubukla arasında ben vardım, beni aşacak ikinci bir hareketi göze alamıyor gibiydi. Kadın inisiyatifi eline alma gereği hissetti o anda. Kollarını açarak üstüme atladı. “Allah!” diye bağırdı atlarken. Acemi bir atlayıştı ama yine de belimi büktü. Şapka kafamdan uçtu. Dizlerimin üstüne düştüm ağırlığını sırtımda hissedince. Üstümden uzanıp demir çubuğu almaya çalıştığını anladım. Burnuma sası bir koku geldi kadının bedeninden.
“Salak mısınız siz?” diye bağırdım kafamı çevirip soluk almaya çalışarak. “Kalk üstümden kadın!”
Adam ne yapacağını kestiremeden ayakta duruyordu tepemde. Tekme atmaya teşebbüs etmemesinden, tereddüdünün boyutunu anladım. Sağlam kolumla yerden destek alarak döndüm.
Sırtım yerdeydi şimdi. Kadın ata binmiş gibi üstümde oturuyordu. Başörtüsü yana sıyrılmıştı biraz. Elbisesinin altında şalvara benzeyen bir giysi vardı. Yattığım yerden Dolly Parton kadar büyük memeleri olduğunu fark ettim. Biraz daha aşağıda oturuyor olsa, giyinik bir fantezi gerçekleştiriyor gibi duruyor olacaktık… Fark etti. Hemen indi üzerimden. Sıçrar gibi indi, dikildi adamın yanında. Gözleri demir çubuktaydı ama.
“Manyak mısınız siz?” dedim dirseğimin üstünde doğrulmaya çalışırken. “Bilip bilmeden ne saldırıyorsunuz insana? Bir de ekip çağırsaydınız bari.”
İyi ki çağırmadınız, dedim içimden.
“Hırsız değil misin sen?” dedi adam kadını eliyle arkasına çekerek. Birlikte iki adım geriye atıp, karyolanın ayakucuna dayandılar.
“Hangi salak hırsız lambaları açar düğün evi gibi?” dedim. “Hiç mi hırsız görmediniz siz?”
“Aboo… Hırsız sandıydık,” dedi kadın. “Hırsız sandıydık biz…” Heyecandan ya da deminki atlayışından, haddinden fazla büyük memeleri inip çıkıyordu konuşurken. Adam daha da gerisine çekti onu. Gözleriyle giysilerimi, duruşumu denetliyordu. Ağır ağır doğruldum. Belimin üstüne çıkmış montumu çekiştirdim. Şapkayı düştüğü yerden aldım.
“Manyaksınız siz!” dedim. “İnsan bir durur dinler. Anahtarla girdim adam gibi.” Etkimi artırmak için ekledim, “Noyan Bey şimdi duysa…”
“Hırsız sandıydık,” dedi kadın yeniden. “Işığı görünce hırsız sandıydık.”
Adama döndüm.
Çizgili bir gömleği vardı. Üstüne yelek giymişti. Ayağındaki pantolon sanki çok bol gelmiş gibi kemeriyle iyice toparlanmıştı. Ayaklarında yıpranmış spor ayakkabıları vardı.
“Kimsin sen?” dedim kolumun acısını adamdan çıkarıyormuşçasına. “Adın İsmail galiba.”
“Apartmanın kapıcısıyım,” dedi İsmail. Kafasıyla bir işaret yaptı. “Bununla yandaki apartmanın.”
Kolumu ovuşturarak koltuklara doğru ilerledim. Kadınla adam ağır ağır kımıldayıp yüz yüze pozisyonlarını korumaya çalıştılar ben yürüdükçe. Lambanın altındaki berjere oturdum. Canım fena halde sigara çekti.
Bir karar vermem gerekiyordu. Verdim. Biraz riskli olduğunu biliyordum ama verdim.
“Bir kül tablası getir!” diye emrettim kadına. “Kül tablası yoksa çay tabağı da olur.”
“Bir kül tablası getir kız!” dedi İsmail, kadına. “Yürü çabuk!”
“Sigara içmese burada…” dedi kadın alçak sesle sanki kendi kendine. “Nurullah Bey…”
“Nurullah Bey öldü, gömüldü, gitti,” dedi adam, kadına hafif yan dönerek. “Uzatma, bir şey getir kül dökecek. Bir bok yedik, düzeltelim.”
Kadın bir kez daha itiraz edecekmiş gibi dikildi. Vazgeçti sonra. Yere bakarak çıktı odadan.
“Otur İsmail,” dedim adama. Elimle ikisini birden kastettiğimi belirten bir hareket yaparak sordum: ”Soyadınız ne sizin?”
Karısına verdiğim emirden daha etkili oldu soyadlarını sormam. İki elini önünde birleştirdi adam. Yüzüne bilmiş bir sırıtma geldi.
“Kusura bakma beyim,” dedi. “Bu delinin aklına uydum hırsız diye. Işıkları görünce tutturdu. Elime kazanın demirini tutuşturdu. Kusura bakma valla.”
Cebimden paketimi çıkardım. Dudağıma bir sigara yerleştirdim. Kolum hareket ettikçe hâlâ ağrıyordu. Battı balık yan gider, dedim içimden.
“Siz her ışığa koşup gelir misiniz böyle?” dedim. “Soyadınızı söylemedin,” diye ekledim yakmadan önce.
“Oba,” dedi. “Benim soyadım Oba. “Yalandan olduğu belli olan bir sırıtışla konuştu. “Kusura bakma beyim. Ağrıyor mu kolun?”
Gözü yerdeki demir çubuğa kaydı bunu söylerken. Evet, kolum ağrıyordu. Ama bunu ona söylemedim.
“Tamam, tamam. Dert etme,” dedim sigaramdan kocaman bir nefes çekerek. “Otur.”
“Böyle iyi,” dedi İsmail Oba. Elleri hâlâ önündeydi.
Bence de iyiydi. Ufacık bir nokta dışında.
“Resmi nikâhlı değil misiniz?” dedim.
Sırıtışı mahcubiyet sırıtışına dönüştü. Yere baktı.
Beni çok ilgilendirmiyordu medeni durumları. Ama sanki önemliymiş gibi başımı iki yana salladım. Küçük avantajımın ne zaman işe yarayacağı belli olmazdı.
“Noyan Bey git bir kolaçan et evi, dediydi,” dedim. “Ne bileyim basılacağımı. Gerçekten hırsız mı sandınız?” Sigaramdan bir nefes daha çektim. Kadının gelmesi tıpkı sigaramın külü gibi uzamıştı. Bu kadın bir yerden gidip ciddi ciddi polis çağırmasın, dedim içimden. Ya da iki ara bir dere tuvalete koşmasın.
İsmail Oba, söyleyeceklerini zihninde hazırlamak için toparlanıyor gibiydi. O yüzden biraz geriden aldı hikâyeyi.
“Valla yatacaktık beyim,” dedi. “Sabah erken kalkarız biz. Kalorifer, çöp, merdivenlerin silinmesi falan. Bu kadın tutturdu birden, Beyamca’nın evinde ışık var, hırsız mırsız diye. Zoraki giyindirdi beni. Ulan dedim, ne arasın hırsız Beyamca’nın evinde. Dinlemedi.”
“Çalacak bir şey var mı bu evde?” dedim. Kolumu ovuşturuyordum bir yandan da.
İsmail Oba omzunu silkti.
“Ne olacak beyim,” dedi. “Noyan Bey geldi toparladı ne varsa. Geriye kalan ıvır zıvır. Bir de o televizyonla buzdolabı. Onları da çalmak için hamal gerek.”
Bir deneyeyim dedim. Kendi kendime koyduğum zaman sınırını çoktan aşmıştım nasıl olsa.
“Tabloları almak için de kamyon getirdi mi?”
“Yok,” dedi İsmail Oba. “Süleyman Efendi’nin Kartal’ına doldurdu gitti. Hatta bana bile taşıtmadı Süleyman Efendi. Kendi taşıdı teker teker. Maşrapaları falan. Ben arabanın başında bekledim bir iş gelmesin diye.”
Sigaramdan nefes çekmeye korkar olmuştum.
Sustu İsmail Oba.
“Severdik Nurullah Bey’i” dedi ne gereği varsa.
Bundan böyle çakmak yerine kibrit kullanmaya karar veriyordum tam, kadın içeri girdi. Hızlı hızlı yürüdü bize doğru. Elinde büyükçe, tahtadan oyulmuş bir kül tablası vardı.
“Bir koşu indim eve,” dedi gecikmesini izah etmek için. “Beyamca’nın şeylerine kıyamadım.”
Üzerinde kocaman harflerle “Bolu Hatırası” yazan kül tablasını koyacak bir yer bulamadı önce, sonra sigarayı tutan elime doğru uzattı. Aldım elinden, Gülsüm Hanım’ın demek ki o kadar değerli olmayan halısı kurtuldu.
“Sağ ol bacım,” dedim.
Cevap vermeden boynunu büktü kadın.
Otoritenin dayanağı başka bir otoritedir, diye geçirdim içimden. Ortalıkta gördüğüm tek otoriteye sığındım.
“Neyse, üzülmeyin,” dedim. “Oldu olan. Noyan Bey’e söyleyeceğim, kendi evleri gibi bakıyorlar diye.”
İsmail Oba’yla kadın bakıştılar.
Bir elimle Bolu hatırası, doğru dürüst bir nefes daha aldım sigaramdan. Koltukların civarında sehpa yoktu, kalorifer peteklerinin üzerine koydum kül tablasını. Sonra geriye yaslandım koltuğumda. Kolumun ağrısı biraz hafiflemişti.
“Başınız sağ olsun bu arada,” dedim.
“Sen sağ ol beyim,” dedi İsmail Oba. Otoriteye sığınmayı o da seviyordu galiba. “Severdik Beyamca’yı.”
“Hee, severdik,” dedi kadın. Aklına komik bir şey gelmiş gibi pıh diye gülüverdi.
“O da bizi severdi,” dedi adam. “Bayramda… seyranda… Gücü yettiğince.”
“Şunca zamandır gelirim giderim evine, bir tek kötü sözünü duymadım,” dedi kadın. “Nur içinde yatsın.”
“Nur içinde yatsın,” dedi İsmail Oba.
“Son nefesini verdiğinde yanındaymışsın galiba,” dedim kadına bakarak.
“Yok beyim,” dedi kadın, gözlerini halının üstünde gezdirerek. Hatırlamaya çalışıyor gibiydi. “Ben sonradan geldim. Yatağın içinde buldum zavallıyı. Ayça Hanım’ın oradan aramışlar aramışlar, açılmamış telefon. Bizim evi aradı sonra. Git bir yokla diye. Numaramız var onlarda. Dokuz numaranın sifonu bozulmuş, bu ona bakmaya gittiydi. Geldim, öyle yatıyordu. Gözlerini ben kapadım valla. Üstünü örttüm. Sonra haber verdim. Kitabımı aldım geldim, bir Yasin okudum başında. Ne edeyim? Noyan Bey, Ayça Hanım, Süleyman falan doluştular sonra.”
“Nasıl anladın öldüğünü?” dedim. “Korkmadın mı?”
Kalbinin oralarda bir delik olanda hemen anlaşılıyor, diye düşündüm kendi kendime. Biraz acele etse miydim acaba?
“Ne korkacağım beyim?” dedi kadın. “Hiç mi görmedik ölü.”
“Ne korkacak?” dedi İsmail Oba. “Allah rahmet eylesin. Üç Gulluval bir Elham, bitti. Hepimizin başında bir iş. N’olacak?”
Sigaramı kaloriferin peteğinin üstüne koyduğum kül tablasına bastırıp söndürdüm. Bu kadar kolay olup olmadığından emin değildim.
“Doktor ne demiş?” dedim.
İsmail Oba’yla kadın yine birbirine baktılar.
“Kıvırcık saçlı doktor mu?” dedi kadın.
Küçük doktorun kuaförü değildim. Ama hemen cevap verdim.
“Evet.”
“O, o gün gelmedi beyim,” dedi İsmail Oba. “O bir gün önce, akşam gelmiş.”
Bu “miş” dikkatimi çekti.
“Sen görmedin mi geldiğinde?” dedim.
“O nereden görecek?” dedi kadın. “Bakma vır vır konuştuğuna. At yarışı oynamaktan apartmana uğradığı mı var? Merdivenleri siliyordum ben üst katta. Kapıyı çaldığını duydum. Ben soluklanıyorum yukarda iki büklüm. “Vay doktor, hoşgeldin,” dedi Beyamca kapıyı açtığında. Gülüştüler hatta. Hiç devrisi gün ölecek hasta gibi değildi Beyamca’nın sesi. Takdiriilâhi.”
“Takdiriilâhi…” diye yineledi İsmail Oba. “Allah cemi cümleye…”
“Amin,” dedim neye amin dediğimi bilmeden. Bir süre sessizlik oldu. Kadın sanki alışkanlıkla karyolanın örtüsünün kırışmış yerini düzeltti eliyle.
“Bir kahve içer misin beyim?” dedi sonra.
“Yok, sağ ol bacım,” dedim. O kadar da değil, dedim içimden. Sormadan edemedim ama.
“Bir tabanca…” dedim. “Evde hiç tabanca gördünüz mü? “Kadına baktım. “Hani ortalığı silerken, toparlarken…”
Tekrar birbirlerine baktılar. İsmail Oba elini uzatır gibi oldu burnuna, sonra çekti.
“Yok beyim,” dedi. “Görmedik hiç.”
“Görmedik vallaha,” dedi kadın. “Ne tabancasıymış?”
Soru değildi bu. Cevaplamadım zaten. Soracak bir şeyler daha bulmalıyım yakalamışken, dedim içimden.
“Geleni gideni olur muydu Nurullah Bey’in çok?”
“Kim gelip gidecek?” diye başladı kadın. “Garibim tek başına. Hasta adam. Gülsüm ablanın geleni gideni olurdu az biraz. O ölünce ayakları kesildi tabii. Bir başına. Noyan Bey gelirse arada bir… Karısı bir iki uğrardı ama kulak asma. Gelin gibi gelin öyle mi olur? Cart curt… Bütün bildiği…”
“Asiye!” diye uyardı adam karısını.
“Yalan mı?” dedi Asiye Hanım. “Asiye’ymiş… İnsan kayınbabasına böyle mi bakar? Attılar adamı bir köşeye… Tamam. İnsanlık parayla değil. Bir çene kadında, Allah göstermesin.”
“Bir de Doktor Hanım gelirdi haftada bir,” dedi İsmail Oba, ortalığı sakinleştirmek isteyen bir sesle. “Sabahları erkenden.”
Asiye Hanım hızını alamamıştı.
“Vallaha beyim,” dedi. “Bir seferinde, iki gündür gördüğüm tek Âdem evladı sensin, dediydi Beyamca bana. Ortalığı toplamaya geldiğimde. Günah, günah bu kadarı!”
“Dışarı çıkmaz mıydı peki?”
“Çok az,” dedi İsmail Oba. Karısının lafa karışmasını önlemek için hızlı hızlı konuşuyordu. “Korkuyordu herhal. Sokağın birinde başına bir iş gelir diye. Bildiğim, on gün önce Yasemin Hanım arabayla çıkardı bir hava alsın diye. Arabası da pek yaman, hecin devesi gibi. Bir o görüp gördüğü aylardır. Bakkala çakkala ben giderdim işte. Bir de Süleyman Efendi uğruyordu eksiği gediği var mı diye.”
Yüzümden bir şey anlaşılmaması için gayret ettim adamın adı geçince. O konunun üstüne gitmedim ama.
“Garibim oturup televizyon seyrederdi evde bütün gün,” dedi Asiye Hanım. “Maç varsa maç. Bir de plakları. Şu senin oturduğun yerde oturup dinlerdi saatlerce. Toz almam için bile izin vermezdi dokunmama o plaklara.”
Sanki dokunmuş da, Nurullah Sert kızıyormuş gibi suçluluk hissederek dönüp baktı plakların durduğu kütüphaneye. Ardından ağzını kocaman açarak esnedi. Kapatmak aklına gelmedi hiç.
İsmail Oba, çişi gelmiş gibi iki yana sallanmaya başladı karşımda. Derdin büyüğü bendeydi, bilmiyordu. Bakışlarından, borç alınmış otoritemin zayıflamaya başladığını sezdim. Sallanışı o yüzdendi bence. Eli de önünde bağlı değildi artık. Oralı olmamaya karar verdim.
“Hastalığı?” dedim. “Çok mu hastaydı?”
Asiye Hanım bir daha esnedi.
“Aman beyim, hastalık işte,” dedi. “Düşman başına.”
İsmail Oba kaşlarını çattı.
“Beyim,” dedi. “Sen ne iş yaparsın?”
Hadi cevap ver bakalım Remzi Ünal, dedim içimden. Saatime baktım.
“Sorular sorarım,” dedim gülerek.
“Aboo! Polis!” dedi Asiye Hanım. Bakışları dolabın ayakucunda yatan kalorifer demirine gitti.
“Yok,” dedim. “Polis değilim.”
“O zaman,” dedi İsmail Oba. “Sorular soruyorsun da ne olacak? Adam ölmüş gitmiş. Hesabını veriyor meleklere. Allah taksiratını affetsin. Şimdi millet işinde gücünde. Tamam anladık, Noyan Bey’in adamısın, girdin içeri, ne kurcalıyorsun hastalığını mastalığını, geleni gideni? Bir de tabanca çıkardın başımıza.”
“Çok mu merak ettin niye kurcaladığımı?” dedim.
“Adamın oğlu desem oğlu değilsin, yeğeni desem yeğeni değilsin. Nedir bunun aslı?”
Bir riske daha girdim.
“Daha yatmamıştır Noyan Bey,” dedim başımla komodinin üstündeki telefonu göstererek. “Çok merak ediyorsan aç sor.”
Ayaklarını kımıldatmadan beliyle yan dönüp telefona baktı İsmail Oba. Onunla birlikte karısı da. Kararsız döndü geriye.
Sormaya kalkmaz inşallah, dedim içimden.
“Gecenin bu saatinde…” dedi.
Üstüne gittim o zaman.
“Bakarsın o da sana bazı sorular sorar,” dedim.
“Ne soracakmış?” diye geveledi ağzının içinde.
“Valla bilmem,” dedim. “İnsanın aklına neler gelir soracak.”
Benim aklımda da vardı daha bir iki soru ama momenti kaçırmıştım herhalde. Ayağa kalktım. Kolum çok ağrımıyordu ama izi vardı kalorifer demirinin hâlâ kaslarımda.
“Neyse,” dedim. “Ben yine uğrarım. Bir kahve alacağım olsun bacım.” Adama döndüm. “Koluma yediğim demiri saymıyorum.”
Berjerin arkasındaki lambanın ışığını söndürdüm. Adamla kadın seslerini çıkarmadan yatağın kenarından karyolaya doğru yürüdüler. Peşlerinden gittim. Kadın elini odanın ışık düğmesine attı.
En son ben çıktım odadan. Çıkmadan önce son bir kez baktım odaya alacakaranlıkta. Onlar önde, ben arkada koridorda yürüdük. Dönüp banyonun kapısına bakmadım. Antreye gelince İsmail Oba salona, kadın mutfağa girdi ışıkları söndürmeye. Onları beklerken portmantonun aynasında kendimi inceledim. Bogart şapkasının montumun üstüne pek uymadığına karar verdim.
Antrenin ışığını da söndürüp çıktık kapıdan. Kapının kilitlenmesiyle bir ilgim olmayacağını belirttim iki adım geride durarak. Asiye Hanım, elini elbisesinin göğüs aralığına soktu, karıştırdı içerisini şöyle bir. Kafamı başka tarafa çevirsem iyi olacak dedim içimden. Öyle yaptım. Asiye Hanım uzun bir ipin ucuna bağlanmış bir dizi anahtar çıkardı içerilerden. Aralarından birini seçti, ip çok uzun olmadığı için hafif eğilerek kilitledi kapıyı. İki kez çevirdiğine dikkat ettim anahtarı. Sonra doğruldu.
Elimi uzattım.
Kocasına baktı Asiye Hanım. İsmail Oba bana baktı. Elimi bir kere daha oynattım kadının gözünün önünde.
“Noyan Bey al dediydi,” diye palavra attım hiç utanmadan.
“Ver Asiye,” dedi İsmail Oba. “Ver de kurtulalım.”
Asiye Hanım arkasını döndü bana. Omuzlarını hafif kamburlaştırarak bir şeyler yaptı iplerle anahtarlarla. Elimi indirdim. İsmail Oba’ya bakıp gülümsedim. Bana gülümsemedi.
Sonra döndü Asiye Hanım. Birbirine iple bağlanmış iki anahtar uzattı bana. Uzanıp aldım.
“Sonra evde bir şeyler eksik meksik demeyesiniz,” dedi İsmail Oba.
Evde eksik bir şeylerin olduğu açıktı. Üstelik fazla, çok fazla bir şeyler de vardı ama bunu onlara söylemedim.
Onlar önde, ben arkada merdivenlerden hiç konuşmadan indik. Dışarısı iyice soğumuştu. Asiye Hanım elleriyle bedenine sarıldı.
“Noyan Bey’e selam söyle bey,” dedi İsmail Oba elimi sıkmaya niyetlenmeden.
“Söylerim,” dedim. “Sizin ev yandaki apartmanda ha?”
“En alttaki zil,” dedi İsmail Oba.
Asiye Hanım, kapıcı dairelerinin en altta olduğunu yeni öğrenmişim gibi hayretle baktı yüzüme. Şapkayı elimde sallayarak selamladım onları. Bir şey söylemeden döndüler. Sonra şapkayı geçirdim başıma, montuma uyup uymadığını hiç umursamadan. Cebimden bir sigara daha çıkarıp, arkalarından karanlığın içine doğru yürümelerini izledim.
Derin bir nefes aldım, kömür kokusuyla karışık İstanbul gecesi havasından.
Yandaki, adını bilmediğim apartmanın merdivenlerinden çıkıp demir kapının arkasında kaybolmalarını beklerken biraz hesap yaptım kafamdan. Sorarlarsa, sormalarına izin verirsem, pekâlâ Süleyman Çiçek’in banyoda abdest almaya çalışırken fena halde şaşırtılmasından önce gelmiş olabilirdim eve. Anahtarı bana evin sahibi vermişti. İçeri girip basılmıştım. Kapıcı ve karısı beni hırsız sanmıştı. Konuşmuştuk. Sigara bile içmiştim. Neredeyse kahve ikram edeceklerdi bana. Evde başka bir anormallik yoktu. Ne olduysa benden sonra olmuştu. Herhalde öyle olmuştu. Mutlaka öyle olmuştu. Sokağa baktım. En yakın sokak lambası yedi metre ilerideydi. Elimi montumun cebine daldırıp sokak lambasına doğru yürüdüm, yanmamış sigara ağzımda. İçimi bir merak kaplamıştı. Aldığım risklerin artırdığı bir merak.
Arkamdan gelen otomobilin gecenin bu saatinde gereksiz öttürdüğü lastik seslerini dikkate almadım o yüzden.
Motorun öfkeli homurtusunu da.
Ardından gelen patlamaları dikkate alsam iyi ederdim ama.
İlk mermi şapkamın biraz yukarısından geçti.
Ücretsiz ön izlemeyi tamamladınız.