Kitabı oku: «CELIL OKER-ÖZEL BASKI-BIR SAPKA BIR TABANCA», sayfa 3

Yazı tipi:

Bölüm 6.4

Zilin çalması bir tür ateşkes ilanı gibi rahatlattı Süleyman Çiçek’i. Bir iki saniye kıpırdamadan durduk karşılıklı. Sanki önce kimin kapıya doğru hareket edeceğini bekler gibiydik. Onu daha fazla üzmemeye karar verdim.

Önce ben hareket ettim. Elimdeki hırpalanmış sigarayı açık pencereden dışarı fırlattım kapıya yönelmeden önce.

Ardımdan geldi.

Nurullah Sert’in ışıltılı demir karyolasının yanına geldiğimizde bir kez daha çaldı zil. Önce ben, bir adım arkamda Süleyman Çiçek, hızlandık.

Koridoru önce geçtim. Antrenin genişliğine erişince kenara çekildim. Duvara yaslandım. Süleyman Çiçek zil üçüncü kez çaldığında açtı kapıyı. Hafif eğilerek, sonuna kadar.

Önce bir kadın girdi içeri.

Altes.

Yasemin Sert, bu oydu herhalde; sonradan olmadıysa, altes doğmuştu. Bana bu izlenimi veren saçlarıydı sanırım, ihtişamlı bir topuzu vardı. Topuzu oluşturmak için alnının üstünden geriye doğru çekilmiş saçlar, yüzünü geriyordu sanki. Emir vermek için yaratılmış dudaklar, emri ikileten olursa duruma göre bakışlarıyla eritecek ya da ezecek gözler, dilediği insanı, durumu, sözü küçümsemeye hazır bir burun.

Ayak bileklerine kadar uzanan, pahalı olduğu ilk bakışta anlaşılan bir manto giymişti. Markasını çıkaramadım elbette. Sivri burunlu bir çizme ucu gördüm ayaklarında.

“Ne kadar uzun sürdü kapıyı açman!” dedi Süleyman Çiçek’in yüzüne bakmadan. Sonra beni gördü.

Gülümsedim. Fotoğrafta bu kadar altes değildi ama, diye düşündüm içimden.

Bana gösterdiği tepkiyi birisine anlatacak olsam, “gülümsedi” demem gerekirdi, ama gülümsemedi. Dudakları biraz kımıldadı. Bakışları değişmedi ama. Ezmeye ya da eritmeye karar verememişti.

Olurdu böyle şeyler. Dikkatimi arkasından içeri giren adama verdim.

Noyan Sert, bu da o olmalıydı, fotoğrafta Altes’in yanında durduğuna göre; ellerini ovuşturarak girdi içeri. Oysa kaloriferi çok iyi çalışan bir otomobilleri olmalıydı. Yüzü karısının yüzünden daha küçüktü, sanki bu yüzden yalnızca çenesini kaplayan bir sakal bırakmıştı. Küçük, yuvarlak gözlükleri, zaten küçük olan gözlerini daha da küçük gösteriyordu. Boynunda, işini bilen bir dermatoloğa göstermeye değecek kadar büyük bir et beni vardı. Sakalı ve gözlükleri, şaka olsun diye takılan plastik sakal gözlükleri andırıyordu nedense.

Palto konusundaki beğenileri yıldan yıla hiç değişmiyordu anlaşılan, üstündeki palto Süleyman Çiçek’in giydiğinin neredeyse aynısıydı. Daha yenisi ama. Yakasından içeri düzgünce yerleştirilmiş Kaşmir bir atkı vardı fark olarak. Önce karısına, sonra bana baktı… Ellerini hâlâ ovuşturuyordu.

“Hoş geldiniz,” dedi Süleyman Çiçek ortaya.

Ona cevap veren olmadı.

Noyan Sert ellerini birbirinden ayırıp bana doğru ilerledi. Omzumun yardımıyla dayandığım duvardan ayrıldım. Uzattığı eli sıktım.

“Remzi Bey?” dedi. “Memnun oldum.”

“Ben de,” dedim.

“Gezdiniz mi evi enine boyuna?” diye sordu Süleyman Çiçek’e.

“Gezdik Noyan Bey,” dedi Süleyman Çiçek. “Ama Remzi Bey…”

Noyan Sert sözünü kesti onun.

“Evet, evet,” dedi. Karısına döndü.

“Remzi Bey sana bahsettiğim emlak danışmanı, şekerim,” dedi. “Bir baksın istedim eve.”

“İsmet Bey vardı ya,” dedi Yasemin Sert.

Süleyman Çiçek bana baktı. Yüzünde tek bir kıl oynamadı. Ona bir göz kırptım. Hiç konuşmaması gerektiğini anlayacak kadar sağduyu sahibi olduğuna emindim.

“Remzi Bey buraların uzmanı ama, şekerim,” dedi Noyan Sert.

Yasemin Sert tatmin olmadı.

“Akmerkez’in dibinde ofisi olan adam buraların uzmanı değilse nerenin uzmanıdır Noyan?” dedi.

Noyan Sert durumu idare etmeye çalıştı. Gözlüklerinin arkasındaki gözleri biraz daha küçüldü sanki.

“Olmazsa birlikte çalışırlar.” Bana döndü. “Öyle değil mi?”

“Hanımefendiyi memnun etmeye çalışırız,” dedim.

“Bana ne Noyan?” dedi Yasemin Sert. “Ev senin, eşyalar senin. İster al, ister sat.”

Antrenin kalabalığında gereğinden çok durduğunu belli eden bir biçimde omzunu silkti, buzlu camlı kapıyı açıp salona girdi altes.

“Olur mu şekerim,” dedi Noyan Sert arkasından hareketlenlerek. “Senin onayın olmadan…”

Süleyman Çiçek’le yalnız kaldık antrede. Bir kere daha göz kırptım ona. Eliyle kabak kafasını sıvazladı cevap olarak.

İçeriden Tarkan’ın sesi yükseldi önce. Bir iki mezür sonra değişti, salak bir yerli sit-com’un konuşmaları gelmeye başladı. Sonra Noyan Sert’in sakalı ve gözlüğü belirdi kapıda.

“Bir kahve yapabilir misin bize Süleyman?” dedi arkamdaki adama. “Gelsenize içeri,” dedi bana.

Süleyman Çiçek mutfağa, ben salona yöneldim. Kahve ikramına dahil olup olmadığımdan emin değildim ama. Yasemin Sert televizyonun karşısındaki görkemli koltuğa oturmuştu. Mantosunu çıkarmamış, iki yana salmıştı yalnızca. Mantonun içinden çizmelerine kadar uzanan dökümlü bir elbise fışkırmıştı. Uzaktan kumanda elinde, televizyona bakıyordu. Kapıdan içeri bir adım attım, dikildim.

“Ne gerek vardı kahveye?” dedi Yasemin Sert. “Suna beni bekliyor, geç kaldım zaten. Hem sen Ayça’ya gitmeyecek miydin?”

“Ama sen istedin benimle gelmeyi,” dedi Noyan Sert. “Remzi Bey’le iki satır konuşayım, bırakırım seni.”

“İstemem, atlar bir taksiye giderim, durak şurada,” dedi Yasemin Sert. “Zaten pişman oldum seninle geldiğime. Hadi konuşun.” Önce elini sivrisinek kovalar gibi salladı havada. Sonra net bir hareketle yerinden kalktı, ikimize de bakmadan odadan çıktı. Arkamda koridordaki ayak seslerini, sonra banyonun açılan kapanan sesini duydum.

Noyan Sert bana döndü.

“Ne diyorsunuz?” dedi alçak bir sesle.

“Eve doğru dürüst göz atamadım,” dedim bağırmadan. “Adamınız babanızın sırlarını korumaya kararlıydı.”

“Tabanca?” dedi Noyan Sert.

Paltomun cebine vurdum.

“Onu aldım,” dedim. “Eve de bir bakarım sonra, el ayak çekilince.”

İçeriden banyo kapısının açılıp kapanma sesi geldi tekrar.

“Anladım,” dedi Noyan Sert, daha yavaş bir sesle. Aklına geldi sonra.

“Nasıl gireceksiniz içeri?”

“Bir yolunu bulurum,” dedim. Sustum.

Yasemin Sert içeri girdi. Koltuğa oturmadı ama, pencerelere doğru yürüdü. Dışarı baktı. Mantosuna sarıldı, pencereyi kapatmadı.

“Ben gidiyorum Noyan,” dedi. “Bırakacak mısın beni?”

“Kahve istemediğinden emin misin?” dedi Noyan Sert.

“Sabahtan beri on sekiz kahve içtim Noyan,” dedi karısı. “Sen o yönetmen bozuntusuyla çan çan yaparken, ben kafamı kaldıramadım ödemelerden.”

“Tamam şekerim, tamam,” dedi Noyan Sert. “Ben de bir tuvalete gideyim, çıkalım.”

Yere bakarak odadan çıktı. Dikildiğim yerden sesimi çıkarmadan Yasemin Sert’e bakıyordum. Bakışlarımı sırtında hissetmiş gibi geri döndü. Gözleri ezme modundaydı.

“Emlak komisyoncusuna benzemiyorsunuz hiç,” dedi. “Noyan söylemese ihtimal vermezdim.”

“Bir tahminde bulunun,” dedim. “Neye benziyorum?”

Eve girdiğinden beri ilk kez gerçeğe benzer bir biçimde gülümsedi. Kollarıyla mantosuna daha sıkı sarıldı.

“Pilota,” dedi hiç duraksamadan. “Sürekli rüzgârları bulutları kollayan bir haliniz var.”

Midemde bir yerler kasıldı. Kısa sürdü kasılma ama.

“İnsan hiçbir meslekte rüzgârları bulutları kollamadan ayakta duramaz,” dedim.

Yasemin Sert’in gözleri yumuşadı cevabımı duyunca.

“On yıl daha genç olsaydınız, sizden iyi senior müşteri temsilcisi olur, derdim,” dedi, gerçek mi sahte mi olduğunu anlayamadığım bir gülümseyişle.

Müşteri temsilcisinin ne yaptığını öğrenmiştim reklamcı arkadaşımın ajansına gide gele.

“Benim işimde de müşteriler önemlidir,” dedim.

“Hadi Yasemin!” diye bağırdı Noyan Sert dışardan.

Yasemin Sert kapıya doğru yürüdü. Antreye girince geri döndü. Hemen arkasındaydım.

“Dikkat edin, kandırmasınlar Noyan’ı,” dedi.

“Ha ha ha!” diye güldü Noyan Sert. Eli paltosunun cebindeydi.

Tam o sırada Süleyman Çiçek elindeki tepsiyle mutfaktan çıktı. Üç fincan kahve vardı tepside.

“Kahveye kalamıyoruz Süleyman,” dedi Noyan Sert. “Sen Remzi Bey’i bırakırsın istediği yere.”

“Gerek yok,” dedim. “Bir taksiye atlar giderim.” Evimin buralarda olduğunu belirtmeye gerek duymadım.

Altes kapıyı açtı, bir iki adım attı, kocasını bekledi dışarıda.

“Tamam o zaman,” dedi Noyan Sert, Süleyman Çiçek’e. “Eve git sen de. Sabah ilk iş kartvizitleri bırakmayı unutma Şakir Bey’e.”

“Unutmam,” dedi Süleyman Çiçek.

Elindeki tepsiyle mutfağa girdi.

“Hadi Noyan!” dedi karısı kapının dışından.

Bana döndü Noyan Sert. Paltosunun cebindeki elini çıkardı uzattı elimi sıkmak için aceleyle.

“Görüşürüz,” dedi. “Bir gelişme olursa haberleşiriz.”

“Tamam,” dedim. “Bir gelişme olursa haberleşiriz.”

Kapıyı arkalarından kapadım.

Süleyman Çiçek yeniden belirdi mutfağın kapısında.

“Bir dakika bekle beyim,” dedi. “Şu fincanları yıkayıp pencereleri kapayayım, çıkalım.”

“Keyfine bak,” dedim. “Ben de bir tuvalete gireyim, kaçıyorum.”

Bir kez daha sıvazladı kabak kafasını.

“Kusuruma bakmadın değil mi beyim?” dedi. “Noyan Bey’den habersiz bir iş tutmalıyım dediydim.”

“Dert etme,” dedim. “Her şeyin bir yolu bulunur. Kolun yaşına göre sağlam ha, haberin var mı?”

Mutfaktan içeri girmeden önce, muzaffer bir Kırkpınar pehlivanı gibi gözlerinin parladığını gördüm.

Koridorun sonuna yürüdüm. Banyonun kapısını açtım. Kapıyı tam kapamadan girdim içeri. Kişisel ıvır zıvırları toplanmış, şahsiyetinden geriye pek bir şey kalmamış bir banyoydu işte. Tuvalet kâğıdı bırakılmıştı bir tek yerinde. Küvet, bataryanın altında bir süredir denetimsiz damlayan suyun oluşturduğu sarımsı bir kireç lekesi dışında tertemizdi. Aynanın önündeki tezgâh boştu. Lavabonun sağ tarafında epey küçülmüş bir sabun vardı yalnızca.

Sonra hemen çıktım dışarı.

Mutfağa doğru baktım. Süleyman Çiçek görünmüyordu ama akan suyun sesini duyabiliyordum.

Zamanıdır şimdi, dedim içimden.

Yatak odasından içeri süzüldüm.

Işığı yakmadan yürüdüm birleştirilmiş odanın dibine doğru. Yerini bildiğim dolabın içinde, yerini bildiğim yakası kürklü paltoya eriştim hızla. Sağ cebe bakarak zaman yitirmedim. Elimi sol cebe daldırdım. Parmaklarımın ucuna değen kâğıt parçasını aldım, paltomun cebine attım.

Dolabı kaparken durdum.

Humphrey Bogart şapka bana bakıyordu.

Ben de ona baktım. Elimi uzatıp aldım.

Yatak odasından çıktım. Mutfağa kulak kabarttım. Su sesi gelmeye devam ediyordu. Banyoya girdim. Sifonu çektim. Suyun gürültüsünün arasında dışarı çıkıp kapıyı kapadım. Antreye doğru yürüdüm.

Şapkayı gövdemin arkasında tutarak seslendim mutfağa doğru.

“Çıkıyorum ben,” dedim. “İyi akşamlar.”

“İyi akşamlar beyim,” dedi Süleyman Çiçek içerden.

Evin kapısını arkamdan kapadım.

Nurulah Sert’in ömrünün son günlerini geçirdiği evin kapısı tok bir sesle kapanınca elimi cebime attım. Merdiven otomatiği apartmana giren ya da çıkan birilerinin bana bıraktığı bir miras gibi aydınlatıyordu ortalığı. Yakası kürklü paltodan çıkardığım kâğıda baktım.

Hassiktir, dedim ganimetimin katlarını açtıktan sonra.

Pencereli bir zarftı bu. Üzerinde Acıbadem Levent Kliniği’nin künyesi yazılıydı.

Belki daha ağır bir küfür bulmalıydım içi boş olduğu için.

Süleyman Çiçek içerideydi.

Müthiş bir sigara içme isteği belirdi içimde. Sönen merdiven boşluğunun ışığını tekrar yakıp aşağıya inmeye başladım. Önünden geçtiğim kapılardan ne ses ne ışık sızıyordu dışarıya. İkinci katta cebimden sigaramı çıkardım. Birinci kata indiğimde çakmak elimdeydi. Dış kapının önünde durdum. Apartmana gelenleri karşılayan kalın paspası ayağımla demir kapının kapanmasını engelleyecek biçimde ittirdikten sonra yaktım sigaramı.

Gelen giden yoktu. Hava soğuktu. Paltoma iyice sarındım. Şapkayı kafama geçirdim.

Cebimdeki Sig Sauer’i yoklayarak yürüdüm. Bahar Sitesi’nin girişindeki taksi durağının camları iyice buğulanmıştı. Soğuk havada, küçücük bir kulübede sürekli çay kaynatırsanız camlar buğulanırdı. Canım müthiş kahve istedi. Saatime baktım. Gece daha gençti. Daha tam olarak gece bile olmamıştı. Gecenin olmasını evde beklemeye karar verdim.

Adımlarımı hızlandırdım eve kadar.

İçeri girer girmez, telesekreterin ışığına baktım. Bunu her zaman yaptığımdan daha büyük, daha farklı beklentilerle yaptığımı fark ettim sonra. Kimse aramamıştı, kadın ya da erkek. Telesekreterin açık konumda olup olmadığını kontrol ettim yine de gereksiz yere. Açıktı ama arayan olmamıştı. Sig Sauer 232’yi çıkarıp masanın üstüne koydum beyaz atletin içinde. Evin içinde dolaştım bütün ışıkları yakarak. Bunu pek sık yapmazdım. Yaptım ama. Yatak odam, son haftalarda sıklıkla görüldüğü gibi tertipliydi. Yatak örtüsünün kenarı, kimi otellerdeki gibi kıvrılmıştı üçgen halinde. Bir iç çektim.

Üstümdekeleri çıkardım sonra. Bu akşam için giydiğim gökyüzü mavisi kazağı dolabımın içine fırlattım. Ütülü pantolonumu çıkardım, son zamanlarda alıştığından çok yıkandığı için dikişlerinden şaşkınlığa uğrayan blucinimi giydim. Belki bir iki kilo da almıştım.

Mutfağa gittim sonra.

Yiyemediğimiz akşam yemeği için yaptığım ön hazırlığı oluşturan öteberiyi yerlerine tıktım. Kendime bir kahve yaptım sonra. Neskafesi her zamankinden çok konmuş bir kahve. Bırakmamış olsaydım kocaman bir kadeh viski içerdim. İçmedim ama. O kadar da değil, dedim kendi kendime.

Kahvem elimde, salondaki masanın başına dikildim. Ölümcül makine oracıkta masum masum duruyordu. Gözlerime çok şey söylemedi. Nurulllah Sert’in Sig Sauer’iyle biraz daha yakından haşır neşir olabilmek için yarını beklemem gerektiğine karar verdim. Ne olur ne olmazdı.

Kahvemi alıp bilgisayarın başına gittim sonra. Nekahet döneminde kendime ödül olarak satın aldığım yeni bilgisayardaki yeni Microsoft Flight Simulator 2004’ün başına geçtim.

Bu versiyon daha iyiydi.

Her yeni versiyon bir öncekinden daha iyi oluyordu zaten. Yeni uçaklar, yeni havaalanları ekleniyordu. Görünüm gerçeğe daha yakındı. O yüzden başarısız inişlerin sonundaki çakılmalar daha çok acıtıyordu içimi. Ama çakılmalara pes etmiyordum. Derin bir nefes alıyor, yeniden havalanıyordum. Hâlâ yolcu taşımaya cesaret edemiyordum.

Kendi kendime milyonlarca kere küfrederek üst üste uçtum. İki kahve daha içtim arada.

Cessna’mın saati 11.30’u gösterdiğinde kalktım bilgisayarın başından.

Yatak odasına gidip giyindim.

Siyah, boğazlı bir kazak seçtim. Pantolonumu siyah bir blucinle değiştirdim.

Kullanılmayan misafir odasındaki yatağın altında duran alet çantasını çektim eğilerek. İçindeki ıvır zıvırları gözden geçirdim. Birbirine karışmış çeşitli boy çivilerin arasında masum bir alet gibi duran maymuncuğumu aldım. Lizbon’da hırsızlar bit pazarından aldığım maymuncuğumu. Bizi istemeyen kimi kapıları birlikte ikna ettiğimiz maymuncuğumu. Alet çantasını yerine ittim, içeri geçtim.

Antredeki dolaptan montumu giydim. Salona yürüdüm. Nurullah Sert’in şapkasını başıma geçirdim. Tabancaya yalnızca baktım. Altı kalın lastik botlarımı giydim sonra. Tıraş olmaya gerek duymamıştım.

Aynada kendime şöyle bir göz attım çıkmadan önce.

Remzi Ünal… Şu Hava Kuvvetleri’nden müstafi, THY’den kovulma, kendisine saygısı olan hiçbir “frequent flyer”ın adını bile duymadığı sekizinci sınıf charter şirketlerinde dahi tutunamayan, şu sıralar sayenizde MS Flight Simulator’un Cessna’sını her çakışında inatla bir daha yükselen eski pilot, ex-kaptan, nevzuhur özel dedektif Remzi Ünal.

İşe çıkıyordum. Yeniden işe çıkıyordum. Belki çıkmasam daha iyi olurdu ama yeniden işe çıkıyordum.

Yarım iş bırakmamak için işe çıkıyordum.

Gece iyice soğumuştu ama fazla yürümeyecektim. Yine de adımlarımı hızlandırdım. Bir polis otomobili ağır ağır geçti yanımdan, araba ya da ev faresi olmadığımı onlara gülümseyerek gösterdim. İnandılar mı bilmiyorum. Şapkama bakmadılar ama.

Taksi durağında yalnızca iki taksi bekliyordu. Küçük kulübenin camları hâlâ buğuluydu.

Nurullah Sert’in oturduğu apartmanın girişinde ayakkabılarımdan hiç ses çıkmadan ilerledim. Merdivenleri duraksamadan çıktım. Paspas, koyduğum yerde duruyordu. İçeri girerken eski yerine ittim onu ayağımla.

Üçüncü kata çıkarken kimseyle karşılaşmadım.

Çelik kapının önünde hiç duraksamadan montumun cebinden maymuncuğumu çıkardım. Kendi evimin kapısını açıyor gibi kilide yerleştirdim. Merdiven otomatiğine üçüncü kez basmaya ihtiyaç duymadan açılıverdi kapı. Aferin lan, dedim içimden.

İçeri girer girmez ardımdan kapadım kapıyı. Maymuncuğu cebime koydum.

Ev sessizdi. Temiz kokuyordu. Sıcaktı.

Kapının yanındaki düğmeye basıp antreyi aydınlattım. Bıraktığımız gibiydi ortalık.

Nerden başlayacağımı düşünerek kısa bir süre antrenin ortasında dikildim. Evde üst üste içtiğim kahvelerin sindirim sistemimi terk etmek için telaşlandığını hissettim sonra bir an. Dur bakalım, dedim içimden. Sonra evin tek görmediğim yeri olan mutfağa yöneldim. İçeri girip ışığı açtım.

İnce uzun, tertipli, çok temiz, neredeyse steril bir mutfaktı burası. Gülsüm Hanım’ın eksikliğini en çok burası hissediyor gibi geldi bana. Bir sürü dolap vardı. Sanki kapakları uzun süredir açılmamış gibi duruyorlardı. Yıkanıp ters çevrilmiş üç kahve fincanı lavabonun yanına bırakılmıştı.

Fırının, mikrodalganın kapaklarını açıp içlerine bakmak içimden gelmedi.

Işığı açık bırakarak çıktım dışarı. Antredeki kocaman Westinghouse’un kapağını açtım. İçi büyüklüğüyle çelişecek derecede boştu. Meyvelik, portakal ve mandalina doluydu. Üç greyfurt vardı.

Orta raflarda tencerelerin içine konulmuş, yarın yenilmeyi bekleyen yemekler falan yoktu. Benim buzdolabıma da girmesi ile çıkması arasında uzun süre geçmeyen hazır pizzalardan gördüm. Üç karton da süt.

Kahvaltılık bölümü en zengin bölümüydü buzdolabının. Beş çeşit ithal peynir gördüm. İki kâse doymamış yağ oranı yüksek kahvaltılık yağdan vardı. Siyah ve beyaz zeytinler iki küçük kâsede duruyordu. Portakal, vişne ve gül reçelleri küçük boy kavanozlarındaydı.

Westinghouse’u kapadım.

Salona geçtim. Dört kollu avizeyi şenlendirdim ilk iş olarak. Perdeleri açmak içimden gelmedi.

Odaya egemen olan dev ekranlı televizyon kör kör bakıyordu kocaman gri gözüyle. Elim uzaktan kumandalara gitmedi. Şöyle bir baktım etrafa. Kişiliksiz bir salondu burası. Gülsüm Hanım’la Nurullah Bey’in diz dize yaşadıkları bir hayatın izleri bilinçle silinmeye çalışılmış gibi. Işıkları açık bırakıp çıktım.

Hemşire odasına uğramadım koridordan arka odaya doğru geçerken.

Nurullah Bey’in aradaki duvar yıkılıp birleştirilmiş uzun yatak odasının girişinde durdum ışıkları yaktıktan sonra. Aşağı doğru uzanan odaya baktım.

İki kişilik yatak, üstündeki ince iş örtüleri, solda tek başına duran yastığıyla, “gel uzan üstüme” diyordu sanki. Demir karyolanın duruşuna bakarsanız, içinde yatan birisi de benim durduğum açıdan seyrediyordu odayı aşağı yukarı. Kendimi, her sabah uyandığında ölmediğine şaşan ihtiyar bir kalp hastasının yerine koymadım ama. Rafları 33’lük plaklarla dolu camlı kütüphane, odanın en kıymetli eşyası olduğunu sessizce bağırıyordu.

Odanın aşağısına doğru ilerleyip berjer koltuğun arkasındaki ayaklı lambayı da açtım. Dönüp dolabın kapağını açtım. Yakası kürklü paltonun bütün ceplerine baktım sırayla. Elimi çektiğimde boştu.

Devam o zaman, dedim içimden. Süleyman Çiçek yanımda değildi. İstediğim gibi karıştırabilirdim ortalığı.

Nereden başlasam, diye düşündüm. Odanın girişine yürüdüm yeniden.

Yatağın başucundaki komodinin çekmecesini çektim. Kalp ilaçları falan yoktu. Bir tansiyon ölçme cihazı gördüm. Yanında bir dürbün.

Doktorların kullandığı cinstendi cihaz. Üç kollu bir ahtapot gibi yatıyordu çekmecenin içinde. Kola sarılan bölümünün üstünde bir ilaç firmasının adı yazıyordu. Sanki toparlanmadan sıkıştırılmıştı çekmeceye kullanıldıktan sonra. Dürbünü elime aldım. 9x22’lik, sevimli bir opera dürbünüydü. İki yandan katlanıyordu. Ortasında bir ayar düğmesi vardı. Gözlerime götürdüm. Odanın diğer ucuna baktım dürbünün içimden. 33’lük plakların yan kenarları bir tarağın kirli dişleri gibi göründü gözüme.

Dürbünü gözümden çekip en yakındaki pencereye baktım. Kareli perdeler manzarayı kapıyordu. Yatağa doğru biraz eğilip yatan birinin görüş alanında neler olabileceğini kestirmeye çalıştım. Bir işe yaramadı. Odanın ışıklarını kapayıp perdeleri çekmeyi sonraya erteledim.

Dürbünü yerine yerleştirip çekmecenin altındaki kapağı açtım. Boştu. Tamtakır. Bu bana tuhaf geldi. Kapadım kapağı.

Demir karyolayı terk etmeden önce elimi yatağın altına daldırıp başucundan ayakucuna kadar hızla gezdirdim. İlk ganimetim bir mendil oldu. Kullanılmamış bir mendil. Kapı tarafındaki uzun kenarda başka bir şey yoktu. Ayakucundaki kısa kenar da boştu. Pencere tarafındaki kenarın başucuna geldiğimde elim sert bir şeylere değdi.

Üç kaset çektim yatağın altından. İkisi çok kullanılmış, epeyce el değiştirmiş kutusuz VHS kasetlerdi. Üstlerindeki etiketler yolunmuştu. Üst üste birkaç etiketin yapıştırıldığı belli oluyordu yırtıklardan. Üçüncüsü, üstünde mayolu kızların fotoğrafı olan bir karton kutunun içindeki Benny Hill kasetiydi. Kutunun kartonuyla kaset arasında katlanmış bir kâğıt vardı.

Benny Hill kasetlerinin prospektüsü olmaz, dedim içimden. Kaseti kartonun içinden çektim. Dörde katlanmış bir kâğıt düştü içinden.

Acıbadem Levent Kliniği’nin logosunu görür görmez cebime attım katlanmış kâğıdı.

Kasetleri yerine yerleştirdim. Mendili de.

İkinci odaya doğru ilerledim. Daha bakılacak yerler vardı. Sonra durdum. Mesanemde beliren baskının ikinci dalgasını bir kez daha ertelememeye karar verdim. İlk kez işemeyecektim izinli ya da izinsiz girdiğim yabancı evlerde.

Geri döndüm. Yatağın yanından hızla ilerledim. Odadan çıktım. Bir elimle yatak odasının hemen yanındaki banyonun kapısına el atarken öbür elimle elektriğin düğmesine bastım.

Kapıyı açtım.

Keşke açmasaydım, dedim içimden. Ama açmıştım.

Süleyman Çiçek artık hiç ama hiç itiraz edemeyecekti Gülsüm ve Nurullah Sert’in evlerinin ötesini berisini kurcalamama.

Türler ve etiketler
Yaş sınırı:
0+
Litres'teki yayın tarihi:
27 mayıs 2024
ISBN:
9789752126428
Telif hakkı:
Автор
İndirme biçimi:
epub, fb2, fb3, ios.epub, mobi, pdf, txt, zip

Bu kitabı okuyanlar şunları da okudu