Kitabı oku: «Kazak Edebiyatında İmaj ve Kimlik», sayfa 6
Wimmer etnik sınır çiziminin temel stratejilerini şu şekilde belirler:
1) Gruptaki insan kapsamını genişleterek yeni bir grup kurmaya çalışanlar. “Genişleme yoluyla sınırları değiştirme” (shifting boundaries trought expansion)
2) Sınırlar arasında ilişki kurarak bu kapsamı daraltmaya çalışanlar. “Daralma yoluyla sınırları değiştirme” (shifting boundaries trought contraction)
3) Etnik kategorilerin hiyerarşik yapısına karşı çıkarak mevcut sınırların anlamını değiştirmeye çalışanlar. “Evirme” (inversion)
4) Kendinin kategorik üyeliğini değiştirerek sınırı aşmaya çalışanlar. “Yeniden konumlandırma” (repositioning)
5) Diğer sosyal ayrımları vurgulayarak etnik sınırların üstesinden gelmeye çalışanlar. “Belirsizleşen sınırlar” (blurring boundaries) (Wimmer 2008: 986)
Wimmer, ulus inşa etme süreçlerini ilk strateji içerisinde ele alır. Ona göre, Fransızların pek çok etnik gruptan Fransızları oluşturması bir “genişleme” örneğidir. İkinci grupta, sosyal dünyalarını dünyanın geri kalanından ayırarak kendine yalıtılmış bir alan kurmaya çalışan etnik grupları ele alır. “Amerikalı” üst kimliğini daraltarak kendilerini “Çinli-Koreli Amerikalı” alt kimliği içerisinde tanımlayan Los Angeles’taki Çinli ve Koreliler bu gruba örnek gösterilebilir. Üçüncü grup etnik sınırın konumunu değil, hiyerarşik yapısını ele alır. Dominant gruba karşı dışlananlar ve aşağı görülenler siyasî mücadele başlatır. Amerika’daki Afro-Amerikalılar ya da güney Amerikalılar bu gruba örnek verilebilir. Sömürgecilik karşıtı siyasî hareketler de bu gruba dâhil edilebilir. Dördüncü grupta, aktör kendi mevcut pozisyonu içinde sınırı değiştirmeye çalışır. Gönüllü geçiş ve asimilasyon şeklinde birey sınırı aşabilir. Birey, taraf değiştirerek azınlık durumundan kaçma stratejisi geliştirebilir. Wimmer’in bu gruba verdiği örnekler ise, 19. yy. Avrupasında kendi isteğiyle Yahudi kimliğinden vazgeçenlerdir veya Hindistan’da İslamı kabul eden Delit gruplarıdır. Sonuncu grupta etnik, millî ve ırkî sınırları ortadan kaldırmaya çalışanlar yer alır. Komünist enternasyonaller ya da İslamî hareketler bu görüştedirler. Medeniyetler arasındaki ortaklıkları vurgulamak da etnik sınırları ortadan kaldırmanın en bilinen yoludur. Yine dinlerarası diyalog çalışmaları ve “dünya insanı olma” temelinde etnik sınırları ortadan kaldırma çabaları da bu son strateji içinde ele alınabilir (Wimmer 2008: 987-990).
Fredrik Barth, etnik grupların arasındaki sınırların tanımlanması amacıyla kullanılan kültürel unsurları analitik açıdan iki farklı grupta değerlendirir:
(i) gizli olmayan işaret ve semboller- aktörlerin kendi kimliklerini açık olarak sergilemek amacıyla kullandıkları giysi, dil, yerleşim tarzı veya genel yaşam tarzı gibi özellikler; (ii) temel değerler: başarının değerlendirilmesinde dikkate alınan ahlâkî standartlar. Bir etnik gruba aidiyet, bireyin kendini ve diğerlerini o aidiyetten kaynaklanan kimliğin gerektirdiği standartlar çerçevesinde tanımlamasını da beraberinde getirir. Bireyin diğerleri karşısında kendini tanımlamak için girdiği bu süreç içinde hangi kültürel farklılıkların kullanılacağı önceden bilinemez. (Barth 2001: 17)
Etnik grupların sürekliliği sınırların korunmasına bağlıdır. Sınırları belirleyen kültürel unsurlar zaman içerisinde değişikliğe uğrayabilir; grup üyelerinin kimliklerini ve grubun örgütsel yapısını belirleyen kültürel karakteristikler de değişebilir ancak, grup üyeleri ile grup dışında kalan kimseler arasında kutuplaşmaya varan farklılıklar sınırların sürekliliğinin teminatıdır (Barth 2001: 17-18). Etnik gruba aidiyeti belirleyen unsurlar “objektif” farklılıklar değil, toplumsal süreçte oluşan farklılıklardır. İnsanlar sergiledikleri davranışlar bakımından ne kadar farklı olurlarsa olsunlar eğer kendilerini akraba bir topluluk olan B grubuna değil de A grubuna ait hissediyorlarsa bu tanımlamayı kimse engelleyemez. Burada objektif farklılıklardan ziyade, toplumsal etkileşimin belirlediği farklılıklar önemlidir. Fredrik Barth’ın bu noktada üzerinde durduğu konu, gruplar arasındaki objektif farklılıklar değil, bireylerin kendi kimliklerini tanımlarken kullandıkları unsurların neler olduğudur (Barth 2001: 18). Barth’a göre, bir etnik kimliğin sınırlarının anlaşılması öncelikli olarak bu kimliğin oluşumuna yön veren faktörlerin algılanmasına bağlıdır (2001: 142).
Bireylerin davranış kalıplarını anlamak, onların tabi oldukları toplumsal değerlerin ve yaptırımların haritasını çıkarmakla mümkündür. Bir grubun kimliği, o grubun bazı değerlere göre algılanması ve tanımlanması anlamına gelir. Kimlik, o grubu tanımlayan bu değerlerin korunmasıyla doğru orantılı olarak sürdürülebilir. Değerlerin yitirilmesi durumundaysa, kimliğin zayıflayarak diğer kimliklere asimile olma durumu söz konusu olabilir. Bireyler davranış kalıplarını ilişkide bulunulan etnik gruptan etkilenerek oluşturabildiği gibi bundan bağımsız objektif bir şekilde de oluşturabilmektedir. Bu nedenle, günlük hayatın rutini kimliklerimizin nasıl kurgulanacağını bize dikte eder (Barth 2001: 61-62).
Kimlikle ilgili bütün bu bilgiler ışığında kimliğin sosyal ve kültürel boyutunun birbirinden ayrılamayacağı ve bu kimliklerin iç içe geçmiş bir yapıya sahip oldukları görülmektedir. Dolayısıyla sosyal kimlik kuramının ışığında, Kazak Sovyet devri romanlarındaki stereotipler ve önyargılar gibi konular değerlendirilirken, bununla birlikte kimliğin büyük ölçüde kültür aracılığıyla kurgulandığından hareketle, kimliğe kültürel kimlik perspektifinden bakmak da mümkündür. Kültürel kimlik ortaya konulurken Fredrik Barth ve Andreas Wimmer’in yaklaşımları esas alınarak Kazak Sovyet devri romanlarında yer alan etnisiteler arasındaki “etnik sınırlar” da değerlendirilebilir. Smith’in belirttiği gibi bireylerin iradelerinden bağımsız olarak varlığını sürdüren hatta onlara birtakım mecburiyetler dayattığı görülen “kültürün nesnel yapıcıları”nı veya ayırt edicilik vasfını tarif etmek için dil, din ve gelenek gibi kültürel unsurlar kullanılarak bu sınırlar keşfedilebilir (Smith 2009: 45).
2. Bölüm
Kazak Edebiyatının Tarihî ve Sosyo-Kültürel Arka Planı
Kazak Edebiyatının Tarihî Arka Planı
Türkistan olarak adlandırılan bölge şu sınırlardan meydana gelir: Güneyden Gürgan Nehri, Horasan Dağları, Küpet Dağı, Kuhi Baba (Kara Dağ), Mezdûran, Topçak ve Ak Dağ dağları, Hindukûş sırtları, Mustağ-Künlün Sıradağları; doğudan, Doğu Türkistan’ın doğu sınırları, Sucav civarında 98°50’ kuzey paralelinden Moğol Altayında Burucan geçidi, 93-50 kuzey paraleli ve 40°50’ doğu meridyeni noktası; kuzeyden Cungarya ve Kazakistan’ın kuzey sınırlarını meydana getiren İrtiş Havzası ve Aral-İrtiş su ayrımı hattının kuzey yamaçları; batıdan Güney Ural Dağı, Yayık nehri, İdil’in denize döküldüğü yer olan Bökey Orda ve Hazar Deniziyle çevrilidir (Togan 1981: 1).
Bugün Türkistan’ın daha çok “Doğu Türkistan” diye bilinen ve çoğunlukla Uygur Türklerinin yaşadığı kısmı hâlen Çin idaresi altındadır. Kazakistan, Türkmenistan, Özbekistan, Kırgızistan, Tacikistan cumhuriyetlerinin bulunduğu ve toplu olarak Batı Türkistan diyebileceğimiz kısmı ise, önce 1730’lardan itibaren Çarlık Rusyası’nın idaresi altına girmiş, sonra da SSCB sınırları içinde kalmıştır. Rus Çarlığı’nın işgalinden sonra Batı Türkistan topraklarının bir bölümü, Türkistan Genel Valiliği’ni meydana getiren, eski dönemlerdeki Buhara ve Hive Hanlıklarına, diğer bölümü de Rus idarî taksimatında Sahra Vilâyetleri (stepnıe oblasti) olarak bilinen Kazakistan’a aittir (Togan 1981: 1).
Çingizliler, 1221’de Harzemşahlar’ın başkenti Gürgenç’i zaptedip 13. yüzyıl başlarında bu devlete son verdiler. Türkistan, bundan sonra Çingiz Türk-Moğol imparatorluğu içinde Çağatay Ulusu’nun eline geçti. Çağatay Ulusu 13.-14. yüzyıllarda hâkimiyet sürdü. 1370 yılında Timur (1336-1405), Çağatay Devleti’ne son verdi. Timur, Türk Barlas boyu Beyi Taragay’ın oğlu idi. O, Türkistan’da askerî bir lider ve devlet adamı olarak 1370-1404 yılları arasında geçen otuz iki yıllık süreçte doğuda Altay Dağları’na, batıda Karadeniz ve Akdeniz’e, güneyde İndus’a kadar uzanan güçlü bir imparatorluk kurdu. Timur Devleti, genel Türk tarihinin kaderinin değişmesinde önemli bir rol oynadı. Timur Devleti, Cengiz Hanın oğlu Cocı’nın soyundan gelen hanlar tarafından kurulan, Çağdaş Türk Dünyası tarihinin kilit noktasında yer alan Altın Orda Hanlığı’nın tarih sahnesinden silinmesinde önemli bir rol oynadı. Timur, önceleri kendisine sadık olan ve destekleyerek İdil boyundaki Altın Orda tahtına oturttuğu Toktamış Han ile arası bozulunca Altın Orda’ya düzenlediği seferler sonucunda Toktamış Han’ı yendi ve Altın Orda’yı güçsüz bıraktı. Altın Orda Hanlığı’nda Toktamış öncesinde olduğu gibi taht kavgaları baş gösterdi. Taht kavgaları sonucunda zayıflayan Altın Orda parçalanmak zorunda kaldı (Hayit 1995: 1-3). Altın Orda Devleti’nin topraklarında ayrı ayrı hanlıklar kuruldu. Bu hanlıklar: Kazan Hanlığı, Kırım Hanlığı, Sibir Hanlığı, Astarhan Hanlığı, Kasım Hanlığı ve Nogay Ordası idi.
Altın Orda Hanlığı’nın parçalanması ile Altın Orda’ya tâbi olan Moskova Knezliği serbest kaldı ve giderek güçlenmeye başladı. Rus Devleti üç farklı siyasî geleneği bir araya getirerek hızla şekillendi: Moskova derebeylik sistemi, Altın Orda devlet teşkilatı ve Bizans’ın imparator-papalığı. Altın Orda’nın sistemli devlet teşkilatı Rus knezlerinin önünde önemli bir örnek teşkil etti. Özellikle de Moskova Knezliği’ndeki devlet fikri, devlet idare şekli ve knezlerin hükümdarlık anlayışları Altın Orda sisteminin izlerini taşıyordu. Böylece üç gelenek üzerinde şekillenen Rusya, 16. yüzyılın ortalarında olgunluğuna erişti (Kurat 2010: 137; D’encausse 2003: 55). IV. İvan’ın (Korkunç İvan) 1533’te Çar unvanını almasının ardından, ilerleyen süreçte Türklerin amansız düşmanı olacak Rus Çarlığı dönemi de başlamış oldu. Ruslar, önlerinde güçlü bir set olarak duran Altın Orda Hanlığı’nın yıkılışının ardından Doğu’ya yöneldi. 1552’de Kazan Hanlığı, ardından da 1556’da Astrahan Hanlığı Rusya hâkimiyetine girdi. Ruslar bu şekilde İdil ve Yayık nehirlerine, dolayısıyla da Hazar Denizi’ne ulaşmış oldu. Rusların Doğu’ya doğru yayılmaları bundan sonra daha da kolaylaştı (Hayit 1995: 42).
Altın Orda dağıldıktan sonra ortaya çıkan bir diğer hanlık Kırım Hanlığı idi. Kırım Hanlığı’nın ömrü, Altın Orda dağıldıktan sonra kurulan diğer hanlıklara göre daha uzun oldu. Kırım Hanı Mengli Giray, 1475 yılında Osmanlı’ya bağlılığını bildirdi ve böylece Kırım Hanlığı Osmanlı’ya bağlandı. Bu bağlılık 1769-1774 Türk-Rus savaşı sonucunda imzalanan Küçük Kaynarca Antlaşması’na kadar sürdü. Küçük Kaynarca Antlaşması ile Kırım Hanlığı üzerindeki Osmanlı himayesi sona erdi. Kırım, önce Rusların kukla hanları tahta çıkarmayı amaçladığı ve devamlı iç çatışmaları körüklediği bir alan hâline geldi. Akabinde de 1783 yılında Çariçe II. Yekaterina yayınladığı bir manifesto ile Kırım Hanlığı’nın ortadan kalktığını ve Kırım topraklarının Rusya hâkimiyetine girdiğini ilan etti (Kırımlı 1996: 5-6). Böylece Kırım Hanlığı da Osmanlı ile 300 yıl süren güçlü bir birlikteliğin ardından da olsa Rus Çarlığı’nın istilasından kurtulamadı. Bununla birlikte Rus Çarlığı’nın doğrudan hâkimiyeti altına almadığı ama kukla hanlarla idare etmeyi yeğlediği ve stratejik öneme sahip hanlıklar da vardı. Bunlardan biri, yine Altın Orda’nın yıkılmasından sonra ortaya çıkan Kasım Hanlığı idi. Kasım Hanlığı, Altın Orda’nın hanlarından olan ve sonradan Kazan Hanlığı’nı kuran Uluğ Muhammed tarafından Oka Irmağı havzasında 1445 yılında kuruldu. Bu hanlık, 239 yıl kadar yaşayarak 1681 yılına kadar varlığını sürdürdü. Rusya, Kazan ve Astrahan’ı işgal etmesine rağmen Kasım Hanlığı’na dokunmadı ve hanlık siyasî varlığını devam ettirdi. Uluğ Muhammed Kasım Hanlığı’nı, Rusya’yı sürekli denetim altında tutmak, Kazan hanları soyundan bir hükümdar idaresinde Moskova ile Kazan arasında tampon bir bölge yaratarak, böylece Kazan Hanlığı’nı emniyet altına almak gibi bir stratejiyle kurmuştu. Ancak, zaman içinde Kasım Hanlığı kuruluş amacının tam tersine tıpkı bir bumerang gibi Rusya’nın planlarının bir aracı oldu ve Kazan Hanlığı’nı vurdu. Kasım Hanları Moskova Knezliği’nin etkisi ve nüfuzu altına girdi ve Kazan Hanlığı’nın iç işlerine müdahale aracı hâline geldi. Ayrıca hanlık, Rusya’nın Türk illerinde yayılma stratejilerinin oluşmasında bir model oluşturdu. Rusya’nın Kıpçak bozkırlarıyla ve bu sahalarda hüküm süren Cuci nesliyle olan ilişkisinde Kasım Hanlığı’nın belirleyici bir rolü oldu. Ruslar, Kasım Hanlığı’na atama yoluyla kukla hanlar getirerek bu hanlığı idare etti. 1445-1681 yılları arasında hüküm süren Kasım Hanlığı’na getirilen hanların hepsi kendi içinden değil, dışarıdan, Cuci oğullarının farklı kollarından idi. Kasım Hanlığı’nı yöneten 16 handan ikisi Kazan, üçü Kırım, yedisi Saray, biri Kazak, üçü de Sibir’deki Cuci oğullarından idi (Gündoğdu 2005: 22-24). Rusların Kasım Hanlığı tahtına oturttukları hanlardan biri olan Kazak Sultanı Oraz Muhammed, Kazak Hanı Tevekkel’in yeğeni idi. Hatta bu bağlamda, bu çalışmaya kaynaklık eden Sovyet devri Kazak romanlarından olan iki ciltlik Alasapıran 1-2 adlı tarihî romanda Ruslar tarafından Kasım Hanlığı tahtına getirilen Oraz Muhammed’in hayatı konu edilmiştir.
Kuzeyde Altın Orda tarih sahnesinden silinirken, Türkistan sahasında da Timurlular Devleti’nin Türkistan’daki iktidarı Şeybanî Han idaresindeki Özbeklere geçti. Şeybanî Han, 1507’de Herat’ı ele geçirdi. Böylece Türkistan ve çevresinde Timurlular devri kapanmış oldu. Özbekler, daha Timurlular parçalanma belirtileri gösterdiğinde Türkistan’ın kuzeyi Deşt-i Kıpçak’ta (İdil Nehri’nin aşağı mecrasının doğu kısmı ile Sır Derya’nın aşağı mecrası arasından Güney Sibirya’ya kadar olan bölge), Amu Derya ve Sır Derya Havzası’nı hâkimiyetleri altına almak için girişimlerde bulunmaya başlamıştı. Özbekler, Şeybanî ulusundan gelen Ebu’l-Hayır Han (1412-1468) idaresinde 1446’da devletin başkentini Güney Sibirya’daki Tura’dan Sır Derya üzerindeki Sıgnak şehrine taşıdılar. Ebu’l-Hayr yönetimindeki Özbekler, 1456 yılında Sıgnak’ta yaptıkları savaşta Kalmaklara yenildikten sonra zayıflamaya başladılar. Daha Ebu’l-Hayr Han’ın sağlığında Özbekler arasında çekişmeler başladı ve Özbekler arasından bazı gruplar Özbek Hanlığı’nın idaresinden ayrıldı. Ebu’l-Hayr Han’ın ölümünün ardından (1468) Özbekler Türkistan’da hâkimiyeti ellerinde bulunduran önemli bir güç olmaktan çıktılar (Hayit 1995: 4-8).
Kazakların tarih sahnesine çıkması, 1456’da Özbeklerin Kalmaklar karşısındaki yenilgisi üzerine Özbek Hanlığı’nda yaşanan karışıklıklar sırasında gerçekleşti. Cuci sülalesinden Urus Han’ın torunu, Barak Han’ın oğulları olan ve Özbek Hanlığı idaresinde yaşayan Kerey ve Canıbek Sultanlar kendilerine bağlı uruklarla Özbek Hanı Ebu’l-Hayr Han’ın idaresinden ayrılarak Yedisu bölgesine göçtü ve Çu ırmağı boyuna yerleşti. Kerey ve Canıbek idaresinde bu bölgede yaşayan uruklar zamanla Kazak adı altında anılmaya başladı. Zaman içerisinde Özbek Hanı Ebu’l-Hayır Han’ın idaresinde yaşayan başka uruklardan da Kazaklara katılanlar oldu (Gömeç 2011: 108-109; Mınjan 1994: 233, 236). Bu şekilde, Kazak uruklarının sayıları her geçen gün biraz daha arttı. Kerey ve Canıbek Hanlar önderliğinde kurulan bu yeni siyasî teşekküle de Kazak Ordası adı verildi. Zamanla sayıları artan Kazaklar, komşu halklar tarafından yeni bir devlet olarak da kabullenilmeye başladı. Böylece Doğu Deşti Kıpçak, Yedisu ve Güney Kazakistan sınırlarında yaşayan Kazaklar, başkenti Türkistan olan ve Kıpçak, Üysün, Kanglı, Kongırat, Argın, Nayman, Alşın, Duvlat, Mangıt, Jalayır gibi pek çok uruktan teşekkül eden Kazak Hanlığı’nın temellerini attılar (Sakhipova 2007: 49-50).
Kazakları meydana getiren boylar, Cüz adı verilen kendi teşkilatlanma sistemleri içinde Ulu, Orta ve Küçük Cüz olarak üç cüzden meydana geliyordu. Kazaklar arasındaki boy teşkilatlanması anlamına gelen bu cüzlerin ne zaman oluştuğuna dair ise, herhangi bir tarihî belge mevcut değildir. Cüzlerle ilgili ilk yazılı bilgilere Rus kaynaklarında, 1731’de Kazak bozkırında bulunan Tevkelev’in Çariçe Anna İvanovna’ya sunduğu raporda rastlanır (Hayit 1995: 23; Sakhipova 2007: 62). S. Amanjolov, Altın Orda dağıldığında, diğer uluslarla birlikte Altın Orda’dan ilk olarak Ulu Cüz, sonra Orta Cüz ve son olarak da Küçük Cüz’ün ayrıldığını öne sürmüş ve Cüzlerin oluşma sürecinin Kazak Hanı Tevke (1680-1715) döneminde sona erdiğini belirtmiştir (Sahipova 2007: 182). Moğol dönemindeki merkezî, sağ kol ve sol kol şeklindeki üçlü askerî ve bölgesel kurumun Kazak Hanlığı’nın temelini teşkil eden Cüz olarak adlandırılan etnik bölgesel oluşumun ortaya çıkmasında etkili olduğu düşünülmektedir. Genel kabule göre, ilk olarak Ulu Cüz (Yedi Su ve Moğolistan’ın esas kısmı) ve Orta Cüz’ün (Merkezî ve Güney Kazakistan’ın bazı bölgeleri), daha sonra da Altın Orda’nın dağılma aşamasında Küçük Cüz’ün Batı Kazakistan’da Nogay Ordası’nın topraklarında oluştuğu bilinmektedir. Cüzlerin ortaya çıkmasındaki en önemli faktör, konar-göçer hayat tarzının değişmez kuralı olan mevsimlere göre belli bir mera (kış mevsiminde kıstav, ilkbaharda köktev, yaz mevsiminde caylav, sonbaharda küzev) edinme gerekliliğidir. Mevsim dikkate alınarak yapılan göçlerle yürütülen konar-göçer hayatta, her otlağın belli bir sahibi vardır. Her cüzün kendine ait otlağı konargöçer hayat hiyerarşisi içinde belirlenmiştir (Sahipova 2007: 182-183). Cüzlerin idareleri altında uruk adı verilen Kazak Türklerini meydana getiren boy teşkilatlanması yer almaktadır. Bu uruklardan bazıları Kazaklar dışında, Özbeklerin, Nogay ve Başkurtların teşekkülünde de yer almışlardır. Bunlar: Kıpçak, Kanglı, Kırgız, Katay, Nayman, Ming, Kerey, Argın, Tabın, Barın, Mangıt, Cagalbaylı, Alçın, Salcıyut, Calayır, Kongırat. Bunların en bilinenleri olan Kıpçak, Kanglı, Nayman, Kongırat, Argın, Kerey gibi uruklar Kazak, Özbek ve Nogay gruplarında hâkim unsuru oluştururlar (Togan 1981: 29).
Ulu Cüz, on bir uruktan oluşmaktadır. Bunlar: Duvlat, Alban, Calayır, Şapıraştı, Suvan, Kanglı, Sirgeli, Şanışkılı, Istı, Oşaktı, Sarı Üysün. Ulu Cüz’ün yerleştiği bölge, Balkaş Gölü’nün güney tarafı (Yedisu) ve Çu Irmağı’nın kuzey kıyılarından Sır Derya havzasına kadar uzanan coğrafî ortam ve iklim şartları çok uygun verimli topraklardan ibarettir. Orta Cüz, altı uruktan meydana gelmektedir: Kerey, Nayman, Argın, Kıpçak, Kongırat, Uvak. Orta Cüz’ün yerleştiği bölge, Tarbagatay sırtlarının güneyinden başlayarak, Balkaş Gölü, Sarısu Nehri’nin baş tarafı, Karatav Dağları ve kuzeyde Güney Sibirya ovalarına kadar uzanan geniş topraklardan ibarettir. Batıdaki sınırlarını ise, Torgay nehrinin baş tarafından Obagan Nehri’ne kadar, Doğu’da Güney Altay’dan başlayarak Savir sıradağları ve Zaysan deresi dâhil olmak üzere, Ertiş vadisinin güney kıyıları oluşturmuştur. Orta Cüz’ün toprakları, bol su taşıyan Ertiş, Esil gibi nehirler, Zaysan ve Markaköl gölleri, Kökşetav gölleri, vadiler ve dağ beldelerindeki yaylalardan meydana gelmektedir. Küçük Cüz ise üç uruktan ibarettir: Alimulı (Alimoğlu), Bayulı (Bayoğlu) ve Jetiruv (Yedi uruk). Küçük Cüz toprakları, güneyde Sır Derya ve Üstürt vadileri ve Hazar Denizi’nin doğu kıyılarından başlayarak, kuzeyde Yayık, Irgız, Embi, Tobol ve birçok irili ufaklı nehir ve göllerin vadilerinden oluşmaktadır. Küçük Cüz toprakları, farklı özellikleri bünyesinde taşır. Yayık ve Tobol nehirleri havzasındaki vadiler verimli yaylalardan oluşurken, Üstürt vadisinde susuzluk vardır. Sır Derya havzası sulak bir bölge iken, Karakurum, Kızılkum tamamen çöl arazisinden meydana gelmiştir (Sahipova 2007: 183-184; Aspendiyarov 1994: 33).
İdarî olarak Üç Cüz olarak teşkilatlanan Kazak Hanlığı 1730 yılına kadar (Bolat Han devri) tek bir hana bağlı olarak yönetilmiştir, ancak 1730 yılından sonra Hanlık üç ayrı cüze bölünmüş her cüzün başına bir han geçmiştir. I. Petro (1682-1725) döneminde Kazak bozkırları Rus Çarlığı’nın Doğu Siyaseti’nin anahtarı olarak görülmeye başladığından, Çarlık Kazak topraklarına yönelmiştir. Önce 1731 tarihinde Küçük Cüz Hanı Ebulhayır Han kendi isteği ile Rus hâkimiyeti altına girmiştir. Daha sonra ise Orta Cüz 1822’de ve Ulu Cüz 1854’te Vernıy Kalesi’nin inşası ile tamamen Rus Çarlığı hâkimiyetine girmiş ve bu tarihten itibaren Kazak bozkırları Rus Çarlığı idaresi altında yönetilmeye başlamıştır (Hayit 1995: 27; Togan 1981: 249).
Rusya’nın Türkistan’da genişlemesinden daha önce, 18. yüzyılın başlarında Türkistan’da bulunan müstakil devletler: Hive, Buhara, Hokand ve Taşkent Hanlıklarıydı. Bu dönemde Türkistan’daki devlet sayısının çokluğu, aslında Türkistan’da buhranlı bir iç siyaset yaşandığının da bir göstergesiydi. Bu devletler, dışarıdan gelebilecek siyasî ve askerî bir baskıya karşı koyabilecek güçte değillerdi (Hayit 1995: 23).
Hive Hanlığı, Rus yayılmasından önce Türkistan’ın en güçlü devletlerinden biriydi. Bu hanlık, zaman zaman bağımsızlığını kaybederek Timurlular ve Özbeklerin hâkimiyetine girmişti. 17. yüzyılın başlarında Hive Hanlığı’nın toprakları, Amu Derya’nın aşağı mecrasından Horasan ve Mangışlak’a kadar uzanan bölgeden meydana geliyordu. Hive Hanlığı’nın tarihte bilinen önemli hanlarından biri Ebu’l-Gazi Bahadır Han idi. Ebu’l-Gazi Bahadır Han, kardeşleri ile yaptığı taht mücadelesinde ancak yirmi yılda galip geldi ve Hive Hanlığı’nın bağımsızlığını korumak için mücadele verdi. Ebu’l-Gazi Bahadır Han’ın ismini Türkistan tarihinde önemli hâle getiren bir diğer hizmeti de Şecere-i Terâkime adlı eseridir. Eser, Türkistan tarihine kaynaklık eden önemli bir çalışmadır. Bir diğer önemli Hive Hanı Şir Gazi Han (1715-1728) idi. Şir Gazi Han, I. Petro’nun 1717 yılında Hive’ye gönderdiği askerî birliğin bütün mensuplarını öldürttü. Bu olay Hive tarihinde önemli bir dönüm noktasıydı, çünkü bu olaydan sonra Hive, 156 yıl Rusya’nın işgallerinin hedefi oldu. Hive Hanlığı, bir yandan kendi iç huzursuzlukları bir yandan da Rus yayılmacılığı ile uğraşmak zorunda kaldı. Hanlık, 1873 yılına kadar kendi başına, 1873’ten 1920’ye kadar da Rusların himayesi altında varlığını korudu (Hayit 1995: 27-29).
Türkistan’daki bir diğer hanlık, Buhara Hanlığı idi. Buhara Hanlığı, Rusların işgaline uğrayana kadar üç hanedanın yönetiminde hüküm sürdü. Bu hanedanlar: Şeybanîler (1500-1598), Canoğulları (Astarhanlılar/ Astrahanlılar) (1598-1785) ve Mangıt Hanedanlığı (1785-1920) idi. 19. yüzyılda hanlık sınırları, güneyde Afganistan’a, kuzeyde Aral Gölü’nün Doğusu’na kadar ulaşıyordu. Bu sınırlar içine Zerefşan Vadisi, Semerkant ve Duşanbe de giriyordu (Hacıosmanoğlu 2006: 49).
Buhara’nın Mangıt Hanedanlığı, saltanatı süresince hem iç huzuru sağlayamadı hem de Hive ve Hokand gibi komşu hanlıklarla iyi ilişkiler kuramadı. Mangıt Hanedanı’nın kurucusu Atalık’ın ölümünün ardından hanedanın başına geçen Danyal döneminde Buhara’da karışıklıklar çıktı. Danyal’ın karşıtları onu Buhara tahtından indirmeyi başardı ve Danyal’ın yerine Şah Murad’ı tahta çıkardı. Şah Murad 1785’ten 1800’e kadar Buhara’da saltanat sürdü. Onun döneminde iç karışıklıklar sona erdi, Hanlık’ta eğitim işlerine önem verildi ve Merv ile Belh Buhara saltanat bölgesine dâhil edildi. Şah Murad’ın oğlu Emir Said Haydar döneminde de eğitim işlerine ağırlık verildi ve Hanlık için başarılı bir dönem yaşandı, ancak Emir Said Haydar’dan sonra Buhara’da tekrar taht mücadeleleri baş gösterdi. Taht mücadelesinden Emir Said Haydar’ın oğlu Nasrullah galip çıktı. Nasrullah (1826-1860/1861), 1840 yılında ordusunun başında Hokand Hanlığı üzerine yürüdü ve başkent Hokand’ı işgal etti ve Hokand Hanı Muhammed Ali’yi idam ettirdi. Nasrullah’ın zamanında Belh, Maymana, Andhoy, Kunduz, Şibargan ve Amu Derya’nın sol kıyısındaki beyler bağımsızlık mücadelesine giriştiler. 1849’da Buhara ve Belh Afganlıların eline geçti. Böylece Buhara Hanlığı’nın hâkimiyet alanı, Amu Derya’nın sağ kısmından Hive Hanlığı’na kadar olan alanla sınırlanmış oldu. Nasrullah’tan sonra Buhara tahtına 1861’den 1885’e kadar Nasrullah’ın oğlu Muzaffer geçti. Muzaffer, Hokand Hanlığı’nın Taşkent için Rusya ile savaştığı bir dönemde hanlığın başkenti Hokand’ı işgal etti ve farkında olmadan Rusların işini kolaylaştırdı. Buhara Hanlığı’nın saldırısı karşısında, Hokand Hanlığı’nın Ruslara karşı direnci kırıldı. Buhara Hanı Muzaffer, Rus işgalinden önce Buhara’nın son bağımsız hanı oldu. Buhara’nın 1868’de Ruslara karşı savaşı kaybedip Hanlığın Rus tâbiiyetine girmesinde Muzaffer Han’ın önemli bir etkisi vardır (Hayit 1995: 30-32).
Hokand Hanlığı veya diğer adıyla Fergana Hanlığı’nın başkenti Hokand şehri idi. Babürnâme’ye göre Fergana Vadisi olarak bilinen bölge, doğuda Kaşgar; batıda Semerkant, güneyde Badahşan Dağları ve kuzeyde Almalık ve Alma Ata şehirleri ile sınırlanmış bir bölgeydi. Hokand Hanlığı kurulmadan önce, Fergana Vadisi’nde Türkistan’ın kültür hayatında önemli rol oynayan Andican, Ahsikent, Kasân, Özgen, Margilan, İsfara, Varuh, Hoçent ve Oş gibi şehirler bulunuyordu. Özbeklerin Ming boyuna mensup Şahruh, Fergana Vadisi’ni ele geçirerek Hokand Hanlığı’nı bu bölgede kurdu. Şahruh’tan sonra Hokand tahtına geçen Ebdülkerim Kalmaklarla ve Çinliler ile savaşmak zorunda kaldı. 1800’lerin başında önce Taşkent ardından da Türkistan şehri Hokand Hanlığı’na katıldı. 19. yüzyılın başlarında Hanlığın sınırları, Pamir’den İli Irmağı’na kadar ve Altay Dağları’ndan Sır Derya’nın aşağı mecrasına kadar genişledi. Hokand Hanlığı’nın yükselme döneminde Buhara Hanlığı ile ilişkiler çok kötüleşti ve bu iki Türkistan Hanlığı arasında devamlı mücadele yaşandı. Hokand Hanlığı ile Buhara arasındaki sürtüşme 1865’e kadar devam etti. Hokand Hanlığı bir yandan iç çekişmelerle uğraşırken, diğer yandan da Buhara Hanlığı’nın saldırıları karşısında Ruslara karşı direnci kırıldığı için 1876’da Ruslara karşı mücadelesinde yenildi ve Rusya tarafından Hokand Hanlığı’na son verildi (Hayit 1995: 32-38).
Türkistan’ın en eski şehirlerinden biri Taşkent’tir. Taşkent, Türkistan’daki Buhara ve Hokand Hanlıkları için önem arzettiği gibi Çin, Rusya ve bölgeye yakın diğer devletlerin de ilgilendiği bir şehir idi. Taşkent, stratejik önemi nedeniyle sık sık çatışmaların ana sebebi durumundaydı. Taşkent, Deşt-i Kıpçak ile Amu Derya ve Sır Derya Havzaları için bir çıkış üssü konumundaydı. Taşkent, 1598-1723 yılları arasında Kazakların, 1723-1747 yılları arasında da Kalmakların hâkimiyeti altında idi. Kalmakların Taşkent Valisi Özbek Türklerinden olan Hâkim Bey, 1747’de Taşkent’in bağımsızlığını ilân etse de Kalmaklar’ın nüfuzundan kurtulamadı. Hâkim Bey’in 1749’daki ölümünden sonra Taşkent, Kalmak nüfuzundan kurtulsa da 1755’te Çin nüfuzu altına girdi. Taşkent’te merkezî otorite sağlanamadığı için 1780 yılına kadar Taşkent dört ayrı bölge olarak, dört ayrı beyin idaresi altında bulundu. 1780 yılında Yunus Hoca Taşkent’in dört bölgesine birden hâkim oldu. 1800 yılına kadar Sayram, Çimkent, Türkistan ve Sır Derya’nın sol kısmında Hoçent sınırına kadar olan bölgeler fethedildi. Bu fetihlerin akabinde Taşkent’in sınırları, kuzeyde Türkistan’a; kuzeybatıda Karadağ’a; doğuda Sayram Dağları’na; güneyde de Ugema Nehri’ne kadar ulaştı. Taşkent hem bağımsızlığını korudu hem de ticarete önem verdi. 1894’te Taşkent’in bir ticaret kervanı Omsk şehrine giderken, aynı yıl Rusya’dan da Taşkent’e bir Rus ticaret kervanı geldi. Rus kervanı içinde Ruslar tarafından görevlendirilmiş, Omsk’tan Taşkent’e kadar giden yolların haritasını çizmekle, yol boyunca bulunan yer altı kaynaklarını tespit etmekle görevli kişiler vardı. 1795 yılında Buhara Emirliği Taşkent’i emirliğe dâhil etse de 1796 yılında Yunus Hoca Taşkent’i yeniden ele geçirdi. Bu dönemde Ruslar da Taşkent ile yakından ilgiliydiler. 1797 yılında Dimitriy Tetyatnikov başkanlığında bir Rus keşif heyeti Taşkent’e geldi ve bir yıl burada kalarak çeşitli incelemelerde bulundu ve Taşkent-Omsk arasındaki yolların haritasını çıkardılar. Yine bu dönemde Taşkent’ten bir heyet de Petersburg’a giderek Rusya ile ticaretin geliştirilmesi için görüşmeler yaptı. Yunus Hoca döneminde istikrar korundu ve Yunus Hoca’nın saltanatı Yedisu bölgesine kadar genişledi. Ancak Hokand Hanlığı, Taşkent Hanlığı’nı kendi sınırlarına dâhil etmek istediği için 1799 yılında Taşkent’e saldırdı. Önce Yunus Hoca Hokandlıları yense de, ardından1800 yılında Hokandlılara mağlup oldu ve aynı yıl öldü. Yunus Hocanın ölümünden sonra da Taşkent ile Hokand arasında savaşlar devam etti. Hokand ile Taşkent arasında yaşanan savaşların ardından Hokandlılar galip geldiler ve Taşkent’in idaresini kendi tayin ettikleri valiler aracılığıyla yaptılar. Taşkent’in hâkimiyeti için Buhara Hanlığı da mücadeleye girişti. 1840-1865 yılları arasındaki yirmi beş yıllık süreçte Taşkent, Buhara ve Hokand arasında yedi kez el değiştirdi. Taşkent ile Hokand ve Buhara ile Hokand arasındaki Taşkent savaşları, sadece Rusya’nın bölgede kendisine çıkar sağlamasına yaradı (Hayit 1995: 38-40).
Türkistan hanlıkları arasında durmaksızın yaşanan mücadeleler, Türkistan’daki coğrafî sınırların değişken olmasına yol açmıştır. Sınırların değişkenliği, Türkistan ahalisinin de iç içe geçmesine neden olmuştur. Dolayısıyla Türkistan’da hem coğrafî sınırlar keskin hatlarla ayrılmamıştır hem de Türkistan’da yaşayan ahali arasında keskin sınırlar yoktur. Bu bölgede yaşayan Türk boyları arasında sürekli bir ilişki söz konusu olduğu gibi, Kalmaklar gibi Türk asıllı olmayan diğer halklarla da devamlı bir ilişki söz konusudur.
Kalmaklar (Kalmuk/Oyrat/Cungar) Türkistan tarihinde 17. asrın önemli bir gücü olarak yer almışlardır. 1520’li yıllardan itibaren Kazaklar ve Kalmaklar arasında Türkistan’da üstünlük kurmak amacıyla çatışmalar başlamıştır. Kalmaklar 1635 yılında Cungar Devletinin kurulmasıyla da, Kazaklar için ciddi bir tehlike hâline gelmişlerdir. Kazaklar ve Kalmaklar arasındaki kıran kırana süren mücadele aralıklarla neredeyse iki yüz yıl sürmüş ve 1700’lerin ortalarına kadar devam etmiştir. Kazak-Kalmak savaşları, her iki devletin de gücünü zayıflatmış, ekonomilerinin gelişmesine engel olmuş ve demografik açıdan da nüfuslarını azaltmıştır. Sonuç olarak Cungarlar da Kazaklar da başarısız olurken, Cungarları verdikleri silahlarla destekleyip Kazak-Kalmak savaşlarının uzamasına yol açan Ruslar, Kazaklar kendi istekleriyle gelip onların hâkimiyetlerini kabul ettikleri için yine kârlı çıkmışlardır (Sakhipova 2007: 53; Togan 1981: 157-158).