Kitabı oku: «Antikacı Dükkânı», sayfa 2
2
Daha önce anlattığım şartlar altında ayrıldığım o yere yeniden gitme isteğiyle tam bir hafta çarpıştıktan sonra, yenilgiyi kabul ettim, bu defa oraya gündüz gözüyle gitmeyi kararlaştırıp, öğleden sonra hemen yola çıktım. Hiç beklenmediği bir yere gitmekte olan, üstelik orada iyi karşılanmayacağını sezen bir kimse için olağan sayılabilecek bir duraksama içinde, evin önünden geçtim, sokağı birkaç defa dolaştım. Bereket ki dükkânın kapısı kapalıydı, kapının önünden ancak geçmekle yetinirsem içeridekiler beni tanıyamazlardı. Çok geçmeden, bu kararsızlığı da yendim, kendimi antikacının dükkânında buluverdim.
Yaşlı adam ile bir başkası dükkânın arka bölümündeydiler. İkisinin atıştığı belliydi, çünkü pek yüksek perdeden konuşurlarken ben girer girmez birdenbire susuvermişlerdi. Yaşlı adam telaşla benden yana gelerek, titrek bir sesle, beni gördüğüne pek sevindiğini söyledi. Yanındaki adamı işaret ederek:
– Çok nazik bir noktada araya girdiniz, dedi. Bu adam günün birinde beni öldürecek. Cesaret edebilseydi bunu çoktan yapacaktı.
Öbürü de bana bir göz atıp kaşlarını çattıktan sonra.
– Hah, sen de, elinde olsa, hayatım üzerine yemin ederdin. Bunu hepimiz biliyoruz! dedi.
Yaşlı adam yavaşça ötekinden yana dönerek:
– Valla, ben de öyle sanıyorum! diye bağırdı. Yeminler, dualar ya da kelimeler beni senden kurtarabilselerdi, bu çoktan olurdu. Senden kurtulup sanki ölmüşsün gibi rahatlardım.
Öbürü:
– Biliyorum, diye karşılık verdi. Ben de onu demedim mi? Gelgelelim, ne yeminler, ne dualar, ne de kelimeler beni öldürebilir; onun için de yaşıyorum, daha da yaşamaya niyetliyim.
Yaşlı adam ihtirasla ellerini çırpıp yukarı bakarak:
– Annesi de öldü, diye bağırdı. İşte Tanrı’nın adaleti de bu!
Öbürü, ayağı bir iskemleye dayalı, durmuş, nefret dolu bir alayla yaşlı adama bakıyordu. Yirmi, yirmi bir yaşlarında bir delikanlıydı bu. Sağlam yapılıydı; yüzü de, pek göz alıcı olmamakla birlikte, şüphesiz yakışıklıydı, davranışlarında olduğu kadar kıyafetinde bile insanı tiksindiren sefih, küstah bir insan havası vardı.
Genç adam:
– Adalet madalet bilmem, dedi. İşte ben buradayım, sen beni dışarı atmak için yardım istetinceye kadar –ki bunu yapacağına da ihtimal vermiyorum ya neyse– burada kalmaya kararlıyım. Kız kardeşimi görmek istediğimi bak bir daha söylüyorum sana!
Yaşlı adam acı acı:
– Kız kardeşini ha! dedi.
Öbürü:
– E, akrabalığı değiştiremezsin ya, dedi. Bunu başarabilecek olsaydın çoktan yapardın. Buraya saklayıp o sinsice sırlarınla kafasını zehirlediğin kız kardeşimi görmek istiyorum. Niyetin onu çalıştıra çalıştıra öldürmek, daha saymasını bile beceremediğin parana her hafta birkaç metelik daha eklemek. Kardeşimi görmek istiyorum, göreceğim de!
– İşte zehirlenmiş kafalardan konuşmaya tam yetkisi olan bir ahlakçı! İşte zorla biriktirilen metelikleri küçük görecek cömert bir ruh!
Yaşlı adam, delikanlıdan bana dönerek, böyle bağırdı.
– Yalnız kendi kanından olanlar üzerindeki hakkını değil, aynı zamanda onun kötülüklerinden başka bir şeyini bilmeyen toplumun üzerindeki hakkını da kaybetmiş sefihin biridir bu, beyim. Üstelik, yalancıdır da.
Yaşlı adam, bana yaklaşarak, daha alçak bir sesle ekledi:
– Kardeşinin benim için ne kadar değerli olduğunu bilir ama yanımızda bir yabancı bulunduğu için beni o yandan bile yaralamaya çalışıyor.
Delikanlı adamın sözlerini duyunca:
– Yabancılar bana vız gelir, dede! dedi. Ben de onlara vız gelirim, inşallah! Onların yapacakları en iyi iş kendi işlerine bakıp benim işimi de bana bırakmalarıdır. Dışarıda beni bekleyen bir arkadaşım var, görünüşe bakılırsa bir süre daha burada kalmam gerekecek; onun için, izin verirseniz gidip kendisini içeriye çağırayım.
Delikanlı böyle diyerek kapıdan yana döndü; sokağa bakarak, görünmeyen birine birkaç defa seslendi. Bu seslenme sırasında sabırsızlanarak yaptığı işaretlere bakılırsa, o kimseyi yaklaşmaya razı etmek için büyük bir çaba harcamak gerekiyordu. En sonunda, yolun karşı tarafından, sözüm ona tesadüfen oradan geçiyormuş gibi yapmaya çalışan, üzerinden kötü niyetlilik akan biri, davete karşı bin bir defa başını sallayıp kaşlarını çattıktan sonra, isteksiz isteksiz yolu geçti, dükkândan içeri alındı.
Delikanlı adamı içeri iterek:
– İşte, dedi. Dick Swiveller. Otur, Dick.
Dick Swiveller, alçak sesle:
– Bakalım ihtiyar herif isteyecek mi? dedi.
Arkadaşı bir daha:
– Otur, dedi.
Dick Swiveller emre uydu, öfke yatıştırıcı bir gülümsemeyle, geçen haftanın ördeklere, bu haftanın ise örümceklere uygun olduğunu belirtti; ayrıca da şunları ekledi: Sokağın köşesinde beklerken tütüncü dükkânından, ağzında saman, bir domuzun çıktığını görmüş, hayvanın görünüşünden ördeklere yarayacak bir haftanın yaklaşmakta olduğunu, mutlaka yağmur yağacağını anlamış. Daha sonra da kıyafetinin derbederliğinden ötürü özür diledi, bir gece önce güneş gözlerini kamaştırdığı için böyle giyindiğini söyledi. Bu sözleriyle de, kendisini dinleyenlere adamakıllı sarhoş olduğunu pek nazik bir şekilde anlatmış oluyordu.
İçini çekerek:
– Ama ruhun ateşi içkiyle incelip yükseldikten sonra, dostluğun kanadı bir tek tüy dahi dökmedikten sonra bunun zararı nedir? dedi. Ruh o gül rengi şarapla genişledikten sonra, şu an da ömrümüzün en mutsuz anı olduğuna göre, bunun zararı nedir?
Arkadaşı yarı yarıya çekimser kalarak:
– Burada kongre başkanı gibi davranman gereksiz, dedi.
Dick Swiveller burnunu sümkürerek:
– Fred, diye bağırdı. Akıllılara bir kelime yeter: Servetimiz olmadan da iyi, mutlu olabiliriz, Fred. Bir tek kelime daha söyleyeyim, deme. Ben parolamı bilirim. Gerekli kelime açıkgözdür. Bir tek fısıltı yeter, Fred. İhtiyar herif iyi niyetli mi?
Arkadaşı:
– Sen ona aldırma, diye karşılık verdi.
Dick Swiveller:
– Yine haklısın, yerden göğe kadar haklısın, dedi. Gerekli kelime temkin olacak, yapılacak iş de temkinli olmak.
Bunları söylerken sanki çok derin bir sırrı saklıyormuş gibi gözünü kırptı, kollarını kavuşturup koltuğuna yaslanarak, bilgiççe bir ağırbaşlılık içinde tavana baktı.
Olup bitenlere bakıp da B. Swiveller’in, biraz önce ima ettiği o kudretli güneşin etkisinden kendini daha kurtaramamış olmasından kuşkulanmak belki de pek mantıksızca bir iş olmazdı. Konuşması kuşku uyandırmasaydı bile dalgalı saçları, baygın gözleri, solgun yüzü onun aleyhine kuvvetli birer tanık olurlardı. Kendisinin de ima ettiği gibi kıyafeti de pek hoşa gidecek durumda değildi; tersine, öyle berbat bir hâldeydi ki üstündekilerle yattığı düşüncesini uyandırıyordu. Kıyafeti ön kısmında bir sürü, arkada ise bir tek madenî düğme bulunan kahverengi bir palto, parlak renkli bir boyun mendili, İskoç taklidi kumaştan ceket, beyaz pantolon, kenarındaki deliği gizlemek için arkası öne giyilmiş pek eski bir şapkadan ibaretti. Paltosunun göğsü üstten dikilmiş bir ceple süslüydü, bu cepten pek kocaman, biçimsiz bir mendilin temiz ucu sarkıyordu. Gömleğinin kirli kol ağızları da elden geldiği kadar içeri çekilip kıvrılmıştı. Eldiven kullanmıyordu; sarı bir bastonu vardı, bunun üzerindeki kemikli elin küçük parmağına yüzüğe benzer bir şey takılmıştı; bastonun tutacak yerinde de kara bir top bulunmaktaydı.
Dick Swiveller, gözleri tavana dikili, koltuğuna yaslandı, zaman zaman sesine acıklı bir eda vererek, orada bulunanların canını sıkacak şekilde konuştu. Sonra da konuşmasını yarıda kesip eski sessizliğine döndü.
Yaşlı adam da bir iskemleye oturmuştu. Ellerini birbirine kenetleyip torunuyla o garip arkadaşına, sanki iyicene güçsüzmüş de onları istedikleri şekilde davranmakta serbest bırakmaktan başka bir şey yapamayacakmış gibi bakıyordu. Öbür delikanlı, olup bitenlere karşı tam bir ilgisizlik duyarak, sırtını arkadaşından hiç de uzakta olmayan bir masaya dayamış, ayakta duruyordu. Ben de yaşlı adamın gerek sözleriyle, gerekse davranışlarıyla bana pek hoş görünmesine rağmen, bu durumda lafa karışmanın güçlüğünü fark ederek, oradaki satılık bir iki parça eşyayı incelermiş gibi göründüm, çevremdekilerle pek az ilgilendim.
Sessizlik pek uzun sürmedi. B. Swiveller yüreğinin mis kokulu tepelerde olduğunu, Arap kanlı atının büyük başarılar kazanmasını, kendisine sadık kalmasını istediğini ahenkli bir sesle birkaç kere tekrarladıktan sonra, gözlerini tavandan ayırıp yine düpedüz konuşmaya koyuldu. Sonra, sanki o anda aklına gelmiş gibi, sözünü kesip:
– Fred, dedi. İhtiyar herif iyi niyetli mi?
Arkadaş zayıf bir sesle sordu:
– Bunun ne önemi var?
– Hiç, ama öyle mi?
– Elbette öyle. Hem, öyle olsa da olmasa da bana ne?
Dick Swiveller, bu karşılıktan daha genel bir konuşmaya geçmek cesaretini almış gibiydi, olanca gücüyle dikkatimizi üzerinde toplama çabasına girişti.
Sözüne maden suyunun, genellikle iyi bir şey olmakla birlikte, tarçınla ya da birazcık konyakla zenginleştirilmezse mideyi üşüteceğini ekledi. Konyağın her bakımdan, özellikle masraf bakımından tercih edilmesi gerektiği kanısındaydı. Hiç kimse bunlarla ilgilenmeyince tütün kokusunun insanın saçından uzun zaman çıkmadığını, Westminster’de, Eton’da okuyan genç beylerin meraklı arkadaşlarından tütün kokusunu gizlemek için bol bol elma yediklerini, yine de çoğu kere, saçların bu inanılmaz özelliği yüzünden, yakayı ele verdiklerini anlattı. Kraliyet Birliği Üyeleri’nin dikkatlerini bu konu üzerine toplayıp böylesine hoşa gitmeyecek sonuçları önlemek üzere bilim kaynaklarında bu meseleye bir çare ararlarsa insanlığa gerçekten büyük iyilikleri dokunmuş kişiler olarak tanınacaklarını belirtti. Bu düşüncelerinin de ötekiler gibi ilgi görmediğini fark edince de Camayka romunun alkolünün fazlalığına, tadının güzelliğine rağmen ertesi gün de ağızda tat bıraktığını söyledi. Bu konuyu da tartışmaya hiç kimse yanaşmayınca, sırdaşlık derecesini artırıp daha dostça, daha anlaşılır bir şekilde konuşmaya başladı:
– Akrabaların dağılıp birbirleriyle anlaşamamaları çok acı bir şey, dedi. Dostluk kanadı asla bir tüy dökmezse, akrabalık kanadı asla kırpılmamalı; tersine, boyuna genişletilip sakin bırakılmalı. Her şey bir mutluluk, bir anlayış havası içinde olacakken bir dedeyle torunu niye birbirlerine korku saçıp düşman kesilsinler yani? Niye tokalaşıp bunu unutmayalım yani?
Arkadaşı:
– Çeneni tut, dedi.
Dick Swiveller:
– Başkanın sözünü kesmeyin, beyim! dedi. Beyler, bu durumda mesele size nasıl görünüyor? İşte şurada şirin bir dede var. Bunu katkısız bir saygıyla söylüyorum. Bir de yaramaz bir torun var. Şirin dede yaramaz toruna şöyle diyor:
– Seni büyüttüm, okuttum; Fred; hayata alışacak hâle getirdim. Genellikle gençlerin yaptıkları gibi sen de yolundan biraz ayrıldın; üstelik, eline de asla bir fırsat daha geçmeyecek, hatta bunun yarısını bile bulamayacaksın.
Yaramaz torun bu sözlere şöyle karşılık verir.
– Sen adamakıllı zenginsin; benim için de fazladan hiçbir masrafa girişmedin. Seninle birlikte gizli, esrarengiz, alavereli dalavereli bir hayat sürmekte olan, hiçbir eğlencesi bulunmayan küçük kız kardeşim için yığınla para biriktiriyorsun. Niye birazcık da yetişmiş torununa yardım etmeyesin?
O şirin dede bu sözlere, onun yaşındakilere pek yakışan neşeli bir hazırcevaplıkla, tatlı tatlı karşılık vermek şöyle dursun, tam tersine, birdenbire parlar, sövüp saymaya başlar, her karşılaşışlarında da bunları hatırlar. Şimdi, sorulacak basit bir soru var ki o da şu:
– Yaşlı adam yeteri kadar dünyalık verip durumu düzeltse, herkesi rahata kavuştursa ne iyi olurdu, değil mi?
B. Swiveller, bu söylevi bir yığın dalgalanmayla, el sallayışıyla tamamladıktan sonra, birdenbire, sanki bir tek kelime ekleyerek bu konuşmasının havasını bozmaktan kendini önlemek istiyormuş gibi bastonun sapını ağzına sokuverdi.
Yaşlı adam torununa dönerek:
– Allah aşkına, sen niye hep beni arayıp eziyet ediyorsun? diye sordu. O sefih arkadaşlarını niye buraya getiriyorsun?Benim hayatımın bir hiç sayılması gerektiğini, fakir olduğumu sana kaç kere söyleyeceğim?
Delikanlı dedesine soğuk soğuk bakarak:
– Ben de her şeyi bildiğimi sana kaç kere söyleyeceğim? diye sordu.
Yaşlı adam:
– Sen yolunu kendin seçtin, dedi. O yoldan git. Nell ile beni de bırak, çalışıp didinelim.
– Nell yakında kocaman bir hanım olacak, senin de inançlarınla yetiştiği için ağabeyi ara sıra gözükmezse onu unutacak.
Yaşlı adam gözleri parlayarak:
– Dikkat et de kardeşin hafızasının en kuvvetli olduğu zamanlarda seni unutmasın, dedi. Dikkat et de sen sokaklarda yalın ayak dolaşırken onun da kendisine ait cicili bicili bir arabayla dolaşacağı günler gelmesin.
Öbürü:
– Yani kardeşim senin paranı aldıktan sonra mı demek istiyorsun? diye sordu. Nasıl da tam bir yoksul adam gibi konuşuyor!
Yaşlı adam sesini alçaltıp, yüksek sesle düşünen biri gibi konuştu:
– Gerçekten, şimdi ne kadar da yoksuluz! Aman! Bu da ne hayat böyle! Bütün bunlar da hiçbir zararı, suçu olmayan, buna karşılık hiçbir işi tıkırında gitmeyen küçük bir çocuk yüzünden. Umut, sabır… Umut, sabır!
Bu sözler delikanlının kulağına gidemeyecek derecede alçak sesle söylenmişti. Dick Swiveller de, bu sözlerin kendi söylevinin o kudretli etkisiyle beliren bir zihin savaşmasını yansıttığını düşünüyormuş gibiydi; bastonunu arkadaşına şöyle bir dokundurup, onun iyi bir karşılık alması ihtimalinin kuvvetli olduğunu, kazançtan pay isteyeceğini belirtti. Bir süre sonra da yanıldığını keşfedince, uykusu gelmiş, canı sıkılmış gibi bir tavır takındı; kapı açılıp da kız görününce de birkaç defa, hemen kalkıp gitmelerini teklif etti.
3
Kızın hemen arkasından içeri pek sert yüzlü yaşlıca bir adam girdi. Cüce denecek kadar ufak tefekti ama başı, yüzü bir devin gövdesine uyacak kadar kocamandı.
Kara gözleri huzursuz, sinsi, kurnaz bakışlıydı; ağzı, çenesi kaba saba bir sakalın kıllarıyla kaplıydı; derisi de hiçbir zaman temiz, düzgün görünmeyen cinstendi. Yüzünün o acayip görünüşünü en çok artıran şey de hiçbir belirli amacı, herhangi bir kötü düşünceyle ilgisi olmayan sırf alışkanlıktan ileri gelen iğrenç gülümsemesiydi. Bu gülümsemeyle ağzının içinde oraya buraya dağılmış, rengi kaçmış birkaç azı dişi gözüküyor, adama soluk soluğa kalmış bir köpek havasını veriyordu.
Kıyafeti de kocaman uzun bir şapka, eskimiş koyu renk bir elbise, bir çift geniş pabuç, buruşuk boynunu açıkta bırakacak kadar kıvrılmış kirli bir beyaz atkıdan ibaretti. Başındaki saç da kırlaşmıştı; şakaklarının üzerinden kısacık, dümdüz kesilmiş bir tutam saç da kulaklarının üzerine doğru sarkıyordu. Kaba saba derili elleri pek kirliydi; tırnakları kıvrık, uzun, sapsarıydı.
Bu özelliklere dikkat etmeye yetecek kadar bol zaman oldu, çünkü bunların uzun uzadıya inceleme yapmadan göze çarpmaları bir yana, ayrıca içlerinden herhangi biri sessizliği bozuncaya kadar da bir hayli zaman geçti. Kızcağız ürkek bir tavırla ağabeyine yaklaştı, elini onun avucuna bıraktı. Cüce de (ondan bu şekilde söz etmemize izin verilirse), oradakilerin hepsine dikkatle baktı. Bu garip, konuğunu besbelli hiç de beklemediği anlaşılan antikacı da canı sıkılmış, utanmış gibiydi.
Cüce, elini gözlerinin üstüne tutarak, dikkatle delikanlıyı dinliyordu.
– Hah! dedi. Bu sizin erkek torununuz olsa gerek, komşu!
Yaşlı adam:
– Olmaması gerek desen daha doğru, diye karşılık verdi. Ama ne çare ki torunum oluyor.
Cüce, Dick Swiveller’i işaret ederek.
– Ya bu? diye sordu.
Yaşlı adam:
– Torunumun bir arkadaşı, dedi. Ona da burada torunuma olduğu kadar yer var.
Cüce öbür yana dönüp dosdoğru beni işaret ederek:
– Ya bu? diye sordu.
– Geçen akşam Nell senin evden dönüşte yolunu kaybettiği zaman onu eve getirmek zahmetine katlanan bir bey.
Küçük adam, çocuğu azarlamak ya da şaşkınlığını belirtmek üzere, ondan yana döndü ama çocuk delikanlıyla konuşmakta olduğu için durdu, konuşulanları dinlemek üzere başını eğdi.
Delikanlı yüksek sesle:
– E, Nelly, diyordu. Sana benden nefret etmeni öğretiyorlar mı, bakayım?
Kızcağız:
– Hayır, hayır! O nasıl söz! Hayır! diye bağırdı.
Ağabeyi, alaylı bir tavırla:
– Belki de beni sevmeyi öğretiyorlardı! dedi.
Çocuk:
– İkisini de yapmıyorlar, diye karşılık verdi. Bana senden hiç söz etmiyorlar. Gerçekten, hiçbir zaman söz etmiyorlar.
Delikanlı dedeye acı acı bir bakarak:
Bak buna şaşarım işte! dedi. Buna gerçekten şaşarım, Nell. Ah, bu meselede sana inanıyorum!
Nelly:
– Ama ben seni çok seviyorum, Fred, dedi.
– Ona ne şüphe!
Kızcağız büyük bir duygululuk içinde:
– Gerçekten seviyorum, diye tekrarladı. Ah, sen onun canını sıkıp üzmesen seni daha çok sevebilirim!
Delikanlı ilgisiz bir tavırla çocuğa yaklaşıp öptükten sonra itip kendinden uzaklaştırırken:
– Ya, dedi. Hadi bakalım, dersini anlattığına göre, şimdi fırla git. Ne mızmızlanıyorsun! Seninle yeteri kadar dost ayrılacağız, bunun için üzülme.
Nelly küçük odasına geçip kapıyı kapayıncaya kadar delikanlı da sesini çıkarmayıp gözleriyle onu izledi; sonra, cüceye dönüp, birdenbire:
– İşittiniz mi, Bay… dedi.
Cüce:
– Bana mı dediniz? diye sordu. Benim adım Quilp. Belki aklınızda kalır. Uzun bir ad da değil… Daniel Quilp.
Öbürü:
– Öyleyse, işittiniz mi, Bay Quilp? dedi. “Dedeme bir hayli sözünüz geçiyor galiba.
B.Quilp, kuvvetle:
– Eh, biraz geçer, dedi.
– Ayrıca, onun gizli kapaklı işlerinin bir kısmında siz de varsınız.
Quilp, aynı kurulukla:
– Eh, birkaçında varım, dedi.
– Öyleyse, sizin aracılığınızla, kendisine Nell’i burada tuttuğu sürece bu eve dilediğim kadar sık gelip gidebileceğimi kesin olarak bildirmeme izin verin. Ayrıca, benden kurtulmak isterse önce kardeşimi bırakması gerektiğini bilsin. Ne yaptım da beni umacı hâline getirdiler, sanki bulaşıcı hastalık getirmişim gibi benden kaçıp çekiniyorlar? Benim doğuştan sevgi nedir bilmediğimi söyleyecektir; Nell’den çok kendisiyle ilgilendiğimi anlatacaktır. Ne derse desin! Buraya gelip gitmek, kardeşime varlığımı hatırlatmak hevesine kapıldım. Canım istediği zaman kardeşimi göreceğim. Benim dediğim bu. Bugün de buraya bunu belirtmek için geldim, elli kere daha geleceğim, her defasında da aynı başarıyı elde edeceğim. Bunu kazanıncaya kadar gideceğim, dedim. Öyle de yaptım, işte şimdi de görüşmemiz sona erdi. Yürü, Dick.
Arkadaşı kapıdan yana dönerken Dick Swiveller:
– Dur! diye bağırdı. Beyim!
Bu tek kelimeyle Quilp’e seslenmişti. O da:
– Emredin efendim, dedi.
Dick Swiveller:
– İzin verirseniz, şu neşeli, eğlenceli manzaradan, göz kamaştıran ışık yollarından ayrılmadan önce ben de bir şey söylemeye çalışacağım, dedi.
– Bugün buraya ihtiyar herifin dost olduğu düşüncesiyle geldim, efendim.
Söz sahibi birdenbire sustuğu için Daniel Quilp:
– Devam edin efendim, dedi.
– Bu düşünceden, uyandırdığı duygulardan esinlenerek, tarafların dostu olduğumu düşünerek, bu sinir bozmanın, eziyet etmenin, kabadayılık taslamanın tarafların ruhlarına genişlik vermeyeceğini, toplumsal ahenklerini artırmayacağını belirtirim. Bu durumda başvurulması gereken çareyi salık vermeyi üzerime alıyorum, efendim. Bir kelimecik fısıldamama izin verecek misiniz, efendim?
İstediği iznin verilmesini beklemeden cüceye doğru bir adım attı, adamın omzuna yaslandı, kulağına yaklaşabilmek için eğilerek orada bulunanların kolayca işitebilecekleri bir sesle:
– İhtiyar herif için söylenecek söz çataldır, efendim! dedi.
Dick Swiveller, cebini tokatlayarak:
– Çatal efendim, çatal, dedi. Uyanık mısınız efendim?
Cüce başını salladı. Dick Swiveller de geri çekildi, o da başını salladı. Sonra biraz daha geriledi, yine başını salladı; bu böyle sürüp gitti. Böylece de, gitgide kapıya vardı; orada cücenin ilgisini çekip, dilsiz oyunuyla, ona en büyük güveni, en dokunulmaz sırdaşlığı verdiğini anlatmak üzere, büyük bir gümbürtüyle öksürdü. Bu düşüncelerin açığa vurulması için gerekli o ciddi pantomimi oynadıktan sonra arkadaşının izinden yürüdü, kayboldu.
Cüce, ekşimiş suratla, omuzlarını silkerek:
– Hınğh! yaptı. Sevgili akrabalarla bu kadar uğraşmak yeter! Çok şükür, ben hiçbir akraba tanımıyorum. Yaşlı adama dönerek ekledi, kamış kadar zayıf, duygusuz olmasaydınız, sizin de tanımanıza ihtiyaç yoktu.
Yaşlı adam çaresizlik, umutsuzluk içinde:
– Ne yapmamı isterdin? diye sordu. Laf edip alaya almak kolay. Ne yapmamı isterdin?
Cüce:
– Sizin yerinizde olsaydım ne mi yapardım? diye sordu.
– Hiç şüphesiz korkunç bir şey yapardın.
Küçük adam besbelli bunu düşünmüş olsa gerekti, çünkü bu övgüden pek hoşlanmış gibi:
– Bakın, burada haklısınız, dedi, pis ellerini ovuştururken şeytan gibi sırıttı. Bizim hanıma, şu güzel Bayan Quilp’e, itaatli, ürkek, sevgi dolu Bayan Quilp’e sorun. Bunu dedim de aklıma geldi.
– Kadını yalnız bıraktım. Beni merak eder, ben eve dönünceye kadar da bir an bile huzur nedir bilmez. Hoş, ben cesaret verip, serbestçe konuşabileceğini belirtmedikçe kendisi bunu söylemeye cesaret edemez ama ben yokken hep bu durumda olduğunu biliyorum, kendisine de kızacak değilim. Ah, o iyi yetişmiş Bayan Quilp yok mu!
Bu yaratık hiç durmadan ağır ağır ellerini ovuştururken o dev kafasıyla, küçücük gövdesiyle pek korkunç görünüyordu. Bu basit davranışında, dağınık kaşlarını indirişinde, çenesini havaya uzatışında, gizli bir sevinçle yukarı bakışında bile şeytanın taklit etmek isteyeceği, kendine mal edeceği inanılmaz bir hava vardı.
Elini göğsüne götürüp konuştukça yan yan yaşlı adama doğru giderek:
– İşte, dedi. Altın olduğu için, Nell’e göre de pek büyük, ağır sayılacağı için, bir kaza çıkmasın diye bunu kendim getirdim. Yalnız, zamanla onu da bu çeşit yükleri taşımaya alıştırmalı, komşu, çünkü sen ölünce o da ağırlık taşıyacak.
Yaşlı adam iniltiyi andıran bir sesle:
– İnşallah taşıyabilir, dedi.
Cüce, adamın kulağına yaklaşarak:
– İnşallah mı, komşu? dedi. Bütün bu ganimetin hangi yatırıma harcandığını biliyorum. Ne var ki sen derin bir adamsın, sırrını da iyi saklıyorsun.
Öbürü yorgun bir hâlle:
– Sırrım mı? dedi. Evet, haklısın. Ben… Ben onu iyi saklıyorum… Çok iyi saklıyorum.
Yaşlı adam başka bir şey söylemedi, parayı alıp ağır, kararsız bir adımla oradan uzaklaştı. Yorgun, kırgın bir adam gibi elini başına götürdü. O, küçük oturma odasına gidip, parayı ocağın üzerindeki demir kasaya kilitlerken cüce de dikkatle onu seyretti. Biraz düşündükten sonra da acele etmezse, eve döndüğü zaman Bn. Quilp’i nöbet içinde bulacağı aklına gelince, gitmeye hazırlandı.
– Böylece, yüzümü evden yana çeviriyorum, komşum. Nelly’ye sevgilerimi bırakıp bir daha da yolunu kaybetmemesini diliyorum. Hoş, böyle yapmakla bana hiç de umulmadık bir onur kazandırdı ya, neyse.
Bu sözlerden sonra, başını eğdi, yan gözle bana baktı. Sonra, görme sınırı içinde kalan her şeyi, ne kadar küçük, önemsiz olursa olsun, iyice görüp anladığını belirten zekice bir bakışla yoluna gitti.
Ben de birkaç defa gitmeyi denemiştim ama yaşlı adam, hep buna karşı koyup, kalayım diye yalvarmıştı. Yalnız kalınca da yalvarmalarını tekrarlayıp daha önceki buluşmamız için de bol bol teşekkür edince ben de isteyerek, onun ricasına uyup oturdum, önüme koyduğu birkaç garip şekilli minyatürü, eski madalyayı inceliyormuş gibi yaptım. Beni kalmaya razı etmek için pek baskıya ihtiyaç yoktu, çünkü ilk gelişimde merakım uyanmışsa şimdi de kaybolmamıştı.
Çok geçmeden Nell de yanımıza geldi. Elindeki nakışı masanın üzerine koydu, dedesinin yanına oturdu. Odadaki taze çiçekleri, kafesini gölgeleyen yeşil dallı evcil kuşu seyretmek, bu eski kasvetli evin içinde hışırdayıp çocuğun çevresinde toplanan tazelik, gençlik soluğunu duymak çok hoştu. Kızın güzelliğinden, inceliğinden uzaklaşıp yaşlı adamın kamburlaşmış gövdesini, tasayla yıpranmış yüzünü, bezgin hâlini görmek merak uyandırıcıydı ama pek de hoş değildi. Adam daha zayıflayıp hâlsizleşince bu yapayalnız küçük yaratığın hâli ne olacaktı! Evet, adam kötü bir koruyucuydu ama diyelim ki oluverdi, kız ne olacaktı?
Yaşlı adam elini kızın eline koyup şunları söylerken aşağı yukarı benim de düşüncelerime karşılık vermiş oldu:
– Daha mutlu olacağım, Nell. Seni de iyi bir kısmet bekliyor olmalı. Bunu kendim için değil, senin için istiyorum. Yoksa, senin şu günahsız başın öyle sıkıntılara girebilir ki! Bunu aklıma getirdikçe, en sonunda kısmetinin açılacağına inanmamazlık edemiyorum.
Çocuk neşeyle adamın yüzüne baktı ama hiçbir karşılık vermedi.
Yaşlı adam:
– O kısacık hayatının birçok yılını benimle yalnız geçirdin, diyordu. Tekdüze bir hayat yaşadın, kendine yaşıt hiç kimseyi tanımadın, çocukça eğlencelerden yoksun kaldın, seni bu hâle getiren bir yalnızlık içinde kaldın, yaşlı bir adamdan başka kimse tanımadın. Bunları düşündükçe, sana çok eziyet etmiş olmaktan korkuyorum.
Kızcağız, büyük bir şaşkınlıkla:
– Dede! diye bağırdı.
– İsteyerek değil… Hayır, hayır, hayır! Hep senin en neşeli, en güzel insanlarla kaynaşacağın, en iyiler arasında yer alacağın günleri bekledim. Hâlâ da bekliyorum, Nell, hâlâ da bekliyorum. Ya bu arada seni bırakmak zorunda kalırsam! Seni dünyanın dertlerine alıştırdım mı acaba? Şu kuşcağız neyse sen de osun! Hişt, dışarıdan Kit’in sesi geliyor. Onun yanına git, Nell, onun yanına git.
Çocuk kalktı. Telaşla giderken duraladı. Geri döndü, kollarını dedesinin boynuna doladı. Sonra, onu bırakıp, yine telaşla uzaklaştı. Bu sefer, gözlerinden akan yaşları gizleyebilmek için daha da hızlı gitti.
Yaşlı adam telaşlı bir fısıltıyla:
– Kulağınıza bir şey söyleyeceğim, efendim, dedi. Geçen akşam söylediklerinizden huzurum kaçtı. Her şeyi ancak iyi niyetle yaptığımı şimdi de ileri sürebilirim, elde olsa bile, geriye dönebilmek için geç kaldığımı söyleyebilirim… Ki bunu da yapamam ya. Yine de zafere ulaşmayı umduğumu belirtebilirim. Her şey onun iyiliği içindir. Ben yoksulluktan çok çektim; yoksulluğun getirdiği acılardan onu korumak isterim. Annesini, yani benim sevgili yavrumu, genç yaşta mezara götüren o acılardan torunumu korumak isterim. Ona, kolayca tükenecek kadar değil de ömrü boyunca eksiklerden uzak tutacak kaynaklar bırakmak isterim. Dinliyor musunuz, efendim? Onun, birkaç kuruşu değil, serveti olacak… Şişt! Şimdi de başka zaman da bundan fazlasını söyleyemem… İşte oda yine geldi.
Bütün bunların kulağıma dolduruluşu, kolumu tutan titrek el, bana dikilen üzgün, şaşırtıcı gözler, o çılgın, acı dolu tavırları beni şaşkınlıklar içinde bırakmıştı. Bütün duyduklarım, gördüklerim, kendisinin anlattıklarının büyük bir kısmı beni onun zengin bir adam olduğunu düşünmeye yöneltmişti. Adamın huyunu suyunu anlayamamıştım ama bence kazancı hayatlarının tek amacı olarak kabul edip büyük kazanç elde etmeyi başaran, yine de hep sefalet korkusu içinde işkence çeken, kayıplara uğrama, mahvolma korkuları içinde çırpınan o berbat insan taslaklarından biriydi bu adam. Bir türlü anlayamadığım sözleri bu düşünceyle gözden geçirdikten sonra, onun da bu mutsuz kişilerden biri olduğu inancına vardım. Buna hiç şüphe yoktu.
Bu inanç aceleyle düşünmenin bir sonucu değildi; çünkü, o sırada buna fırsat olmamıştı: Çocuk hemen geri dönmüş, Kit’e yazı dersi vermek üzere hazırlığa başlamıştı. Anlaşıldığına göre, Kit haftada birkaç defa ders alıyordu, o gece de ders gecesiydi. Bu dersler öğretmene de öğrenciye de büyük bir sevinç, neşe vermekteydi. Kit, salonda, yabancı bir beyin karşısında oturmayı nasıl ancak uzun bir süre sonra kabul etti; oturduktan sonra da dirseklerini masaya dayayıp nasıl yüzünü iyice deftere yaklaştırdı, satırlara şaşkın şaşkın baktı; nasıl daha kalemi eline alır almaz nasıl saçlarının içine kadar her yanını leke içinde bıraktı; bir harfi doğru yazmışsa başka bir harfi yazmak için hazırlığa girişirken onu nasıl bozdu; her yeni yanlışta Nell’den nasıl körpe bir neşeli çığlık koptu; zavallı Kit kendinden de nasıl içten gelme kahkahalar kopardı; çocuk öğretmeye ne kadar meraklıysa oğlan da öğrenmeye nasıl istekliydi… Bütün bunları anlatmak hiç şüphesiz hak ettiklerinden daha çok yer, zaman alacaktır. Dersin verildiğini, ikindinin geçip akşamın geldiğini, yaşlı adamın yine huysuzlanıp sabırsızlandığını, önceki gibi aynı saatte evden gizlice çıktığını, çocuğun bir kere daha evin kasvetli duvarları arasında yapayalnız kaldığını anlatmak yeter.
Şimdi de, bu hikâyeyi buraya kadar kendi ağzımdan anlatıp kişileri okura tanıttıktan sonra, hikâyenin selameti uğruna, ben ayrılıyorum, eserde sürekli, gerekli yeri olan kişileri, kendi adlarına konuşup davransınlar diye, kendi hâllerine bırakıyorum.