Kitabı oku: «Antikacı Dükkânı», sayfa 6
9
Çocuk, Bn. Quilp’e içini dökerken, düşüncelerinin acılık, bunaltıcılık derecesini, evinin üzerini kaplayan ocağına karanlık gölgeler düşüren bulutun ağırlığını ancak pek belli belirsiz bir şekilde anlatabilmişti. Üstelik, kızın sürdüğü hayatı yakından bilmeyen, kasvetini, yalnızlığını yeterince içinde duymayan, öylesine büyük bir şefkatle bağlandığı yaşlı adamı şu ya da bu nedenden ötürü kırıp gücendirme korkusu içinde yaşadığını bilmeyen birine açılmak çok zordu. Ayrıca, bu korku da kızcağızın yüreğini büzmüş, onu ürkek bir insan hâline getirmişti.
Çünkü Nell’den böyle yaşlar boşanması değişiklikle renklenmeyen, hoş arkadaşlıklarla neşelenmeyen tekdüze günler yaşamasından ileri gelmiyordu; o karanlık korkunç ikindi saatleri, uzun yalnız gecelerden de gelmiyordu; körpe yürekleri gümbür gümbür attıran her çeşit hafif, kolay elde edilen zevklerin yokluğundan ya da çocukluktan yana zayıflığından, kolayca yaralanan ruhundan başka bir şey öğrenememiş olmasından da değildi bu. Yaşlı adamın gizli bir derdin baskısı altında ezildiğini görmek, o şaşkın huzursuz hâlini fark etmek, zaman zaman onun aklını kaybetmekte olduğu korkusunu duymak, konuşmalarında, bakışlarında delilik işaretleri aramak, her gün oturup bu belirtileri gözlemek, ne olursa olsun dünyada onlara yardım edecek, akıl verecek, onlarla ilgilenecek bir kimseleri bulunmadan yapayalnız yaşadıklarını bilmek… İşte bunlar daha yaşlı bir bağıra olanca ağırlığıyla çöken tasa, kuşku nedenleri olabilir ama, onu neşelendirip hâlinden memnunluk duyabilmesi için bir yığın da etki harekete geçer. Bir de bunların küçük bir çocuğun zihninde oldum olası yer etmiş bulunduklarını, yavrucağın hep böyle düşüncelerle çevrili olduğunu, bu yüzden de huzursuzluk içinde yaşadığını düşünün.
Yaşlı adamın gözünde Nell yine eskisi gibiydi. Adamcağız, zihnini boyuna kurcalayıp huzurunu kaçıran o hayaletten bir an için kurtulabilecek olsa, körpe can yoldaşı, ruhunun ta derinliklerine işleyen o değişmez gülüşüyle, değişmez sözleriyle, değişmez neşesiyle, sevgisiyle, ilgisiyle hayatı boyunca yanından ayrılmamış gibi geliyordu. Böylece de kızın kalbinin kitabını kendisine gösterilen birinci sayfasından okumaktan memnunluk duyarak, kitabın öbür sayfalarında gizlenen hikâyeyi hiç aklına bile getirmeden yaşayışını sürdürüyor, hiç değilse çocuğun mutlu olduğunu düşünüyordu.
Çocuk, bir zamanlar mutlu olmuştu. Loş odalarda türkü söyleyerek gezinmiş, o tozlanmış değerli eşyalar arasında neşeli hafif adımlarla dolaşıp gençliğiyle onları daha da yaşlandırmış, neşeli, şen varlığıyla daha ağırbaşlı, daha çirkin göstermişti. Şimdi ise odalar soğuk, kasvetliydiler; kızcağız da, sıkıcı saatleri geçirmek üzere küçük odasından çıkıp bunlardan birinde oturduğu zamanlar da odaların kımıldamayan eşyası kadar sessiz, hareketsiz duruyor, kendi sesiyle yankılar uyandırmaya da gönlü elvermiyordu.
Bu odalardan birinde sokağa bakan bir pencere vardı ki, çocuk birçok günler ikindi vaktine, hatta çoğu kere gecenin geç saatlerine kadar bunun önünde yapayalnız, düşünceli düşünceli oturuyordu. Hiç kimse yol gözleyip bekleyenler kadar kuşkulu olamaz; böyle zamanlarda kötü hayaller kalabalık sürüler hâlinde o kimsenin zihnine doğru saldırır.
Kızcağız da alaca karanlıkta pencerenin önünde yerini alıyor, yoldan gelip geçenleri, karşı evlerin pencerelerinde görünenleri seyrediyordu; bir yandan da bu insanların onu böyle otururken görünce bir dost bulduklarını düşünüp düşünmediklerini merak ediyordu, bunu düşünürken de öbürlerinin pencerelerden şöyle bir bakıp başlarını yine içeri çektiklerini görüyordu. Damlardan birinde eğri büğrü bir yığın baca vardı; çoğu zaman kızcağız bunlara bakarken karşıdan kendisini gözleyen, odaya girmek isteyen bir sürü çirkin surat görüyormuş gibi oluyordu. Ortalık bacaları göremeyecek kadar kararınca da bayağı seviniyordu ama adam gelip de sokak lambalarını yakınca yine içini üzüntü kaplıyordu, çünkü sokak lambaları vakti daha geç gösteriyor, içerisini de pek kasvetlendiriyordu. Bundan sonra da kızcağız başını geriye çevirip odada her şeyin yerli yerinde olduğunu, hiçbir şeyin kıpırdamadığını görüyordu. Yeniden sokağa bakınca da sırtında bir tabut taşıyan bir adamla arkasından bir ölü evine doğru sessiz sessiz yürüyen bir iki kişiyi gördüğü de oluyordu. İşte bu da yavrucağızı ürpertiyor, kötü şeyler düşünmesine yol açıyor, en sonunda yine yaşlı adamın değişen yüzü, tavırları aklına geliyor, yeni bir korku, kuşku kervanı sökün ediyordu: Ya adam ölecek olursa… Birden hastalanıp da bir daha eve sağ salim dönmeyecek olursa?.. Ya bir gece eve gelip onu her zamanki gibi öpüp hayır duasını okuduktan sonra, kendisi de yatağına yatıp uykuya daldıktan, belki de tatlı rüyalar görmeye başladıktan sonra adam kendini öldürecek olur da kanı kızcağızın odasının kapısına kadar ağır ağır akarsa?.. Bunlar akla getirilemeyecek derecede korkunç düşüncelerdi, kızcağız da yine artık daha seyrek arşınlanan, daha karanlık, daha sessiz olan sokağı seyretmeye koyuluyordu. Dükkânlar hızla kapanıyorlardı; komşular yattıkları için de üst katlardaki camlarda ışıklar yanmaya başlamıştı. Yavaş yavaş bunlar da azalıp kayboluyor ya da yerlerini bütün gece yanacak olan mum ışıklarına bırakıyorlardı. Pek de uzakta olmayan bir dükkânda ise hâlâ kaldırımı aydınlatacak kadar kuvvetli ışık vardı; pek parlak, pek dostça görünüyordu. Biraz sonra bu dükkân da kapanıyor, ışığı sönüyordu; şimdi her yer kasvetli, sessizdi; ancak kaldırımdan tek tük ayak sesleriyle ya da evine gecikmiş birinin içeride uyuyanları uyandırmak için kapıyı hızlı hızlı çalmasıyla sokakta bir ses oluyordu.
Gecenin bu saati gelince çocuk pencereyi kapayıp yavaşça merdivenlerden iniyor, bu arada o sık sık rüyalarına giren aşağıdaki korkunç suratlardan biri yarı yolda karşısına çıkıverirse kim bilir ne kadar korkacağını düşünüyordu. Kendi odasının güzelce yakılmış lambası, alışkın olduğu manzarası içinde bu korkular kayboluyordu. Yaşlı adam için, iç huzurunu yeniden bulabilmesi, eski mutluluklarına kavuşabilmeleri için gözleri yaşlı, yanık yanık dua ettikten sonra başını yastığa koyup ağlaya ağlaya uykuya dalıyordu. Çoğu kere de ortalık aydınlanmadan, kapı çalınıyor mu diye, uykusundan uyanıp hayalî konukları bekliyordu.
Bir akşam, Nelly’nin Bn. Quilp ile konuştuğu günden sonraki üçüncü gece, bütün günü hâlsiz, hasta geçirmiş olan yaşlı adam evden çıkmayacağını söyledi. Çocuğun gözleri bu haberle hemen parıldamıştı; adamcağızın yorgun, hasta yüzüne gözü ilişince neşesi yine kayboldu.
Yaşlı adam:
– İki gün, dedi. Tam iki gün geçti, bir karşılık yok. Sana ne söylemişti, Nell?
– Tam olarak sana anlattıklarımı söylemişti, dedeciğim, vallahi öyle.
Yaşlı adam hafif bir sesle:
– Doğru, dedi. Evet. Yalnız, bana bir kere daha söyle, Nell. Hafızam beni yanıltıyor. Neydi sana söylediği, Nell? Beni yarın ya da öbürkü gün göreceğinden başka bir şey söylemedi mi? Mektupta da bu vardı.
Çocuk:
– Başka bir şey söylemedi, dedi. Yarın yine o adama gideyim mi, dedeciğim? Erkenden gitsem? Kahvaltıdan önce gidip dönerim.
Yaşlı adam başını salladı, tasalı tasalı göğüs geçirip çocuğu kendine doğru çekti.
– Bunun bir faydası olmaz, yavrucuğum, hiçbir işe yaramaz, ya tam şu sırada beni bırakıp giderse, Nell, yani kaybettiğim bütün zamanın, paranın, beni bu hâle getiren o ıstırabın acısını onun yardımıyla çıkarmak üzere olduğum şu sırada bunu yaparsa, ben mahvolurum. İşin kötüsü, hep senin uğruna çalışıp didindiğim hâlde seni de mahvederim. Dilenci olursak…
Çocuk, cesaretle:
– Dilenci olursak olalım, dedi. Hadi, dilenci olalım da mutluluğa kavuşalım.
Yaşlı adam:
– Dilencilikle mutluluk ha! dedi. Zavallı yavrucak!
Kızcağız kızarmış yüzünde parlayan bir canlılıkla, titrek bir sesle, ihtiraslı bir tavırla:
– Ben artık çocuk değilim sanırım, dedeciğim, dedi. Çocukluk ediyorsam bile! Ah, şimdiki gibi yaşayacağımıza dilenebilmemiz ya da yol ortalarında, tarlalarda çalışabilmemiz için nasıl dua ettiğimi bilesin!
Yaşlı adam:
– Nelly! dedi.
Çocuk öncekinden daha ağırbaşlı bir tavırla:
– Evet, evet, dedi. Şimdiki gibi yaşayacağımıza, öyle olsun daha iyi. Üzgünsen ben de nedenini öğrenip seninle üzüleyim; takatten düşüyorsan, her gün biraz daha solup zayıflıyorsan, bırak da sana bakıp avutmaya çalışayım. Sen fakirsen, birlikte fakir olalım; yeter ki senin yanında olmama izin ver, bırak da seninle beraber olayım. Sen böyle değişirken nedenini benden gizleme, çünkü ben de yürek üzüntüsünden öleceğim. Sevgili dedeciğim, hadi yarın bu üzüntülü yeri bırakıp gidelim, kapı kapı dilenelim.
Dede yüzünü elleriyle örttü, yattığı kanepenin yastığı içine sakladı.
Çocuk, bir kolunu yaşlı adamın boynuna dolayarak:
– Hadi, gel dilenci olalım, dedi. Yeteri kadar kazanç sağlamamaktan korkum yok benim, mutlaka kazanacağız, buna eminim. Yürüye yürüye köylere gidelim, tarlalarda, ağaç diplerinde uyuyalım, bir daha da parayı ya da seni üzen başka şeyleri hiç düşünmeyelim. Geceleri dinlenelim, gündüzleri de güneş, rüzgâr yüzümüze vursun, birlikte Tanrı’ya şükredelim. Bir daha karanlık odalara, üzüntü dolu evlere adım atmayalım da dilediğimiz gibi, orası senin, burası benim, dolaşalım. Sen yorulunca bulabildiğimiz en güzel yerde dururuz, dinlenirsin, ben de gider ikimiz adına dilenirim.
Çocuk başını yaşlı adamın boynuna bırakırken sesi hıçkırıklar arasında kayboldu. Yavrucak tek başına ağlamıyordu.
Bunlar başkalarının kulaklarına uygun kelimeler olmadıkları gibi manzara da başka gözlere göre değildi. Yine de orada başka kulaklar, gözler vardı, olup bitenleri hırsla kapmaya çalışıyorlardı. Üstelik, bunlar B. Daniel Quilp’den başkasının gözleri, kulakları değildi. Çocuk yaşlı adamın yanına gittiği sırada görünmeden içeri girmiş, konuşmayı yarıda kesmekten –incelik gösterip– kaçınmış, yüzünde o alışılmış gülümsemeyle durmuş, konuşulanları dinlemişti. Yalnız, daha önce hayli yol yürümekten yorulmuş bir kimse için ayakta durmak gerçekten usandırıcı bir iştir. Cüce de, her gittiği yere kolayca alışabilen tiplerden olduğundan, çok geçmeden gözüne bir koltuk kestirmiş, görülmemiş bir çabuklukla koltuğun üzerine atlayıp ayaklarını da koltuğun oturulacak yerine basacak şekilde arkalığına oturmuş, bulunduğu yerden rahatça odadakileri seyredip konuşmalarını dinlemeye koyulmuştu. Maymun gibi acayip hareketler yapma tutkusunu da yerine getirebildiği için de pek memnundu. İşte böylece, bir eli çenesine dayalı, başı biraz yana dönmüş, çirkin yüzü sinsice bir sırıtışla karmakarışık olmuş, oturuyordu. Bir süre sonra yaşlı adam da o yana bakınca en sonunda cüceyi gördü, anlatılamaz bir şaşkınlık duydu.
Çocuk da, bu sevimli yaratığı görür görmez, hafif bir çığlık kopardı. O da, yaşlı adam da, ilk şaşkınlıkları sırasında, gördüklerinin gerçek olmasından da biraz şüphelenerek ne diyeceklerini bilememiş, şaşkın şaşkın cüceye bakakalmışlardı. Bu karşılama töreninden hiç de alınmayan Daniel Quilp, istifini bozmadan, hoşgörür bir tavırla, başını iki üç kere sallamakla yetindi. En sonunda, yaşlı adam cüceye adıyla seslendi, oraya nasıl geldiğini sordu.
Quilp, başparmağını omzunun üstünden geriye doğru uzatarak:
– Kapıdan geldim, dedi. Anahtar deliklerinden içeri girebilecek kadar minik değilim! Keşke öyle olsaydım! Seninle özel olarak konuşmak istiyorum; ama, yalnız olmalıyız. Yanımızda kimse bulunmamalı, komşum. Güle güle, küçük Nelly.
Nell, yaşlı adama baktı, o da kıza başını sallayıp çekilmesini işaret etti, yanağından öptü.
Cüce dudaklarını şapırdatarak:
– Ah, dedi. Bu ne güzel bir öpücük böyle! Tam da kırmızı yere isabet etti. Ne enfes bir öpücük!
Bu sözler üzerine Nell çarçabuk odadan kayboldu, Quilp kızın arkasından yan gözle hayran hayran baktı, çocuk kapıyı kapayınca da yaşlı adama torununun güzelliğinden dem vurup iltifat yağdırmaya başladı. Kısa bacağını ovuşturarak:
– Açmaya hazır ne alçak gönüllü küçük bir tomurcuk, komşum! dedi. Gözlerini de durmadan kırpıştırıyordu. Ah, ne de nonoş, totoş potoş tomurcuk şu küçük Nell!
Yaşlı adam buna zoraki bir gülümsemeyle karşılık verdi, büyük bir sabırsızlık içinde olduğunu gizlemekte zorluk çektiği de belliydi. Bu, adamcağıza işkence yapmaktan hoşlanan Quilp’in de gözünden kaçmamıştı. Zaten Quilp, eline imkân geçirdi mi, karşısına çıkan herkese işkence etmekten hoşlanırdı.
Ağır ağır konuşarak, kendini bu konuya enikonu kaptırmış görünerek:
– Kızcağız ne de ufacık, ne de dolgun, ne de güzel, ne de kusursuz yaratılmış! dedi. Üstelik, o mavi damarlarıyla, o saydam derisiyle öylesine de hoş ki! Ya o küçücük ayakları, insanı büyüleyen davranışları yok mu! Peki ama, sen sinirlisin yahu! Ne oldu, komşu, nen var senin? Sana yemin ederim ki… Cüce, bunları söylerken koltuğuntepesinden inip, yukarıya fırlayışındaki çabukluğun tersine, koltuğun oturulacak yerine ağır ağır yerleşti. Sana yemin ederim ki eski kanın damarlarda bu kadar çabuk akacağını, böylesine kaynayabileceğini hiç bilmiyordum; yoluna zoraki devam ettiğini, serin, adamakıllı serin olduğunu sanıyordum. Öyle olması gerektiğine de aşağı yukarı eminim. Seninkisi çığrından çıkmış galiba, komşum.
Yaşlı adam iki eliyle başını tutarak:
– Galiba öyle olmuş, dedi. Burada yanan bir ateş var, ara sıra da ad vermekten korktuğum bir şey duruyor burada.
Cüce hiçbir şey söylemedi; yalnız, yaşlı adamın tedirgin olmuş bir hâlde odanın içinde bir aşağı, bir yukarı gezinişini seyretti. Biraz sonra, adamcağız gelip yerine oturdu. Başı göğsüne düşmüştü; bir zaman yerinden kıpırdamadan durdu, sonra birdenbire başını kaldırarak konuştu:
– Sana ilk ve son defa soruyorum. Bana para getirdin mi?
Quilp:
– Hayır, dedi.
Yaşlı adam çaresiz bir hâlde ellerini birbirine kenetleyerek yukarıya doğru baktı.
– Öyleyse çocuk da, ben de mahvolduk.
Quilp ona ciddi ciddi bakıp, dikkatini çekebilmek için parmaklarını iki, üç kere masaya vurdu.
– Komşum, dedi. Bırak da seninle açık konuşayım. Bütün kâğıtların senin elinde bulunduğu, benim de bunların arkalarından başka bir şey göremediğim zamanlarda olduğundan daha dürüst bir oyun oynayayım. Şimdi senin benden gizli bir şeyin yok artık.
Yaşlı adam titreyerek başını kaldırıp baktı.
Quilp:
– Şaşırdın, dedi. Eh, kim bilir belki de bunu pek olağan karşılamak gerek. Bak sana söylüyorum: Artık benden gizli bir şeyin yok işte. Hayır, bir tek şeyin bile yok, çünkü artık bütün o paraların benden aldığın borçların, malzemenin yerlerini bulduğunu biliyorum. Yerin adını söyleyeyim mi?
Yaşlı adam:
– E, söyleyeceksen söyle, dedi.
Quilp:
– Kumar masaları, diye karşılık verdi. Senin gittiğin yerler oraları işte. Servet kazanmak için hazırladığın o değerli tasarı da buydu, değil mi? Benim paramı yatıracağım o gizli kaynak da buydu ama, senin sandığın kadar aptal olsaydım! Senin o bitmek tükenmek bilmeyen altın madenin, El Dorado’n da buydu ha?
Yaşlı adam parlayan gözlerle cüceye dönerek:
– Evet, diye bağırdı. Öyleydi, yine de öyle, ben ölünceye kadar da öyle kalacak!
Quilp ona nefretle baktı:
– Bir bayağı, süprüntü kumarbaz beni kör edecekti ha? dedi.
Yaşlı adam, hırsla:
– Kumarbaz değilim ben! dedi. Tanrı biliyor ya, asla kendi kazancım ya da oyun aşkı uğruna oyun oynamadım; her oyunda parayı ortaya koyarken içimden o öksüz yavrunun adını söyledim, Tanrı’ya bu tehlikeli işte yardımcı olması için yalvardım. Hiç de yardımcı olmadı. Kimi zengin etti? Birlikte oyun oynadıklarım kimlerdi? Yağmacılıkla, düzenbazlıkla, kavgacılıkla yaşayan kimselerdi; altınlarını kötülük yaparak harcayanlar, ortalığa kötülük yayanlardı. Ben onlardan kazanacaktım, benim kazandıklarım son kuruşuna kadar da körpe, günahsız bir çocuğa hediye edilecek, bu paralar onun hayatını tatlılaştırıp mutluluğa kavuşturacaktı. Neyi azaltacaklardı? Yıkma yollarını, kötülüğü, sefaleti azaltacaklardı. Böyle bir amaç uğruna kim umuda kapılmaz ki? Şunu söylesene bana: Kim benim gibi umuda kapılmazdı ki?
Quilp yaşlı adamın üzüntüsüyle, öfkesiyle bir an için alaycı havasından uzaklaşmıştı.
– Bu çılgınca işe ne zaman başladın? diye sordu.
Yaşlı adam elini alnına götürerek:
– Ne zaman mı başladım? dedi. Acaba ne zaman başlamıştım? Buna başlamak için ne kadar az para biriktirdiğimi, bu parayı biriktirebilmenin ne kadar uzun zaman aldığını, benim yaşımda birinin ömrünün ne kadar az kalmış olabileceğini, yavrucağın da şu amansız dünyada, sefaletin eşiğinde nasıl yapayalnız kalacağını düşündüğüm günden daha iyi bir zaman olabilir miydi? İşte bunu düşünmeye de o zaman başladım.
Quilp:
– Değerli torununu apar topar denize göndermen için bana geldikten sonra mı? diye sordu.
– Ondan kısa bir süre sonra. Bunu uzun bir süre düşünmüştüm, ayrıca rüyalarıma girmişti. Sonra da başladım işe. Oyundan hiç zevk almamıştım, zaten alacağımı da ummuyordum. Şimdiye kadar da bana tasalı günlerden, uykusuz gecelerden, sağlığımı, iç huzurumu kaybetmekten dolayı bitkinlik, üzüntü getirmekten başka ne işe yaradı ki!
– Önce oyuna yatırdığın parayı kaybettin, sonra bana geldin. Dediğine göre, servet yaptığını düşünürken kendini dilenci yapıyormuşsun, ha? Vay canına! Senin toparlayabildiğin ne kadar süprüntü varsa hepsinin güveni, malın satış faturası da bana aitti elbette! Cüce bunları söyledikten sonra ayağa kalktı, sanki hiçbir şeyin alınmamış olduğuna kanaat getirmek istiyormuş gibi çevresine bakındı. Peki ama, hiç kazanmadın mı?
Yaşlı adam:
– Hayır, hiç! diye inledi. Kaybettiklerimi hiç geri alamadım.
Cüce:
– Ben de, bir insan yeteri kadar uzun bir süre oynarsa eninde sonunda mutlaka kazanır sanıyordum, diye alaylı alaylı söylendi. Hiç değilse, oyundan yenik çıkmaz diye düşünüyordum.
Yaşlı adam, birdenbire yerinden fırlayıp o bitkin, çaresiz hâlinden kurtuldu, heyecanla:
– Nitekim öyledir de! diye bağırdı. Öyledir. Bunu ben işin başından beri seziyorum; öteden beri de biliyordum ama, duygularım asla şimdiki kadar kuvvetli olmadı. Üç gece rüyamda aynı miktarda büyük bir para kazandığımı gördüm, Quilp. Daha önce, sık sık denediğim hâlde, böyle bir rüya görememiştim. Şimdi elime bu fırsat geçmişken beni yüzüstü bırakma. Senden başka başvuracağım bir yer yok. Bana biraz yardım et de son bir defa talihimi deneyeyim.
Cüce omuzlarını silkip başını salladı.
Yaşlı adam, eli titreye titreye, cebinden birkaç kâğıt çıkardı, cücenin kolunu yakalayarak:
– Bak iyi kalpli Quilp’çik, dedi. Şunlara bak, yeter. Şu sayılara bak, bunlar uzun bir hesaplamanın, acı veren korkunç deneylerin sonucudur. Muhakkak kazanacağım. Ancak bir kerecik daha bir parça yardım istiyorum, birkaç lira, yani iki destecik lira yeter, Quilp’çiğim.
Cüce:
– Son verdiğim borç yetmiş liraydı, dedi. O da bir gecede gitti!
– Gittiğini biliyorum ama, o en büyük talihsizlikti, daha vakit gelmemişti, Quilp, düşün, düşün! Yaşlı adam öyle tir tir titriyordu ki elindeki kâğıtlar rüzgâra tutulmuş gibi uçuşmaya başlamışlardı. Ah, şu öksüz çocuk! Yalnız olsaydım, sevine sevine ölürdüm; belki öylesine eşitsizlik içinde hüküm süren kadere bile hak verirdim. Kuvvetli, mutlu insanların en üstün oldukları sırada karşılarına çıktığı hâlde çaresizlik içinde ondan medet uman fakirleri, zavallıları görmemezlikten gelen kaderi haklı görebilirdim. Ne var ki yaptıklarım hep o kız içindi. Yavrucağın hatırı için bana yardım et, yalvarıyorum sana! Kendim için değil, yavrucak için!
Quilp, kendini iyice toparlamış bir tavırla saatine bakarak:
– Özür dilerim, dedi. Şehirde birine sözüm var, öyle olmasa seve seve yarım saat daha kalıp kendini azıcık toplamanı beklerdim.
Yaşlı adam cücenin eteklerine sarılarak:
– Benim iyi yürekli Quilp’çiğim! diye soluk soluğa inledi. Bundan önce de seninle ikimiz, bir kere değil, birkaç kere, yavrucağın zavallı annesinin başından geçenleri konuşmuştuk. Kimbilir belki de yavrucağın sefalete düşmesi korkusu daha o zaman içimde yer etmişti. Bana sert davranma! Şunu da hesaba katıver: Benim sayemde çok kazanç sağladın. Ah, şu son umut uğruna bana parayı bağışlayıver!
Quilp, alışılmamış bir kibarlıkla:
– Vallahi, bunu yapamama imkân yok, dedi. Yalnız, bak sana ne söyleyeceğim: Şunu unutma ki içimizde en akıllı olan bile yanılıp hata işleyebilir. İşte ben de Nelly ile yapayalnız sürdüğün o yoksul hayata öylesine aldanmıştım ki!
Yaşlı adam:
– Ne yaptımsa hepsi o cazip serveti çekebilmek uğruna para biriktirmek, yavrucağızın zaferini büyültmek için yapılmıştı! diye bağırdı.
Quilp:
– Evet, evet, bunu anlıyorum, dedi. Benim söylemek istediğim şuydu: O sefil hâlin, komşularının senin zengin olduğunu söylemeleri, benden aldığın borçları kısa zamanda üç kat, dört kat farkla ödeyeceğine dair verdiğin sözler beni öyle aldatmıştı ki hiç beklenmedik bir zamanda senin gizli yaşayışını öğrenmemiş olsaydım şimdi bile istediğin parayı bir imza ile verirdim.
Yaşlı adam, çaresiz bir hâlde:
– Tembihlerimi hiçe sayarak bunları sana anlatan kimdi? diye sordu. Hadi, adını ver bana… Kimmiş, açıkla.
Kurnaz cüce, çocuğu ele verirse yarattığı havanın etkisini kaybedeceğini, bundan da hiçbir şey kazanmayacağını düşünerek, saklamanın daha doğru olacağını kararlaştırdı. Sustu. Sonra: “E, bunu kim yapabilir dersin?” diye sordu.
Yaşlı adam:
– Kit olacak, dedi. O oğlan olsa gerek. Casusluk yaptı, sen de onu rüşvetle konuşturdun mutlaka!
Cüce acıklı bir sesle:
– Onu düşünmek de nereden aklına geldi? diye sordu. Evet, söyleyen Kit’ti. Zavallı Kit!
Cüce böyle diyerek dostça bir tavırla başını eğdi, gitmeye hazırlandı. Dış kapıyı biraz geçtikten sonra büyük bir sevinç içinde gülümsedi.
– Zavallı Kit! diye mırıldandı. Bir meteliğe herkese gösterilen cücelerin en çirkini olduğumu söyleyen de, yanılmıyorsam, Kit’ti. Hah-hah-ha! Zavallı Kit!
Cüce böylece söylene söylene yoluna gitti.