Kitabı oku: «Mister Pickwick'in Maceraları I. Cilt», sayfa 2
“Bu kasabaların esas ürünleri…” diyor Mr. Pickwick. “Askerler, denizciler, Yahudiler, tebeşir, karides, memurlar ve tersane çalışanları gibi görünüyor. Halka açık caddelerde satışa çıkarılan malların çoğunu denizcilik ürünleri, bademli tatlı, elma, yassı balıklar ve istiridye oluşturuyor. Sokaklar başlıca ordunun şenliğinden kaynaklanan canlı ve hareketli bir görünüme sahip. Bu yürekli adamların hem hayvani hem ateşli ruh hâlinin etkisi altında sendelemelerini görmek özellikle de onları takip edip onlarla şakalaşmanın çocuk nüfusu için ucuz ve masum bir eğlenti sağladığını akla getirmek yardımsever bir zihin için gerçekten keyifli.” “Hiçbir şey…” diye ekliyor Mr. Pickwick. “Onların neşesini aşamaz. Daha benim geldiğim günden bir gün öncesinde onlardan biri bir bar sahibesinin evinde saldırıya uğramıştır. Kadın barmen adama daha fazla içki vermeyi kesin olarak reddetmiştir; karşılığında o da (yalnızca şakayla) süngüsünü çekmiş ve kızı omuzundan yaralamıştır. Her şeye rağmen bu hoş bey ertesi gün hana gidip olayı görmezden gelmeye ve olanları unutmaya hazır olduğunu ilk belirten kişi olmuştur!”
“Bu kasabalardaki tütün tüketimi…” diye devam ediyor Mr. Pickwick. “Çok yüksek ve sokakları istila eden koku sigara içmeyi aşırı seven insanlar için epey keyif verici olmalı. Sığ bir gezgin kirliliğe itiraz edebilir ki bu kasabaların ana özelliğidir ama bunu gidiş gelişin ve ticari refahın bir belirtisi olarak görenler için bu gerçekten tatmin edicidir.”
Yabancı dakik biçimde beşte ve çay saatinden kısa süre sonra geldi. Kendini kese kâğıdı kaplı paketten kurtarmıştı ama kılığında hiçbir değişiklik yapmamıştı ve sanki bu mümkün olabilirmiş gibi her zamankinden daha çenebazdı.
“O nedir?” diye sordu, garson kapaklardan birini kaldırırken.
“Dil balığı, efendim.”
“Dil balığı… Ah! Özel balıktır… Londra menzil araba sahiplerinden gelenlerin hepsi siyasi yemeklere gidiyor… At arabası dolusu dil balığı… Kurnaz arkadaşlar.”
“Bir kadeh şarap, efendim?”
“Zevkle.” dedi Mr. Pickwick ve yabancı kadehini önce onunla, sonra Mr. Snodgrass’la, sonra Mr. Tupman’la, sonra da Mr. Winkle’la ve sonra da bütün grupla birlikte, neredeyse konuştuğu hızla tokuşturdu.
“Merdivende müthiş karmaşa var, garson.” dedi yabancı. “Kalıplar yukarı çıkıyor, marangozlar aşağı iniyor, lambalar, camlar, harplar… Neler oluyor?”
“Balo efendim.” dedi garson.
“Toplantı, ha?”
“Hayır, efendim, toplantı değil. Bir yardım kuruluşunun yararına düzenlenen balo, efendim.”
“Bu kasabada çok fazla hoş kadın var mı, biliyor musunuz, efendim?” diye sordu Mr. Tupman, büyük bir ilgiyle.
“Olağanüstü… Önde gelenleri. Kent efendim, herkes Kent’i bilir: elma, vişne, şerbetçi otu ve kadınlar… Bir kadeh şarap, efendim!”
“Büyük keyifle.” diye yanıtladı Mr. Tupman. Yabancı kadehini doldurdu ve bitirdi.
“Gitmeyi çok isterim.” dedi Mr. Tupman, balo konusunu sürdürerek. “Çok.”
“Biletler barda, efendim.” diye araya girdi garson. “Her bir bilet on şilin, efendim.”
Mr. Tupman bir kez daha kutlamada bulunmaya dair içten dileğini dile getirdi ancak Mr. Snodgrass’ın kararmış gözleri ve Mr. Pickwick’in boş bakışlarıyla karşılaşınca kendini müthiş bir ilgiyle az önce masaya gelmiş olan porto şarabı ve tatlıya verdi. Garson çekildi ve ekip, yemek sonrası birkaç samimi saatin tadını çıkardı.
“Affedersiniz, efendim.” dedi yabancı. “Şişe duruyor, aramızda paylaştıralım. Işığın yolu sohbetle iyi gider. Dibinde kalmasın.” Sonra yaklaşık olarak iki dakika önce doldurmuş olduğu kadehini bitirdi ve tüm bunlara alışkın bir adam edasıyla bir kadeh daha doldurdu.
Şarap paylaşıldı ve yenisi sipariş edildi. Ziyaretçi konuştu ve Pickwickçiler dinledi. Mr. Tupman her an baloya gitmeye daha çok heveslendi. Mr. Pickwick’in çehresi evrensel insan sevgisiyle parlıyorken Mr. Winkle ve Mr. Snodgrass ise çoktan uyumuştu.
“Yukarıda hareket başladı.” dedi yabancı. “Ziyaretçiler duyuluyor, kemanlar akort ediliyor. Şimdi de harp… İşte başlıyor.” Aşağıya ulaşan çeşitli sesler ilk kadrilin başlangıcını duyuruyordu.
“Gitmeyi ne kadar da çok isterdim.” dedi Mr. Tupman bir kez daha.
“Ben de öyle.” dedi yabancı. “Kahrolası bagaj, ağır tekneler. Giyecek hiçbir şeyim yok. Tuhaf, değil mi?”
Genel cömertlik, Pickwick kuramının önde gelen özelliklerinden biriydi ve kimse bu prensibi Mr. Tracy Tupman’dan daha büyük gayretle uygulayamazdı. Dernek kayıtlarında bu harika adamın diğer üyelerin evlerine kullanılmayan eşya ya da maddi yardım gönderdiği zamanlara ait veriler neredeyse inanılmaz sayıdadır. “Sana bu amaç için kıyafet ödünç vermekten çok memnun olurum.” dedi Mr. Tracy Tupman. “Ama sen oldukça incesin ve ben…“
“Pek şişman… Yetişkin Baküs, yaprakları kesilmiş, fıçıdan indirilmiş ve kalın yünlü kumaşlara bürünmüş, ha? Çifte damıtılmamış da çifte öğütülmüş. Ha! Ha! Şarabı uzat.”
Mr. Tupman şarabın yabancı tarafından epey lakayt bir tavırla, kendinden istendiği buyurgan tondan dolayı bir şekilde içerledi mi yoksa Pickwick Kulübünün nüfuzlu bir üyesi olarak aşağılayıcı bir şekilde devrilmiş bir Baküs’e benzetildiği için mi mahcup oldu, bu henüz tam anlamıyla doğrulanmış bir bilgi değildir. Mr. Tupman şarabı uzattı, iki kez öksürdü ve yabancıya sert bir keskinlikle birkaç saniye baktı; o şahıs Mr. Tupman’ın meraklı bakışının altında bütünüyle kendine hâkim ve oldukça sakin görününce Mr. Tupman yavaşça rahatladı ve balo konusuna geri döndü.
“Ben de tam söylemek üzereydim, efendim.” dedi Mr. Tupman. “Benim kıyafetim çok büyük olsa da arkadaşım Mr. Winkle’ın takımı belki de size daha iyi uyar.”
Yabancı, gözleriyle Mr. Winkle’ın ölçüsünü aldı ve “Tam olarak uygun.” derken bedeninin en üst kısmı tatminkârlıkla parıldadı.
Mr. Tupman etrafına baktı. Mr. Snodgrass üzerinde uyuşturucu etkisini ortaya çıkarmış olan şarap, Mr. Pickwick’in de duyularını çalmıştı. Beyefendi akşam yemeğinden ileri gelen o uyuşukluktan önce gelen çeşitli evreleri ve sonuçlarını kademe kademe aşmıştı. Eğlencenin doruklarından perişanlığın derinliklerine doğru ve perişanlığın derinliklerinden de eğlencenin doruklarına doğru olan olağan değişimleri yaşamıştı. Sokaktaki borusuna rüzgâr sızan gaz lambası gibi bir anlığına doğal olmayan bir ihtişam sergiledi, sonra da güç bela görülecek kadar derine battı; kısa bir aradan sonra bir anlığına aydınlanmak için yeniden yüzeye çıktı; sonra belirsiz, sarsak türden bir ışıkla parladı ve tümüyle söndü. Kafası göğsüne gömülmüştü, arada sırada gelen öksürüklerle birlikte sürekli olan horlama yüce adamın varlığının tek duyulabilir göstergeleriydi.
Mr. Tupman baloda olmaya ve Kentli hanımların güzelliğine dair ilk izlenimlerini edinmeye dair büyük bir arzu duyuyordu. Yabancıyı yanında götürme arzusu da en az bu kadar güçlüydü. Mekân ve sakinlerine tümüyle aşinaydı ve yabancı sanki küçüklüğünden beri burada yaşıyormuş gibi iki konu hakkında da büyük bilgiye sahipti. Mr. Winkle uyuyordu ve Mr. Tupman onun uyandığı anda doğanın olağan gidişatı uyarınca cumburlop yatağa atlayacağını biliyordu. Kararsızdı. “Kadehini doldur ve şarabı uzat.” dedi usanmak bilmeyen ziyaretçi.
Mr. Tupman kendinden istenileni yaptı ve son kadehin getirdiği fazladan uyarıcı etki kararını vermesine neden oldu.
“Winkle’ın yatak odası benimkinin içinde.” dedi Tupman. “Onu şimdi uyandırsam derdimi anlatamam ama heybesinde bir takım elbise olduğunu biliyorum ve o takım elbiseyi baloda giydiğini ve dönüşte çıkardığını varsayarsak takımı onu hiç rahatsız etmeden eski yerine koyabilirim.”
“Harika.” dedi yabancı. “Müthiş plan. Kör olasıca tuhaf bir durum, eşya sandıklarında on dört palto var ve başka bir adamınkini giymek zorunda kalıyorum. Çok iyi düşünce bu, çok.”
“Biletimizi almamız gerekiyor.” dedi Tupman.
“Bölüşmeye değmez.” dedi yabancı. “Kim iki bileti de ödeyecek diye yazı tura atalım. Ben belirleyeyim, sen fırlat. İlk seferde kadın, kadın, cazibeli kadın.” ve bozukluk, ejderha (kadın diye anılan) yukarıda olacak şekilde düştü.
Mr. Tupman zili çaldı, biletleri satın aldı ve oda mumu sipariş etti. Sonraki on beş dakika içinde yabancı baştan aşağı Mr. Nathaniel Winkle’ın takımlarına bürünmüştü.
“Yeni bir ceket.” dedi Mr. Tupman, yabancı kendini büyük bir rahatlıkla boy aynasında incelerken. “Bizim kulüp düğmemizle yapılan ilk ceket.” ve arkadaşına ortada Mr. Pickwick’in büstü ve bir yanında P, bir yanında K harfi olan büyük yaldızlı düğmeyi gösterdi.
“P.K.” dedi yabancı. “Tuhaf tasarım. Yaşlı arkadaşın tasviri ve ‘P.K.’… ‘P.K.’ ne anlama geliyor? Perişan Kabile mi, ha?”
Mr. Tupman, gittikçe artan kırgınlık ve büyük kibirle gizemli buluşu açıkladı.
“Biraz bel kısmı kısa sanki, değil mi?” dedi yabancı, sırt kısmındaki, sırtının ortasına kadar uzanan düğmelere aynada bakabilmek için sırtını dönerken. “Postacı ceketi gibi. Onlar tuhaf ceketlerdir. Rastgele dağıtılır, ölçü olmaz. Gizemli takdiriilahi. Kısa adamlara hep uzun ceketler denk gelir, uzun adamlara da kısa olanlar.” Bu konudan devam eden Mr. Tupman’ın yeni arkadaşı, takımını ya da daha doğrusu Mr. Winkle’ın takımını düzeltti ve yanında Mr. Tupman’la balo salonuna giden merdivenlerden indi.
“İsimleriniz nedir, edendim?” diye sordu kapıdaki adam. Yabancı onu durdurduğunda Mr. Tracy Tupman unvanlarını duyurmak için öne atılıyordu.
“İsim yok.” Sonra da Mr. Tupman’a fısıldadı: “İsimler işe yaramaz, bilindik değiller. Kendilerince çok iyi isimler ama müthiş de değiller. Ufak bir parti için harika isimler ama halka açık toplantılarda önemli izlenim bırakmaz. İşi anonimleştirelim. Londra’dan beyefendiler, seçkin yabancılar. Ne olursa.” Kapı açıldı ve Mr. Tracy Tupman ile yabancı, balo salonuna girdi.
Uzun bir salondu. Kırmızı kadife kaplı sandalyeler ve camdan şamdanlarda bal mumundan mumlar vardı. Müzisyenler yüksek bir alanda güvenli biçimde konuşlandırılmışlardı, ikili ya da üçlü şekilde dizilmiş dansçılarla sistematik biçimde kadriller yapılıyordu. Bitişikteki kumar odasında iki kumar masası kurulmuştu, bir çift yaşlı hanım ve aynı sayıda iri beyefendi orada işlerini icra etmektelerdi.
Final yapıldı ve dansçılar odayı gezinmeye başladı. Mr. Tupman’la arkadaşı, etraftakileri incelemek için köşede konuşlandılar.
“Çok hoş kadınlar.” dedi Mr. Tupman.
“Bekle biraz.” dedi yabancı. “Şimdi eğlenceli değil, henüz asilzadeler gelmedi. Tuhaf yer… Yüksek rütbeli bahriyeliler düşük rütbeli bahriyelileri tanımıyor. Düşük rütbeli bahriyeli orta sınıf eşrafı tanımıyor, orta sınıf eşraf esnafı tanımıyor. Hükûmet temsilcisi kimseyi tanımıyor.”
“O açık renk saçlı, pembe gözlü, çok şık giyimli ufak oğlan kim?” diye sordu Mr. Tupman.
“Yalvarırım sessiz ol. Pembe göz, şık giyim, ufak oğlan mı? Saçmalama. 97. Alay Teğmeni, muhterem Wilmot Snipe. Müthiş aile, Snipe ailesi. Çok…”
“Sör Thomas Clubber, Lady Clubber ve Misses Clubber!” diye bağırdı kapıdaki adam, gür sesle. Uzun boylu, parlak düğmeli mavi paltolu adam, mavi saten kıyafetli hanım ve aynı renklerde, eşit derecede modaya uygun giyimli iki genç hanımın girişiyle salona müthiş bir heyecan yayıldı.
“Hükûmet yetkilisi, tersanenin başı, harika adam. Kayda değer derecede harika adamdır.” diye fısıldadı yabancı, Mr. Tupman’ın kulağına, yardım derneği heyeti Sör Thomas Clubber ve ailesini salonun başköşesine götürürken. Muhterem Wilmot Snipe ve diğer tanınmış beyefendiler saygılarını sunmak için genç Clubber hanımlarının etrafını sardılar ve Sör Thomas Clubber dimdik durarak siyah fularının üstünden toplanan gruba baktı.
“Mr. Smithie, Mrs. Smithie ve Miss Smithieler” bir sonraki duyuruydu.
“Mr. Smithie ne?” diye sordu Mr. Tracy Tupman.
“Tersanede bir şey.” diye yanıtladı yabancı. Mr. Smithie saygıyla Sör Thomas Clubber’ın önünde eğildi ve Sör Thomas Clubber da selamı bilinçli bir lütufla kabul etti. Lady Clubber cam gözü aracılığıyla Mrs. Smithie ve aileye teleskopik bir bakış attı ve Mrs. Smithie de karşılığında aynı bakışı kocası tersaneye dâhil bile olmayan Mrs. Bir Başkası’na attı.
“Albay Bulder, Mrs. Colonel Bulder ve Miss Bulder” bir sonraki konuklardı.
“Garnizonun başı.” dedi yabancı, Mr. Tupman’ın meraklı bakışlarına karşılık.
Miss Bulder, Misses Clubber tarafından içtenlikle karşılandı; Mrs. Albay Bulder ve Lady Clubber arasındaki selamlaşma sıcakkanlılığın tanımıydı; Albay Bulder ve Sör Thomas birbirlerine enfiye kutularını sundular ve tam olarak bir çift Alexander Selkirks gibi durdular: “Göz gezdirdikleri herkesin hükümdarları.”
Mekânın aristokrasisi -Bulderlar, Clubberlar ve Snipelar- böylelikle salonun öte ucunda itibarlarını korurlarken toplumun diğer sınıfları da salonun diğer köşelerinde onları taklit ediyordu. 97. Alay’ın daha az aristokrat olan memurları kendilerini tersanenin daha az önemli belediye memurlarının ailelerine adamıştı. Avukat eşleri ve şarap tüccarları başka bir sınıfa yüzlerini dönmüşlerdi (biracının eşi Bulderlara gidip geliyordu) ve Mrs. Tomlinson, posta ofisi müdürü ortak rızayla ticari cemiyetin lideri olarak atanmış gibiydi.
Salonda bulunan kendi çevresindeki en popüler kişilerden biri, kafasının tepesinde daire şeklinde siyah saçı ve ortasında da kocaman bir keli olan ufak, şişman adamdı: Doktor Slammer, 97. Alay’ın cerrahı. Doktor herkesle enfiye çekiyor, sohbet ediyor, gülüyor, dans ediyor, şaka yapıyor, kart oyunu oynuyor, her şeyi yapıyordu ve her yerdeydi. Her ne kadar çeşitli olsalar da ufak tefek Doktor bu uğraşlara daha fazla bir şeyler katıyordu. Canlı elbisesi ve süslülüğü kısıtlı gelirine rağmen en cazip görünümü sunan ufak, yaşlı dula en yorulmak bilmez ve devamlı ilgiyi gösteriyordu.
Hem Mr. Tupman’ın hem de arkadaşının gözleri, yabancı sessizliği bozana kadar Doktor’un ve dulun üzerine bir süre sabit daldı.
“Epey para… Yaşlı kız, çalımlı Doktor… Fena fikir değil, iyi eğlence.” kelimeleri dudaklarından dökülen sözlerden anlaşılabilir olanlarıydı. Mr. Tupman sorgular biçimde yabancının yüzüne baktı. “Dulla dans edeceğim.” dedi yabancı.
“Kim o?” diye sordu Mr. Tupman.
“Bilmiyorum, onu hayatımda hiç görmedim. Doktor’u oyala, haydi bakalım.” Böylece yabancı gecikmeden salonun öbür ucuna gitti ve şömine rafına yaslanarak, saygı ve melankoli karışımı bir edayla ufak yaşlı kadının şişman çehresine bakmayı sürdürdü. Mr. Tupman suskun bir şaşkınlıkla bakmayı sürdürüyordu. Yabancı hızla ilerledi; ufak tefek Doktor başka bir hanımla dans etti; dul yelpazesini düşürdü, yabancı yelpazeyi yerden aldı ve kadına sundu. Gülümseme, eğilme, reverans, birkaç kelime sohbet… Yabancı cesurca arkasını döndü ve ustalık dolu bir resmiyetle, biraz giriş niteliğinde pandomimden sonra; yabancı ve Mrs. Budger kadrilde yerlerini aldılar.
Mr. Tupman’ın bu hızlı ilerleyişle ilgili şaşkınlığı her ne kadar büyük olsa da Doktor’un hayretinin yanında hiçbir şeydi. Yabancı gençti ve bu dulun gönlünü okşamıştı. Dul, Doktor’un ilgisine aldırış etmiyordu ve soğukkanlı rakibi, Doktor’un içerlediğinin farkında bile değildi. Doktor Slammer donakalmıştı. O, 97. Alay’ın Doktor Slammer’ı, daha önce görmediği, kimsenin adını bile duymadığı bir adam tarafından yok edilecekti ha! Doktor Slammer, 97. Alay’ın Doktor Slammer’ı reddedilmişti! İmkânsızdı bu! Böyle şey olamazdı! Evet, olmuştu; işte oradalardı. Ne! Arkadaşını mı tanıştırıyor? Gözlerine inanamıyordu! Bir kez daha baktı ve gördüğü acı verici gerçekliği kabul etmek zorunda kaldı; Mrs. Budger, Mr. Tracy Tupman’la dans ediyordu; bu gerçeği inkâr etmenin imkânı yoktu. İşte dul karşısındaydı, alışılmamış bir dinçlikle, cesurca bir oraya bir buraya savruluyordu; Mr. Tracy Tupman da yüzünde en derin ciddiyet ifadesiyle, bir oraya bir buraya zıplayarak dans ediyordu (pek çok sayıda insanın yaptığı gibi). Sanki kadril gülünesi bir şey değilmiş de bükülmez bir azim gerektiren, duyguların sınanışıymış gibi.
Doktor sessizce ve sabırla bunlara nasıl da katlandı, devam etmekte olan negus likörü servisine, kadeh peşinde koşmalara, ikramlara atılmalara, işvelere nasıl dayandı belli değildi ama yabancı Mrs. Budger’a at arabasına giderken eşlik etmek için ortadan kaybolduktan birkaç saniye sonra, şimdiye kadar içinde biriktirdiği öfkenin her bir zerresi, yüzünün her bir tarafından tutku dolu ter damlaları aracılığıyla köpürerek fişek gibi odadan dışarı atıldı.
Yabancı dönüyordu ve Mr. Tupman onun yanındaydı. Yabancı alçak bir sesle konuştu ve kahkaha attı. Ufak tefek Doktor canına susamıştı. İçi içine sığmıyordu. Zafer kazanmıştı.
“Beyefendi!” dedi doktor korkunç bir sesle, kartını çıkarıp sonra da bir kenara çekilerek. “Adım Slammer, Doktor Slammer, beyefendi. 97. Alay, Chatham Kışlası. Kartım, beyefendi, kartım.” Daha fazlasını söylerdi ama öfkesi nefesini kesmişti.
“Ah!” diye yanıtladı yabancı sakinlikle, “Slammer… Minnettarım, çok naziksiniz. Şu anda hasta değilim, Slammer ama hasta olduğumda sana uğrarım.”
“Siz işgüzarsınız, beyefendi.” dedi öfkeli Doktor nefes nefese. “Bir alçak, bir korkak, bir yalancı, bir, bir… Hiçbir şey sizi bana kartınızı vermeye ikna edemez mi, beyefendi?”
“Ah! Anlıyorum.” dedi yabancı, şakayla karışık. “Negus likörü buralarda çok sert olmalı. Eli açık ev sahibi. Çok ahmakça, çok… Gazoz çok daha iyi. Sıcak odalar, yaşlı beyefendiler… İçtiklerinin acısını sabah çekecekler. Acımasızca, acımasızca…” dedi ve birkaç adım ilerledi.
“Siz buraya geleceksiniz, beyefendi.” dedi, öfkeli ufak tefek adam. “Şimdi sarhoşsunuz, beyefendi. Sabah benden haber alacaksınız, beyefendi. Sizi tespit edeceğim, sizi tespit edeceğim.”
“Eve gideceğime sizin beni bulmanızı tercih ederim.” dedi, olanlardan bir nebze olsun etkilenmemiş olan yabancı.
Doctor Slammer başındaki şapkayı öfkeli bir fiskeyle düzeltirken kelimelerle ifade edilemeyecek bir vahşilikle bakıyordu. Yabancı ve Mr. Tupman da ödünç alınmış smokini teslim etmek için kendinden geçmiş Winkle’ın odasına çıktılar.
Beyefendi derin uykudaydı kıyafet yerine çabucak yerleştirildi. Yabancı aşırı derecede şakacıydı ve Mr. Tracy Tupman da şarap, negus, ışıklar ve hanımlardan dolayı epey sersemlemiş olduğundan olan biten her şeyin büyük bir şaka olduğunu düşündü. Mr. Tupman yeni arkadaşı gittikten, yatak takkesinin aslen başının geçirilmesi niyetiyle yapılmış ağzını bulmakta ufak bir zorluk yaşadıktan ve en sonunda o hengâmede mumunu devirdikten sonra sonunda yatağa girmeyi başardı ve bir dizi karmaşık hareketten kısa süre sonra da sırtüstü yatağa gömüldü.
Ertesi sabah Mr. Pickwick’in kapsamlı zihni, uykunun derinlerine gömülü bilinçsizlik hâlinden kapının sertçe çalınması yoluyla çıktığında saat henüz yedi bile olmamıştı. “Kim o?” diye sordu Mr. Pickwick, yatağından irkilerek doğrularak.
“Uşak, efendim.”
“Ne istiyorsunuz?”
“Lütfen bana ekibinizdeki hangi beyefendinin, üzerinde ‘P.K.’ harfleri işli, altın yaldızlı düğmeli, parlak mavi smokin ceketi giydiğini söyleyebilir misiniz efendim?”
“Temizleyiciye verilmiş olmalı.” diye düşündü Mr. Pickwick. “Ve adam da takımın kime ait olduğunu unuttu.” “Mr. Winkle.” diye seslendi. “Yandaki oda ama kapısı sağdan ikinci.”
“Teşekkürler, efendim.” dedi uşak ve uzaklaştı.
“Neler oluyor?” diye bağırdı Mr. Tupman, kapının sertçe çalınışı, onu dünyadan bihaber uykusundan uyandırınca.
“Mr. Winkle’la konuşabilir miyim, efendim?” diye sordu uşak, kapının dışından.
“Winkle, Winkle!” diye bağırdı Mr. Tupman, iç odaya seslenerek.
“N’oluyor!” diye yanıtladı, yatak kıyafetlerinin içindeki baygın ses.
“Bekleniyorsunuz. Kapıda biri var.” ve derdini bu kadar anlatacak kadar gayret sarf etmiş Mr. Tracy, yatakta öbür tarafa dönüp yeniden uykuya daldı.
“Bekleniyormuşum!” dedi Mr. Winkle, apar topar yataktan çıkıp üstüne birkaç parça kıyafet geçirerek. “Bekleniyormuşum! Evden bu kadar uzaktayken kim beni bekliyor olabilir ki?”
“Dinlenme odasındaki beyefendi.” diye yanıtladı Boots, Mr. Winkle kapıyı açıp onunla yüz yüze gelince. “Beyefendi sizi bir dakika bile alıkoymayacağını söylüyor, efendim. Ancak hayır cevabını kabul etmiyor.”
“Çok tuhaf!” dedi Mr. Winkle. “Hemen aşağı ineceğim.”
Aceleyle yolculuk şalına ve robdöşambrına sarındıktan sonra aşağı indi. Yaşlı bir kadın ve birkaç garson dinlenme odasını temizliyorlardı ve üniformalı bir deniz subayı pencerede dışarısını seyrediyordu. Mr. Winkle içeri girince subay da başını döndürdü ve başını sertçe eğdi. Hizmetlilerin çıkmalarını emrettikten ve kapıyı dikkatlice kapattıktan sonra, “Mr. Winkle, değil mi?” dedi.
“İsmim Winkle, efendim.”
“Bu sabah buraya Doktor, 97. Alay’dan Doktor Slammer’ın adına geldiğimi söylesem şaşırmazsınız.”
“Doktor Slammer mı?” dedi Winkle.
“Doktor Slammer. Kendisi benden dün akşamki davranışınızın hiçbir beyefendinin hazmedemeyeceği türden olduğunu ifade etmemi rica etti ve (ekledi ki) ‘Başka hiçbir beyefendinin başka bir beyefendiye yapmayacağı türden bir şeydi bu.’ ”
Mr. Winkle’ın şaşkınlığı o kadar gerçek, o kadar belliydi ki bu Doktor Slammer’ın dostunun gözünden kaçmadı; böylelikle devam etti: “Dostum Doktor Slammer akşamın belirli bir kısmında sarhoş olduğunuzu ve kuvvetle muhtemel sebep olduğunuz ayıbın farkında olmadığınızdan emin olduğunu bildiğini eklememi istedi. Benden bunun davranışınız için bir bahane olarak sayılması gerektiğini ve sizin tarafınızdan yazılacak ve benim tarafımdan dikte edilecek yazılı bir özrü kabul edeceğini iletmemi istedi.”
“Yazılı özür.” diye tekrar etti Mr. Winkle, mümkün olabilecek en ısrarlı şaşkınlıkla.
“Elbette diğer seçeneğin farkındasınız.” diye yanıtladı ziyaretçi sakinlikle.
“Bu mesajı benim adıma göndermeniz mi istendi?” diye sordu aklı bu olağan dışı sohbet nedeniyle fena hâlde karışmış olan Mr. Winkle.
“Ben orada değildim.” diye yanıtladı ziyaretçi. “Ve kartınızı Doctor Slammer’a vermeyi kesin bir şekilde reddetmeniz üzerine, aynı beyefendi tarafından, o alışılmamış ceketi giyen kişiyi teşhis etmem istendi. Üzerinde bir büstün resmedildiği, ‘P.K.’ harfleriyle bezenmiş yaldızlı bir düğmeye sahip, parlak mavi smokin ceketi.”
Mr. Winkle kendi kıyafetinin bu kadar detaylı tasviriyle kelimenin tam anlamıyla şaşkınlık içinde sarsıldı. Doctor Slammer’ın dostu devam etti: “Barda yaptığım sorgulamalar sonucunda, söz konusu ceketin sahibinin dün öğleden sonra üç beyefendiyle buraya geldiğinden emin olmuş oldum. Vakit kaybetmeden ekibin başı olarak tarif edilen beyefendinin yanına gittim ve o da duraksamadan beni size yönlendirdi.”
Eğer Rochester Kalesi’nin ana kulesi bir anda temellerinden kurtulup dinlenme odasının penceresinin hemen dışına kurulsa Mr. Winkle’ın o anki şaşkınlığı, şimdi bu hikâyeyi duyduğunda yaşadığı büyük şaşkınlığın yanında hiçbir şey sayılırdı. İlk izlenimi ceketinin çalındığı yönündeydi. “Bana bir dakikalığına müsaade edebilir misiniz?” dedi.
“Elbette.” diye yanıtladı istenmeyen ziyaretçi.
Mr. Winkle alelacele yukarı koştu, titrek ellerle çantayı açtı. Ceket işte tam orada, her zamanki yerindeydi ancak yakından bakınca bir önceki gece giyilmiş olduğuna dair kanıtlar barındırıyordu.
“Öyle de olmalı.” dedi Mr. Winkle, ceketin elinden düşmesine aldırmayarak. “Yemekten sonra çok şarap içtim ve sonrasında sokaklarda yürüyüp puro içtiğime dair hatırımda kimi anılar var. İşin aslı çok sarhoştum. Ceketimi değiştirmiş, bir yere gitmiş ve birilerine hakaret etmiş olmalıyım. Buna hiç şüphem yok ve bu özür yazısı da bunun berbat sonucu.” Bununla birlikte Mr. Winkle gerisin geriye dinlenme odasına yürüdü, hüzünlü ve rezalet bir hisle cengâver Doktor Slemmer’ın meydan okumasını kabul etmeye ve bunun doğuracağı en kötü sonuçlara boyun eğmeye karar verdi.
Mr. Winkle’ın bu kararı vermesinde etkili olan çeşitli nedenlerden biri de kulüpteki itibarıydı. İster nahoş ister savunma gerektiren ister zararsız olsun ustalık ve eğlence konularında hep yüksek otorite olarak saygı görürdü ve eğer yeteneklerinin test edildiği bu ilk sınavda liderinin gözünden düşerse ismi ve konumu sonsuza dek yok olurdu. Ayrıca, bu konularda tecrübesiz olanların sıklıkla tahmin edildiğini duyduğu üzere, yandaşlar arasında yapılan anlaşma gereği tabancalar nadiren kurşunla dolu olurdu ve dahası eğer Snodgrass’ı yandaşı olarak belirler ve tehlikeyi süslü kelimelerle anlatırsa beyefendi muhtemelen bu bilgiyi Mr. Pickwick’e iletir, o da yerel yetkilileri uyarmakta gecikmez ve böylece takipçisinin öldürülmesini ya da sakatlanmasını engeller diye düşünüyordu.
Dinlenme odasına döndüğünde ve Doktor’un meydan okumasını kabul ettiğini bildirdiğinde aklından geçen düşünceler bunlardı.
“Görüşmenin yeri ve zamanını ayarlamak üzere beni bir arkadaşınıza yönlendirir misiniz?” dedi subay.
“Buna hiç gerek yok.” diye yanıtladı Mr. Winkle. “Yeri ve zamanı bana söyleyin ve ben de bir arkadaşın katılımını daha sonra ayarlayayım.”
“Şöyle desek, bu akşam gün batarken?” diye sordu subay umursamaz bir üslupla.
“Pek iyi.” diye yanıtladı Mr. Winkle, içten içe bunun çok kötü olduğunu düşünerek.
“Fort Pitt nerede biliyor musunuz?”
“Evet, orayı dün gördüm.”
“Eğer zahmet olmazsa hendeğin sınırındaki sahaya girin, sur duvarının köşesine geldiğinizde patikaya sapın ve beni görene kadar dümdüz ilerleyin, ben sizi meselenin rahatsız edilme korkusu olmadan yürütülebileceği tenha bir alana götüreceğim.”
“Rahatsız edilme korkusu ha!” diye düşündü Mr. Winkle.
“Ayarlanacak başka bir şey yok, bence.” dedi subay.
“Bildiğim kadarıyla hayır.” diye yanıtladı Mr. Winkle. “İyi günler.”
“İyi günler.” ve subay uzaklaşırken ıslıkla neşeli bir hava çaldı.
O sabahki kahvaltı epey tatsız geçti. Mr. Tupman önceki gecenin olağan dışı aşırılığından sonra kalkabilecek hâlde değildi; Mr. Snodgrass, ruhun şiirsel buhranıyla cebelleşiyor gibi görünüyordu ve Mr. Pickwick bile sessizliğe ve maden suyuna sıra dışı bir bağlılık gösteriyordu. Mr. Winkle hevesle fırsat kolladı: Fazla beklemesine gerek kalmadı. Mr. Snodgrass kaleyi ziyaret etme önerisinde bulundu ve Mr. Winkle ekipte yürümeye meyilli tek kişi olduğundan ikisi birlikte çıktılar. “Snodgrass.” dedi Mr. Winkle, dışarı çıktıklarında. “Snodgrass, aziz dostum, sırrım konusunda size güvenebilir miyim?” Bunu söylediği anda aslında en samimi ve içten biçimde bunun tersini umuyordu.
”Güvenebilirsiniz.” diye yanıtladı Mr. Snodgrass. “Bırakın yemin edeyim…“
“Hayır, hayır.” diyerek araya girdi, Winkle, arkadaşının bilinçsizce bilgi sızdırmamaya yemin etmesi düşüncesiyle dehşete düşerek. “Yemin etmeyin, yemin etmeyin; buna hiç gerek yok.”
Mr. Snodgrass, az önce şairane bir ruhla bulutlara kaldırdığı elini Mr. Winkle’ın itirazıyla birlikte indirdi ve dikkatini yeniden ona verdi.
“Bana yardımcı olmanızı istiyorum, aziz dostum, bir onur meselesi konusunda.” dedi Mr. Winkle.
“Olmuş bilin.” diye yanıtladı Mr. Snodgrass, arkadaşının elini kavrayarak.
“Mesele bir doktorla, 97. Alay’ın Doktor Slammer’ıyla ilgili.” dedi Mr. Winkle, olayı olabildiğince heybetli göstermeye çalışarak: “Bir subayın yandaşlığındaki başka bir subayla, bu akşam gün batarken Fort Pitt’in ilerisinde ıssız bir arazide gerçekleşecek bir mesele.”
“Yanınızda olacağım.” dedi Mr. Snodgrass.
Snodgrass şaşırmıştı ama hiçbir şekilde korkmamıştı. Ana şahıs dışındaki herkesin böylesi durumlarda bu kadar sakin olabilmesi olağan dışıydı. Mr. Winkle bunu göz ardı etmişti. Arkadaşının hislerini kendininki gibi değerlendirmişti.
“Sonuçlar korkunç olabilir.” dedi Mr. Winkle.
“Umarım olmaz.” dedi Mr. Snodgrass.
“Doktor, anladığım kadarıyla çok iyi nişancıymış.” dedi Mr. Winkle.
“Pek çok ordu mensubunun olduğu üzere.” diye yorumda bulundu Mr. Snodgrass sakinlikle. “Ama siz de öylesiniz, öyle değil misin?” Mr. Winkle olumlu cevap verdi ve arkadaşını endişelendiremediğini algıladığı gibi taktik değiştirdi.
“Snodgrass.” dedi, hissiyatla titreyen bir sesle. “Eğer ölürsem, size emanet edeceğim paketin içinde bir not, babam için bir not bulacaksınız.”
Bu saldırı da başarısızlıkla sonuçlandı. Mr. Snodgrass etkilenmişti ama notun teslimatı görevini sanki üç kuruşa görev alan bir postacıymış gibi kabul etti.
“Ölürsem ya da Doktor ölürse sevgili dostum, işbirlikçi sayılacaksınız. Arkadaşımı hüküm giymeye itebilir miyim, muhtemelen ömür boyu!” dedi Mr. Winkle. Mr. Snodgrass bunun karşısında biraz yüzünü buruşturdu ama kahramanlık kaçınılmazdı. “Dostluk söz konusu olunca…” diye bağırdı tutkuyla. “Bütün tehlikelere göğüs gererim.”
İkisi de kendi düşüncelerine gömülmüş hâlde yan yana birkaç dakika boyunca yavaş yavaş yürürlerken, sabah sona ermeye başlamıştı. Winkle gittikçe çaresizleşti.
“Snodgrass.” dedi Mr. Winkle, aniden durarak. “Bu işten vazgeçmeme izin vermeyin. Yerel yetkilileri bilgilendirmeyin. Bu düelloyu engelleyebilmek için beni ya da şu anda Chatham Kışla’sında konuşlanmış 97. Alay’dan Doktor Slammer’ı tutuklamaları için birkaç barış memurundan fikir almayın! Yapmayın diyorum.”
Mr. Snodgrass arkadaşının elini içtenlikle kavradı ve coşkuyla yanıtladı: “Hayatta yapmam!”
Arkadaşının korkularından ona fayda gelmeyeceğini anladığında ve kaderinde hareket eden bir hedef tahtası olmak olduğu kafasına şiddetle dank edince Mr. Winkle’ın içi ürperdi.
Olayın hâlini resmiyetle Mr. Snodgrass’a anlattıktan, bir kasa dolusu işe yarar tabancayla ona eşlik eden, işe yarar yancılar olan barut, kurşun ve patlayıcıların Rocherster’daki bir üreticiden alındığını açıkladıktan sonra iki dost hana döndüler. Mr. Winkle yaklaşmakta olan mücadeleyle ilgili düşünüp taşınırken Mr. Snodgrass da savaş silahlarını hazırlayacak ve onları hemen kullanıma uygun şekilde dizecekti.
Zor görevleri için yeniden yola koyulduklarında kasvetli ve ağır bir akşam yaşanmaktaydı. Mr. Winkle göze çarpmamak için kocaman pelerinin altına gizlenmişti ve Mr. Snodgrass da imha gereçlerinin yükünü taşıyordu.
“Her şeyi aldın mı?” diye sordu Mr. Winkle, tedirgin bir üslupla.
“Her şeyi.” diye yanıtladı Mr. Snodgrass. “Kurşunlar etki etmez diye epey cephanelik aldım. Her ihtimale karşın yüz gram barut tozu ve doldurabilelim diye cebimde iki tane gazete var.”
Bunlar herhangi bir erkeğin en içten biçimde minnettar olabileceği arkadaşlık örnekleriydi. Farz edilense Mr. Winkle’ın minnettarlığı kelimelere sığmayacak kadar güçlü olduğuydu. Çünkü hiçbir şey söylememişti ama yürümeye devam ediyordu. Epey yavaşça.
“Muhteşem zamanlarda yaşıyoruz.” dedi Mr. Snodgrass, ilk arazinin çitlerini aşarlarken. “Güneş henüz yeni batıyor.” Mr. Winkle batmakta olan küreye göz attı ve acıyla, fazla uzakta olmayan kendi “batış” olasılığını düşündü.
“İşte subay.” diye bağırdı Mr. Winkle, birkaç dakikalık yürüyüşten sonra. “Nerede?” dedi Mr. Snodgrass.
“İşte, mavi pelerinli beyefendi.” Mr. Snodgrass arkadaşının işaret parmağıyla belirttiği yöne baktı ve tarif ettiği gibi pelerinlere sarınmış şekli gördü. Subay onların varlığının farkında olduğunu elinin hafif bir hareketiyle belli etti ve subay yürümeye başlayınca iki arkadaş onu arada biraz mesafe bırakacak şekilde takip etmeye başladılar.