Kitabı oku: «Ebu Müslim Horosani'nin İntikamı», sayfa 5
14
CEVAP GETİRMEK
Gülnar ile maşitası, bir müddet daha odada sessizce vakit geçirdikten sonra kapıya pek yavaş vurulduğunu işiterek heyecana düştüler. Reyhane ayağa kalkıp kapıyı açtı. Dahhâk cübbeyi ters giymiş, sarığını pek gülünç bir şekilde sarmış, ayakkabılarını kuşağına koymuş saçını sakalını karmakarışık yapmış olduğu hâlde o pek maskara kıyafetle içeriye hızlıca girdi. Dahhâk bu uzun beklemenin sonunda birdenbire Gülnar’ı orada görünce utandı. Kendini toplamaya çalıştı. Sessizce ve yavaşça gülerek başını ve sarığını düzeltmeye başladı. Ayakkabılarını kuşağından çıkardı. Kapının yanına koydu. Sonra terbiyeli tavır ile Gülnar’ın önünde durdu. Dahhâk uzun boyu ve o hâli ile âdeta dev bir ifrite benziyordu.
Gülnar, saçının bu hâline gülmekten kendini almadı. Dahhâk, hanımının gülmekte olduğunu görünce bir eli ile sarığını diğer eli ile maşitayı göstererek:
“Hanımcığım! Bu kıyafetten dolayı beni affediniz. Sizin burada bulunacağınızı hiç zannetmiyordum. Asıl kabahat bu fesat kızdadır…” dedi.
Gülnar, Dahhâk’ın o kıyafetle içeriye kendi huzuruna girmesinden maşitanın kızmasına meydan bırakmamak için sözü bu üsluba dökmesine beğenerek güldü.
Maşita o noktanın farkında değilmiş gibi davrandı:
“Hanımımız gayret ve himmetinden pek ziyade memnundur.” dedi.
Dahhâk, maşitanın sözünü keserek yavaş bir sesle:
“Tabii… Fakat sen memnun değilsin çünkü damat senin için değil…”
Maşita, Dahhâk’a biraz sert bir bakışla baktı.
“A canım! Şakayı bırak ne ettin onu çabucak söyle. Anlaşılan hanımımızın başına yemin ettirmeden ciddi bir şey söylemiyorsun. Onun başı için ciddi konuşalım.”
Dahhâk, bunun üzerine kendini topladı. Gülnar’ın emri ile oturdu. Maşitadan ayrıldığı dakikadan itibaren nasıl gittiğini, Hazinedar İbrahim’i odasından nasıl çıkardığını, onunla ne yaptığını, neticede neye karar verdiklerini birer birer anlattı. Fakat Ebu Müslim’in kadınlara önem vermediği hakkında İbrahim’in söylediği şeylerle Gülnar’ı mutsuz etmemek nedeniyle söylemedi. Çünkü Dahhâk, Gülnar’ın Ebu Müslim’den ümidini kesmemesini arzu ediyordu. Bununla beraber Ebu Müslim’den herkes fevkalade korktuğu için ona izdivaçtan bahsetmeye kendi adamlarından hiçbirinin cesaret edemeyeceğini fakat her hâlde Ebu Müslim ile görüşecek olursa onun sadakatle sevgi göstereceğine, izdivaca talip olacağına şüphe bulmuyordu. Bu konuda Ebu Müslim’in meydana getirmek istediği siyasi değişime meyil ve gayreti görecek olursa kendisine ilgi ve alaka, evlilik konusunda istek duyacağını söyledi.
Gülnar, kulak vererek Dahhâk’ın sözlerini büyük bir dikkatle dinliyordu. Son sözleri işitince pek fena canı sıkıldı. Çünkü Ebu Müslim’in kendisi için kalben ne gibi bir his taşıdığını anlamak istiyordu. Bunu anlayamayınca üzgünce sessizliğe büründü. Maşita, Gülnar’ın bu üzüntüsünü derhâl hissetti. Ona ferahlık vermek maksadıyla Dahhâk’a dönerek dedi ki:
“Dahhâk, Allah senden razı olsun yine pek iyi iş başardın, başkası olsaydı bu kadarını yapamazdı.”
Dahhâk cevap verdi:
“Övünmeyi hiç sevmem, bu konuda övgüye layık bir şey yapmadım. Yalnız iş görebilmek için çare hazırladım. Hanım efendi arzu ederse bundan sonra ne yapmak lazım geleceğini söyleyeyim.”
Gülnar: “Söyle. Dinliyoruz.” dedi.
“İlk başta sizi Ebu Müslim ile görüştürüp konuşturmak için bir sebep aramak lazım.”
Gülnar bu sözleri işitince sanki Ebu Müslim’in huzurunda bulunuyormuş gibi yüzü kıpkırmızı kesildi. Çünkü o yaşına kadar pederi ile hizmetkârlardan başka hiçbir erkek ile konuşmamıştı. Dahası Ebu Müslim ile yüz yüze görüşürse mutlaka izzet ve nefsini, ağırbaşlılığını feda etmeye, tevazusunu belki de kendini hor görmeye başlayacağını düşünmüştü. Öyle bir konuşmanın gerçekleşmesi pederinin rızasına karşı gelmek olduğu gibi bunu pederinin öğrenmesi durumunda gazap ve hiddetini çekeceği de muhakkaktı. İşte Gülnar, bunları düşününce izzetinefsini başka hislere karşı galip gördü. Oturduğu yerde biraz geriye çekilerek başını salladı. Hâl ve tavrı asla yapmam demek istiyordu.
Dahhâk, Gülnar’ın zihninde dolaşan bu düşünceleri derhâl anladı. Kaşlarını yukarıya kaldırmak, aşağı dudağını sarkıtmak suretiyle sen bilirsin manasını işaret ederek bir an düşündükten sonra söze başladı:
“Hanımefendi! Onunla görüşmeniz için tevazu ve alçak gönüllü olmanızı inkâr etmezsem de…”
Maşita derhâl Dahhâk’ın sözünü kesti. Çünkü gevezelikle Ebu Müslim’in aslı ve faslını söyleyerek işi altüst etmesinden korkmuştu. Dedi ki:
“Ben bu konuşmada hiçbir tevazu ve alçak gönüllülük göremiyorum. Hanım, Ebu Müslim ile konuşacaksa Horasan’ın en büyük bir adamı ile Şia fırkasının amiri, komutanı ile görüşecek demektir. Buna nasıl tenezzül, tevazu manası verilebilir? Bu zat her ne kadar pek genç ise de emri altında Horasanlı emirler, komutanlardan birçok büyük adam vardır. İmamın kendisini bu büyük mevkiye tayin etmesi kadrinin büyüklüğünü ispat eder. Yüzüne, hâl ve tavırlarındaki heybete, bu büyük güce bakarsanız gelecekte bu adamın ne olacağını anlarsınız.”
Gülnar, maşitası tarafından sevdiğinin bu davranışlarının methini işitince kalbinde uyanan bu aşkın sebeplerinin ve bu aşk tutkusunun her güçlüğünü kolay görmeye başladı. Fakat yine sessiz kaldı. Dahhâk, maşitanın itirazından maksat Gülnar’ın önünde Ebu Müslim’in aslını söylettirmemek olduğunu anlayarak dedi ki:
“Bu delikanlı kahramanın ne büyük bir mevki sahibi olduğunu inkâr etmiyorum. Bahsettiğim tevazu ve kibirsizlikten maksadım hanımefendinin bir hanım kız olduğu için ilk olarak kendisinin gelmesidir ama hanımefendi kendisi istesin… O başka bir meseledir. Kendisi bilir.”
Dahhâk bu sözleri söylerken başını yere eğmiş gözlerini Gülnar’a dikmiş gülüyordu.
Gülnar’ın işe pek büyük bir önem verdiği gözlerinden anlaşılıyordu. Sessizliğini koruduğu hâlde, daha önce gülmekten ön taraf gelen saçlarının bazı büklümlerini arkaya attı. Sonra gözlerini yere dikerek kulağındaki küpeyi düzeltmeye başladı. Gerek maşita, gerek Dahhâk, Gülnar’ın, Ebu Müslim ile görüşüp görüşmeme meselesinden büyük bir tereddüt içinde kalarak hiçbir karar verememekte olduğunu anlıyorlar, kendileri de sanki göğün gürlemesini, yağmurun serpintisini dinliyormuş gibi sessizliği koruyorlardı. Fakat etrafa iyice kulak vermiş olsalardı uzaktan deve patırtısı işiteceklerdi. Yağmurun yağması, rüzgârın esmesi o sesin işitilmesine mâni oluverdi.
Nihayet maşita sessizliği bozarak söze başladı.
“Hanımcığım meseleyi yavaş yavaş iyi düşününüz. Buna vaktimiz var. Çünkü misafirler yağmur sebebiyle birkaç gün daha burada kalmaya mecbur olacaktır.”
Gülnar gözlerini yere dikmiş olduğu hâlde sessizliğe devam ediyordu. Dahhâk hanımın bu tavır ve düşüncesinden hâlâ Ebu Müslim ile görüşmek meselesini, verilmesi zor bir karar olduğunu kabul ederek dedi ki:
“Hanımefendi, kulunuza müsaade ederseniz ben de ne düşündüğümü söyleyeyim.”
Gülnar: “Ne düşünüyorsan söyle.”
“Anlıyorum ki bu görüşmeyi yapılamayacak bir şey gibi görüyorsunuz. Çünkü izzetinefsinizi, haysiyetinizi ne kadar muhafaza ettiğinizi biliyoruz, fakat ben bir çare buldum. Söyleyeyim mi?”
Gülnar, “uydundur” makamında başıyla işaret etti.
Dahhâk: “Siz de bilirsiniz Ebu Müslim bütün kuvvetini, bütün hayallerini meydana getirmek istediği siyasi meselelere adamıştır. Onun kalbine bir tesir icra etmek için bu inkılabı gerçekleştirmekten başka çare yoktur. Fikrimce bizzat onunla yüz yüze görüşmeyi münasip görmezseniz o siyasi harekete desteğinizi, inancınızı bir haber göndererek işe başlarsanız bunu tecrübe ederiz. Sonra bakalım, ne sonuç çıkar.”
Gülnar, Dahhâk’ın bu fikrinden memnun olmuş gibi göründü.
Onun bu hâli Dahhâk için kabul olmuş bir cevap hükmündeydi.
Maşita, hanımın bu hissiyatını keşfederek Dahhâk’a:
“Pek güzel bir çare buldun. Allah senden razı olsun. Söyle bakalım, daha diyeceklerin var mı?”
“Daha ne diyeyim? Bulduğum çareyi açıkça söyledim. Uzun uzadıya muhabbet ve açıklamaya ihtiyaç yok. Hanımefendi, Ebu Müslim’e gerçekleştirdiği siyasi inkılaba katılacağını ve memnuniyetini arzu ettiğini gösterecek bir nişane verecek. Ebu Müslim’in bunu nasıl karşılayacağını anlayacağız da ona göre tedbir düşüneceğiz.”
Reyhane: “Ebu Müslim’e para mı göndersin demek istiyorsun?”
“Para olsun, başka şey olsun… Hanımefendi neyi arzu ederse onu göndersin.”
Gülnar, karşılıklı konuşmalarını kesti:
“Hep anladım… Fakat…” dedikten sonra maşitanın yüzüne baktı. Hâlinde Dahhâk’ın önünde söylemekten çekindiği bir şeyi yalnız maşitasına söylemek istediği anlaşılıyordu.
Reyhane bunu hissedince Gülnar’a:
“Galiba uykusuzluktan yoruldunuz, rahata muhtaçsınız.” diyerek ayağa kalktı.
Dahhâk, maşitanın maksadını anlayarak o da ayağa kalktı.
Sanki gitmek için izin istiyor gibi elleri göğsünde olduğu hâlde başını eğerek:
“Her ne olursa can ve baş ile her emrinizi icraya hazırım. Sadakatimden emin olunuz.” dedikten sonra dışarı çıktı.
15
HEDİYE
Gülnar, Dahhâk’ın sözlerinden memnun olduğu hâlde ayağa kalktı. Duyulmaktan çekinerek yavaş yavaş odasına doğru gitmeye başladı. Reyhane de kandili söndürdükten sonra hanımının arkasından gitti. Gülnar’ın odasına varınca içeri girdiler. Gülnar yatağa uzanarak yorganı üzerine aldı. Çünkü köşkün yazlık kısmından geçtiği esnada üşüdüğünü hissetmişti. Maşita da başını boynunun etrafını şalla sarmış olduğu hâlde hanımın yanında oturdu. İkisi de bu şekilde oturunca maşita söze başladı.
“İtirazınızın sebebini anlıyorum, hanımcığım!”
“Peki, sen ne fikirdesin? Pek zor bir mevkide bulunduğuma katılıyor musun?”
“Mevkinize katılıyorum, mesele zordur. Fakat halledilmeyecek bir meselede değil…”
Gülnar, maşitanın sözünü keserek:
“Nasıl halledebileceğiz? Kendimi iki çekiç arasında ezilmiş gibi görüyorum. Bir taraftan pederim beni Kirmani’nin oğluna nişanlamış. Yakında onunla nikâhlanacağım. Diğer taraftan ise (ansızın öksürerek) kalbimi başkasına esir görüyorum. Bununla beraber bu sevda karşılıklı mıdır? Değil midir? Bilemiyorum. Pederimin emrinden, baskısından nasıl kurtulabileceğim? Kalbimi ele geçiren bu aşk karşılıklı olmazsa sonra hâlim ne olur?”
Gülnar bu son sözlerini söylerken üzüntü ve tesirden boğazı tıkanmış, yanakları kızarmıştı. Maşita, hanımının yüzüne bakınca iki damla gözyaşının göz kapakları arasında dolaştığını görerek Gülnar için pek yaralayıcı oldu. Gülnar’a teselli edici sözler söylemekle kederinin hafifletmeye çalışmayı zaruri gördü.
“Hanımcığım, Kirmanizade meselesini o kadar mühim bir şey görmüyorum. Yarın bile onunla nikâhlanırsanız onun yanında kalabilmeniz için mutlaka pederinin, Ebu Müslim’e karşı üstün gelmesi gerekmektedir. Ebu Müslim ona mağlup olursa size layık bir adam değil demektir. Tersine Ebu Müslim galip gelirse o hâlde zorunlu olarak onunla evleneceksiniz. Çünkü Ebu Müslim, Kirmani’yi mağlup edince onun her nesi varsa cümlesini eline geçirir. Ona ait ne varsa alır. Bununla beraber her hâle rağmen Kirmanizade’yi sevmediğinizden dolayı uzak yaşamak istiyorsanız akıllıca düşünmeliyiz. Onun hanesinde de sanki pederinizin hanesinde oturuyorsunuz gibi uzun bir süre rahat kalmak için çare bulmak zor bir şey değildir.”
Gülnar, maşitanın imasını anlayarak mahcup olduysa da durumu el altından gösterebilen hâle karşı büyük bir ferahlık duymaktan kendini alamayarak kederle karışık olarak tebessüm etti.
Maşita söze devam etti.
“Şimdi, Ebu Müslim’e yetişmek için çareyi düşünmek kalıyor… Doğruyu söylemek lazımsa bu zevzek Dahhâk pek iyi düşündü. Fikrini uygun görmüş olmalısınız. Çünkü daha önce hiçbir haber vuku bulmadan, birdenbire Ebu Müslim’e görüşme isteğiniz hafifliğe işaret olabilir. Bana kalırsa Dahhâk aracılığıyla kendisine siyasi hareketine yardım adına bir miktar para göndermeniz, Dahhâk parayı takdim ederken gerek kendisini gerek takip ettiği maksadı sevdiğini ona ustalıkla anlatır. Bakalım kendisi ne cevap verir. Para yerine, kendisine meyil ve muhabbeti gösterir özel bir hediye göndermek isterseniz bence daha iyi olur.”
Gülnar, maşitanın bu fikrini beğendi. Yatak üzerinde uzanmışken doğrulup oturdu, dedi ki:
“Reyhane son tavsiyen daha ziyade uygun. Özel bir hediye göndermek daha manidar olur. Çünkü bu hediye üzerine Ebu Müslim’in hakkında kalben ne his beslediği derhâl anlaşılır. O hâlde ne gibi bir hediye gönderelim?”
Maşita cevap verdi:
“Komutanlara takdim edilecek hediyelerin en güzeli kılıçtır. Ona, kıymetli taşlarla döşenmiş bir kılıç gönderirseniz, götüren adam da bu hediyenin sizden özel bir hediye olduğunu anlatırsa onun zaferleri ve başarısı hakkındaki saf niyetinize bir kat daha inanır, kalben size karşı bir muhabbet beslerse onu göstermekten kendini alamaz.”
“Fakat bu kılıcı nereden bulayım?”
“Hanımcığım para ile bu pek kolay ele geçer. Dahhâk’a para veririz. Bir kılıç satın almaya memur ederiz. Bir saat içinde o, gider bulur getirir.”
Gülnar işin bu derece kolayca hallolmasından memnun olarak:
“Bu işi özellikle senin ellerine havale ediyorum. Paralar hazinedarımızın yanında. Ondan istediğin kadar para al yalnız son derece dikkat et. Pederim bu olaylardan haber almasın. İşi anlarsa hâlimiz yaman olur.”
“Hanımcığım hiç merak etmeyiniz. İnşallah hayırdan başka bir şey olmaz. Şimdi merakı bir tarafa atınız. Güzel güzel uyuyunuz. Usulünce her şeyi düzenleyeceğim. Rahat olunuz.”
Reyhane bu sözleri söyledikten sonra hanımının başından, elinden öperek yalın ayak oradan çıkıp kendi odasına gitti. Gülnar pek ızdıraplı ve hicranlı bir hâlde bulunduğundan o gece pek az uyku uyuduğuna şüphe yoktur.
Şimdi bunları kendi tedbirlerini hazırlamakta bırakalım da Ebu Müslim’e gelelim. Ebu Müslim ile Halit’in misafirhaneye giderek uyuduklarını söylemiştik. Fakat hakikat, Halit’in de Ebu Müslim’in de gözlerine uyku girmiyordu. O, gerçekleştirmek istediği büyük inkılabı, bu uğurda karşılacağı bütün zorlukarı derin derin düşünüyordu. Ebu Müslim pek dikkatli, fikren son derece gözü açık, gelecek hakkında pek ziyade şüpheye yer bırakacak hiçbir şeye itimat etmeyen bir adamdı. Bunun için yatağında uzanmışken yapmaya mümkün ne kadar şeyler varsa mutlak başaracağını farz ediyor, bir tek başarısızlığa uğramayayım diye olabilecek her şey için tedbirler, çareler kuruyordu. Pek az uyuklar gibi olduktan sonra rüzgâr, gök gürültüsü ve yağmur sesi üzerine uyanarak yollarda oluşan çamurların kendisini yoldan alıkoyabilmesi ihtimaline karşı canı sıkılmaya başladı. Yataktan kalkarak penceren etrafa baktı. Şimşek ışıkları ile her tarafın su ve çamur kesildiği görülüyordu. Biraz sonra şafak söktü. Ebu Müslim, Halit’in o vakte kadar uyanmış olacağını kestirerek odasına gitti. Fakat odaya girmek istediği zaman Halit’in abasını giymiş sarığını başına ve çenesine sarmış olduğu hâlde kapıdan dışarı çıkmakta olduğunu görerek ona “Halit!” diye hitap etti.
Halit, beklemediği bu sese karşı derhâl “Buyurunuz.” cevabı verdi.
“Bütün gece hatırımdan çıkmadı. Casusluk etmek için gönderdiğimiz adam acaba dediğimizi tamamen yapabildi mi? Bu hususta ne fikirdesin?”
“Zannederim ki isteğimiz bilgileri ele geçirmiştir. Yanımıza dönmek için meydana gelen gecikmeden dolayı merak etmemeli. Pek işgüzar, muktedir bir adamdır. Mutlaka yağmur, çamurdan geç kalmıştır.”
“Bilseniz, onun dönüşünü ne kadar sabırsızlıkla bekliyorum. Merv’de bulunan düşmanlarımızın durumu hakkında bilgi getirmelidir ki onlara karşı gelebilmek için biz de ona göre tedbirler hazır edelim.”
“Ben de bütün gece bu meseleyi düşünüyordum. Hatta bunu merak ederek gece uyuyamadım. Fakat her hâlde bu adamın gayret ve sadakatinden eminim. Bu adam sizden pek çok korkuyor. Fazla olarak Nasr b. Seyyar hakkında şiddetli bir düşmanlığa sahiptir. Her nerede ise gelip bizi bulacak.”
“Zaten büyük ordugâhımıza Nasr b. Seyyar’ı seven tek bir adam yoktur. Yalnız Kirmani’den korkuyorum. Hileyle adamlarımızı kandırır. Kendi tarafına çeker. Çünkü bu adamın da elinin altında iş yapabilecek adamlar vardır. Aldığım malumat göre Kirmani, Nasr’ı, Merv şehrinden dışarı itmiştir. Şehri her yerini kontrol altına almıştır.”
Ebu Müslim ile Halit bu sohbette bulunurken hanenin çevresinden bir hareket işittiler. Meğer uşaklar odayı ısıtmak için içi ateş dolu büyük bir mangal getiriyorlarmış. Uşaklar mangalı odanın bir tarafına koyduktan sonra üzerine buhur attılar. Ateşten güzel bir koku etrafa yayılmaya başladı. Ebu Müslim ateş ve buhurun cazibesiyle halı üzerine serilmiş bir mindere oturdu.
Tiftikten siyah bir örtüye sarıldı. Sarığını düzensiz bir hâlde başına sararak Halit’e yanı başında oturmasını işaret etti. Ebu Müslim bir süre durgunca oturduktan sonra sabah namazını kılmadığı hatırına gelerek ayağa kalktı. Onun ayağa kalkması ile beraber Halit de eşlik etti. İkisi abdest aldıktan sonra birlikte sabah namazını kıldılar. Sonra eski yerlerine gelip oturdular. Buraya ulaşmadan önce Merv şehri hakkında bilgi getirmek için bir casus göndermişlerdi. Casus lazım olan bilgileri topladıktan sonra buraya gelip kendilerine kavuşacaktı. İşte gerek Ebu Müslim gerek Halit sessizlik içinde bu adamı düşünüyorlardı.
16
EBU MÜSLİM İLE DAHHÂK
Bir müddet sonra uşaklar tarafından kurulan sofrada Ebu Müslim ile Halit yemek yedikten sonra ellerini yıkadılar. Ebu Müslim pek az söz söyler bir adam olduğu için yemek esnasında kendisi ile Halit arasında pek az söz konuşulmuştu.
Kuşluk zamanı olunca Ebu Müslim’in uşaklarından biri odaya girerek bir şey söylemek istediğini gösterir bir tavırda durdu.
Ebu Müslim, uşağa:
“Ne söyleyeceksin?” diye sordu.
Uşak: “Efendim, kapıda bir adam var. Sizi görmek istiyor.”
“Bize mensup adamlardan biri midir?”
“Hayır, Merv beyinin adamlarındandır.”
“Bırak, girsin.”
Bunun üzerine Dahhâk omuzu üzerinde gayet ağır bir torba taşıdığı hâlde içeri girerek torbayı mangalın yanına koyduktan sonra kapıyı kapadı. Gayet terbiyeli bir tarzda yürüyerek Ebu Müslim’in karşısında durdu. Ebu Müslim yüksek ve biraz sert bir sesle:
“Kimsin, ne istiyorsun?” diye sordu.
“Merv beyi adamlarındanım, efendimize gizlice, önemli bir mesele arz etmek istiyorum.”
Dahhâk söz söylerken yüzüne şaklabanlık hâli görünmemesine son derece gayret ediyordu. Halit, Dahhâk’ın gizli bir görüşme talep ettiğini görünce yerinden kalkarak odanın dışına çıktı. Ebu Müslim, Dahhâk’a oturması için işaret etti.
Dahhâk, eğilip Ebu Müslim’in elini öperek:
“Efendimize gizli maruzatta bulunmak memuriyetiyle geldim. Maruzatımın gayet gizli tutulması için yalvarırım. Ben bir elçiyim. Elçiye zeval yoktur.” dedi.
Ebu Müslim: “Söyle, korkma.”
Bunun üzerine Dahhâk abasının altından işlenmiş bir kılıç çıkararak Ebu Müslim’e sundu. Ebu Müslim kılıcı görünce bu işte bir hile, bir suikast bulunduğunu ihtimal vererek yüzünü ekşitti. Dahhâk’a sert, şiddetli nazarlar ile bakmaya başladı. Dahhâk, Ebu Müslim’in düşüncesini hisseti. Biraz alıklık ile karışık bir tebessüm ile güldüğü hâlde dedi ki:
“Bu ordu komutanının kendisine hediye getiren benim gibi önemsiz, zevzek bir hizmetkârdan çekinmesi uygun mudur? Efendimiz gibi yürekli ve şiddet ile meşhur bir zatın huzuruna itaat ve sadakattan gayri bir fikirle girmeye kim cesaret edebilir? Sert bakışlarınızdan titriyorum. Hayatım bir sözünüze bağlı, istirham ederim. Bir tebessüm ile kulunuza cesaret veriniz.”
Dahhâk bu sözleri söylerken büyük bir korku, bir telaş ile âciz olduğunu gösteriyordu. Yahut gerçekten de korkmuştu. Çünkü Ebu Müslim korkunç heybet sahibi bir adamdı. Korkmadan, titremeden yüzüne dikkatli bakılamazdı.
Ebu Müslim kılıcı Dahhâk’tan alarak ona korku vermeyecek bir şekilde yapma tebessümde bulunduğu hâlde elleri arasında çevirmeye dikkatli dikkatli muayene etmeye başladı. Sonra o vakte kadar ayakta kalmış olan Dahhâk’a bakarak oturması için işarette bulundu.
Dahhâk sağa sola bakarak büyük bir edep, terbiye ile oturdu.
Ebu Müslim, Dahhâk’a sordu:
“Benden bir istekte bulunacaksın, değil mi? Arap mısın?”
Dahhâk korktuğunu gösterir bir tavırda biraz geriye çekilerek cevap verdi:
“İmam hazretleri tarafından buraya gelen emirin, kulunuza acaba bize de ihtiyacı olabilir mi? Efendimizin merhametine sığınırım.”
Ebu Müslim, pek nadir güldüğü hâlde Dahhâk’ın sözlerine, hâl ve tavrına karşı gülmekten kendini alamayarak cevap verdi.
“İmam hazretlerinin emri, bütün Araplar içindir. Çünkü imam hazretleri bizzat Arap’tır. Telaş etme, ne demek istiyorsan söyle.”
Dahhâk kapıya bir bakış fırlattıktan sonra dedi ki:
“İlk olarak efendimizden maruzatımın gayet gizli tutulmasını istirham ederim. Söyleyeceğim şeyler belki efendimize faydası olur. Fakat bunlar işitilirse kulunuza zarar verir.”
“Emin olarak söyle, korkma her ne söylersen aramızda gizli kalır.”
“Efendim, hanım Gülnar… Onu tanır mısınız?”
Ebu Müslim kadın isminin söylenmesinden bir anda canı sıkılarak:
“Dediğin hanım buranın sahibi olan Merv beyinin kızı değil midir?”
“Bizzat kendisidir. Tanırsınız zannederim. İşte bu hanım dünkü buluşmada efendimizi görmüş, sahip olduğunuz kudret ve cesaretten beğeni duymuştur. Hizmet ettiğiniz maksadı pek yüce görmüş. Pederinin bu maksada katılarak para vermesini anlamış. Kendisi de bu fikir, bu mücadelenin taraftarı olduğu için bizzat bu önemli girişime katılarak şahsi parasından yardım maksadıyla kutsal bir vazifeyi üstüne almıştır. (Eli ile torbayı göstererek) Herkesten, özellikle de pederinden gizli kalmak üzere kulunuz aracılığıyla efendimize değeri yüksek para takdim ediyor. Hanım buna karşılık efendimizden kabul etmenizi, memnuniyetinizden başka bir şey beklemiyor. Bir de yadigâr olarak efendimize bu kılıcı takdim ediyor. Bu pek eski ve uğurlu bir kılıçtır. Bunu kuşanan mutlak düşmanına galip gelir.”
Ebu Müslim kılıca tekrar baktıktan sonra kılıfından çıkarıp demirini muayene etti. Kılıcın hareleri olan demiri cam gibi parlıyordu. Ebu Müslim:
“Galiba zehirlidir.” dedi.
“Ben de öyle zannediyorum çünkü hanım onu bana emanet ederken bu kılıç ile her kim yaralanmışsa yarası ne kadar hafif olursa olsun bir ölümden kurtulmamıştır.” diyordu.
“Demek kıymetli bir hediye. Daha başka bir diyeceğin var mı?”
“Evet, bir diyeceğim daha var. Fakat bunu hanım kıza karşı bile saklı tutulmasını istirham ederim. Emir hazretleri onu saklı tutacağını söz veriyor ise söylerim. Yoksa beni bu saatte bu kılıç ile öldürür bu hıyanetten kurtarırsanız hiç umurumda değil…”
Ebu Müslim, Dahhâk’ın kullandığı sözlerin tuhaf, kendisi de hafif ruhlu görerek:
“Ne diyeceksen söyle, korkma.” dedi.
“Cesaretimden dolayı gücenmeyeceğinize de söz verir misiniz?”
“Sana dedim ya söyle, korkma.”
“Peki, söyleyeyim. Hanımın, Merv beyinin kızı zamanının en güzeli olduğunu herkes bilir. Bunun için ne kadar bey varsa ona sahip olmayı arzuluyorlar. Fakat kendisi hiçbirine meyletmediği için cümlesini reddediyor. Merv şehrini kuşatan Arapların emiri Kirmani bile onu kendi oğluna istemiş. Babası da buna uygunluk vermişken kendisi bu izdivacı istemiyor. İhtimal pederinin emrine karşı gelmemek için Kirmanizade’ye varacak. Fakat hiçbir zaman onun kalbi Kirmanizade’nin olmayacaktır. Çünkü onun kalbi Kirmani’den daha büyük bir adamda, Horasan’ın en büyük adamına meyletmiştir. Müsaade buyurursanız, bu adamın ismini söyleyeyim.”
Ebu Müslim, Dahhâk’ın kendisini demek istediğini derhâl anladı. Zaten başlangıçtan beri işin farkına varmıştı, dedi ki:
“İsmini söylemek istediğin adam bu oda dâhilinde değilse söyleyebilir misin?”
“Sanki o adamın ismini söyleme demek istiyorsunuz, değil mi? Çünkü o adam bu odanın dâhilindedir. Fakat herhâlde o adam ben değilim.”
Dahhâk bunu söyleyerek güldü. Ebu Müslim de gülmesinden kendini alamadı.
“Hoş sözlü, ağırbaşlı olmayan bir adama benziyorsun daha başka söyleyeceğin var mı?”
“Teveccüh ve övgü dolu sözlerinize teşekkür ederim. Fakat hâlâ isminizi söylemekten korkacaksam bu teveccühün bana ne faydası var?”
“Sana dedim ya söyle, korkma, cesaretinden dolayı gücenmiyorum. Çünkü anlaşılan beni iyi tanımıyorsun.”
“İzin buyurduğunuz dereceden çok fazla tanırım. Ne demek istediğinizi pek iyi anladım. Bu iş için huzurunuza gelmeye cesaret ettimse arzu buyurmadığınız bir şeyi teklif etmeye geldim. Hediye sahibesine yalnız bir şey taahhüt ettim. O da memnuniyetinizden ibaret. Bu memnuniyet aşikâr olsa da kusuru yok. Şunu da arz etmek isterim ki efendimizden memnun olduğunu gösteren bir işaret, o maşuk kızı, elde bir aracı gibi kullanmanızı sağlar. Bu aracılığı da Kirmani’nin konağında yahut Merv emiri Nasr b. Seyyar’ın konağında her nerede isterseniz kendi menfaatiniz için pek kolaylıkla kullanabilirsiniz. Gülnar pek boş ümitlere, hayallere düşmüş yazık! Fakat arz ettiğim yerlerde size pek mühim hizmetler edebilir. Maksadımı sanırım anladınız daha ziyade söylemek lüzum yoktur, zannederim.”
Ebu Müslim bir süre gözlerini yere dikerek Dahhâk’ın sözlerini düşünmeye başladı. Dahhâk’ın düşünceleri faydalı nasihatlerden değildi. Fakat Ebu Müslim bu meseleyi uzatmasını arzu etmiyordu. Ebu Müslim kılıcı önünde kaldırarak minderin arkasına koydu. Kapıya doğru baktı. Dahhâk bu bakıştan Ebu Müslim’in artık çekilmesini arzu ettiğini anladı. Gitmek için ayağa kalktı:
“Emir buyursanız hazinedarınıza bu keseleri teslim edeyim.” diyerek mangalın yanında bulunan torbaya doğru yürüdü.
Ebu Müslim ellerini birbirine vurması ile içeri giren ağasına, “Hazinedarı çağır!” emrini verdi.
Kapı ağası odadan çıktı. Biraz sonra hazinedar ile içeri girdiler. İbrahim, Dahhâk’ın Ebu Müslim ile yalnızca odada bulunduklarını görünce korkuya düştü. Fakat çok geçmeden Ebu Müslim’in kendisine hitaben, “Bu adamın sana vereceği parayı al deftere geçir.” dediğini işiterek biraz rahatladı.
İbrahim, Dahhâk’a yaklaştı. Dahhâk, büyük torbayı açarak içinden mühürlü on kese çıkardı.
“On kesedir. Her birinde büyük dinarı Yusufi vardır.” dedi.
Fakat Dahhâk, bu son cümleyi söylerken “Yusufi’’ kelimesini kasten uzun telaffuz etmişti.
İbrahim o şekil telaffuzdan maksat olan manayı anladığı hâlde ona önem vermedi. Çünkü Dahhâk’ın o sözü kendisini zarar vermek için değil, şaklabanlık olsun diye telaffuz ettiğini hissettirmişti. İbrahim keseleri alarak:
“Kimin tarafından veriliyor?” diye sordu:
Ebu Müslim: “Benim tarafımdan veriliyor. Öyle yaz bu kadarı kâfidir.” cevabını verdi.
İbrahim, Dahhâk’ın fesat ve şerrinden büsbütün kurtulmuş olduğunu düşündüğü hâlde keseleri alıp gitti. Odada Ebu Müslim ile yalnız kalan Dahhâk emire yaklaşarak eğilip elini öptükten sonra çekilip çıktı.