Sadece LitRes`te okuyun

Kitap dosya olarak indirilemez ancak uygulamamız üzerinden veya online olarak web sitemizden okunabilir.

Kitabı oku: «Ebu Müslim Horosani'nin İntikamı»

Yazı tipi:

Corcî Zeydân; 14 Kasım 1861 tarihinde, Beyrut’ta doğdu. Fakir bir aileye mensup olan Zeydân, küçük yaşlarda annesinin yönlendirmesi ile çeşitli medreselerde eğitim aldı. Farsça ve İngilizcenin yanı sıra matematik ilmini de öğrendi. Geçimini sağlamak için daima çalışan Zeydân, 1881 yılında Amerikan Üniversitesi Tıp Fakültesine başladı. Diğer öğrencilerden farklı olması yönüyle ön plana çıktı ve üniversitenin onaylamadığı Darwin teorisini destekleyen hocaların yanında bulunarak katıldığı bir boykot sonucunda okulundan uzaklaştırıldı. Eczacılık diplomasını almayı başarsa da maddi sıkıntılar nedeniyle tıp öğrenimini yarıda bıraktı; edebiyat, tarih ve dil alanlarına yöneldi. Kahire’nin günlük olarak basılan tek gazetesi ez-Zemân’da çalışmaya başladı ve bu süreçte Beyrut istihbaratına üye oldu. 1885 yılında Doğu Bilimler Akademisine üye olarak seçildi; bununla birlikte İngilizce, Fransızca, Almanca, İbranice ve Süryanice dillerine hâkim oldu. Genç yaşlarında birçok ülkeye seyahat etme imkânı buldu ve bu esnada oryantalizmi yakından tanıdı. 1886 yılında ilk kitabı olan el-Elfâzu’l-‘Arabiyye ve’l-Felsefetu’l-Luğaviyye’yi yayımlayan yazar, Jön Türkler’i desteklediği gerekçesiyle Osmanlı topraklarına ancak Meşrutiyet’ten sonra girebildi. Bir dönem Kahire Üniversitesinde öğretim görevliliği yaptı, üniversite yönetimi için hassas olan konuları tartışması üzerine görevinden uzaklaştırıldı. Bunun üzerine 21 Temmuz 1914 tarihinde, Mısır’da vefat etti.

1
EBU MÜSLİM HORASANİ

Emevi Devleti, hüküm sürdüğü yıllarda hilafet düzeninden vazgeçip padişahlık şekline geçince, dört halife dönemindeki yönetimden farklılaşmıştır. Ayrıca son derece ırkçı bir yol tutması onları Abbasi Devleti’nden ayırır.

Emevi Devleti, ashaptan birtakım akıllı insanların gayretleriyle kurulmuştur. Fakat valiler, halka eşit şekilde davranma hususunda kusur etmişlerdir. Eziyet altında olan kavimler hâkim olan unsurlardan farklı muamele görmüştü. Bu fark, baskı altında yaşayan halkı günden güne gücendirdi. Çünkü aynı topraklarda yaşayan iki kavim arasındaki fark, epey göze çarpıyordu. Cahiz’in Kitab-ül Mevali’sinde okunduğuna göre Haccac bin Yusuf, kendisinin düşmanı olan İbnü’l-Eş’as ile savaşan Mevali’yi1 bir daha bir araya gelmemek için dağıtmak istediği zaman, bunlardan her birinin avucuna damga vurur gibi gönderdiği şehrin ismini nakşettirmişti. Hatta Mevali için künye taşımak bile uygun değildi; onlara yalnız isim ve lakapları ile hitap ederlerdi.

İşte bu gibi davranışlar dolayısıyla Emeviler yerine diğer bir devlet teşkiline çalışanlar ile halk arasında birliktelik oluyordu.

Eğer Emevi Devleti’nin halife ve valilerinden bazılarının iktidarlı, başarılı, yönetimleri adaletli olmasaydı bu devletin yıkılması daha kısa zamanda gerçekleşirdi. Emevi Devleti; Muaviye, Ziyad bin Ebih, Amr bin Âs, Muğire bin Şu’be gibi halifelerin iktidarları sayesinde vücut bulmuştu. Halk, Muaviye’nin ya kılıcından korkararak yahut lütuf ve ihsanına minnettar olarak onun hükümdarlığını kabul etmişlerdi.

Daha sonra meydana gelen birçok olayda, hilafetin doksan seneden fazla Emevilerde kalmasına hizmet etmişti.

Bu müddet zarfında ehlibeyitten bazıları hilafeti geri kazanmaya çalıştı fakat başarılı olamadılar. Bunlar iki büyük fırkadan oluşuyorlardı. Biri peygamber efendimizin amcasının oğlu olan Hazreti Ali’nin evlat ve torunlarından oluşan Aleviler; diğeri peygamberimizin amcası olan Abbas bin Abdülmuttalib hazretlerinin evlat ve torunlarından olan Abbasilerdi. Alevilerin de bir kısmı peygamberimizin kızı Hazreti Fatıma’nın erkek evlatları olan Hazreti Hasan ve Hüseyin ile bunların evlat ve torunları; diğer kısmı ise Hazreti Ali’nin diğer evladı olan Muhammed bin El-Hanefiyye adına hilafeti talep ederlerdi. Adı geçen kişiler, Muhammed’in taraftarları (Fırka-ı Keysaniyye) Abbasilerin taraftarları da (Fırka-ı Ravendiyye) adlarıyla bilinirler.

Abbasiler, Emevi Devleti’nin ancak son zamanlarında hilafeti istemeye başladılar. Hâlbuki Aleviler, ta Muaviye zamanından itibaren hilafeti kazanmaktan vazgeçmiyorlardı. Daima İslam topraklarının her tarafına adamlar gönderiyor, halkı kendi taraftarlıklarına davet ediyorlardı.

Bunlar pek çok defa bir araya gelerek binlerce taraftar toplayabilmişler fakat maksatlarını gerçekleştirmede başarılı olamamışlardı. Bu şekilde hicretin birinci asrı geçti. Artık Emeviler zayıf düşüyor, devletleri de yıkılmaya yüz tutuyordu. İşte bu sırada Keysaniyye Fırkası kötüleşti. Bunlar, Muhammed bin El-Hanefiyye’nin oğlu Ebu Haşim’i halife yapmak istiyorlardı. Irak’ta, Horosan’da Keysaniyye Fırkası’ndan pek çok taraftar bulunmaktaydı. Ebu Haşim, vefatından önce hilafetin Abbasiler adına değişmesini vasiyet etti. Ebu Haşim vefat edince fırkası, hazreti peygamberin amcası Hazreti Abbas’ın oğlu Abdullah’ın torunu Muhammed bin Ali’nin yanına gelerek hâkimiyetini tanıdılar. Muhammed bin Ali, hicretin yüzüncü senesinde hilafetine taraftar kazanmak için her tarafa gizlice adamlar gönderdi. Bu davete uyanların çoğu Mevali (yani Arap olmayan Müslümanlar) ve özellikle Şam’da Emevi hilafetinin merkezinden uzak bulunan Horasan halkıydı. Hicretin yüz yirmi dördüncü senesinde bu kişiler, Muhammed bin Ali vefat edince taraftarları oğlu İbrahim’e uydular. İbrahim’e “İmam” adı veriliyordu. Zaman geçtikçe Abbasiler kuvvet buluyor, Emeviler ise tersine zayıf düşüyordu. Nihayet hicretin yüz otuz ikinci senesinde Emevi Devleti büsbütün yıkılınca Abbasi Devleti onun yerine kuruldu.

Ebu Müslim Horasani adında İranlı bir delikanlı, bu olaylar sırasında Abbasilere taraftar olanları kumanda ediyordu. Bu romanın kahramanı işte bu zattır.

2
MERV BEYİ

İslamiyet’ten önce İran; Horasan, Maveraünnehir şehirleri ve köylerinden meydana gelmişti. Hükûmet adamları şehirlerde ikamet eder ve bütün kuvvetlerini oralarda bulundururlardı. Avrupa’da derebeylik devrinde köyler, kontlar ve lortlardan oluşmuş, asalet sahiplerinin elinde kılıç ve ok bulunmuştu. İşte adı geçen memleketlerde “dihakeyn” adıyla bilinen köy ağaları vardı. Buralarda, birtakım İranlı boyların hâkimiyeti bulunmaktadır. Bu beyler arazileri bölerek kiraya veriyorlardı. Her arazi bağlı olduğu beyin ismine mensuptur. Kiraya verilen arazinin güvenliği beyin askerine, tarım ve imarı da adamlarına aittir. Toprağından kazandıklarıyla geçinen bey ile adamları memleketin asıl sahipleri olan Ariyen ırkına mensup insanları köylerde esir gibi kullanıyorlardı. Bu halk göğüsleri yüksek, iri vücutlu adamlardı.

Araplar bu memleketleri fethettikleri zaman Horasan ve civarında bulunan beylerin hâli, açıkladığımız şekildedir. Araplar bu şehirleri ele geçirmişler, şehirlere asker yerleştirmişlerdir. Köylerde ise beyleri, İran Devleti zamanında nasıl ise o hâlde bırakmışlar. Birçok konuda, özellikle vergilerin toplanmasında bu topraklarda yaşayanlar üzerinde sahip oldukları güce güvenerek onları kendilerine yardımcı kabul etmişlerdi.

Fetihler çoğunlukla bu asilzadelerin, yüksek mevkide bulunanlarının durumunu iyice araştırmak için yapılırdı. Diğer taraftan bu beyler hâkimiyet sahibinin beğeni ve güvenini kazanarak, halktan topladıkları paralarla güç ve servet kazanıyordu. Araplar zamanında daha fazla mevki ve varlık sahibi oldular. Bununla beraber bunların gücü ve servetleri çeşitliydi. Birçok çiftliklere, gayet geniş araziye sahip büyük beyler bulunduğu gibi tek bir köye ya da yalnız bir tarla sahibi küçük beyler de vardı. Bu beyler çoğu kez valiler gibi hükûmet memuriyetlerine tayin olunurlardı. Fakat Emeviler, Arap olmayanlara iyi davranmakta kusur ettikleri zaman, bunlara da bazen kötü davranışlarda bulunurlardı. Bunların mezhebi eski İranlıların dini olan Mecusilikti. Emevi Devleti’nin yıkılışında bunlardan yalnız pek azı bu dine sahipti.

Hicretin ikinci asrı başlarında Horasan kıtası beylerinin en büyüğü bilinen, bu toprakların merkezi olan Merv şehri civarında oturan ve pek çok çiftliğe sahip bir beydi. Onun için bu beye, şehre nispetle Merv beyi deniliyordu. Beyin, Gülnar isminde bir kızı vardı ki güzellik ve akıllıktaki şöhreti, pederinin önüne geçmişti. Büyük ve soylu beyler, izdivacına birçok kez talip olmuşken bu kız evlenmek istememekle herkesin saygılı bakışlarını ve hayretini üzerine çekmişti. İzdivacına talipleri çoğaldıkça pederi, işi kızının kendi kararına bırakıyor, kızını sürekli olarak gördükçe ona karşı gelmek istemiyordu. Bu bey, Merv şehrinin güneyinde şehre birkaç mil mesafede olan büyük ve muhteşem bir köşkte yaşamaktaydı. Köşkün etrafı meyve ağaçları ve çiçek bahçeleri ile dikkat çekerdi. Bahçelerin etrafında kafesler içinde nadide kuşların yuvalarının ışıltıları ve süslü bahçelerin gönül alan yeşillikleri ayrıca bir güzellik katardı. Köşkün ve bahçelerin etrafını kale duvarı gibi yüksek ve metin bir sur kuşatıyordu. Beyin maiyetinde bulunan adamların ikametine mahsus haneler, bunların aralarında çiftçiler ve hademeye ait sazdan yapılmış kulübeler, surun dışındaydı.

Köşkte bey ile haremlerinden, hususi hizmetçilerinden, kızından başka kimse oturmazdı. Bu kızından başka beyin çocuğu yoktu. Fakat bu köşk, kendine özgü öyle bir tarzda bina edilmişti ki ona bakan İslamiyet’ten evvel İranlıların içinde ibadet ettikleri ateşhanelerden biri olduğu düşüncesine kapılmaktan kendini alamazdı. İhtimal ki bu köşk vaktiyle bir ateşgedeydi. Sahipleri Müslüman olunca köşkü ikametgâha çevirmişler, etrafına o bahçeleri düzenlemişler ve surları inşa etmişler. Köşkün cephesinde mermerden büyük direkler vardı. Direklerin üzerinde eski savaş kahramanlarını, Mecusilere özgü dualarla süslenmiş birtakım Pehlevi nakışlar işlenmişti. Bunlar gözle görülürdü. Direklerin arasında bahçe zeminiden yüksek ve bahçeye nazır mermerden zemini örten tavanın bir yüzüde Mecusilerin eski efsanelerine, bazı savaşlarına; dinleri ile ilgisi olan boyalı resimler ile süslemeler yapılmıştı. Buraya direkli salon yahut büyük salon adı veriliyordu.

Salonun arkasında kadife ve atlas kumaşından, İran tarzında gayet gösterişli bir şekilde döşenmiş büyük odalar vardı.

3
GÜLNAR

Hicretin yüz yirmi dokuzuncu senesinde, Recep ayının mehtaplı bir gecesinde, Merv beyi büyük salonda direklerin arasında oturuyordu. Salona ağır kilimler ve üzerleri sırma ile işlenmiş minderler döşenmişti. Salonun ortasında sandal ağacından yapılmış; sedef ile süslenmiş taht gibi bir şey üzerine sırtında zırh, başı demirden, ata binmiş bir yana kılıcı sarkmış eski bir İran kahramanına benzer küçük bir altın heykel konulmuştu. Gerek kahramanın gerek atın gözleri kıymetli taşlardandı. Ortada bulunanı hepsinden büyük olmak üzere tavana asılı olan fenerlerin kafesi, her gece olduğu gibi salonu aydınlatmak için yakılmıştı. Fakat ayın ışığı buna gerek bırakmıyordu.

Bey, salonda ipekli minderlerden birinin üzerinde bağdaş kurup oturmuştu. Dallı ipek kumaştan bir kaftan giymişti. Başında deriden bir külah, külahın etrafında rengi beyaza çalan Keşmir şalından küçük bir sarık vardı. Mevsim ilkbahar olduğu için kaftanın içi kürk kaplıydı. O gece bilhassa rüzgâr serin esiyordu. Bey boynunu ve sakalının bir kısmını örtecek derecede kaftanın içine bürünmüş, gömülmüştü. Büyük çehreli, iri gözlü, büyük burunlu bir kısmı ağarmış sarı saçlı olan bu adam altmışını geçkinken çehresi elliden fazla göstermiyordu.

Bey, orada bir müddet yalnız oturduktan sonra birdenbire ayağa kalktı. Kızının odasına doğru yürüdü. Beyin birdenbire kalkıp gelmesini beklemeyen hizmetkârlar şaşırarak her biri bir tarafa çekilip durdular.

Gülnar, akşam yemeğinden sonra odasına çekilerek maşitasını 2çağırmış onun yardımıyla elbisesini ve mücevheratını çıkarmaya başlamıştı. Sonra yatıncaya kadar maşitası ile konuşup vakit geçirmek üzere yatağın yanı başında oturdu her ne kadar yatmak zamanı henüz gelmiş değilse de Gülnar, maşitası ile yalnızca konuşmak, onun fikir ve tecrübesinden faydalanmak için bir bahane bularak odasına çekilmişti.

Gülnar pek gösterişli ve benzersiz bir güzelliğe sahipti. Uzunca yuvarlık yüzlü, dolgun vücutlu, yeterince uzun boylu, şeffaf bir pembelik aksetmiş beyaz benizli, siyah ve uzun saçlı; beyaz tenlerde nadir bulunan cazibedar ve tatlı bir şirinlik suretiydi. Çünkü dikkat çekicilik, çoğunlukla esmer güzellerinde bulunurdu. Çenesinin ortasında baktıkça tapılan, göze çarpan inci dişleri, ince kırmızı renkli dudaklar ile süslenmiş gibi duran küçük ve zarif ağzına harikulade bir tatlılık; büyüleyici bir güzellik, yanağında da hoş bir çukurluk vardı.

Maşita, Gülnar’ın elbisesini çıkardıktan sonra ona gül renginde, ipekten bir gecelik geçirdi. Saçlarını çözerek fil dişi bir tarakla taradıktan sonra omuzları üzerinde sarkan o hoş saçları bir örgü örerek bağladı. Cidden zeki ve akıllı olan bu maşita aslında esir tacirlerinin Türk ve Hazar memleketinden getirdikleri cariyelerdendi. Bey, onu diğer birkaç beyaz cariye ile beraber satın almıştı. Fakat çok zaman geçmeden bu cariye, zekâ ve becerikliliği sayesinde beyin kızının sevgisi ve güvenini kazanarak maşitası olmuştu. Maşitalar, İranlı beylerin hanelerinde en büyük güç sahiplerindendiler. Çünkü hanımları, bütün sırlarını bunlara açarlar ve mühim işlerde onların gayret ve sadakatlerine güvenirlerdi. Şu hâlde maşita kurnaz ise hanede her işi eline alır. Hem beyi hem hanımı istediği gibi çevirebilirdi.

Reyhane adındaki bu maşita, hanımın son derece güvenini ve muhabbetini kazanmıştı. Özellikle Gülnar’ın validesi vefat edince onun için maşitasından başka bir dost, bir sırdaş kalmamıştı. Gülnar elbisesini değiştirmeyi bitirince gök renkli, atlas yüzlü, deve kuşu tüyünden bir yatak üzerine uzanarak içine gömüldü, kaldı. Sol kolu ile sırmalı bir yastığa dayandı. Yanağını avucu içine aldı. Yorganı omuzunun aşağısına kadar üstüne çekti. Sağ kolunu yorganın üzerine uzattı. Bileziklerden başka elindeki mücevheratın fazlasını çıkarmıştı. Geceliğin kolu dirseğine kadar sıyrılmıştı. Ne hoş ne göz alıcı ne beyaz bir ten görülüyordu.

Hele elin hoşluğu hayat vericiydi. Gülnar o vaziyette uzanmış olduğu hâlde yüzünü Reyhane’ye doğru çevirmişti. Reyhane, başına ve boynuna Keşmir kumaşından bir örtü atmış; uzun bir entarinin altına da o zamanki İran kadınlarının tarzında pek geniş bir şalvar giymişti. Üzerinde mücevheratından hiçbir şey yoktu.

Reyhane, Gülnar’ın yanı başında oturdu, elbisesini değiştirirken hanımında gördüğü sessizliği, can sıkıntısını merak ediyordu. Şakalaşmak, gülüşmek için o gibi zamanları fırsat saymak âdetiydi. Gülnar’ın söz söylemediğini görünce edebinden odasında sessizliği tercih etti. Hanımının neler düşündüğünü kısmen biliyordu. Fakat hanımı tarafından söze başlanmasını daha uygun görüyor daha düşünceli hareket ediyordu. Gülnar yastığına yaslanınca maşitasına, odanın kapısını kapamasını söyledi. Reyhane kapıyı kapadı. Eski yerine dönerek Gülnar’ın saçına elini uzattı. Parmaklarının uçları ile saçıyla oynamaya başladı. Sonra eli ile hanımının başını okşadı. Maşita, hanımın yüzüne bakıyor sanki bu sessizliğin sebebini soruyor gibi hafif hafif tebessüm ediyordu. Arapça, devletin resmî dili olduğu için o devrelerde İranlıların bir kısmı sınırlı ölçüde bu dili bildikleri gibi Gülnar da biliyordu. Fakat İranlılar kendi aralarında atalarının lisanı olan Farisi ile konuşuyorlardı. Gülnar, maşitasıyla:

“Babamın yaptığına ne dersin?”

“Şüphesiz sizin iyiliğinizi istiyordur.”

“Pek doğru fakat evlenmemi çok istiyordu.”

“Pederinizi bunda mazur görünüz. Hangi peder vardır ki kızının evlenmesini istemez. Hamdolsun büyük bir saadet ve rahat içindesiniz. Pederiniz, Horasan beylerinin en büyüğüdür. Sizden başka evladı yoktur. İzdivacınıza talipler çıktıkça onu reddediyorsunuz. Buna darılıyorsa haklı değil midir?”

Gülnar içini çekti. Sanki konuşmamak istiyor fakat kalbi buna razı olmuyordu. Geceliğinin yakasını düzeltmekle uğraşarak dedi ki:

“Ben de evlenmek istemez miyim zannediyorsun? Fakat görüyorsun ki babam beni evlendirmekte kendi menfaatinden başka bir şey düşünmüyor. Bunu sen de biliyorsun.”

Reyhane işi bilmiyor gibi davrandı:

“Onu ben böyle görmüyorum.” dedi. “Sizi Horasan’da Arap emirlerinin önde gelenlerinin en büyüğü ile evlendirmek istiyor. Bu emir, bu koca ordunun komutanıdır. Hangi kızı isterse ona vermek için yalvarırlar. Ona kim ulaşırsa bu memlekette büyük bir kudret sahibi olur.”

Gülnar, maşitanın sözünü kesti:

“Ben de bunu söylüyordum. Babam beni bu Ordu Kumandanı Kirmani’nin oğluna vermek istiyor. Bu vesile ile onun yanında güç kazanmak vergi toplayarak servetini çoğaltmak istiyor. Hâlbuki Kir-mani bugün kesinlikle buranın emiri değildir. Onun yaptığı, beylik elde etmek içindir. Fakat bunda başarılı olacak mı? Bu kısmı şimdiden kimse kestiremez.”

Maşita cevap verdi:

“Beylik elde edeceğine şüphem yoktur. Çünkü emri altında büyük bir askerî kuvvet var. Horasan’ın karargâh idaresi olan Merv şehrini kuşatma altına almış. Merv emiri Nasr bin Seyyar’ı sıkıştıra sıkıştıra nihayet kaçmaya mecbur etmiş. Belki yakında Nasr gelir. Kirmani’ye teslim olur. O andan itibaren Kirmani, Horasan’ın tek başına amiri olur. Siz de o zaman Horasan emirinin eşi olursunuz.”

Gülnar’ın bu sözlere biraz canı sıkıldı:

“Galiba ne söylediğini iyi düşünerek söylemiyorsun. Kirmani, Horasan emirine galip gelecek onun yerine emir olacaktır, diye pek şüpheli bir ümide kapılarak onun oğluyla nasıl evlenebilirim? Bakalım şimdiki hâliyle kendisine karşı sükût edecek mi? Asker göndererek Kirmani’ye sıkıntı verip onu uzaklaştırmayacağını kim kestirebilir? O zaman bizim hâlimiz ne olur?”

Reyhane gülümsemeye başladı:

“Şimdiki halifeyi düşünüyorsanız bu tarafı hiç merak etmeyiniz. Halife etrafında meydana gelen birtakım endişe verici olaylar ile meşgul. Biraz uzağa bakacak bir hâlde değildir. Hizmetkârınız Dahhâk’tan aldığım bilgiye göre şimdiki hâliyle Mervan bin Muhammed, halife olur olmaz akrabası ve kendi adamlarının bile dâhil olduğu bütün halk ona düşman kesilmiş. Bir zamandan beri Şam diyarındaki düşmanlarıyla uğraşıyor. Bunlara yüz bin zorluk ile üstünlük sağlamış. Şu hâlde Horasan, Kirmani gibi bir adamın eline geçerse emin olunuz halife artık bu toprakların geri alınmasını hiç hatırına getirmez.”

“Pek iyi oldu ki o tuhaf hizmetkârı hatırıma getirdin. Hakikaten hafif ruhlu bir adamdır. Farisiyi iyi biliyor. Daima gülüşündeki hafifliğe rağmen pek akıllı pek kurnaz görülüyor. Ona bazı işlerde güven olunabilir. Acaba şimdi nerededir? Çağırsanız, fena olmaz. Belki kendisinden yeni bir şey işitiriz.”

4
GECE MİSAFİRİ

Reyhane, hizmetkârı çağırmak için kalkmaya hazırlanırken odanın kapısı önünde bir ayak sesi işitti. Beyin oradan geçmekte olduğunu derhâl anladı. Geçip gitmesini bekledi. Fakat bey doğruca bulundukları odaya geliyordu. Kapıya varınca, onu açarak içeri girdi. Daha evvel gösterdiğimiz gibi kaftana sıkı sıkıya sarılmıştı. Bey içeri girince maşita telaş ile ayağa kalktı. Kapıya doğru süratle yürüyerek çekip gitti. Gülnar ise pederini görünce hemen doğrulup yatak içinde oturdu. Pederinin öyle bir zamanda birdenbire içeri girmesinden biraz telaş etmişti. Fakat çabucak kendini topladı. Pederini güler yüzle karşıladı. Bey, Gülnar’ın yatağının kenarına gelince durdu. Şefkatle, babacan sevgiyle kızının çenesini parmakları arasına alarak okşamaya başladı. Gülnar pederinin o saatte ne maksatla geldiğini anlıyor, sakin duruyordu. Bey kızını okşamakta devam ettiği hâlde, sordu:

“Pek erken yatmak istiyorsun. Rahatsız mısın?”

“Hayır, babacığım yalnız kendimi biraz yorgun gördüm de yatağa uzandım. Uykum gelmiyordu.”

“O hâlde haydi büyük salona gidelim; orası bahçeye, çiçeklere nazır. Mevsim ilkbahar, mehtap var. Orada açılırsın.”

Gülnar için pederinin arzusuna evet demekten başka imkân yoktu. Ayağa kalktı kırmızı renkli geniş Keşmir şalına bütün vücudunu örtecek derecede sarılarak pederiyle yürüdü. Salona varınca karşı karşıya iki minder üzerine oturdular. Gülnar, pederinin kendisinin hoşuna gitmeyecek bir hususta konuşacağını anlıyordu. Gerçekten de bey minder üzerine yerleştikten sonra şu sözleri söyledi:

“Seni bu gece, bana gösterdiğin güvene muhalif bir hâlde görüyorum. Bunun sebebi nedir?”

Bu söz, Gülnar’ı biraz üzdü.

“Babacığım! Hiçbir vakit sözünüzden dışarı çıkmadan her ne emrederseniz, ona uyarım.”

“Öyle ise Arap emirinin oğluyla seni nişanlamak için bana adam gönderdiğinden bahsedeceğim zaman niye konuşmadın? Bu emire gelin olmanın senin mutluluğuna hizmet eden en büyük sebep olduğunu onaylamıyor musun?”

Gülnar, bilmiyor gibi davrandı:

“Babacığım hangi emirden bahsediyorsunuz?”

“Merv şehrini kuşatan, belki de şimdi şehri ele geçirmiş bulunan Yemen Kabilesi Kumandanı Kirmani’den bahsediyorum. İşittiğime göre Emevilerin Valisi Nasr bin Seyyar ona karşı duramayarak şehri bırakıp kaçmış.”

“Zerre kadar emrinizden dönmeyeceğime emin olunuz fakat ben emirin başarılı olacağına emin değilim. Daha evvel Merv Valisi Nasr bin Seyyar da beni, sizden oğlu için istemişti, razı olmadınız. Hâlbuki Nasr, Horasan topraklarının hakiki valisiydi.”

“İşte bu da seni ne kadar sevdiğimi, iyiliğini, rahat ve saadetini ne kadar düşündüğümü göstermez mi? Çünkü bu Nasr’ın çok geçmeden mağlup olacağını bu memleketten bozguna uğramış şekilde çıkıp gideceğini bilirdim. Sebebi de evvela bu adamın emrinde bulunan askerî kuvvet gayet zayıftır. Dahası mensup olduğu Emevi Devleti’nin durumu her yerde gayet perişandır. Bunlarla beraber Horasan halkı bu devlete düşman kesilmiştir. Zira bu devlet, İranlıları hor görerek haksızlık yapmış. Birtakım ağır vergiler koyarak halkı kendine gücendirmiş, bunlar yetmezmiş gibi Müslüman olan halktan da cizye tahsil etmek istiyor.”

“Bu devletin bu gibi yolsuzluklarını bilirim. Fakat her ne olursa olsun bence hâlâ bu devlet, Kirmani gibi devletsiz, hükûmetsiz adamlardan daha fazla kuvvetlidir. Kirmani kendi devletine karşı isyan eden bir adamdan başka bir şey değildir. Ben bu adamı devletlerine asi olan, sonunda perişan hatta ölü düşmüş Havâriç’ten farklı görmüyorum. Haricilerden Şeyban’ın bir süre önce Merv’i kuşatma altına aldığını görmediniz mi? Neticede ne kazandı? Haydi, bu noktadan bakalım. Kirmani’nin elinde ne kadar kuvvet var? O, Araplardan yalnız Yemen kabilelerini elde edebilmiş. Hâlbuki bütün Hicaz kabileleri Nasr bin Seyyar’a destek veriyor. Bu kuvvet Yemen kabilelerinden daha aşağı değil hatta daha fazladır. Bir de hilafeti ehlibeyit adına talep eden ve şimdilik Abbasilerden İbrahim bin Muhammed için çalışan Şia fırkasını, önem vermeden uzak tutmak uygun değildir. Biz de Abbasilere destek için diğer İranlılar gibi bu fırkayı desteklemek adına sözleşmedik mi? Hâlbuki bu fırkanın en büyük kuvveti Horasan’dadır.”

“Evet, düşüncelerin son derece doğrudur. Şia’yı desteklemek için anlaştık. Fakat bana öyle görünüyor ki bu fırkanın girişimleri hep sözde kalıyor. Fiilen bir şey yapamıyorlar. Çünkü yardım ve desteğimize gizlice başvurdukları tarihten beri birkaç sene geçti. Kendilerine maddi olarak birçok kez yardım etmemize rağmen bugüne kadar gizlenmekle vakit geçirdiler, ortaya çıkamıyorlar. Hâlbuki Kirmani askerini kendi tarafına çekerek açıktan açığa ortaya atılmış, herkese meydan okuyor. Yakında Merv’i ele geçirecek, şüphe yok. Kirmani bu şehri ele geçirdi mi Horasan emiri kesilir. Sonra bütün şehirler birer birer kendisine tabi olur. Emevi Devleti yerine kutlu bir devlet kurar. Bunu destekleyen büyük kanıt, daha önceki gün Haris bin Süreyc’i mağlup ederek öldürmesidir. Şimdi de Merv şehrinde galip gelerek Nasr’ı kaçmaya mecbur edilmiştir. Nasr hâlâ firardadır. Demek oluyor ki bugün memleketin fiilen hâkimiyeti Kirmani’nin elindedir. Nasihatlerimi kabul et sen. Kazanırsa seni oğluna vereceğimi daha önce kendisine söyledim. Bu hususta söz de verdim. Bu iş için bir adam ile mihrinini de gönderdi.”

Gülnar, gözlerini yere diktiği hâlde hiç konuşmadı. Pederi, bu sessizliği kabul ediyorum şeklinde anladı. Bunu kesinleştirmek için ellerini birbiri üzerinde vurdu. Gelen hizmetkâra “Dahhâk’ı bana çağır.” emrini verdi.

1.Aslı, memleket ahalisinden olup ırk olarak fatihlere uygun olmayan ve sonradan İslamiyet’i kabul edenler.
2.Maşita: Hanımların saçlarını taramasına ve süslenmesine yardımcı olan kadın.