Kitabı oku: «Kızın Sırrı», sayfa 3
Azim ilerleyerek, yakasınındaki düğmeyi çözdü, sağ kolunu yukarıya kaldırarak:
– Ege-e-ey!
– Ege-e-ey!
– Ege-e!
– Ee-e!
Yankı dağdan dağa çarparak belirsiz bir boşlukta içlenmiş gibi kayboldu.
Ben Azim’in kolunu sallamasına bakarken gözlerimi kapatıverdim. Kulağımdaki o peş peşe uzaklaşan, uzaklaşınca kısılan yankı sesini uzatıyordum.
Gözlerimi tekrar açtığımda:
– ?
Azim’in kaldırdığı kolunun şekli, bembeyaz kireç gibi gökyüzünde çizilip kalmış gibiydi. Ondan başka bulut bile görünmüyordu. Tek onun kolunu sallama huyu vardı. Azim aynı yerde, adım bile atmadan duruyordu. Benim orada gördüklerim içinde, ondan daha büyük, daha yüce hiçbir şey yoktu.
Hepimiz yemek yemeğe sofraya oturduk. Sanki düğün sofrasıydı. Getirdiklerimizin hepsi ortada: konserve, ekmek, içecekler… (arak – şarap) Bir sürü… Eğlence başladı. Öğle vakti akşama dönmüş, eve gitmek kimsenin umurunda bile değildi. Çoğunun neşesi yerindeydi. Sevinç, gürültü, kahkaha içinde, türkü şarkı söylüyorduk. Fark etmemiştik ama Kanay bayağı komikmiş. Kimsenin aklına gelmeyen oyunlar yaratıyordu, şaşırıyorduk.
Sadece Azim ile Svetlana açılmıyorlardı. Herkesle beraber gülüp neşeleniyorlarsa da çaktırmamaya çalıştıkları bir gizemleri olduğu belliydi. Özellikle bana. O ikisine dikkatle bakan, ayrıca Azim’i göz ucuyla takip eden, burada benden başka kimse yoktu. Ötekilerden ayrı, kendi kendilerince “ ayrılıp” durmaları beni karanlık düşüncelere sevk ediyordu: Bu nedir? Kanay’ın geçen dedikleri aklıma geliyordu:
“Bizim Svetlana da hep onunla beraberdi. Kısacası, bu boş işler değil…” Aynen, boş söylemler değildi sanki. Ama ne olursa olsun gerçekten onların hakkında hiç kötü düşünmüyordum. Şüphelerim anında dağılıyordu.
En son “Mendil saklama” oyununa geçtik.
Oyunun bayağı kızıştığı andı. Azim dolanıp koşarak gelip yazmayı benim arkama bıraktı ama esintiden dolayı o, Kanay’ın yanına düştü. Kanay anında yazmayı kaldırıp onun peşinden koştu. Azim pek de yetişmek için kaçmadı. Sadece:
– Üzgünüm, istediğim olmadı, değil mi? diye gülümseyerek hızlandı.
– Ne zaman istediğin olmuş ki?! Kanay bayağı ciddiyetle Azim’in sırtına birkaç sefer tokat attı.
Oyunda oturanlar bir şey anlamadan onlara bakarak kendi aralarında fısıldaşıyorlardı. Ben de hemen yerimden kalkıp Kanay’ı boğmak istiyordum. Svetlana da hissetti sanki bana göz ucuyla bakarak, hafif başını sallayıp işaret verdi…
Azim Kanay’a hiçbir şey demedi. Ne kızdığını ne de sinirini belli etmeden geri yerine gelip oturdu.
Çok geçmeden oyunu da bitirdik. Bu olaydan sonra devam etmemizin bir anlamı kalmamıştı. Azim’in bölümünde çalışan iki delikanlı Kanay’ı sıkıştırmaya başlamışlardı. Azim onların yanına gelip:
– Delikanlılar, yapmayın. Ne gereği var. Eğer bir sıkıntısı varsa biz kendi aramızda konuşuruz, dedi.
İlçeye gelene kadar Azim ile Svetlana işle alakalı bir meseleyi konuşup durdular. Bazen tartışıyorlardı. Anladığım kadarıyla Azim’in bölümünde bir takım sıkıntılar vardı.
Azim bizimle vedalaşırken “Doğrusu, bu mesele üretim toplantısında konuşulacak gibi.” dedi.
O gün ne olduğunu anlayamadım. Tam o gün, bizim son dersimiz vardı. Gece okuyanlar çok değildik. Toplam 20 kişiydik.
Zil çaldı, “Büyük sınıfa” müdür, öğrenci işleri müdürü ve daha birçok öğretmen girdi. Sessizlik oldu.
Müdür oturduğu yerden kalkıp:
– Vay vay, şunların sessizliğine bak. Şu okumayı tekrarlatsak mı, acaba? dedi şakalaşarak.
Bu bizim için son dersten ziyade daha çok muhabbete benzedi.
Herkes düşüncelerini söyledi. Öğretmenlerimize sınavlarla ilgili merak ettiklerimizi sorduk. Nasıl olacak, Eğitim Kurum Başkanlığı’ndan katılacaklar mı? Müdür bey:
– Ondan niye korkuyorsunuz? dedi. Önemli olan hazırlık derslerinizde başarılıysanız, Eğitim Kurum Başkanlığı değil, ta merkezinden gelsin, yine de kolay şaşırmazsınız! Evet, önemli olan hazırlık, hazırlık…
Sınıfın içi konuşma ve uğultuyla doldu. Ben kenarda oturuyordum. Pencereye baktım. Dışarısı kararmaya başlamıştı. Sanki biri bakıyordu. Kim olduğu pek görünmüyordu. “Azim mi?” diye düşündüm. Hayır, o bahsedilen toplantıdadır.
Tam o an öğrenci işleri müdürü sınıfa:
– Çocuklar, aranızda tek bir tane kız var. Mm… Ben ona şöyle bir soru sormak istiyorum, dedi. Kanimetova, okulu bitirdiniz. Diploma elinizde…
Birisi sözünü kesti:
– Öğretmenim, okulu bitirdik de ama diplomayı elimize aldığımız… Kim bilir…
Oturanlar güldüler.
– Kim bilir ki… Müdür beyin de dediği gibi bu iyi hazırlanmanıza bağlı. Şimdi, kızım sen nereye gitmeyi düşünüyorsun? Hangi üniversiteye?
Ben hemen cevap veremedim. Doğrusu, aklımda bir şey yoktu. Matematik… Başka derslerde yardım ederken Azim bazen soruyordu. Ben de susarak omuzlarımı kaldırıyordum. O: “Hayır, Camaş, şimdiden düşünmen lazım. Eğer istediğin bir okula gitmezsen, sonra pişman olursun.” diyordu.
Oturduğum yerden kalkıp:
– Bilmiyorum, öğretmenim, dedim.
– Nasıl bilmiyorsun?
– Üniversiteye gitmek için çalışmak lazım.
– Çalışıyorsun ya.
– Öyleyse de stajım yetersiz.
– Şimdi… Stajı olmayanlar da kazanıyorlar. Sen kötü okumadın. Bir senedir yerin altında çalıştın. Bu az bir şey değil.
– Doğru diyorsunuz, dedi müdür bey ona dönüp.
Bayağı oturduk.
Sonunda öğretmenlerimiz bize şans dilediler.
Bizim oturduğumuz sokağa döndüğümde karşıma Kanay çıktı. Galiba pencereden bakan o idi:
– Bitirdiniz mi? dedi.
– Evet.
Yanımda yürüyordu. Bana yaklaşınca ben yolun kenarına çekiliyordum. Aklında ne vardı bilmiyordum.
Postane göründü. Onun önündeki elektrik direğininin lambasının aydınlığı etrafa yayılmıştı.
– Ağabey, siz bu tarafa gitmiyor muydunuz? dedim, taşla döşenmiş ince yolu göstererek.
– Camal, sevgiyle söyler gibi. Müsaade edersen, evine kadar yolcu edeyim?
– Teşekkür ederim, ağabey. Bir senedir kendim gidebiliyorum.
– Diyeceğim vardı.
– Diyeceğiniz mi? Söyleyin.
Kanay sanki leylekler gibi konuşmadan, gözlerini yere dikmişti.
– Dinliyorum, ne diyecektiniz? diye ona baktım.
– Camal… Camal… Ben… Ben, seni seviyorum.
– Seviyorum? Ha ha!
– Neden gülüyorsun?
– Neden gülmeyeceğim?
– Ben seni önceden, Azim’den de önce seviyordum. Ama…
– Kanay, ben onu ilk defa adıyla çağırdım. İlk defa “sen” dedim. Birincisi, Azim şimdiye kadar o konuyla ilgili hiçbir şey demedi. Sadece sana söylediyse onu bilmem. Eğer seviyorsan, bu zamana kadar neden demedin, bildirmedin? Yoksa biri engel olup yolunu mu kapattı?
– Evet. Azim. Bana, benim işime, sevgime tuzak kuran odur. Bundan dolayı ondan nefret ediyorum, ondan dolayı… Sonunda olacağı varmış, istediğimi kazandım. Şu andan itibaren kimse ikimize karışamaz. “Camal?” O bana doğru adım attı. Ben de geriledim. O andaki yüzünün ifadesi değişikti.
“…İstediğimi kazandım.” Nedense bedenim yorulmuş gibi oldu. Kanay’ın karşısında durmak istemiyordum artık. Hemen dönüp yoluma devam ettim. O da peşimden gelmedi. Dalgınlıkla olduğu yerde kaldı.
Bulanıklık içinde geçmişi hatırlamaya çalışıyordum. “Hayır, hayır! O hiçbir zaman sevmedi. Onun zihni sevmeye kalkmaz. Aklında başka bir şey var. Tüü!”
Dayımla yengem beni bekliyorlarmış. Çocuklar uyumuş.
– Ne oldu, kurban olduğum? Geç kalmazdın…
– Bugün son dersimizdi, yenge. Sonra öğretmenlerimiz toplantı yaptı, dedikten sonra çantamı pencerenin kenarına koydum.
– Aa… Dayın da şimdi geldi. Yüzünün rengi solmuş? Bir yerin mi ağrıyor?
– Hayır, hayır. Öylesine…
Yengem kendi kendiyle konuşarak ileriye gidip, yeleğini getirip bana örttü:
– Bu akşamki esinti iliğine kadar işler.
– Deme ya! Şu kızın gerçekten üşüttü gibime geliyor? dedi dayım, ayaklarının üstüne oturarak. “Sıcak çay içir.” dedi. Ben yeleği sıkıca sarıp sofraya yaklaştım. Çay içtikten sonra yengem:
– Ee, babası sen konuş, dedi.
– Sizin toplantı da bayağı uzadı?
– Tabii ki… Birinin hakkında sonuca varmak kolay değil. Dahası toplantı konusu bayağı ciddiydi.
– Mesele neydi, dayı? Ben ona döndüm. Aklımda…
– Madenin kalitesi hakkındaydı.
– Genel olarak mı? Yoksa…
– Tabii. Ama birinci bölüm, özellikle onun başındakilere kötü oldu.
Başka soru sormadım. Nedense bana her şey anlaşılır geliyordu, her şey daha önceden belli olduğu gibiydi. Azim ile Svetlana daha geçenlerde, gece gündüz demeden bu işle alakalı koşuşturuyorlardı sanki.
“Boş yerden değil…”
Ben odama gelip başköşeye geçtim. Dayımlar hâlâ konuşuyordu.
– Kalitesine ne olmuş? diyor yengem.
– Ne olacak… Ondan bir şey anlıyor musun sen?
– Anlamasam da… Yaa! Erkek etrafından gördüğünü, duyduğunu anlatır diyorduk.
– Of, kısacası, o delikanlı bölümün başkanı olduğu zamanlardan, oradan üretilmiş madenlerin kalitesi, içeriği diyorlar ona da yüzdesi de düşüktür.
– Aşk olsun! Ne zaman okumuş bilmiş oldun, basit dille anlatsan.
– Öyle yaparsın, ha. Kısacası, dediğim gibi çok kötü ettiler o delikanlıyı.
– Kimi?
– Öteki delikanlıyı.
– Öteki delikanlı kim ya?
– O “Mühendis delikanlı”
– Ay, yavrum… Azim’i mi?
– İkisi fısıldadılar.
– He, sonra ne oldu?
– Ne diyecekler, galiba görevden alacaklar. Markşeyderi kızı da. İkisi de sebebini anlatamadılar. Yetenekli, becerikli delikanlıya benzetmiştik, gençlik hatasıdır umarım veya tecrübesi yeterli değildir. Yoksa Nujdov başkan iken her şey yolundaydı. Bir şey daha, o Kanay dediğimiz delikanlı…
Onlar gene fısıldadılar.
– Aferin. Etkili konuştu. Sanki taşa duvara vurmuş gibi. Çaktırmadan herkesi o mu geçecek?
Artık ben onun hakkında hiçbir şey duymak istemiyordum. Yatağıma yattım. Onun akşamki duruşu, şekli, tuhaf, tiksindirici bakışları, gözlerimin önünden gitmiyordu, söyledikleri hâlâ kulağımda tekrarlanıp duruyordu: “Ondan dolayı ondan nefret ediyorum, ondan dolay… Sonunda… İstediğimi kazandım.” “İstediğimi kazandım.” Nasıl acaba? Düşünmeye çalışıyordum. Henüz kendi soruma kendim cevap bulamıyordum. Ama nasıl?
Sınavlara hazırlanmak için bize izin verildi.
Ertesi gün sonuçları öğrenmek için, Maden Başkanı’na gittim. Az bekleyiniz, dedi müdürün sekreteri, bir acele ile hepsine bir imza atsın.
“Hepsine nasıl olurmuş?”
Engel olmamak için, dışarıya çıktım, ileride gölgedeki banka oturdum. Kendi bölümümüze girmedim. Çünkü orada Kanay da vardı.
Çok geçmeden o sekreter kız:
– Kanimetova, Kanimetova! Gelebilirsiniz, dedi. Tamam, bitti.
Anında koşarak girdim içeri. Seçim sonucunun fotokopisini elime verdi. Alır almaz ona baktım. Ama sonuna kadar okumadım… “Demek ki dayımın dedikleri doğruymuş da? Demek ki…”
O açık pencereye doğru baktım:
– !
Azim, başında kasketi yok. Saçları hafif yel esintisinde havalanıyor, yeleğinin önü açık. Birini bekliyor gibi yavaşça adım atarak başını yere eğdi, önüne doğru bakıp hızlandı.
Azim perişan görünüyordu. İçim acıdı. Görüşmeyeceğim, görüşmem dedim. Kapıdan çıkıp, tam merdivenden inerken, karşıma çıktı. Uçarak mı geldi? Gözleri yorgun, yüzü soluktu. Canı sıkılmış görünüyordu. Bir anda yüzü güldü:
– Oo, Camaş? Nasılsın? dedi.
– Maalesef zamanım yoktu. Sınavlara az zaman kaldı. Başladın mı hazırlanmaya?
– Evet, hafifçe kafamı salladım. O tamamen işinden ayrılacaksa bundan sonra hiçbir zaman göremeyeceğimi, karşılaşmayacağımı sanıyordum.
– İznini ne zaman başlatacaklarmış?
– İznimi mi? Ben elimde tuttuğum katlanan kâğıdımı ne yapacağımı bilmiyordum.
– Eee… Bu neymiş? Buyruk gibi? Bakayım? O elini uzattı. Ben vermek istemiyordum. Ama kırılır… Uzattığı elini havada nasıl bırakırım. Yüzümü çevirip kâğıdı uzattım.
Azim sesli okumaya başladı:
– “Buyruk No 29…” Sonunda okuyup bitirdi, kısa süre ses çıkarmadan durdu, sonra:
– Evet. “Elin ile yaptığını boynunla çekeceksin.” mi diyorlardı?
– Suçunuz olmasa da mı?
– Suçumuz var mı yok mu, o ayrı bir konu. Demek ki ortada büyük bir inatlaşma var. Hiçbir şey diyemezsin.
– Azim buyruk kâğıdını bana geri uzattı:
– Bana karşı yaptıkları tamam da, dedi üzülerek.
– Ne karar vermişseler de Svetlana’nın hakkında verilen karar yanlış oldu. Onun suçu ne? Hayır, bu böyle kalmayacak. Er ya da geç doğruluk galip gelecek Camaş, doğruluk…
Azim geç kalmadı. Dediği vakitte geldi. Bizim sınıfın en son sırasına oturduk. Pencerenin önü de aydınlıktı.
– Ee, başlayalım mı? dedi Azim şakayla. Bakalım, yanlış olanlar hangileriymiş?
Ben ona göz ucuyla bakıyordum. Evet, sanki yıpranmış gibiydi. Yıprandığından mı bilinmez; kaşları, gür saçları, beyaz tenli yüzünden daha siyah görünüyordu.
Sıradaki sınav fizik dersinden olacaktı. Önceden de Azim bayağı yardım etmişti. Özellikle zor olan fen bilimleri derslerinde bayağı yardımı oldu.
Ben kitabımın sayfalarını karıştırarak:
– İşte burası… Aa evet ya, şu Makswell’in teorisiydi bu da…
– Ben sırayla sayfaları açıyordum. Buraya kadardı. Son nükleer fizik! Ben durdum. Azim bana yaklaşarak oturdu. Ben yerimden hareket etmedim. Azim her zaman yaptığı gibi genel olarak konuların hepsine baktı. Sonra acele etmeden bana anlatmaya başladı.
Benim için onun öğretmenden hiçbir farkı yoktu. Acele etmiyordu. Kullandığı kelimeler basit, anlaşılır. Anladığımı veya anlamadığımı sanki o benim gözlerimden görüyor gibiydi. Ayrıca dudaklarımı ısırmaya başladığımda, kalkıp tahtada yazarak, çizerek en baştan anlatırdı.
Gerçek şu ki Azim’e şaşırıyorum. Müzik, edebiyat, teknik bilimler olsun, her şey hakkında bilgisi var. Geçen dağa gittiğimizde de Panama Barajı’nın nasıl yapıldığı, Verdi’nin “Aida” operasını nasıl yazdığı, onu bırakalım “Kanguru”nun neden kanguru olarak adlandırıldığı hakkında uzun uzun konuşmuştu.
Bilmem, belki sadece bana öyle görünüyor? O da herkes gibi bir insandı. Nasıl her şeyi düzgün ve parlak olsun! Onun da karakterinde benim fark edemediğim eksikleri vardı.
Her şeyini bilmek için hep onun yanında ve sürekli onunla beraber olmam lazımdı. Bir de bu aşk dediğimiz şey de sevdiğinin çirkinliklerini bir gölgelikte bırakıp sadece gülümseyen yüzünü görüyormuş gözler, ruhunu sahipleniyormuş.
Azim bana anlatıyordu. Önce zor görünen sayı ve hesapları şimdi daha iyi anlıyordum.
Ben ona hiçbir zaman teşekkür etmedim, ne işe girdiğimde ne de şu derslerimde yardım ettiğinde… Benim basit bir teşekkürüm onun her zaman bana zamanını ayırıp, sabırla elinden gelen yardımını edip, akıl vermesinin yanında çok az olurdu. “Camaş” dediğinden fazlası yoktu. Kim bilir, belki kardeşin bile bu kadar zahmet etmezdi. Karşılaştığımızda işimle ilgilenir, okulumu merak eder; o ne ki evdekiler bana nasıl davranıyorlar, kalbimi kırmıyorlar mı diye kaygılanırdı. Ben ondan hiçbir şeyi gizlemezdim. Merak ettiği her şeyden haberdar ederdim. Diyemediğim, kimsenin bilmediği, sadece kendime söyleyebildiğim, kalbimin derinliklerinde sakladığım sevgimdir. İlginç… Bazen o, benim içimdeki sezgiyi, ruhumu kurcalayan isteğimi açıklamaya cesaret etmesem bile, anlıyor gibime geliyordu. Üzülsem onun da kaşları çatılıyor; sevinsem her şeyini unutup tıpkı çocuk gibi alkışla, benimle beraber kahkahayla gülerdi.
Sanki onun yaşamında, işinde canını sıkan eksikler yok muydu? Hiç mi üzülmezdi? O kadar uzağa bakmayalım, sadece o olaya ne kadar üzmüştür? Ama belli etmiyordu. Bazen her zamanki gibi güler yüzlü, gönlü açıktı. İlk geldiği günden beri nöbet başkanı olarak çalışıyordu.
– Ben… Ne kadar hazırlansam da onun ismini söyleyemedim.
– Ben size çoktan rezil olmuştum.
Azim’in gözleri kocaman açıldı.
– Kendi işleriniz ile ilgileniyorsunuz, zorluklarına bakmadan.
Ben ona acıyarak baktım.
– Zorlanmaktansa… Boş ver Camaş, iştir. Öyle durumlar olur.
– Ben hiç anlayamıyorum. Sizi önceki görevinizden neden çıkardılar?
Azim üzüldü. Yüzünün solup moralinin bozulduğunu ilk defa gördüm. Hâlbuki bu halinde bile sabır ve metanet vardı.
– Neden mi? Şu madenin kalitesinin azaldığını söylediğim içindir. Tövbe… Haa bak… Kanay yazmış. Azim göğüs cebinden uzun katlanmış bir gazeteyi çıkardı.
Emgekçil (Emeklenenler) adlı ilçe gazetesiymiş. İkinci sayfasını açıp önüme doğru kaydırdı. “Umurunda olmayanların sonu bilmezliktir.” Bayağı kapsamlı bir makaleydi. Sonunda da “Bölümün jeologu K. Şarşegaliev” yazısı vardı. Aşağısında alt bilgi olarak yazı kurulu tarafından: “Makale birçok düzeltme ve kısaltmalardan sonra yayımlandı.” bilgisi verilmiş. “Kısalttıktan sonraki bu kadar ise Kanay bayağı zahmet etmiş” dedim içimden. Makalede çok sayıda gösteriler, tespitler belirlenerek: “Ön planın belirtilerine göre kazılan madenin kalitesinin değeri yüzde on yediye inmiştir. Bundan dolayı maden, tonluk ölçülerde değerli metalleri eksik üretiyordu. Malzemelerin tekliği geçen döneme göre, bayağı yükseldi. Pahalanmasının sebebi de o özlü olan kurallara uymamaktır. Örnek, sırf sertleştirmede kullanılacak altyapılar yirmi üç kup dağ madenini doğru getirmediğindendir, o boş harcamalara uğramıştır. Bu toplam belirtilen eksiklerin yoldaş Kurmanov’un umurunda olmaması, sadece işini bilmediğinden dolayı değil, bunu bilerek yaptığı da akla gelir.”
Kendi kendime üzüldüm: “İnsan bu kadar ileri gidebilir mi?”
“Kurmanov sadece maden üreticiliğine zarar vermekle kalmamış, madenin ve başka bölümlerin çalışanlarına da kanun üzerinden şikâyetlerini söylemiş.”
Ben ondan sonrasını okumadım bile. Boş baktım ve sustum.
Makalede: “Bu mesele bu neticeye geldiyse artık durmaması lazımdır. Yoldaş Kurmanov Sovyet mühendisi yüksek unvanına denk değil ve sorgulanması şarttır. Kısacası o üretimden ayrılmalı, en önemlisi de Sovyet partisinin açıkça cezasını almalıdır.” diye şikâyetle sonlandırılmış.
– Nasılmış, Camaş? Fena yazılmamış, değil mi?
– Öyle şeyleri uydururlarsa da öncelikle incelemeleri lazımdı.
– Bu incelendikten sonra baştan sona kadar tespit edildikten sonra yayımlanmış. İlginç değil mi? Ben de anlamıyorum, Camaş. Hiçbir şey anlayamadım. Yakın zamanda yüksek kurumdan da gelecekler varmış. Azim parmaklarıyla masanın üstünü (…) susarak kalakaldı.
– Şimdi nasılmış madenin gösteriş oranı?
– İyi, sözün kısası bu bir sır gibiydi. “Her şeyi yapan sen, senin sunumunun sonucu.” dediler. Şimdi de aynı denemelerde kazılıyordu. Doğrusunu söylemek gerekirse öncekine göre daha çok üretiliyordu.
– İlginç, birileri ihanet etmiş olmasın? Kanay diye direk söylemeye çekindim. Eğer kötülüğü düşünürsek, sadece Kanay’dır. Ondan başka kim yapar?
– Ne ihaneti. Svetlana bütün numuneleri tekrar çevirdi. Her şey yerinde: jeolojik kesintiler, laboratuvar tahlili… Bırak, şüphelenecek bir şey yok. “Hainlik…” Azim şakayla “Hainlik yapıp belki son numuneyi bilerek yanlış almak lazım.” dedi.
Nedense, sanki o da bir şeyden şüphelenmiş gibi, kalbim güm güm ederek geçmiş günlerden bazı şeyler hatırlıyordum.
Yapacak bir şey yok, sanki Kanay benim hakkımda dayıma bir şeyler demişti. Henüz dayımın onun hakkında ne düşündüğünü bilmiyordum. Bazen:
– Kötü bir delikanlıya da benzemiyor. İyidir, iyi delikanlı, diyordu. Tek bir şey…
Cümlesinin sonunu getirmeden sessizliğe büründü. Aklında ve yüreğindeki o “tek bir şey…” onu kaygılandırıyordu. Hâlbuki yengeme az olsa da bir şeyleri anlatırdı.
Avlunun kapısından dayım girdi. Ben saçlarımı açıp, yeniden yıkamaya hazırlanıyordum.
Dayım katlanmış bir miktar parayı yengeme uzatarak “Al!” dedi. Sinirliydi. Öbürü parayı da elinde buruşturarak:
– Bu ne parası? dedi. Nerden aldın? Maaşa daha çok zaman var?
– Ee, verileni alıver.
– Alırım tabii… Hey, senin niye sirken su kaldıramıyor gibi, ha? Normalde ona başkaldırmayan yengem, bu sefer dayanamadı:
– Adama bak! Ben nerden bileyim, belki birini kemik oyununda yendin falan…
– Dur dedim! Benim ne zaman kumar oynadığım vardı? Ödül para buymuş. Ne zamandır bir geri zekâlı yüzünden tartışma içindeydik, iki tarafın hangisinin haklı olduğunu bilmeden…
Dayım eve girdi. Yengem bana bir göz atıp dayımın peşinden gitti. Ben saçımı ne topladım ne de yıkamaya kalktım, tarak yere düştü. Dayıma şaşırıyordum. Bu güne kadar böyle tersliğini ve kaba konuşmalarını ilk defa duydum. “İçkili mi?” Hayır, o içki içmiyor ki.
“Bir geri zekâlı yüzünden…” Nedense o, bu sözle bana laf soktu gibi geldi. “Geri zekâlı…” Kulağım çınlayıp, damağım kurumaya başladı. O arada evden dayımın sesi geldi:
– Ya sana bugün ne oluyor? Düşünür müsün az da olsa…
Dayım kendi düşüncesinden vazgeçecek değildi:
– O çocuktur, çocuk! Onunla konuşmamız ve ona anlatmamız lazım. Önemli olan sadece insanın yüz güzelliği ve okumuşluğu mu?
Öyleyse. Azim, Azim… Kanay ondan güney, kuzey kadar daha önde!
Ben kulaklarımı ellerimle kapatıp oturdum. Nefesimi tutup bakışlarımı yere diktim. Geçen Azim ile ikimiz görüştüğümüzde, onun “şaka” sözü aklımdan çıkmıyor, doğru cevap da bulamadan kendimi kabahatli buldum: Neden? Belki de…
Bu benim için bir bulmacayı çözebilmek gibiydi. Şimdi de dayım… Yok! Ben artık dayanamam! Dayandım, ezildim bittim! Her neyse…
Akşam olup, hava kararmaya başlamıştı. Yerimden hemen kalkıp, ileri tarafa doğru koştum. İlk önce nereye, kime gittiğimi de anlamıyordum. İki tarafıma bakmayı bile düşünmüyordum. O an hiçbir şey umurumda değildi. Sadece üstümdeki gökyüzünü, yerdeki toprağı fark ediyordum. O gökyüzü gibi temiz, toprak gibi güçlü bir dürüstlüğü arayıp bir bilsem diyorum.
Bu eğlence sahası, ondan sonra okul… Delirmiş gibi hangi tarafa gideceğimi şaşırıp, bir o yana, bir bu yana koşuyordum; sonra sokağın sol tarafındaki çatılı eve doğru döndüm.
Kapı çalmak o ara aklıma bile gelmedi, direk içeriye girdim. Svetlana, bir şeylere bakarak tek başına oturuyordu.
– Camal? Sen misin? Hayırdır! O şaşkınlıkla bana doğru acelece yürüdü.
– Evet…
– Ben iki elimi arkama saklayarak kapının eşiğine dayandım. Gülümsemeye çalıştım ama gülemedim. Svetlana şimdi bana yaklaşmıştı, gözlerime bakarak:
– Yok, Camal. Senin bir diyeceğin var, Gel şöyle geç? O, bana sandalye çekti.
Ben yavaşça sandalyeye oturdum. Svetlana bardağa soğuk suyu doldurup:
– Yorulmuşsun. İçiver? dedi.
Ben onu alırken, duvarda asılı küçük aynadan kendimi gördüğümde korktum; saçlarım dağınık, yarısı arkamda, yarısı omzumdan göğsüme kadar sarkmıştı. Bezmiş gibi dudağım dudağıma dokunmuyordu. Burnum iki tarafından sıkılıp kalmış, sanki gözlerim kan çanağına dönmüştü.
Biraz kendime geldikten sonra:
– Evet, şimdi konuş. Ne oldu? dedi Svetlana merakla bakarak. Ne, Kanay mı?
– Kanay? Haa… Evet, Kanay… dedim ben nefesim kısılarak. Bence o.
– Camal, daha açık konuşur musun? Bir şey mi dedi, yoksa…
– Yok, yok.
– Tamam?
– Bilmiyorum, Sveta. Henüz… Benim düşünceme göre sen de Azim de kabahatli değilsiniz. (Hâlbuki “siz” demekten vazgeçerek nasıl da “sen” demeye geçtiğimi fark etmedim) Boş yere yandınız.
– Nasıl yani? O artık geçmişte kalan iş Camal. O konuyu tekrar konuşmanın bir faydası yok.
– Öyle diyelim… Konu namus değil mi? Belki benim düşüncem yanlış çıkar. Ne zamandır bazı düşüncelerden kafam karıştı. Svetam, o kalite tespiti madenin kalitesinin delili. Numunenin de alakası var mı?
– Derken?
– Nasıl desem… O kitapta yazılan kurallara göre değil, farklı alınmışsa.
– Öyle bir şey olamaz. O zaman o kuralları, ölçüleri yaratmanın ne anlamı vardı?
Ben ondan sonrasını dinlemedim bile. Sveta’nın bu sorularına cevap olarak Kanay’ın geçenlerde bölümde söyledikleri kulağımda tekrarlanıyordu: “Ee, kitap diye. Kitap bilim insanların kendileri içindir. Üretimde onlar lazım mı? Orada öyle yazılmış, böyle yazılmış diye, fazla yükü kaldırmak kimin hoşuna gider?”
“Fazla yük…” Peki, sonra Azim görevinden alındıktan sonra, niye o fazla olmaya devam etmedi?
Ben her şeyi, hepsini gözümün önünden geçirdim: Oo?!
Sevincimden mi bilmem ama kendimi tutamadım. Ağlamayla karışık, ne gördüysem ve ne biliyorsam tamamen Svetlana’ya anlattım. O, ilk önce pek aldırmadı, dikkat etmeden oturuyordu. Sonra zaman zaman alnı kırışıp, bir de kaşları çatılıp, vakit geçince canlanmaya başladı. Ben son sözümü söylemeden…
– Camaş! dedi o, oturduğu yerden hızla kalkarak. Gözleri parlayıp yüzü gülümseyiverdi. Her şey anlaşıldı. Teşekkürler sana. Hadi, Camaş, Azim’e gidelim. Odasındadır. Bugün toplantı var. Üretim ofisinden ve bu ilçeden gelecekler demişlerdi. Orada tam bu işin konusunu konuşacaklardı…
Ertesi gün toplantının sonucu her tarafa şimşek çakmış gibi yayıldı. Azim’i sevemeyenler bile yok ama çoğunluk pek memnun kaldı. Kanay ve Kanay’ın tarafını tutanlar, kalpaklarını aşağıya doğru indirip, utancından sokağa sığamıyorlardı.
Dayım Azim’i suçladığı için pişman olmuştu.
Bana hiçbir şey demezdi. Yengem (anne mi desem?) önce nasılsa aynıydı; sevgi sözünü, verecek yemeğini şaşırıp, ağzını açıp öpmüş, gözünü açtığında ben sanki gördüğü ilk göz ağrısı olduğum gibi kendini aşıyordu. Ben de ondan beter ona hayrandım. Hiçbir şeyimi gizlemiyordum, gizleyemezdim.
Eve girer girmez boynuna sarılıp:
– Yenge size bir… Haber vereyim mi? dedim.
– Söyle, yavrum.
– Azim’i genel mühendislik görevine vereceklermiş.
– Ay, kurban olduğum… Hayırlı uğurlu olsun. Kimden duydun onu?
– Sveta’dan
– Hangi, o Rus kız mı?
– Evet.
– Ya, Cakin, o kızı bir ara eve getir. Olur mu?
– Tamam yenge. Neden olmasın.
– Sonra… Azim’le kendin görüşemedin mi?
Ben nedense utandım. Bildim bileli o Azim’in ismini ilk defa söyledi. Önceden hep “Mühendis delikanlı”, “O delikanlı” diyordu. Onu daha yakın gördüğü için “Azim” dedi gibime geldi, sanki ona olan sevgisi arttı.
– Evet. Görüştük. Yenge, bakar mısın? Ben tedirgin oldum.
– O, “Genel mühendislik görevini sonra da onaylattırırım. Sen işinden istifa et, şehre götüreceğim.” diyor.
– Götüreceğim derken… Nereye?
– Yengem sorgulu bakışlarını bana dikti. Onun bu bakışında hem sevinç hem de bir yandan üzüntü var gibiydi.
– Taa başkente, Frunze’nin (Bişkek) kendisine. Okumaya götüreceğim diyor.
– Haa okumaya mı?
– O, sadece bir şeylerden şüphe duyarak kafasını salladı.
Benim aklımda da… Yengemle ikimiz birbirimizi sanki sessizce de anlayabiliyorduk.
Aradan üç gün geçti. Ben derin uykudaydım.
– Camal… Cakin, dedi biri beni uyandırarak.
– Efendim?
– Kalk, kurban olduğum. Azim geldi. Araba bekliyormuş…
– Yengem, gözüm anında açıldı. Dışarısı daha yeni aydınlanmaya başlamıştı. Evin içerisi daha yarım karanlık içindeydi. Girişteki odada dayım ile Azim oturup konuşmuşlardı.
– Kurban olduğum, kusurum varsa gönlüne alma. Biz ney, biz sana…
– Dayımın bu sözleri, Azim’e değil bana iletilmiş gibi sezildi.
– Cakin, Cakin, kalktın mı, bereketim? dedi yengem mutfak tarafından. Gel…
Ben iç kapıyı yavaş açıp, dayımları fark etmemiş gibi dışarıya doğru yürüdüm.
İyi ki yeniden sabah aydınlanmaya başlamış. Venüs yıldızı ay tacının ucuna değer değmez pırıl pırıl parlıyordu. Serin, ta ileriden serin suyun şırıltısı duyuluyordu. “Nasıl, yani, ben bunların hepsini bırakıp tamamen gidiyor muyum? diyordum içimden. Gittiğim yer de neresi? Başka yer, başka insanlardı. Dayım ile yengem gibi bana destek olacak kimim var oralarda. Bir tek Azim…” Kısa bir süre kendimi tuttum. Hâlbuki tekrar içim gidiyordu…
O arada yengem evden çıkıp yanıma geldi:
– Eyvah, dünyana, dedi çenemi tutarak. Tamam, ağlama. Hangimiz yaşamamışız bunları…
Her neyse Allah’ım yolunu açık etsin, bahtını bağışlasın. Ondan başka daha neyi dilemeliyiz. Gel eve…
Sofraya dua edip kapıya doğru yöneldik. Dayım, sonra Azim… Yengem benim yanımda. Ben, uyku sersemliğiyle tepinirken nevresimleri üzerlerinden açılmış minik kardeşlerimi tek tek öptüm ve ayakta onlara bir müddet daha bakıp durdum. Kalbim ezilecek gibi… Kısacası zor ve hüzünlü bir vedaydı.
Şimdiye kadar dayımın çenesi titreyerek, yengemin kafasını benim göğsüme saklayıp, boğularak ağladığı hâlâ aklımda. Onlar bana: “Sağlam gidip sağlıkta ol. Her şeye dikkat et…” demişlerdi; iyi yolculuklar, mutluluklar dilemişlerdi.
Frunze’nin (Bişkek’in) akşamı ılık bir hava ile bizi karşıladı.
Benim çoktan beri hayal ettiğim, sanki istediğim gibi olmuştu. Azim yanımda, neşesi yerindeydi. Bana bundan başka ne lazım? “Seviyorum! Camaş, ben bir tek seni seviyorum” dedi mi? Yok. O fazlalık yapar. Daha ilk baştan bana olan davranışları, bana yaptığı yardımı onun sevgisinin temiz, gerçek sevgisinin ispatı değil mi? Vakit geçtikçe sabredemiyordum. Kalbim atıp kanım kaynıyordu: Ne zaman? Azim, canım, ne zaman sırını açıklayacaksın? Yük olmaktan biteceğim. Beni bu kadar eziyet içinde bırakma. Göğsüne sıkı sararak sev beni. Sevgi mi?
Evet, ne zamandır sessizce ruhumda sır olan dileğim de kabul oldu. O beni kucaklayarak alnımdan öptü. Henüz…
Ertesi gün ikimiz beraber Teknik Bilimler Üniversitesi’ne geldik. Evrakları teslim ettikten sonra dışarıya çıktık. Tam merdivenlerden inerken:
– Camaş, bir dakika… Biri gelecekti, bekleyebilir miyiz? dedi.
Ben gülerek ona doğru yaklaştım. O anda, bütün bünyem tuhaflaştı, bana bir şey oluyordu. Sarılıp onu sevmek istedim. Hayır sevemedim. Utangaçlık, kadına has olan utangaçlık beni engelledi. Keşke!
Etraf kalabalık. O arada önümüzden birisi:
– Oo, merhabalar. Eski bir tanıdık gibi samimiyetle, açık davranarak.
Biz selamlaştık.
O esmer, selvi boylu, güzel bir kızdı. Yuvarlak, kara gözleri sanki nur saçıyor gibiydi. Gizlediği neydi, açıkçası içim daraldı.
– Yanılmıyorsam… Bu, Camal değil mi? dedi o gülümseyerek.
Azim kolumdan yavaşça tutarak:
– Camal, dedi. Tanıştırayım sizi, Zıynaş, benim eşim olur.
“Zıynaş…” bu söz benim için, insan adı değil, sanki yaydan çıkan oktu. Ayaklarımın altından yer kaymış gibi oldu. “Zıynaş… Benim eşim olur. Azim’in bu dedikleri, sanki ta Ala Dağlar’dan gelen yankı gibi duyuluyordu.
“Hayda! Benim ne zamandır, alevlenip yanan tatlı hayallerime, nazik sezgilerime böylece, sanki buz gibi su serpilmiş değil miydi? Demek ki benim talihimde mutluluk denilen şey yazılmamış.”
Ben kendi adımı söyleyip elimi uzattım mı, uzatmadım mı bilmiyorum. Duruyordum, bedenim kaskatı kalmış gibi ağzımı açamadan şaşkınlıkla.
– Camal, dedi Azim, sonra beni yavaşça kendine doğru çekti. Bak, Camaş, vedalaşma zamanı geldi. Seninle ilk karşılaştığımızı hatırlarsın. O zaman seni görüp sözünü dinlediğimde, o sözünü kendime bir hedef koymuştum. Onların hepsi de sen ve senin geleceğin içindi. Ben elimden geleni yaptım. Düşüncelerim, muradım, maksadım ne kadar işe yaradı bilmiyorum. Sen daha gençsin, Camaş, çocuksun. Hayat, hayatın acısı da tatlısı da daha önünde. Her şeye dayan, alış. Mutluluklar dilerim, Camaş. Hoşça kal! dedi ve beni alnımdan öptü. Evet, bu onun beni ilk ve son öpmesiydi.
O kızla ikisi el ele tutuşarak uzaklaşıyorlardı. Ben hızla dönüp içeriye girdim. İki elimle kafamı sıkarak dar merdivenlerden yukarıya doğru gidiyordum. O da bitti.
Küçük pencereler, şehrin dört köşesi de gözümün önünde. Henüz doğruca uzanan sokaklar, yeşil bahçeler, o bahçelerin aralarından yükselen bembeyaz, güzel binalar, caddeleri fark etmemiş gibiydim. Fark edebildiğim tek şey yavaşça uzaklaşan iki insan görüntüsüydü. Ağlayıp sızlıyordum. Akan gözyaşlarım, yüzümü yıkayıp göğsümden aşağıya sızarak akıyordu.
Ondan sonra tam beş yıl geçti. Yükseköğretimi bitirip jeolog oldum. Hocalarımın dediklerine göre, Kırgız kızlarından ilk ben bu bölümü okuyup bitirmiştim. “Ben bunu kime borçluyum? diyorum kendi kendime. Sadece Azim’e! O olmasaydı, kim bilir bu zamana kadar nerede, ne durumdaydım?”