Sadece LitRes`te okuyun

Kitap dosya olarak indirilemez ancak uygulamamız üzerinden veya online olarak web sitemizden okunabilir.

Kitabı oku: «Kızın Sırrı», sayfa 4

Yazı tipi:

Şimdi yine o küçük pencerenin önünde duruyorum. Azim’in gittiği tarafa bakıyorum. Şimdi o yoldan geri gelirse ne! O zaman boynuna asılıp, öz ağabeyim gibi nefesimi içime derin çekerek, koklayarak öperdim. “Güvenini boşa çıkarmadım. Emeğin boşa gitmedi.” derdim.

Ben onu şimdi de seviyorum. Öncekine göre on kat, bin kat fazla seviyorum. Şimdiki sevgim sadece ilk sevdalık değil; insanı, doğru ve dürüst gerçekten, insanı sevmektir!

Azim her daim benimle beraberdir. Zorlandığımda destek, üzüldüğümde dayanak olmuştur. Ömrümdeki sönmez ışık, bitmeyecek umuttur. Şimdi nerelerde? Beni hatırlar mı, düşünür mü?

Acaba benim onu sevdiğimi biliyor muydu?

ANNE ŞEFKATİ

Hey, kardeş! Sana sesleniyorum. Yüz yüze oturup konuşmamamıza rağmen, senin bana baktığını hissediyorum ve hatta göz göze gelmiş gibiyiz. Kendime çok yakın hissediyorum seni

İçimdekilerin hepsini, hiçbir şey bırakmadan anlatmak istiyorum. Umarım anlayacaksın. Belki benden küçüksündür, belki de büyük…

Ne fark eder ki?

Kardeşiz. Hayatımız aynı.

Ben sana büyük konular ya da siyaset anlatacak değilim. Hayat, hayatta yaşananlardan söz edeceğim. Aklımdan ne geçerse onun hepsini dökeyim…

Anne babamı çok erken yaşlarda kaybettim. Ondan sonra bir sürü sene geçti. Sanki babam ile annemin hayali zaman geçtikçe siliniyor aklımdan. Keşke en azından bir resimleri olsaydı!

Evet, çok seneler geçti.

Albert ihtiyarın teorisini saymadığımızda tüm dünyada zamanın geçmesi aynı ki! Ya da ondan beri dünya bazen hızlı, bazen yavaş dönmeye başladı diyebilir misin? Öyle olsa da benim için günler bazen uzun, bazen çok kısa olarak geçmişti.

Tamamdır, hepsi geçmişte kaldı. Onları hatırlamakta ne fayda var? Acı verip, gözyaşı döktürmekten başka bir şey yapmaz. Başkalarını bilmiyorum ama ben bunlardan bıktım.

Anne, baba sözü eskimiyormuş. İnanıyor musun? Şu an bile anne, baba sözü kulağıma gelse kalbim acıyıp kendimi çocuk gibi hissediveriyorum. İçimden “Babacığım! Anneciğim!” diyorum. Keşke, o zaman birisi “efendim” dese…

Daha sözün başında kendisinden bahsediyor, kendisinin başından geçenleri anlatıyor diye düşünme. Söz; anlatacağım, hayatı benim hayatıma benzemeyen yine bizim bir kardeşimizle ilgili olacaktır.

İkimiz geçenlerde Moskova’da “Yunnost” otelinde buluştuk. Söylediğine göre o, okumak için gelmiş. Ben ise birçok genç ile “Uluslararası Öğrenci Merkezine” gidiyordum.

Benim hemşerim hem çok konuşan hem de güler yüzlü biriymiş.

Ayrılacağımız gün otelin yan tarafındaki açık verandada sohbet ederek oturduk. O bana ya çok güvendi ya da büyük diye saygı mı gösterdi bilmiyorum, kısacası kendisiyle ilgili birçok şeyi anlattı.

Maden ve madencilikteki birçok iş hakkında çok fazla bir şey anlatmadı. Galiba, “Kendisi madenciyse onları benden daha iyi biliyordur.” diye düşündü.

Özellikle annesiyle ilgili anlatırken onu kendi gözlerinle görmeni çok isterdim.

Anne demek, anne…

Onun anlattıklarını hiçbir zaman unutmayacağım, nasıl unuturum ki?

Hatta şu an bile o olay, kendi başımdan geçmiş gibi gözümün önünde canlanıyor.

Halktan saklayacak ne var, biz onu anlatalım. Hayat şahittir! Hepsi anlatsın. Anne ve çocuk da anlatsın.

***

Kışın soğuk günleriydi. Üstelik o sene kış çok soğuk ve uzun sürmüştü. O zamanlarda şu andaki gibi otobüsler yoktu. İkisi üstü açık arabayla gittiler.

Araştırma partisinin olduğu yer biraz sıcakmış. Öteki giriş yerinde bariyer inşa edilerek “pas sistemi” yerleştirilmiş. Silahlı askerler varmış. Bunları görünce Satımkul donakaldı. Bu görüntüler ona savaş meydanının bir bölümüymüş gibi geliverdi. Yutkunarak, sağ eliyle börkünü sıkıca basıp, uzaktaki kabine doğru yürüdü.

Kaliman ise biraz ev eşyası bulunan çıkının yanında kaldı.

Şoför, montunun yakasının üzerine sarılmış olan atkısını düzeltip, başını kabinden çıkararak:

– Mardca, nu! diye arabasını sürmeye başladı. Bu onun “Tamam o zaman, hoşçakalın.” demesiydi.

Araba düz yolda giderken oradaki dağa doğru yöneldi. Elindeki eşyasını kaybetmişe benzeyen yol üzerindeki kar, arabanın arkasından savrularak onun izini ararmışçasına tekrar yere düştü. Sonra Kaliman’ın ayakkabısına ve çorabına yapışarak ceketinin eteğini biraz uçuşturuverdi.

Satımkul kabinde çok uğraştı. Güvenliğe partinin yöneticisinin imzası olan kâğıdı gösterince güvenlik “Bu bir şeye yaramaz.” der gibi bir şey bile demeden, dudaklarını büzerek kâğıdı tekrar uzattı.

İşçi şubelerinin telefonu da hiç müsait olmadı. Satım-kul tereddüt etmeye başlamıştı.

Sonunda yöneticiyle konuşarak izin istedi. “Kabinden” fırlayarak çıkıp Kaliman’a yaklaştı. Aceleyle konuştu:

– Hadi gidiyoruz. Üşümüşsündür.

– Yürüyerek mi?

– Evet.

– Yükü kim kaldıracak?

– Hangi yükü diyorsun? diye Satımkul uzun uzun çizgileri olan, kırmızı dağarcığa sıkı şekilde bağlanmış eşyalara eğildi ve:

– Hadi omuzuma asıver, dedi ve bağlanan ipi tuttuğu halde diz çökerek oturuverdi.

Bariyerden sonra da çok uzakmış. Satımkul, yolun tam ortasında, sırtında ağır yükü taşımasına rağmen arada sırada sallanarak önde gidiyordu. Kaliman peşinden geliyordu, elinde valiz vardı. Belli etmese de kocasına acıyordu. Arada sırada:

– Satım, dinlensene biraz? diyordu. Satımkul cevap vermiyordu. Ağzından çıkan buhar sağ omzundan geçerek arkaya doğru uçuşuyor, kısa zamanda kaybolup gidiyordu. Börkünün sağ kulağını kapayan bağı ve yakası beyaz kırağı olmuştu.

Akşama doğru ulaştılar. Partinin ofisi tek katlı uzun yüzgecin altındaymış. İşçiler bölümünün yöneticisi avluda karşıladı onları. El sıkışarak selamlaştılar:

– Ha, Orazaliev siz mi? Merhabalar! Tanışalım. Ben Tarasov.

– Merhabalar. Evet, benim Orazaliev.

– İyi, bu eşiniz mi? diye Kaliman’a da elini uzattı:

– Merhabalar, çok yorulmuşsunuz. Hadi içeri giriniz.

Ofis çok darmış. Masa, onun beri tarafında iki üç sandalye vardı. Tarasov mum yaktı:

– Bizim durum böyle. Uğraşıyoruz işte. İkisi etrafına bakınıyorlardı:

– Hm, işte! Geçende mektubunuzu alıp, nasıl edip çağırmalı diye düşündük, dedi Satımkul.

– Yanılmıyorsam askere dağ madenleri meslek okulunda okurken gittim demiştiniz değil mi? diye sordu Tarasov.

– Evet.

– Kaçıncı sınıfta gittiniz?

– İkinci.

– Ha, asker unvanınız?

– Teğmen.

– İyi, hangi dağ madenlerini araştırmakta olduğumuzdan haberdarsınızdır herhalde? diye sordu Tarasov biraz suratını asarak.

– Tabi ki…

Biraz birbirlerini sınıyorlarmış gibi bakışıp sonra gülümsediler.

– Kardeş Orozaliev, affedersiniz. Bana göre araştırma ve kazılmış çukurlarda çalışmak sizin için zor olabilir, diye Tarasov biraz ciddiyetle konuştu.

– Evet, doğru diyorsunuz. Satımkul onun düşüncesini anlamış gibi cevap verdi.

Tarasov ince, kara kaşlarını kıpırdatarak masanın üzerine koyduğu sol elinin kıpırdayan parmaklarına biraz baktıktan sonra tekrar Satımkul’a destek vermiş gibi konuştu:

– Kardeş Orazaliev, size şimdilik sıradan bir iş verelim. Çalışadurunuz, sonra uygun olan işlere bakacağız. Ne dersiniz?

Ne diyecekti ki. Satımkul bunu kabul etti.

Tarasov “yönetici arazinin” müdürüne mektup yazdı ve Satımkul’a verdi:

– Yarın telefonla arayacağım. Şimdi kalacağınız yer var. Ancak, çok konforlu değil, diye gülümsedikten sonra konuşmasına devam etti:

– Size bir şey olmaz da… Yengemize uyar mı acaba? Hadi o zaman size göstereyim.

Yüzgeç evlerinden sadece beş altı tane varmış. Onların yanından geçince biraz uzaklıkta sırasıyla kurulmuş çadırları gördük. Dörtgen şeklinde, küçücük pencerelerinden ateşin aydınlığı görünüyordu. İnsanların konuştukları duyuluyordu.

– İşte geldik, dedi Trasov ve:

– Bizim Ceniş Sokağı dediğimiz işte bu, dedi.

Tarasov ortada yerleşen çadırın kapısını açıp:

– Merhabalar! Sizlere yeni komşu geldi, karşılamayacak mısınız? diye şaka yaptı. Çadırın içinden:

– Oo!

– Nerede?

– Kimmiş o? diye sesler çıktı. Hemen iki üç kişi dışarıya çıkıverdiler. Karanlıktan suratları iyi görünmüyordu. Aralarında bir kadın vardı.

– Niye duruyorsunuz? Hadi eve girelim? deyiverdi onların birisi.

– Teşekkürler, teşekkürler şimdi… diye Tasarov Satımkul’u kolundan tuttu ve:

– Arkadaşlar öncelikle komşunuz evini görsün.

– Ev nereye kaçacak ki? Olsa olsa beşinci çadır olacak.

– Soğuk…

– Hey, karanlıktır belki. İra, bizim öbür mumu getirsene. Petrolü var mıymış? dedi sesi kalın birisi.

Hepsi konuşarak beşinci çadıra girdiler. Mumun aydınlığı biraz sönüktü. Üstelik çadırın içinden de çürümüş ot kokusu geliyormuş gibiydi. İki tarafında iki tahta vardı. Girişinde bir demir hurda yatıyordu. Az önce dedikleri gibi karanlıktı, soğuktu. Soğukluğu dışarıdaki soğukluktan farksızdı. İra bu evin yeni sahiplerine baktı. İkisinin de suratları biraz solgunlaşmıştı, ses çıkartmıyorlardı. Üstelik hepsi yas tutuyormuş gibi sessizlerdi. İra çevreye bir baktıktan sonra:

– Nasılmış? dedi. Satımkul göz ucuyla ona baktı ve hafif gülümsemiş oldu.

– İra neşeli birşekilde “Hadi o zaman çıkalım mı?” dedi.

Satımkul ile Kaliman komşularının çadırında çok oturdular. Oradakiler işte, Satımkul’un gideceği yerde çalışıyorlarmış. Satımkul’un heyecanı biraz dindi, biraz alışmış gibi oldu: “Bunlar da çalışıyormuş. Durum o kadar da kötü görünmüyor. Savaştan zor değildir tabi.”

Bir buçuk, iki saat oturmuşlardı. Yemeklerini yedikten sonra Satımkul “Biz kalkalım.” dedi. Üstelik yolda yorulmuşlardı. Kaliman çadırı düşününce kalbi hop hop atıyordu. Çünkü burası onun hoşuna gitmemişti. “Deli, neden buna razı oldum?” diye içinden kendi kendini azarlıyordu.

Çadıra İra uğurlayarak geldi.

Ne ilginç! Satımkul ile Kaliman’a filmin sahnesi değişmiş gibiydi. Çadırın içi süpürülmüştü. Tertemizdi. Eşyaları çıkarılıp tahtaların üzerine koyulmuştu. Sobada ateş yanıyordu.

“Arkadaşlık sadece kan dökülen savaş meydanında değil, burada, barış hayatında da böyleymiş!” diye düşünen Satımkul çok memnun oldu. O, İra’nın ellerini tuttu.

– Teşekkürler size…

Kaliman da İra’ya gülümseyerek baktı.

– Bir şey değil, dedi İra çıkarken ve:

– İyi geceler. Ha, sobada ateş sönerse orada kömür var, diye kömürün nerede olduğunu söyledi.

***

Satımkul zayıflayıp, biraz heybetini kaybetmiş mi ya da bu ağır işinden dolayı mı kısacası yanakları incecik olup gün geçtikçe et kemik olmaya başladı.

Üç ay boyunca “vışkada”2 çalışmıştı. Hem de kışın soğuk günlerinde. Çok zorlanmıştı. Sakatlık işte. Eğer sol eli de olsaydı öbür işçiler gibi hiçbir şey hissetmeden çalışırdı.

Bazen her şeyden vazgeçiveriyor…

O doğuştan sakin ve merhametli birisiydi. Başka birisi için canını bile feda edebilirdi. İnsanlarla beraber olmayı çok severdi. Kısacası insanoğlunun karakteri karışık bir şeyden oluşmuş gibi.

Bundan on gün önce o, 17 nolu kuleye tamirci olarak işe girmişti. Daha ilk başlarda “maaşı komşularınki gibi çok değil” diye memnun olmayan Kaliman şimdi de daha abartmaya başladı.

Dün Satımkul işten gelince Kaliman her zamanki gibi onun temiz elbiselerini getirip “yıkansın” diye sıcak su hazırlamadı. Suratı asıktı. Kocası girince, gözünün üstüyle bir bakıp, sağ taraftaki tahtada oturduğu halde kıpırdamadı. Yastık kaplıyordu. Gelsen ne? Gelmesen ne? der gibi davrandı.

Satımkul:

– Hey, sana ne oldu? diye sordu.

Kaliman cevap vermedi.

– Yapma, Kakinciğim, lütfen? Son zamanlarda çok değiştin. Satımkul tekrar dışarıya çıktı ve:

– Su var mı? diye sordu.

Kaliman yalın ayaklarıyla dışarıya çıkıp, içeri girerek su koymaya başladı. Hala susuyordu. Satımkul yıkanırken ona bakıyordu. Kaliman’ın bakışlarından, suyu dikkat etmeden bazen az bazen çok fazla koymasından çok şey anlaşılıyordu.

Satımkul hiçbir şey anlayamıyordu. “Acaba birisinden dedikodu mu işitti? Dedikodu? Hiç kötü iş yapmamışsa dedikodu nereden çıkarki?” O, sağ eliyle kıpkırmızı oluveren yüzünü okşayarak oturduğu gibi yere bakakaldı. Kaliman’ın oradan uzaklaştığını fark etmemişti.

Vakit öğleyi geçmişti.

Satımkul havluyu yastığın üzerine atıp, Kaliman’ın yanına gelerek oturdu:

– Kaliman, ben her şeyi anlıyorum. Ancak, sadece anlamakla senin istediğini yapamıyorum ki. Genciz… Yavaş, yavaş biz de diğer aileler gibi yaşamaya başlayacağız. Baksana, böyle beraber oturup başbaşa olmak mutluluk değil mi? İşim zor değil. Birkaç gün sonra mayın da açılmaya başlarmış. Bunların hepsine şükretmek lazım!

Kaliman konuştu:

– İş… Sadece birlikte olmak mı önemliymiş? Elinde para olmamanın zorluğu nedir biliyor musun?

– Yapma Kaliman, az da olsa eşyalarımız, yiyeceklerimiz var. Başkalarına muhtaç değiliz. Düşünmeden konuşmak olmaz böyle. Hep “onlar böyle, şunlar şöyle…” diyorsun, onların bir sakatlığı yok…

– Ama senin kafan çalışıyor! Emektarsın. Yumuşak huylu olduğun için böyle yaşıyorsun. Ben okumuşum, bu işleri yapamam desene.

– Aman Allah’ım, burada sadece benim mi kafam çalışıyormuş? Benimki gibi herkesin kafası çalışıyor. Eğitimliler de hatta tecrübeliler de var. Onlar da benim gibi çalışıyor.

– Çalışırsa çalışsınlar! Başkasının işiyle başkası ilgilenmez ki? Sen savaşa gitmiştin, onlar diye, onlar için canını bile feda etmeye hazırdın!

Satımkul artık dayanamadı:

– Yeter artık Kaliman! Biz siz için, hepiniz için savaşa gitmiştik. Benim gibi milyonlarca insan gitmişti. Onların hepsi senin dediğin gibi yaparsa geriye ne kalır? Ya da burada savaşa gitmeyenler Tanrı’nın kahrına mı uğramış? Savaş zamanında herkes acı çekmişti! Bırak şu benciliğini!

– Burada söz bencilikle değil, hayatla ilgili oluyor.

– Hayat mı? Sen bununla neyi anlatmak istiyorsun?

– Bunu işte.

– Bunun ismi yok mu?

– Hayatı diyorum işte. Deminden beri suratını asıp sırtını dönerek oturan Kaliman Satımkul’a baktı ve:

– Hayatı diyorum! Bu da hayat mı?

– Sessiz olur musun?

– Olmayacağım sessiz! Komşulardan mı utanıyorsun? Duymasın mı diyorsun? Duyarsa duysunlar! Saklayacak gücüm kalmadı. Madem utanıyorsun iyi hayat için çaba göstersene! Sabah erkenden kalkıp, çamur kazarak bulduğun paran yemekten başka bir şeye yetmiyor. Şimdi bana “sessiz” dediğine bak. Hadi söylesene, kaç aydır buralardasın? Fayda getirdin mi? Kış boyu böyle çadırda yaşadık, en azında yeni elbise aldın mı bize? Nereye kadar dayanacağız? Söyle? Ben sensiz yalnız kaldığım günlerde, bundan daha iyi yaşamıştım. Evim sıcaktı, kıyafetlerim yeniydi. Sadece senin için buraya geldim, diyerek Kaliman ağlamaya başladı.

Satımkul ne yapacağını bilemedi. “Senin için…”. Kaliman’ın dediklerini doğru buldu. Gerçekten de kaç senedir umudunu kesmeden beni bekleyen bu Kaliman’ıma bir iyilik yaptım mı? Kışın hep tarlada, çadırda kalırlardı. Bu çadırın siperden farkı yok ki? Allah kahretsin! Bu günler ne zaman bitecek?

– Tamam, Kaliman, ağlama lütfen.

– Ben de acıdığımdan dolayı söylüyorum. Seni başkaların arasında görünce sana çok acıyorum, dedi Kaliman çok kısa zamanda değişerek:

– Palton ile bluzların çok eskidi. Ben kendim demeyeyim. Tarasov iyi insan görünüyor, konuşup beni de bir işe aldırsan olmaz mı? Evde otura otura bıktım. İra kadar olamıyor muyum? Ben de çalışmak istiyorum.

Bunları konuşmasına rağmen aklında “Utanmadan erkeğim diyor! Çalışıp kendim çaba göstermesem bu beni iyi hayata ulaştıramaz.” diye düşünüyordu.

Bir ay geçmeden Kaliman işe alındı. Çalıştığı yer çok uzak değildi.

İra da orada motorcu olarak çalışıyordu. Bir gün o, öğle yemeğine Kaliman’ı da davet etti. Kaliman vışka yerleşen tepeden aşağıya inerek İra’nın “araba salonuna” gelene kadar o ırmağın kenarındaki yeşil otun üzerine sofrasını açıvermişti. Siyah iş kıyafetinin iki omuzu ve yan tarafları yağdan parlıyordu. Kokusu geliyordu yağın. Kaliman hangisinin gaz yağının hangisinin ise gresin kokusu olduğunu ayıramadı. Onun için bu kokunun hepsi aynıydı. İra jeneratörün altındaki kovayı çekerek elini yıkadı ve:

– Nasılsın komşu, alışıyor musun? Burada da komşu olduk. Çok güzel. Erkeklerin arasına kadın olduktan sonra karışamazmışsın. Hadi o zaman yemeğe başlayalım, diye yüksek sesle konuştu.

İşte o günden başlayarak onlar birbirine yakınlaşmaya başladılar. Kaliman ilk başta onu çok kaba, fazlasıyla şakacı birisi olarak görmüştü. Çünkü o, içinde ne olsa onu hemen söylerdi. Konuşması, davranışları erkeklerinki gibi kabaydı, hatta biraz sertti. Belki de hep erkeklerin arasında çalıştığından böyle olmuştur? Onlarla kendisini eşit düzeyde gösteriyordu. Oradakilerin hepsi onun karakterini iyi anlıyorlardı. Bazen, “Ha, İra mı?” diye gülümsüyorlardı. Kaliman sonradan anlamıştı onu.

Bu yakınlarda… Burguçuları bağlayarak yeniden tekrar deliğe indirmeye başlamışlardı. O zaman nedendir burgu aletinin sesi çıkıp sonra hemen durdu. Elektrik kesilmişti. Aşağıda dizel çalışıyordu. Yeni gelen usta sitem etti:

– Bu ne demek!

Hepsi oraya toplanıverdi. Biraz uzakta olan Kaliman da koşarak geldi. Konuşuyorlardı. Usta biraz yüksek yere çıktı, İra’ya bağırdı:

– Alo! Siz orada ne yapıyorsunuz? Söylemiştik size elektriği kesmeyin diye. Hadi hemen elektriği açın, hemen!

İra ellerini kaldırarak bir şeyler diyordu. Usta ellerini okşayarak biraz bekledikten sonra dayanamadı:

– Kadının işi, kadınlık! diyerek İra tarafına doğru yürümeye başladı. Hemen elektrik mühendisi ve çilingir onun peşine düştü. İra onları durdurmadı bile. Düğmeyi kapatarak demir kutudan kilit ve vidaları aramaya başladı. Usta ne yapacağını bilemeden, kızarak mırıldanıp gidiyordu. Sonunda:

– Hey, siz şu an ne yaptığınızın farkında mısınız? Orada kaza olursa nereye gideceksiniz? Siz bir şey anlıyor musunuz? diyerek İran’ın tam önüne gidip, kızgınlığını biraz bastırarak, kekeleyerek konuştu. İra iki elini beline alarak:

– Siz bir şey anlıyor musunuz asıl? diye bağırıverdi ve:

– Orada kaza olursa burada jeneratörde kaza olmazmış öyle mi? Baksana buna! Eğer burada kaza olursa o makine yarım saate değil yarım ay süreye kadar çalışmadan durur. Siz bunu anlıyor musunuz ha? İra’nın gözleri yaş dolmuştu. Kaliman ona şaşırarak bakıyordu. Kalbi küt küt atıyordu. Demek burada çalışmak zormuş. Maaş almada buna boşuna rekabet olmaya çalışıyormuşum. Önceleri “Kompresörünü çalıştırıp, ona bakıp uzanmaktan başka bir şey yapmıyor? Bunu herkes yapar. Benim gibi harç karıştırsın bakalım.” diye düşünürdü.

Usta, İra’ya kızmaya devam etti. Onunla gidenlerin bazıları “İra işini biliyor, biraz bekleseniz…” dediklerini duymadı. Sonunda İra dayanamadı ve büyük kilidi eline alarak:

– Hey civciv, sen susacak mısın yoksa? Hadi git başımdan! diye elini kaldırdı. Usta korktu galiba, sesi kesildi. Ne yapacak başka, kadın ile dövüşecek değil ya. O, yine bir şey söylemek üzereyken İra ona yaklaşarak:

– Yeter artık! Elimden kaza çıkmadan git buradan, yoksa şu boynunu kırarım. Git! dedi.

Usta şaşkınlıkla geri çekildi.

“Bu kadın deli mi?” diye düşünmüştü galiba. İzleyenler az kalsın gülecekti. Üstelik yeni gelen usta çok gençmiş, üzülmesin diye düşündüler galiba, gülmemek için kendilerini tuttular.

İzleyenler sigaralarını içene kadar İra makinesini tamir ediverdi. Yağ olan ellerini bezle silerek makineye çıkıp “puskaçın” düğmesini çeviriverdi. Dizelin yan tarafından çıkan mavi duman İra’yı biraz görünmez hale getirdikten sonra yukarıya savruluverdi.

O gün, o andaki İra hala Kaliman’ın aklında. İra hiçbir şey olmamış gibi çok kısa zamanda tekrar güler yüzle o ustaya bakmıştı. Onun bu bakışı “Hey, genç, çok fazla kendini yükseklerde hissederek boş boş hırslanma! Fazla hırslanmak her durumda faydalı değildir. Durumu iyi kavramazsan bazen karşındakine karşı küçük düşebilirsin.” diye bir iğneleme vardı.

O tekrar fırlayarak, yere inip dizelin sesiyle beraber:

– Kızgınlığınız dindi mi? Hadi o zaman, neyi bekliyorsunuz? Usta çocuk, bana darılmazsın değil mi? diye gülümseyerek çoktan tanıyormuşçasına ustanın omuzlarına hafif vurdu.

– Özür dilerim, diye usta çocuk da gülümsedi.

***

Satımkul ne kadar kendini işe vererek çalışsa da kendisini memnun edecek düzeyde çalışamadığını da hissediyordu. Açıkçası şuandaki işi çocuk işiydi. Düğmeyi açıp kapatmak herkesin elinden geliyordu. Başka çare yok. Teknik sorunları çözmek için eğitimi yetersizdi. Okumak istiyor ama o da imkânsızdı. Tarasov geçende “Satımkul, mezun olmana az kalmış, hadi sana izin verelim. Şu an seni sınavsız kabul ederler. Meslek okulunu bitir. Dağ madenleri tarafında şu an yerel işçiler yetersiz oluyor. Git, oku. Tekrar buraya geleceksin. Yine söylüyorum, git.” demişti.

Satımkul bir hafta boyu Kaliman’ın karşı çıkmasına rağmen, gitmeyi düşünmüştü. Sevinmişti de.

Evet, kendisi de okumayı istiyordu. Ancak Kaliman itiraz ederek hiç kabul etmedi. Onun bahanesi şöyleydi:

“Hayatımız ne olacak? Yalnızlıktan bıktım ben…” demişti. Kısacası bunun gibi bahaneleri çoktu. Daha gençken hayata bu kadar bağlı olanı kim görmüş. Satımkul bunlara bakmazdı. Onu durduran Kaliman’ın yalnızlığıydı. Öncekisi gibi olsa bırakıp gidebilirdi. Hamileydi. Şimdi nasıl bırakıp gider?

Satımkul, elimden gelse kâğıtlarla uğraşacağım bir yerde çalışsam, diye düşünüyordu. Gün geçtikçe bu düşünce onun kafasını karıştırıyordu. Ancak kimseye hatta Kaliman’a bile söylememişti. Bu sadece kendisinin hayalleriydi bunlar. Çünkü korkmuştu. Aklın ile çalışmanı gerektiren iş eğitimin o kadar yeterli olmadıktan sonra zor olabilirdi. Duyduğuna göre ofiste ekonomi işçisine ihtiyaç varmış. Bununla ilgili Tarasov ile de konuşmuştu.

Kaliman hala kulede çalışmaktaydı. O, Satımkul’u öncekinden daha fazla yönetimi altına almıştı. Arkadaşları şaka olarak Satımkul’a “Hey, sen bize hiç katılmadan uzaklaştın. Kulübe de gitmiyorsun. Ya da karından korkuyor musun?” dediklerinde Satımkul “Yapmayın!” diye yalandan gülümseyerek oradan uzaklaşmaya çalışırdı. Ne kadar kötü niyetle söylenmese de, şaka da olsa bunlar Satımkul’un zoruna gidiyordu. Çünkü bunlar şaka ama bir yandan da acı bir gerçekti.

Her erkek, kadının acı vermesine dayanır ama “yönetmesine” dayanamazdı. “Yönetme” ailede söz konusu olmazdı. Ailede kim daha çok saygı gösterirse o yönetirdi. Burada erkek ya da kadın olması fark etmezdi.

Sonunda Satımkul Tarasov’a gitti. Tarasov yalnızmış:

– Satımkul? Gel, gel, otur, diye yerinden doğrularak elini uzattı.

Satımkul rahatsız bir halde, kürkünü tutarak oturdu ve:

– Ben biraz sizinle konuşayım demiştim…

– Tamam?

Satımkul başını öne eğerek konuştu:

– Ben… Vladimir Nikolaeviç, okula bu sene gitmeyeceğim.

– Nasıl? Biraz kaşlarını çattı ve:

– Biz geçende konuşmamış mıydık? Neden?

– Evet, ama…

– Ben seni anlayamıyorum, Satımkul. Partinin müdürüyle de konuşmuştum…

Başını salladı ve:

– Çok üzüyorsun beni, dedi.

– Vladimir Nikolaeviç sizden özür diliyorum. Durum böyle gerektiriyor. Başarıya ulaşma zamanının sınırı yok. Gelecek sene ve sonraki senelerde de bakacağız… Ben size bir iş için gelmiştim. Satımkul kafasını kaldırarak ona baktı.

– Dinliyorum.

– Ofiste iş var diyorlar, gerçek mi?

– Evet, orada bir ekonomiste ihtiyaçları var. Ekonomist! Tarasov ekonomist kelimesini özellikle vurgulayarak söyledi. O bununla “Sen orada çalışamazsın. Orada çalışmak için eğitim lazım.” demek istemişti. Satımkul onu anlamasına rağmen anlamamış gibi yaparak:

– Vladimir Nikolaeviç eğer öyleyse niye oraya işçi almıyorsunuz? Yanılmıyorsam oranın uzun zamandan beri bir işçiye ihtiyacı var gibi? dedi.

– Evet…

Tarasov bunun dışında bir şey demedi. Sustular. İkisi de birbirlerinin ne düşündüklerini biliyorlardı. O yüzden, bunları öylece bırakmanı doğru görmüşler miydi, kim bilir?

– Vladimir Nikolaeviç, dedi Satımkul ve:

– Ben de anlıyorum. Anladığım için bu güne kadar hiç ses çıkarmadım. İnanıyor musunuz bu düşüncelerimi bırak başkaları hatta karıma bile söylemeden geldim. Siz bilirsiniz.

– Neyi ben bilirim? Satımkul, kısacası sen bana darılma. İnsanı üzmek kötü bir şeydir. Ama şu an ben sana yardım edemeyeceğim. Beni yanlış anlama! dedi ve yerinden kalktı.

– Ben yardım istemiyorum. Düşüncemi söyleyerek az çok talep ediyorum, Vladimir Nikolaeviç. Siz de emektarsınız, ben de. Söylesenize, savaşa ilk gittiğimizde kimimiz hemen başarıya ulaşmıştı? Kimimiz hemen iyi savaşmaya öğrenmişti? Özel eğitim, hazırlanma falan bize sorulmuş muydu savaşa alırken? Hayır! Biz yavaşça öğrenmiştik. Başarmıştık.

– O savaştır.

Satımkul biraz kızıverdi:

– Savaş, ha savaş şu andaki gibi miydi? İşte savaş. O, sol elini masanın üzerine koydu. Sonra sağ elini kaldırarak konuşmasına devam etti:

– İşte şu andaki hayat… Bu, işte bu kafa varken nasıl bir diğer kişinin yaptığı işi yapmayayım? O dönemdeki güven niye şimdi yok?

Tarasov başını önüne eğerek onu dinledi. O da Satımkul’a katılıyordu. Ancak talimatları nereye iletecek? Gerçekten de eğitimi olmadıktan sonra birisini bir işe tavsiye etmek de zor. Hiç olmasa biraz tecrübesi olsaydı.

– Hayır, Satımkul beni zorlama. Şu andaki işin de kötü değil. Sonra yine bakacağız, dedi Tarasov.

– …Bu cevabı önce de duymuştum.

– Evet, evet. Bu şöyle ki… Çocuk değiliz. Her şeye adaletli olarak bakmamız gerek. Gerçeği söyleyeyim Satım-kul, ben seni hala iyi tanımıyorum. Sonradan bir sorun çıkarsa ben de kötü duruma düşmeyeyim. Üstelik birisine söz vermiştik. Yarın, öbür gün o da gelir. Diyeceğim, şimdilik bu işinde çalışadur.

– Tüm cevabınız bu mu?

Tarasov kaşlarını kıpırdatarak omuzlarını büktü. Başka ne diyecekti ki? Satımkul üzüldü. Yerinden yavaşça kalkarak biraz düşünceli durdu ve odadan çıkıp gitti. “Üstelik… Üstelik… Üstelik…”.

Akşam olmuştu. Hava serinlemişti, göl tarafından serin rüzgâr esiyordu.

Satımkul biraz yürüdü. Önünde bariyer gözüktü. Alaca boyunlu zürafaya benzeyen bariyer… Onların buraya geldikten sonraki ilk adımıydı. Satımkul kimseyi, Tarasov’u suçlamadı. Tüm problemler zamanla ve uygunuyla çözülecek. O, ilk defa kendisinin diğer insanlardan eksik olduğunu hissetti. Gücendi, keşke Tarasov’a gitmeseydi. Önceki gibi kendi düşünceleriyle uğraşıp, o düşünceleriyle kendini avutarak yaşaması daha iyiydi.

Öbür taraftaki ne çamlı dağı ne de İncil Gölü’nü gördü. Ta uzaktaki Orto-Alkak Dağı’ndan batmak üzere olan güneşe bakarak durdu. Onun insani namusuna dokunup, sakat olmasına neden olan işte o gün batmakta olan taraf değil miydi? Derin derin nefes alıyordu, gözünde beliren yaş o güneşin nurunda parlıyordu.

***

Öncekine göre Satımkul çok dalgın ve düşünceliydi. İşine gidip gelir ve evindeki küçük işleriyle uğraşmaktan başka bir şey yapmazdı. Kaliman da öncekisi gibi onun başının etini yemiyordu. Söylediğinin, istediğinin hepsini yapıyorsa onu neden rahatsız edecekti ki. Ne de olsa kocasının hal hatırını sorup, o böyle durumdayken ona destek olmalıydı. Fakat o böyle yapmadı. “Sonunda ben kazandım.” diye düşünüyordu galiba.

Geldiklerinden bu yana bir sene geçmişti. Yaşamları kötü değildi. Ancak Satımkul, bu güne kadar kendisine yeni bir giysi bile almamıştı. Askerden döndüğünde giydiği çok eski giysileri vardı. O, ona önem vermiyordu. Aslında karısı da öyle güzel kıyafetler almamıştı. O da her şeye rağmen diğer insanlardan geride kalmadan yaşayalım diye ev eşyalarını almaya çalışıyordu. Bir yandan o da haklıydı. Kıyafet nereye kaçacak ki? Satımkul’un her gün aklında olan anne babalarıyla ilgili Kalimana çok defa:

– Kaliman, anne ve babamız çok yaşlandılar. Uzaktalar, buraya gelemezler. Para gönderelim, demişti. Ancak hiç olumlu cevap alamamıştı. Bu neydi, acımasızlık mı? Kendi çocuğu bu kadar acımasız oluyorsa ona ne? Sonra, onlarla ilgili konuşmayı da bıraktı.

Çok geçmeden Kaliman, işinden annelik izni aldı. Şimdi her şey Satımkul’un üzerine yüklenmişti. Bazen komşusu Begimalı’nın karısı gelip yardım ediyordu. Begimalı burada bu parti kurulduğundan beri çalışmaya başlamıştı. İki çocuğu vardı. Büyük kızı bu sene ilkokula başlayacak diyorlardı. Küçüğü üçe yeni geçmişti. Şu an Kaliyka yine hamile gibi görünüyordu. Kısacası çok şefkatli iyi insanlardı. Güzel yemek pişirse ya da konuk çağırırsa hemen:

– Hadi gelin! diye çağırıyorlar.

Hayır demeyi bilmiyorlardı.

Satımkul bazen bundan çok utanırdı. “Neden bizim evde böyle olmaz? Neden bizim eve kimse gelmez? Sadece birimiz değil ikimiz de çalışıyoruz. Begimalı sadece kendisi çalışıyor ama evine konuklar çok geliyor.” Tekrar Kaliman’ın dedikleriyle kendi kendini avuturdu. “Yalnız çalışmasına rağmen üç insanın maaşını tek başına alıyor ki. Onlar cömert olmayıp kim cömert olsun?”.

Evet, o gerçekten de iyi para kazanırdı. Ancak konukların çok gelmesi ondan kaynaklanmıyor ki. Tek bir fincan çay versen de her zaman gülümseyerek gelenlere sıcak davransan kim gelmez ki? Kim ondan nefret etsin?

Birileri gelse Satımkul Kaliman’a bakardı. Kaliman kaşlarını çatıp sorunlarını söyler ve sitem etmeye başlardı. Her zaman böyle davranırdı.

İşte bugün de… Kaliman’ın hal hatırını sormak için İra gelmişti. Onu fark edip komşusu Kaliyka da gelmişti. Satımkul başköşedeki odada kitap okuyordu. Ekonomi ve maliyeyle ilgili kitabını yine okuyordu. Geç olsa da oraya işe alırlar umudundaydı. İra her zamanki gibi şakalarıyla konuşmaya başladı:

– Kaliman vay seni gidi seni, belli olmadan bu kadar aylık olmuş çocuğun? Ama hala karnın küçük. Galiba sen kız doğuracaksın?

– Bilmiyorum.

– Kız mı, erkek mi kısacası sağ salim doğur. Doğurmak da çok acı, üstelik ilk doğum…

Satımkul çıktı:

– Oo, İra nasılsın, iyi misin? Gelin, girin. Kaliyka yenge yukarı geçin. Kaliman çay hazırlasana.

– Dur ya. Onu sen demeden de biliyorum… Ya hazır odun da yok…

– Şimdi…

– Satımkul üzerine bir şey giy. Bugün hava çok soğuk olmaya başladı, dedi Satımkul çıkarken.

– Girişte montu var canım lazım olursa giyer, dedi Kaliman gülümsemiş gibi yaparak.

İra yavaş sesle:

– Bırak ya, olmaz öyle, bunların var olması ne kadar değerli biliyor musun? dedi.

– Var olması mı? Kocanın da daha iyileri vardır. Başkalarının kocası gibi değil… Ondan korkacak halim yok.

– Yapma ya. Elinden geldiği kadar bu da çaba gösteriyor. Yaptıklarının hepsi kendisi için mi? diye İra odaya başını döndürerek baktı.

– Ya İra hangisini anlatayım, onlar da işte benim topladıklarım. Boşuna masraf olmanın ne faydası var? Eğer ben kendi haline bırakırsam Satımkul sokakta kalır. Burada saklayacak bir şey yok. İşte benim böyle güçlü olmamdan sebep böyle yaşıyoruz. İnan, onun kazandığı yemeğe zor yetiyor. “Bunların hepsi…” diyorsun, bunların hepsi kendi bulduğum, topladıklarım. Diyorum ki ondan hiç korkacak halim yok. Ha bir de diyormuş… Böyle parayı Frunze’de de bulurdum. Yaşadığın, çalıştığın yer temiz. Nereye kadar böyle yaşayacağım. Üstelik… Bunlar da eşya mı?

Kaliyka ağzını yazmasının bir ucuyla kapatarak şaşırarak oturdu. Önceleri Kaliman’ı böyle hiç düşünmemişti. Kısa öksürerek:

– Dur, kurbanın olayım öyle deme. Üstelik birkaç gün sonra doğuracaksın. Günah, sevapları da düşünmek lazım, dedi.

Kaliman çekinmeden:

– Günahı sevabı buna mı bağlamış? Çocuk işte… Erkek mi, kız mı büyüyünce annelerini buluyorlar. Onun ne üzüntüsü var? Kısacası sağ salim büyüse yeter.

2.Ahşap kule, teknik amaçlı yapılan metal kuleler

Ücretsiz ön izlemeyi tamamladınız.