Kitabı oku: «Entelektüelin kutsal kitabı», sayfa 5
Platon’un Mağara Benzetmesi
“İnsanları, ışığa açılan uzun bir girişi olan, yeraltı mağarası gibi bir yerdelermiş gibi düşün. Çocukluklarından beri oradalar, kıpırdamasınlar diye ayakları ve boyunları zincire vurulmuş, zincirleri yüzünden etraflarına bakmak için başlarını bile döndüremiyorlar ve sadece önlerini görebiliyorlar…”
-Platon, Devlet
Platon, kendi felsefi görüşlerini desteklemek için yazılarında gerçek yaşamdaki hocası Sokrates karakterini kullanır. Devlet, Sokrates ve öğrencileri arasında gelişen bir diyalog şeklinde yazılmıştır.
Devlet’ten alınan bu ünlü paragrafta Sokrates, bir mağarada kapana kısılmış insanların, sadece nesnelerin duvara yansıyan gölgelerini görebildiği bir senaryo tarif eder. Bu insanlar, arkalarında bir ateş yanarken ileri doğru bakmaya zorlanırlar. İnsanlar, ateşin önüne tutulan nesneler ve yansıyan görüntülerini bir tutarlar. Örneğin, mağaradaki insanlar bir kitap gördüklerini sanabilirler, ama gördükleri sadece arkalarındaki ateşin önünde duran birinin elindeki kitabın gölgesidir.
Bir insan nesnelerin doğasını bizzat görmek için mağaradan kurtulduğunda mağaradan ilk başta güneşin parlaklığından gözleri acır ve fiziki nesnelerden dolayı kafası karışır. Ancak sonunda dünyanın gerçek doğasını anladığını da sadece gölgelerden haberdar olan kitlelere acır. Elbette, Sokrates’in mağarasındaki insanlar gerçeği öğrenmeye direnç gösterirler ve mağaradan kurtulan arkadaşları onlara gerçeği anlatmaya çabaladığında onun deli olduğunu düşünürler.
Bu alegoride mağarada kapana kısılmış insanlar dünyadaki cahil kitleleri temsil eder. Onlar sadece fiziki duyularımızla farkına varılabilen nesne, görüntü ve seslerin suretlerini görebilirler. Nesnelerin gerçek doğasını bizzat görmek için mağaradan kaçıp kurtulan kişi filozoftur. Filozoflar akıllarını kullanarak evrenin esas temeli olan soyut, değişmez gerçekleri yani formları, kavrayabilirler. Mağaradan kurtulan filozof, nesnelerin gerçek doğasını bilir.
Devlet nihayetinde adalet sorunsalıyla ilgilidir. Platon, adaleti kurmak için kişinin neyin iyi olduğunu bilmesi gerektiğine inanır. Bu yüzden, iyinin formunu anlayan filozoflar kral olup yönetime geçmelidir. Toplumun geri kalanı bu yöneticilerin taleplerini yerine getirmek için örgütlenmelidir.
EK BİLGİLER:
1. Platon, MÖ 427 yılı civarında Atina’da doğdu.
2. Platon, filozof kralları “guardians”(koruyucu, bekçi) olarak adlandırmıştı.
Sara
Sara, İbrahim’in eşi ve Yahudilerin anasıdır.
Sara o kadar güzeldir ki, İbrahim, bir kıtlık yüzünden beraber Mısır’a kaçtıklarında eşinin güzelliğinden ötürü emniyetlerinden endişe etmeye başlar. Firavun’un onu öldürüp Sara’yı eşi olarak alacağından şüphelenen İbrahim, Sara’ya kardeşiymiş gibi davranır. Firavun, Sara’yı alır ama İbrahim’e dokunmayıp karşılığında ona sayısız hediye verir. Tanrı daha sonra Firavun’u cezalandırarak Sara ile İbrahim’in Mısır’dan kaçmalarına izin verir.
Güzel olmasına rağmen Sara kısırdır ve İbrahim’e bir çocuk veremez. Dolayısıyla, âdet olduğu üzere, cariyesi Hacer’i İbrahim’e verir çünkü İbrahim ancak bu şekilde soyunu devam ettirebilecektir. Hacer, İbrahim’in ilk oğlu olan İsmail’i doğurur.
Doğumdan sonra Sara’nın Hacer’le olan ilişkisi bozulur. Hacer artık Sara’ya saygı duymaz ve Sara da kıskançlığa kapılır. Sonunda Sara, İbrahim’den Hacer’le oğlunu kovmasını ister. Yahudi geleneğine göre Sara’nın İbrahim’e nazaran daha kuvvetli sezgileri olduğundan, İbrahim onun bu isteğine boyun eğer.
Tanrı, Sara doksan yaşına gelince İbrahim’e nihayet karısının ona bir çocuk verebileceğini söyler ve İbrahim’i güldürür. Tanrı ısrar ederken Sara tesadüfen konuşmayı duyar ve o da buna güler. Ama sonra, Tanrı’dan şüphe duyduğu için utanıp inancını beyan eder. Bir yıl sonra da, ileride İsrail’in on iki kabilesinin atası olacak İshak’ı doğurur.
Neredeyse kırk yıl sonra, Sara yüz yirmi yedi yaşındayken El Halil’de ölür. Bazı yazılarda Sara’nın ölümünün İbrahim’in İshak’ı neredeyse kurban edecek olmasıyla ilgili olduğu belirtilir. Bir hikâyede Şeytan, Sara’ya İbrahim’in İshak’ı öldürdüğünü söyler. Sara, İshak’ın yaşadığını öğrenince sevinçten ölür.
EK BİLGİLER:
1. Sara, eşi İbrahim ile El Halil’deki Makpela Mağarası’na gömülmüştür. Oğulları İshak ve eşi ile torunları Yakup ve ilk eşi Lea da oraya gömülmüştür.
2. Yahudiliğin ata ve analarından sadece Yakup’un ikinci eşi Raşel, El Halil’de gömülmeyip Beytüllahim’de gömülmüştür.
Rosetta Taşı
1799’da Napolyon’un ordusundaki Fransız askerleri Mısır’daki İskenderiye şehri yakınlarında kumların içine gömülmüş, gizemli siyah bir kaya keşfettiler. Kayanın üzerine üç antik dilde yazılar yazılmıştı. Kayadaki ilk yazı Yunancaydı. Bilim insanları bu yazının, Mısır’ın Büyük İskender tarafından kurulan Yunan İmparatorluğu’na bağlı olduğu zamanlardan, yani aşağı yukarı MÖ 196’dan kaldığını belirlediler. Siyah kayanın üzerindeki diğer iki yazıtsa Mısırlıların geleneksel yazısı olan hiyerogliflerin farklı iki versiyonudur.
Mısır binlerce yıl boyunca antik dünyanın en büyük imparatorluklarından biri oldu. Firavun olarak bilinen krallar tarafından yönetilen Mısırlılar, büyük piramitlerle sfenks gibi devasa anıtlar ortaya çıkardılar. Bugünkü Sudan’dan Suriye’ye kadar uzanan topraklar Mısır ordularının kontrolü altındaydı. Firavunlar kendileri için bayındır şehirler ve görkemli mezarlar inşa ettirdiler.
Ama Rosetta Taşı’nın keşfedilmesinden önce, tarihçiler ve arkeologlar Mısırlı kâtiplerin bıraktığı çok sayıdaki yazılı kaydı asırlar boyu okuyamadılar. Kâtipler, en donanımlı modern bilginlere bile anlaşılamaz gelen karmaşık bir yazı kullanmışlardı.
Yunan yetkililerin Mısır halkına yönelik bir bildirisinin kaydı olan Rosetta Taşı, antik Mısır’ın sırlarını ortaya çıkardı. Jean-François Champollion adındaki bir Fransız bilim insanı, Yunanca yazılmış metinle hiyeroglifleri yan yana getirerek yıllar süren çalışmalar sonucunda karmaşık Mısır dilinin şifrelerini çözdü. Hiyerogliflerin anlaşılmasıyla, 19. yüzyılda tarihçiler ve arkeologlar antik Mısır’ı çok daha yakından tanıyabildiler.
Rosetta Taşı’ndaki yazıların çevrilmesi başlı başına bilimsel bir başarıydı. Champollion, düzinelerce dili çok iyi derecede bilen muazzam bir dilbilimciydi. Bir İngiliz bilgini olan Thomas Young da yazıtların çözülmesine yardım etti. 1801’de İngilizlerin el koyduğu Rosetta Taşı, şu anda Londra’daki British Museum’da sergilenmektedir.
EK BİLGİLER:
1. 1. Dünya Savaşı sırasında British Museum’da sergilenen Rosetta Taşı ve diğer önemli eserler, Londra bombardıman altındayken zarar görmemeleri için bir metro istasyonuna taşındılar.
2. Rosetta Taşı’nda, Mısır halkını V. Ptolemy’nin tanrısallığına inandırmak amacıyla, on üç yaşındaki Yunanlı Firavun’un işlediği hayırlar sıralanmıştı.
3. Antik Mısırlılar ölümden sonra bedenlerin korunması gerektiğine inanıyor ve krallarının bedenlerini itinayla mumyalıyorlardı. Avrupa’daki birtakım şarlatanlar, öğütülerek toz haline getirilmiş mumyaları 19. yüzyıla kadar şifa verdiği iddiasıyla sattılar.
Karanlığın Yüreği
Joseph Conrad’ın 1899 tarihli kısa romanı Karanlığın Yüreği, pek çok yönden gerçek anlamda ilk 20. yüzyıl romanı olarak görülebilecek, zamanının çok ötesinde bir eserdir. 19. yüzyılın sonlarında yaygın olan gerçekçi yazım tarzına dayanmasına rağmen, modern çağa özgü birçok konuyu ele almaktadır. Avrupa emperyalizminin 1800’lerde Afrika ve Asya’daki yaygın sömürüsüne eleştirel gözle bakan ilk edebi çalışmalardan biri olarak da göze çarpar.
Karanlığın Yüreği, yaklaşık seksen sayfalık, kısa ama özlü bir çalışmadır. Belçika’ya ait, yalnızca “Şirket” denen sömürgeci bir işletmede çalışan Marlow isimli bir adam tarafından geriye dönük olarak anlatılır. Marlow, Kongo Nehri’ni geçip, Şirket’in çok uzaklarda kalan ve Kurtz adlı bir fildişi tüccarı tarafından işletilen iç şubesine gidecek buharlı gemiye kaptanlık etmek üzere Belçika Kongo’suna yollanır. Afrika’ya ulaşan Marlow, Şirket tesislerinin çürümüşlüğünü ve ırkçı Avrupalıların Afrikalı yerlileri küstahça sömürdüğünü görünce sarsılır.
Conrad’ın Kongo’su açık seçik bir dünya değildir ve bu dünyada neredeyse tüm karakterler uğursuz bir biçimde isimsiz kalır: Müdür, Muhasebeci ve diğerleri… Ayrıca Belçikalıların birbirinden kopuk yerleşim yerlerinin hemen ötesinde devasa ve aşılmaz orman görünür. Marlow, nehirde daha da uzak bölgelere doğru yol alırken, ruhsal bir yolculuk da yapar. İlerilere gittikçe medeniyetin tuzakları da azalır ve Marlow kendisini insan zihninin ilkel, bilinmedik alanlarına yolculuk yapıyor gibi görmeye başlar. Bu esnada gizemli Kurtz hakkında daha fazla şey öğrenir ve Kurtz’un Afrikalı yerlileri medenileştirme niyetinde bir terslik olduğu belli olur. Afrika’nın karanlığına ve vahşiliğine olan düşkünlüğü, Kurtz’u ele geçirmiştir.
Karanlığın Yüreği, sıra dışı fakat olağanüstü film uyarlaması Kıyamet’ten (Apocalypse Now, 1979) dolayı bugün özellikle bilinmektedir. Film, romanı 1970’lerin Vietnamı’na taşır ve Kurtz rolünü, Kamboçya’nın ücra bir köşesinde aklını kaçıran Amerikalı bir albayı canlandıran Marlon Brando oynar. Senaryoda Conrad’ın hikâyesindeki birçok unsur korunurken; film, 1960’ların karşı kültürünün etkisini taşıyan sanrısal müzik ve görüntülerle güncelleştirilmiştir.
EK BİLGİLER:
1. Conrad’ın önemli eserlerinin tümü, kendisi Polonyalı bir aileden gelmesine karşın (gerçek adı Jozef Teodor Konrad Korzeniowski’dir) İngilizcedir. Lehçe ve Fransızcadan sonra İngilizce üçüncü diliydi.
2. Conrad’ın Karanlığın Yüreği ile insanın bilinçaltını keşfe çıkışı, yazarın çağdaşı olan Sigmund Freud’un ileri sürdüğü fikirlerden bazılarına ayna tutmaktadır. Bugün bile eleştirmenler, romanı sıklıkla Freudcu bir bakış açısıyla ele alır.
3. T. S. Eliot, kitaptaki en ünlü satırlardan birini “The Hollow Men” şiirinde (1925) epigraf olarak kullanmıştır: “Bay Kurtz… Öldü o”
Bizans Sanatı
Bizans İmparatorluğu’nun ismi, İmparator Konstantin’in IV. yüzyılda Konstantinopolis olarak yeniden adlandırdığı Byzantium şehrinden gelir. Konstantin, Roma’daki sarayını, günümüzde İstanbul olarak bilinen bu şehre taşımıştır. Roma İmparatorluğu’nun batı kısmının çöküşünden sonra, doğu kısmı Konstantinopolis’teki Bizans imparatoru tarafından idare edilmeye devam etmiştir.
Jüstinyen’in hükümdarlığı (527-565), sanat tarihinde Bizans’ın İlk Altın Çağı olarak bilinir. Bu dönemde Konstantinopolis’teki Ayasofya ve İtalya, Ravenna’daki San Vitale gibi eserler yaratıldı. IX. yüzyılın sonlarından XI. yüzyılın başlarına dek süren İkinci Altın Çağ’da Venedik’teki Saint Mark Katedrali ortaya çıktı. Bizans tarzı, Ortodoks inancıyla beraber Rusya ile Doğu Avrupa’ya yayıldı ve nihayetinde Moskova’daki muhteşem Saint Basil Katedrali’ne ilham kaynağı oldu.
Bizans sanatında konu genellikle dinseldir. İncil’den öyküler ve kutsal kimselerin idealize edilmiş temsilleri ya da ikonalar çoğunluktadır. Amaç İsa’nın, Meryem Ana’nın veya herhangi bir azizin gerçekçi bir tasvirini yapmaktan ziyade, ruhani özünü yakalamaktı. Grekoromen kültürde sıklıkla rastlan çıplak figürlerden ve gerçek ölçülerinde yapılmış heykellerden genelde kaçınılırdı.
Pandantifler üzerinde duran kubbeler Bizans mimarisinin tipik özelliklerindendir. Kiliselerin iç duvarları çoğunlukla mermer paneller, hafif kabartmalar ve cam mozaiklerle zengin bir şekilde dekore edilmiştir.
Klasik sanatın izleri de ara sıra yüzeye çıkar. Bizans sanatında heykele az rastlanmasına rağmen, Euripides’in Iphigenia Aulis’te adlı oyununa dayanan Iphigenia’nın Kurban Edilişi paneliyle ünlü Veroli Sandığı’ndaki gibi mitolojik sahneleri betimleyen küçük fildişi oymalar görülebilir.
Bizans’ta dini resimlere öyle bir tutkuyla tapılıyordu ki, imparator 726 yılında ikonaları putperestliğe neden olduklarını iddia ederek yasakladı. Yaklaşık yüz yıl boyunca İsa ve Meryem’i insan şeklinde resmeden her şey yasaklandı. İkona düşmanları (put kırıcılar), bu tip resimleri buldukları yerde hemen yok etmişlerdir. İkona düşmanlarının karşısında yer alan ikona sevenler, Roma’daki Papa’nın desteğiyle 843 yılında yasağı kaldırtmışlardır.
EK BİLGİLER:
1. İngilizcedeki “byzantine” kelimesi genellikle olumsuz çağrışımlar taşır. Entrikacı ya da hilekâr birinden (Bizans hükümdarlarının birçoğu gibi) veya aşırı derecede karmaşık ya da girift bir şeylerden (Bizans sanatı gibi) bahsederken kullanılır.
2. Bizans tarzı 1453’te Konstantinopolis’in düşüşüyle sona ermiştir. Ancak etkileri, geleneksel ikonaların bugün bile üretildiği Ortodoks Kilisesi’nde kendini göstermeye devam etmektedir.
Süpernova
Yıldızların çoğu, nükleer füzyonla tüm enerjilerini tüketerek yavaşça sönerler. Sonra da % 99’u “beyaz cüce” olarak adlandırılan donuk gökcisimlerine dönüşür. Ama bir yıldız yeteri kadar büyük ve yeteri kadar sıcaksa, uygun şartlar altında patlayabilir. Bu patlama süpernova olarak adlandırılır.
Bir yıldız patlamadan önce, elementleri birleştirerek enerji üretir. Şiddetli çekim gücü; oksijen, silikon, fosfor ve kalsiyum oluşmasına neden olur. Kozmik bir çıkmaz sokağa, yani demire ulaşılana dek ağır elementler oluşmaya devam eder. Demirin daha ağır elementlerle birleştirilmesi enerji üretmez, gerektirir. Yıldızın yakacak bir şeyi yoktur, bu nedenle demir çekirdek kendi çekim gücünün kuvvetiyle içe doğru çökmeye devam eder. Çoğu devasa yıldız içe doğru çökerek kara deliğe dönüşür. Ama güneşten beş ile sekiz kat daha büyük olan biraz daha küçük yıldızlar sadece patlarlar.
Bir süpernovanın gerçekleşmesi on beş saniyeden daha az zaman alır. Patlama o kadar parlaktır ki, tek bir yıldızın yarattığı süpernova aylarca tüm galaksiyi aydınlatabilir. Hatta cıva, altın ve gümüş gibi daha ağır elementlerin oluşmasına yetecek kadar ısı yayar.
Büyük patlama kuramına göre, süpernovalar sayesinde yeryüzünde yaşam vardır. Bu kuram, oksijenden daha ağır tüm elementlerin geçmişte yaşanmış devasa yıldızların patlamalarıyla oluştuğunu öne sürer. Muzunuzdaki potasyum, Karayip Denizi’ndeki bir adada ortaya çıkmamıştır. Belki de, çok uzun zaman önce meydana gelen bir süpernovayla oluşmuştur.
EK BİLGİLER:
1. 1006 yılında aşırı parlak bir süpernova Mısır, Irak, İtalya, İsviçre, Çin, Japonya ve muhtemelen Fransa ile Suriye’de gözlemlendi.
2. İtalyan astronom Galileo Galilei (1564-1642) Aristoteles’in evrenin asla değişmediği yönündeki kuramını çürütmek için 1604’te bir süpernovayı delil olarak kullanmıştır.
3. Uranyum gibi radyoaktif elementler süpernovalarla oluşur.
Rönesans Müziği
Rönesans müziği; Martin Luther’in, Protestan reformlarının ve Katolik karşı reformunun yükselişinin görüldüğü 15. yüzyılın ortalarından 16. yüzyılın sonlarına kadar yapılan müziktir. Kısmen hepsinin eşit öneme sahip olduğu birbirine karışmış abartılı vokal veya enstrümantal parçalarla tanımlanır.
Bu zamanın müziği dönemin sanat ve edebiyatının estetiğini de paylaştı. Rönesans sanatçıları, yazarları ve müzisyenleri kendilerini dünyayı ortaçağın karanlık, bürokratik ve gizemli dünyasından çekip çıkartmaya çalışan kişiler olarak gördüler. Aşk, zevk, zekâ ile insan bedeni ve duygularının güzelliği gibi klasik Yunan ve Roma ideallerine geri dönüşü vurguladılar.
Fransız-Flaman bölgesinin özellikle bestecilerle yıldızı parladı. Guillaume Dufay (1400-1474) ve Gilles Binchois (1400-1460) ayinlere özgü çoksesli müziklerle yeni tarzda dini özellikler taşımayan şarkılar bestelediler. Bourbon Dükü’nün saray müzisyeni ve Binchois’nın çırağı olan Johannes Ockeghem, kanon şeklinde söylenen şarkıların en erken örneklerinden bazılarına eşlik eden çoksesli ilahiler besteledi. Kanon “Row, Row, Row, Your Boat” çocuk şarkısında olduğu gibi aşamalı bir taklittir.
Josquin Desprez (1440-1521) aşırı derecede duygu yüklü ayin besteleri ve karmaşık popüler şarkılar veya aşk şarkılarıyla ünlenerek çağının en büyük bestecisi olarak dikkat çekmiştir. İtalya’da Giovanni Pierluigi da Palestrina (1525-1594) öncüllerinin ayin bestelerini dikkatle inceleyip taklit eden ve Rönesans ile Barok dönem arasında biçimsel bir köprü kuran gezgin bir saray bestecisiydi.
EK BİLGİLER:
1. Kilise müziği fikri Rönesans döneminde başlamış ve ilahilerin birçoğu Martin Luther tarafından bestelenmiştir.
2. Çoğu Rönesans müziği saray üyeleri için bestelenmiştir ve bazı parçalar, bestecinin kendi imzasından ziyade, kendisini davet eden asilzadenin mühründen tanınır.
3. İngiliz madrigalı, yani çoğunlukla çalgısız olarak çeşitli perdelerde birkaç sesle söylenen şarkı biçimi aslında müzikte“fa-la-la” nakaratları şeklinde bestelenen ilk şarkı tipidir.
Aristoteles
“Tüm insanlar, doğaları gereği bilmeyi arzular.”
-Aristoteles, Metafizik
Aristoteles’in (MÖ 384-322) felsefe ve Batı kültürü üzerindeki etkileri anlatmakla bitmez. Yunanistan’ın kuzeyinde, Makedonya’da doğan Aristoteles, Platon’un okulu Akademi’de öğrenim görmek üzere Atina’ya gitmiştir. Platon’un ölümünden sonra da kendi okulu Lyceum’u kurmuştur.
V. yüzyıl Atina’sında felsefe çalışmaları retorik, doğa bilimi, biyoloji ve diğer araştırma alanlarını kapsıyordu. Dolayısıyla Aristoteles, ilmin neredeyse her dalına önemli katkılarda bulunmuştur.
Aristoteles, felsefenin belli bir sırayla çalışılması gerektiğine inanmıştır. Kişi önce mantığı öğrenmelidir çünkü mantık dünyaya dair olguları bir diğeri ile nasıl ilişkilendireceğimizi açıklar. Aristoteles, tümdengelimsel akıl yürütme (tasım), yani mantıksal olarak geçerli çıkarımlarda bulunma kuramını geliştirmiştir. Temel akıl yürütme formlarını listelemiş ve karmaşık düşünceleri bu formlardan birine indirgemek için kurallar çıkarmıştır. Aristoteles’in en ünlü tümdengelimsel akıl yürütmesi şudur:
Tüm insanlar ölümlüdür.
Sokrates, bir insandır.
Bu nedenle Sokrates de ölümlüdür.
Aristoteles, öğrencilerin mantıktan sonra somut doğa olaylarını araştırması gerektiğine inanmıştır. Bu konu üzerine pek çok eser yazmıştır: Fizik, Hayvanların Kısımları Üzerine, Hayvanların Oluşumu, Hayvanların Hareketleri, Meteoroloji, Oluş ve Bozuluş Üzerine. Ayrıca dünyayı fiziksel olarak açıklamak için genel ilkeler ortaya koymuştur.
Aristoteles’e göre son araştırma konusu, ahlak ve siyaseti de içine alan pratik felsefedir. Bu konuları Nikomakhos’a Etik ve Politika’da ele almıştır. Aristoteles’e göre, ahlak çoğunlukla iyi eğitimle ilgilidir. İnsanların genellikle doğru davranış şeklini bildiklerine ve bu bilgiye uygun hareket etmek için sadece ahlaki olarak yeterince güçlü olmaları gerektiğine inanır. İyi bir insan olmak, doğru şeyi yapma eğilimine sahip olmak anlamına gelir ve bu eğilim içimizde yetiştirilebilir. Siyasi açıdan da Aristoteles, devletin amacının, yurttaşlarının mutlu ve kendi kendilerine yetecek şekilde yaşamaları için gerekli ortamı sağlamak olduğuna inanmıştır. Kısmen demokratik yönetim taraftarı olmasına rağmen, zaman zaman bir monarşinin daha uygun olabileceğini kabul etmiştir.
EK BİLGİLER:
1. Aristoteles bazen “Stagiralı” olarak da anılır çünkü Makedon şehri Stagira’da doğmuştur.
2. Aristoteles, Platon’un Akademi’sinde geçirdiği dönemle kendi okulunu kuruşu arasında, Akdeniz ülkelerinin çoğuna hükmeden Büyük İskender’in hocası olmuştur.
Sodom ve Gomora
Sodom ve Gomora hikâyesi, İncil’de Yaratılış kitabının 19. bölümünde geçer. Sodom ve Gomora, Şeria Nehri vadisinde bulunan iki kasabadır. Bu kasabaların sakinleri günaha girince Tanrı onları yok etmek ister. İbrahim, kötülerle beraber masumların da öldürülmemesi gerektiğini söyleyerek buna karşı çıkar. Tanrı da İbrahim on değerli insan bulabilirse kasabalıların canlarını bağışlayacağına söz verir ve bir grup meleği soruşturma yapmaya gönderir.
Melekler, İbrahim’in yeğeni Lut’a giderler. Lut, melekleri evine davet ederek onlar için yemek hazırlar. Daha sonra Sodom ahalisinin bir kısmı Lut’un evine gelip, “Bu gece buraya gelen adamlar neredeler? Onları bize getir ki biz de tanıyalım,” derler (Yaratılış 19:5). Lut onların yerine Sodomlulara kendi bakire kızlarını sunar ama Sodomlular tatmin olmaz. Bu noktada durumun vahim olduğunu gören melekler, Lut’tan ailesiyle birlikte Sodom’un dışına çıkmasını ister ve onlara kaçarken arkalarına bakmamalarını öğütlerler. Lut yakınlardaki bir kasabaya kaçmayı başarır, ama Sodom ve Gomora yok edilirken arkasına bir bakış atan eşi, tuzdan bir heykele dönüşür.
Sodom ve Gomora sakinlerinin gerçekte nasıl bir günah işlediği açık değildir. Geleneksel olarak, Yahudiler bu insanların misafir sevmediği için günah işlediğine inanırlar. Hikâye, Tevrat’ta Tanrı’nın İbrahim’in misafirperverliğini ne kadar takdir ettiğinin anlatıldığı kısımdan hemen sonra gelir. İbrahim’in iyi davranışıyla Sodomluların ziyaretçilerine tepki göstermesi tam bir zıtlık sergiler. Beraber düşünüldüğünde bu iki hikâyede iyi bir ev sahibi olmanın önemi vurgulanıyormuş gibi görünmektedir.
Diğer taraftan Muhafazakâr Hıristiyanlar, Sodomluların günahlarını oldukça farklı yorumlar. Bazılarına göre Sodom halkının melekleri “tanıma” talebi esasında üstü kapalı bir cinsel ilişki kurma talebidir. Bu görüşe göre Sodom’un erkekleri homoseksüeldi ve Tanrı onları cinsel eğilimlerinden dolayı cezalandırdı.
EK BİLGİLER:
1. Çağdaş kullanımıyla sodomi terimi, kutsal kitapta bahsi geçen Sodom kasabasından gelmektedir.
2. Sodom ve Gomora’nın gerçekte var olup olmadığı tartışmalıdır, ama kimileri onların Lut Gölü’nün altında olduğuna inanır. Tarihçiler de bu kasabaların bir fay hattının yakınında olduğunu ve Tanrı’nın gazabının aslında bölgeyi yerle bir eden korkunç bir deprem olduğunu düşünmektedirler.