Sadece LitRes`te okuyun

Kitap dosya olarak indirilemez ancak uygulamamız üzerinden veya online olarak web sitemizden okunabilir.

Kitabı oku: «Entelektüelin kutsal kitabı», sayfa 6

Yazı tipi:

İmparator Konstantin

Hıristiyanlık ilk zamanlarında küçük bir tarikat iken, devasa Roma İmparatorluğu genelinde acımasız zulümlere uğramıştır. İmparator Nero MS 64’te, İsa’nın Kudüs’te ölümünden sadece otuz yıl kadar sonra, Roma’daki Hıristiyanlara işkence edilmesini ilk kez resmen emretmiştir. Romalı tarihçi Tacitus, dengesiz zorba Nero’nun emriyle bazı inananların köpeklere yem edilerek zalimce infaz edildiğini anlatmıştır. Tacitus, “Ölümleri bile eğlence konusu haline getirilmişti,” diye yazmıştır.

Romalı devlet adamları Hıristiyanlığı imparatorluğun güvenliği için bir tehdit olarak görmüşlerdir, çünkü Hıristiyanlar Romalılar tarafından çarmıha gerilen bir suçluya tapmış ve imparatorla pagan tanrıların tanrısallığını reddetmişlerdir. Hıristiyanlık dini yayıldıkça işkencelerin boyutu da iki yüzyıl boyunca ara ara artmıştır. Ancak Hıristiyanlık başlangıçta genel olarak fakir halkın inanışıyken, ortalama hayatlar süren Romalıları da zamanla kendisine çekmeye başlamıştır.


İmparator Konstantin (275-337), bir hayal görüp de Hıristiyanlığa geçtikten sonra, MS 313’te Milano Fermanı’nı çıkarmış ve Hıristiyanlığı imparatorluk genelinde yasallaştırmıştır. O zamandan itibaren Hıristiyanlık inancı yayılmıştır. Hatta fermandan birkaç nesil sonra Roma İmparatorluğu’nun resmi dini olarak paganizmin yerini almıştır. Dört yüz yıl içinde, birkaç hoşnutsuz Yahudi’nin benimsediği yasadışı bir inanç olmaktan çıkarak bir imparatorluk dinine dönüşmüştür. Roma İmparatorluğu MS V. yüzyılda yıkılmıştır ama Hıristiyanlık Avrupa’da yayılmaya devam ederek kıtaya birlik getiren bir inanç olmuştur.

Roma Katolik Kilisesi’nin merkezi halen Vatikan Şehri’nde, bir zamanlar Hıristiyanların aslanlara yem edildiği amfitiyatronun kalıntılarından yalnızca birkaç sokak ötesinde bulunmaktadır.

EK BİLGİLER:

1. Konstantin’in Hıristiyan olması, kendi ailesinden birçok kimsenin de aralarında bulunduğu siyasi düşmanlarının çoğunu öldürmekten onu alıkoymamıştır. Konstantin otuz bir yıllık hükümdarlığı boyunca kaynını, ikinci eşini ve en büyük oğlunu öldürtmüştür.

2. Roma’dan çok sıkılan ve bu şehrin imparatorluğu için uygun bir başkent olmadığını düşünen Konstantin, Avrupa’nın Asya ile buluştuğu yerde, Hellespont’ta bir şehir kurmuştur. Şehir ilk başta Yeni Roma olarak adlandırılmış, ama sonraları imparatorun şerefine Konstantinopolis olarak anılır olmuştur. Şimdiyse modern Türkiye’nin en büyük şehri olan İstanbul olarak bilinmektedir.

3. İmparator Konstantin, Romalıların asırlarca hayranlıkla takip ettiği gladyatör dövüşlerini kaldırtmıştır. Yine de dövüşler yasadışı olarak bir süre daha devam etmiştir.

Modernizm

Edebiyatta kabaca 1900’lerden 1940’a kadar yıldızı parlayan modernist akımda, yazarlar hikâye anlatmanın yeni yollarını keşfettiler ve nesnel gerçeklik ile hakikatin en iyi nasıl ortaya çıkarılacağı sorusuna yeniden kafa yordular. Marcel Proust, Gertrude Stein, James Joyce, Virginia Woolf ve William Faulkner gibi yazarlarla T. S. Eliot ve Ezra Pound gibi şairler, edebiyat alanında modernizmin en önemli şahsiyetleri arasındadır.

1800’lerin sonlarında, Batı edebiyatına gerçekçilik egemen olmuştur. Gustave Flaubert, Theodore Dreiser, Emile Zola ve dönemin diğer romancıları; karakterleri, durumları ve sosyal şartları tüm detaylarıyla bire bir tasvir etmeye çalışmışlardır.

Ancak 21. yüzyılın başlarında birçok alanda ortaya atılan devrimci fikirler, gerçekliği saptayıp tarif edebilme becerilerimizi, hatta öncelikle nesnel bir gerçekliğin var olup olmadığını sorgulamayı gerektirmiştir. Psikoloji alanında Sigmund Freud bilinçaltı düşüncesini incelemiş, insan zihninin ve benliğinin sadece psikanaliz yoluyla bilinebileceğini iddia etmiştir. Dilbilimde Ferdinand de Saussure dilin keyfî ve güvenilmez bir kültürel yapı olduğunu öne sürmüştür. Antropolojide Sir James Frazer, Batılı olmayan kültürler ve dinler üzerine yapılan çalışmalara derinlik katmış, Batı’nın bakış açısına alternatifler sunmuştur. Ayrıca fizikte Albert Einstein’ın görelilik kuramı, zaman ve uzayın mutlak görünen ilkelerini bile çürütmüştür.

Genel olarak birbirinden tamamen farklı bu fikirlerin edebiyat ve sanat dünyasına inanılmaz etkileri olmuştur. 1800’lerin gerçekçileri dünyayı en doğru şekilde resmetmeye odaklanırken, bir süre sonra modernist diye adlandırılacak olan 1900’lerin yeni yazar ve sanatçıları, nesnel hakikat mevcut değilse gerçekliğin doğru bir şekilde nasıl anlatılacağı sorusuyla meşgul olmuşlardır.

Modernist yazarlar bu sorunun üstesinden gelmek için birçok denemede bulunmuşlardır. Önemli yeniliklerinden biri, bir karakterin düşüncelerini yazarın hiçbir müdahalesi olmaksızın kelimesi kelimesine aktarma girişimi olan bilinç akışı yöntemiydi. Bu teknik Joyce’un Ulysses’inde (1922), Woolf’un Mrs. Dolloway’inde (1925) ve Faulkner’ın Ses ve Öfke’sinde (1929) görülür. Bazı yazarlar nesnel gerçekliğe olabildiğince yaklaşmak için, öznel hikâyeleri üst üste yığarak ya da birbirleriyle kıyaslayarak aynı olay veya görüntüyü birkaç farklı açıdan tarif etmeyi denemiştir. Woolf’un Deniz Feneri (1927) bu yaklaşımın önemli bir örneğidir. Başta Stein olmak üzere bazı modernistler de sözcüklerin nüanslarını keşfetmek için Stein’ın “ısrar” diye adlandırdığı yinelemelere başvurarak ve başka teknikler kullanarak dilde radikal deneyler yapmışlardır. Hemen hemen tüm modernistler eserlerinde zamanın akışıyla oynamış, çizgisel zamanı görmezden gelmiş ve aniden geçmişe, şimdiye ve geleceğe sıçramışlardır. Modernist roman, hikâye ve şiirleri zaman zaman haklı olarak “anlaşılması güç” gösteren de bu tekniktir.

Gotik Sanat

Gotik çağ XII. yüzyılda, Fransa’da Paris ve çevresindeki taşrayı da kapsayan bir bölge olan Ile’de yeni bir mimari türün gelişmesiyle başlamıştır. Bu tür, 1250 yılıyla beraber hem heykel hem de resim sanatını etkileyerek Avrupa’nın birçok kısmına yayılmıştır.

“Gotik” sözcüğü İtalya’da türetilerek ilk başta mimari tarzla Roma İmparatorluğu’nu istila edip yok eden Gotlarla ilişkilendirilerek olumsuz bir çağrışım taşımıştır. Öte yandan, Gotik dönem sanatçıları kendi eserlerini modern eser anlamına gelen opus modernum veya Fransız eseri anlamına gelen opus francigenum olarak adlandırmışlardır.

Paris’in hemen kuzeyinde yeniden inşa edilen Saint-Denis Abbey Kilisesi genelde Gotik mimarinin ilk örneği olarak düşünülmektedir. 1137 ile 1144 yılları arasında Abbot Suger kilise için yeni bir koro alanı yaptırdı. Binanın yapımında daha büyük camlarla daha uzun kemerler kullanıldı ki bu da binayı daha önceki Roma mimari tarzının kasvetli katılığına güçlü bir zıtlık oluşturarak daha azametli ve daha hafif gösterdi.

Gotik mimari yapımının 1163’te başladığı Paris’teki Notre Dame ve 1194’ten 1140’a kadar yeniden inşa edilen Chartres’teki Notre Dame’da tam anlamıyla gelişme göstermiştir. Binanın ağırlığını dışarıdan desteklemek için dayanma kemerleriyle dış kemerler dikilmiştir. Böylelikle bu büyük ve ağır yapılarda kesilen duvarlara koymak için daha fazla vitray pencereler kullanıldı ve dolayısıyla iç alan daha parlak ve renklerle daha göz alıcı bir hale geldi.

Gotik mimari Fransa’nın dışında, yapımına 1220’de başlanan Salisbury Katedrali’nde ve yapımına 1310 civarında başlanan İtalya’daki Orvieto Katedrali’nde etkili oldu.

Kuzey Avrupa’da Gotik resimler en çok, Limburglu üç erkek kardeş tarafından 1413 ve 1416 yılları arasında resimlenen Les Tres Riches Heures du Duc de Berry isimli görselleriyle ünlü elyazması kitapta olduğu gibi, kitap resimlerinde ve vitray pencerelerde görüldü. Öte yandan İtalya’da Gotik tarz Giotto ve Simone Martini’nin resimlerinde kendisini açıkça gösterdi.

Heykeller Almanya’daki Naumburg Katedrali’nde veya Chartres’daki muhteşem kapı girişlerinde görülebilen Gotik katedrallerin hem iç hem de dış bölümlerinin dekorasyonunda yaygın şekilde kullanıldı.

Gotik tarz XVI. yüzyılın başlarına dek Fransa ve Kuzey Avrupa’nın büyük kısmında gelişimini sürdürdü. İtalya’da Rönesans’ın başlamasıyla daha erken kaybolmaya başladı.

EK BİLGİ:

1. 18. yüzyılda “gotik” kelimesi grotesk ve gizemi vurgulayan kurmaca eserlerle beraber anıldı. Gotik kelimesi bugünse çoğunlukla Siouxsie and the Banshees gibi müzik gruplarının eserleri ile 1980’lerde başlayan müzik, kıyafet ve kültürde kendini gösteren bir akımı ifade eder.

Nosisepsiyon: Acının Algılanması

Acının algılanması, yani nosisepsiyon, insanın hayatta kalmasında temel rol oynar.

Acı, dünyanın tehlikelerini öğrenmenin basit, etkili bir yoludur. Tepki vermemiz gerektiği zamanlarda bize bir sinyal yollar; örneğin, kaynar sudan kaçınmamız, kırık camlara basmamamız veya burkulan ayak bileğimizin acısını hafifletmemiz gerektiği zamanlarda.

Tüm gelişmiş türler, özellikle de bize en yakın olanlar, acıyı duyumsamalarını sağlayan sinir sistemlerine sahip gibi görünmektedir. İncinip incinmediklerini onlara soramayız ama kuşlarla memeliler insanlara benzerler ve bazı durumlarda kıvranır, inilder, acıyla uğuldarlar. Bizler gibi onların da zararlı uyarılar karşısında kan basıncı yükselir, gözbebekleri büyür, ter bezleri çalışır ve kalpleri daha hızlı atar.

Nosisepsiyon, karmaşık organizmalar için çok önemli bir hayatta kalma aracıdır. Nadir olarak görülen, acıya karşı duyarsızlık ve anhidroz (CIPA) hastalığıyla dünyaya gelen insanların çoğu 25 yaşından fazla yaşamaz. İlk doğduklarında normal görünen bu çocuklar, diş çıkarmalarıyla birlikte sorun yaşamaya başlar: Hiçbir şey hissetmeksizin parmaklarını ısırıp koparabilirler. Kemiklerini kırabilir, ellerini yakabilir veya dizlerini yaralayabilirler ama kan ya da çürük görene dek yaralandıklarını anlamazlar. Genelde birden çok yarada oluşan ağır enfeksiyonlardan dolayı ölürler.

Kulağa bir klişe gibi gelebilir ama acı gerçekten tümüyle kafamızın içindedir. Beynin farklı kısımları, bir ağ kurup birlikte çalışarak “acı matrisi” olarak adlandırılan şeyi oluşturur. Matrisin bazı bölgeleri acının şiddeti hakkında bilgi verirken, diğer bölgeleri acının yeri, süresi ve çeşidi (yanması, zonklaması veya keskinliği) hakkında bizi bilgilendirir. Acının duyumu, beynin “ön singulat korteks” denen bir bölümü sayesinde stres duygusunu tetikler. İlginç olan şey, bu bölümün fiziksel ve duygusal acıyı ayırt edemeyişidir. Ön singulat korteks, kırık bir kola da kırık bir kalbe de aynı şekilde yanıt verir.

EK BİLGİLER:

1. İnsanlarla empati kurmada iyi olan kimseler, daha aktif ön singulat kortekslere sahiptir. Onlar, diğer insanların acılarını hakikaten hissederler.

2. İnsan embriyoları, acı hissedebilmek için gereken sinir devrelerini yirmi dokuz haftada geliştirirler.

3. Anestezisiz sünnet edilen yeni doğanlar, dört ve sekiz aylıkken yapılan aşılarda acıya daha büyük tepki verirler.

4. Kimi uzuvları kesilmiş veya alınmış olan kişiler, sık sık hayali acılardan şikayet ederler. Artık yerinde olmayan uzuvlarına şiddetli ağrılar saplanmış gibi hissederler. Bu vakalar, acının kısmen beyinden geldiğine dair elde edilen ilk kanıtlardan bazılarıdır.

Barok Dönemi

“Barok” kelimesi, “şekli bozuk inci” anlamına gelen Portekizce bir kelimeden doğmuştur. Bu, kabaca 1600’den 1750’ye kadar süren dönemin sanat, mimari ve müziği için uygun bir semboldür. Zıtlıkların – sanatta açık ve koyu renkler, pürüzsüz ve bozuk yüzeyler arasında ve müzikte gürültülü ve yumuşak, hızlı ve yavaş arasında – bir çağıydı. Başlangıçta karmaşık Rönesans müzikal tarzının bir sadeleştirmesi ve sonraları tüm önceki düşünce akımlarına çok büyük bir meydan okuma gibi görünen yeni estetik yapıların süslemesi olarak karakterize edildi.

Claudio Monteverdi (1567-1643), erken dönem barokun en etkili bestecisidir ve eseri Orfeo (1607) genelde çarpıcı bir biçimde ve müzikal olarak ilk başarılı opera olarak görülür. Çoğu barok müziği, “basso continuo” denen, genelde akor basan bir enstrüman ile (organum, gitar ve arp gibi) bir bas entrümanın (çello, keman veya fagot gibi) bir birleşimi olarak çalınan destekleyici bir müzikal eşlik ile abartılı bir konçerto olan bir solo – genelde kemanda veya bir üflemeli çalgıda (blokflüt, obua veya flüt gibi) çalınan – arasında bir diyaloga dayanırdı.

Kadans veya armonili es noktaları vurgulanırdı ve pek çok eser, yavaş ve hızlı tempo arasında gidip gelen bölümlere, hatta simetrik müzikal cümlelere ayrılırdı. Eski saray dansları gibi bölgesel dans ritimleri ile birleştirilirdi ve keman, çok yönlülüğü, sesi ve güçlü ritimleri vurgulama becerisi ile şöhret kazandı. Daha sonraki barok müzik, düzenli ritim, gergin duygular, incelikli melodileri ve çalandan beklenen ustalıkla karakterize edilir.

Barokta, operada önde gelen erkek rolleri, sıklıkla yüksek vokal oktavlarını sürdürebilmeleri için ergenlikten önce hadım edilen şarkıcılar tarafından yerine getirilirdi. Hadımlar oktavları, güçleri, vokal esneklikleri ve nefes kontrolleri ile dikkat çekerlerdi.

Erken dönem barok, İtalyan bestecilerinin (Monteverdi, Francesco Cavalli) notalarında ortaya çıktı, ama tarz sonunda İngiltere’ye (Henry Purcell), Fransa’ya (François Couperin, Jean Philippe Rameau) ve Almanya’ya (Heinrich Schütz, Dietrich Buxtehude) yayıldı. İtalyan yüsek dönem barokunda, Arcangelo Corelli (1653-1713) ile Antonio Vivaldi (1678-1741) güzel, karmaşık konçertolar yazdılar. Almanya’da aynı dönemde Georg Philipp Telemann (1681-1767) ile Johann Sebastian Bach (1685-1750), tüm kuzey Avrupa’daki kilise cemaatinde ve saray meclislerinde kilise müziğinin Maestrosu olmak için yarışıyorlardı.

EK BİLGİ:

1. Avrupa’daki en büyük barok katedrali olan Londra’daki St. Paul Katedrali’nin koro çocukları, koro şefleri tarafından sıklıkla başka gruplardan kaçırılır ve yarışmalar için şarkı söylemeye zorlanırlardı.

Metafizik

Metafizik, gerçekliğin –ne var ve neye benziyor – en genel araştırma konusudur.

İlk soru – ne var? – metafiziğin bir alt alanı olan ontoloji (varlık felsefesi) ile keşfedilir. Ontoloji şunu sorar: Her şey madde olarak mı vardır veya ruhlar gibi maddi olmayan şeyler var mıdır? Sayılar ve kümeler gibi soyut matematik nesneleri var mıdır? Ontoloji aynı zamanda şunları da sorar: Herhangi bir şey için var olmak ne anlama gelir? Varlık, kızıl olmak gibi, bazı şeylerin sahip olduğu ve diğerlerinin sahip olmadığı bir özellik midir? Varlık, her şeyin toplamı mıdır, yani öyle ki var olmayan hiçbir şey olamaz mı? Eğer varlık kızıllık gibi bir özellikse, ne tip bir özelliktir? Atların var olduğunu ama tek boynuzlu atların var olmadığını söylediğimde, tek boynuzlu atları inkar ederek atlar hakkında ne söylüyorum?

Metafizik aynı zamanda şeylerin nitelikleri ve ilişkileri hakkında ikinci tip bir soru da sorar. Örneğin, sayılar varsa, bunlar zaman ve uzayda varlar mı? Rastlantısal olarak mı var olurlar; yani var olmayı başaramadılar mı veya var olmayı bıraktılar mı?

Birçok filozof, şeylerin iki çok genel türü – özleri ve nitelikleri – olduğuna inanan metafiziğin bir ilkesini paylaşır. Özler sıradan anlamda nesneler, nitelikleri ise özlerin olma şekilleridir. Örneğin, bir gömlek bir özdür, gömleğin rengi ise onun bir niteliğidir. Pek çok metafizik soru, öz ve nitelik mefhumundan kaynaklanır.

Filozofların uzunca zamandır sordukları bir soru, niteliklerin bireysel mi yoksa genel mi olduğudur. Niteliklerin genel olduğunu söylemek, kırmızı olan herhangi iki şey için, diyelim bir gömlek ve bir gül için, her iki şey tarafından örneklenen kırmızılık denen tek bir niteliğin var olduğu anlamına gelir. Örnekleme, bir öz ve bir nitelik arasındaki ilişkiyi tarif eden felsefi bir ifadedir. Niteliklerin bireysel olduğunu söylemek, iki farklı niteliğin – gömleğim tarafından örneklenen kırmızılık ve gül tarafından örneklenen kırmızılık – olduğu anlamına gelir. Ve bu nitelikler mükemmelen birbirine benzer.

EK BİLGİLER:

1. Metafizik, adını Aristoteles’in yazdıklarını ilk düzenleyenlerden alır. Bu temalar, Aristoteles’in “Fizik” adlı eserinden sonra gelen kitabında incelenmektedir. Kitabın kendine özgü bir başlığı olmadığından, Aristoteles’in metinlerini düzenleyenler bu kitaba –Yunanca “fizikten sonra” anlamına gelen – Metafizik adını verirler.

2. Bizim şimdi “metafizik” dediğimize Aristoteles sadece “ilk felsefe” dedi.

Yusuf

İncil’de anlatıldığı gibi Yusuf, Yakup’un gözde eşi Raşel’den olan ilk, toplamda da on birinci oğluydu. Yahudi inancında Yusuf, Tanrı’ya olan güveniyle ve Musevi olmayanlar arasında bir Musevi olarak yaşama için gereken sırrı peklik becerisiyle geniş çapta kabul görür.

Yaratılış kitabı, Yusuf’un Yakup’un en gözde oğlu olduğunu – Yakup’un ona çok renkli bir palto hediye etmesiyle gösterilen bir gerçek – ve Yusuf’un rüyaları yorumlayabilme gibi esrarengiz becerilerinin sadece kardeş kıskançlıklarını tırmandırdığını açıklar. Ününe değer olarak Yusuf bir defasında rüyasında babasının, annesinin ve büyük kardeşlerinin kendi önünde hizmetkârları olarak diz çöktüklerini gördüğünü iletmişti. Yusuf’un rüyasını duyunca öfkelenen kardeşleri onu öldürmek için bir senaryo kurdular. Yusuf sadece on yedisindeydi. En büyük kardeş Ruben’in araya girmesiyle vazgeçtiler. Onun yerine Yusuf’u bir hendeğe attılar.

Yusuf, sonunda bulundu ve bir köle olarak firavunun koruması Potiphar’ın Mısırlı kaptanına satıldı. Potiphar’ın eşi onu baştan çıkarmaya çalışana kadar hizmette kusur işlemedi. Kadının tekliflerini reddettiğinde ise tecavüzle suçlandı ve Potiphar tarafından hapse attırıldı.

Yusuf sonra, rüyasını yorumlayan firavunun hapse düşmüş bir hizmetkârı ile tanışacağı bir hapse yollandı. Hizmetkâr daha sonra serbest bırakıldı ve firavun kendisini rahatsız eden bir rüya görünce Yusuf’un tavsiyesini almak istedi. Yusuf rüyayı Mısır’ın yedi yıl boyunca hasadındaki bolluğun yedi senelik aşırı kıtlığın takip edeceği şeklinde yorumladı. Firavun, Yusuf’a güvendi ve yedi yıl yetecek kadar fazladan yiyecek depoladı. Yusuf’un kehaneti gerçekleştiğinde, iyi niyetli firavun ona eşi benzeri görülmemiş imkanlar verdi.

Öngörülen kıtlık tüm bölgeye yayıldığında, Yusuf’un kardeşleri yiyecek aramaya Mısır’a geldiler. Yusuf onları kendisine karşı işledikleri günahtan ötürü cezalandırmak için kılık değiştirdi ve diğerlerini eve yollayarak kardeşi Bünyamin’i bir köle olarak yanında tuttu. Diğer kardeşi Yahuda, Bünyamin’in yerine köle olmak için yalvardı. Yusuf, bunu kardeşlerinin değiştiğine dair bir işaret olarak yordu.

Ailesinin Mısır’a gelmesine izin verdi. Orada, o ve on bir kardeşi İsrail’in on iki kabilesini kurdular.

EK BİLGİLER:

1. Firavunun Yusuf’u ilk anda kabul etmesinin nedenlerinden birinin, firavunun İbranilerle birtakım bağları olan bir etnik grup olan bir “Hyksos” olabileceği söylenmektedir.

2. Yusuf’un hikâyesi, Andrew Lloyd Webber ve Tim Rica tarafından 1982’de Broadway’de sahneye konan Joseph and the Amazing Technicolor Dreamcoat müzikaline uyarlandı.

İslam’ın Yayılışı

Hz. Muhammed’in Mekke’de kurduğu din, peygamberin MS 632’de ölmesinin ardından Orta Doğu’nun tamamına hayret verici bir hızla yayıldı. Müslüman ordular Arap Yarımadası’nı, İran’ı, Suriye’yi, Ermenistan’ı, Mısır’ı, Kuzey Afrika’yı ve Afganistan’ı fethettiler. MS 711’de, peygamberin ölümünün ardından henüz bir yüzyıldan daha az bir zaman geçmişken takipçileri, günümüz İspanyası’nı fethederek İslam’ı Avrupa’ya getirdiler.

Üç kıtaya yayılan İslam imparatorluğu veya halifeliği, kırılgan birliği sürdürmek için mücadele verdi. Başkent, uzak Mekke’den yeryüzündeki en eski şehir olan Şam’a taşındı ve halifeler yönetimlerini sağlamlaştırmak için göz alıcı camiler inşa ettiler.

Fakat sekizinci yüzyılın ortasında halifelik parçalanmaya başladı. Rakip halifeliklerin en büyüğü olan Abbasiler başkentlerini Bağdat’a taşırken, İber Yarımadası da kendi halifeliğini kurmuştu. Yine de ortaçağ boyunca Müslüman dünyasının yıldızı parladı. Bilim insanları, şairler ve matematikçiler Bağdat’ı romansın ve öğrenmenin masalsı şehrine dönüştürdü.

Hâlen karanlık çağın ortalarında bulunan Hıristiyan Avrupa’ya, İslam’ın başarısı korkutucu geliyordu. Müslüman ordular, nihayetinde 732’de Franklar’ın lideri Charles Martel tarafından geri püskürtülmelerinin öncesinde Fransa’ya ulaştılar. Bazı tarihçiler bu savaşı, İslam’ın Avrupa’ya daha da yayılmasını engellemesi açısından, tarihte bir dönüm noktası olarak görürler. Daha sonra Papa, Avrupa ordularını Müslümanlar’a karşı kutsal bir savaş vermeye çağırarak Orta Doğu’ya sevketti.

Ancak, halifeliğin yıkımı, doğudan geldi. Bağdat 1258’de istilacı bir Moğol ordusu tarafından ele geçirildi. Moğollar, şehrin muhteşem kütüphanelerini yaktılar ve yaklaşık bir milyon kişiyi de katlettiler. Cengiz Han’ın torunlarından biri olan Moğol kumandanı, son halifeyi bir halının içine sarıp atlarının arkasında sürükleyerek öldürdü.

EK BİLGİLER:

1. Avrupa’nın karanlık çağı sırasında İslam bilginleri Avrupalı meslektaşlarından bilimsel olarak çok daha ilerdeydiler. “Cebir” (algebra) ve “kimya” (chemistry) gibi fen ve matematikle ilgili pek çok bilimsel kelime, İngilizce’ye Arapça’dan geçmiştir.

2. Sekizinci yüzyılda Orta Asya’daki bir savaş sırasında halifenin ordusu, bir savaş esirinden Çinliler’in kağıt yapma sırrını öğrendi.

3. Halifelikten kalan en ünlü kitaplardan biri, on sekizinci yüzyılda tercüme edildiğinden bu yana Batı’da muazzam bir popülerlik yakalayan “Binbir Gece Masalları” adlı masal ve fabl derlemesidir.