Kitabı oku: «Ömür Tektir», sayfa 3
İkinci bölüm, yani profesör Arınbasarov, görevi bitmeden, Moskova’dan dönüyor
Profesör Arınbasarov çok yorgun bir hâlde Moskova’dan döndü. Gece boyunca uyumadı. Hâlâ görevi bitmemişti, klinikten acil bir telgraf çekmişler. “Sayın Arıslan Rehmetulloviç, çok acil bir iş çıktı. Ufa’ya dönmenizi rica ediyoruz. Topluluk” İşte bu kadar kısa bir haber, anlarsan anla, anlamazsan, yok. Ne olmuş olabilir? ÇP? Açıkça da yazmamışlar ki, yahu. Sempozyumu bırakıp döndü. Mikrocerrahiyle ilgili tecrübelerini paylaşıyorlardı. Bütün ülkelerden, Avrupa’nın en ünlü adamları toplanmıştı. Arıslan Rehmetulloviç, şimdi havaalanından taksiye binmiş dönüyor, onun yüzü asık. Çok sinirlendiği için, arabasını bile çağırtmadı; ya, döndüğünü bilmesinler. Karısını da iyice tembihledi. Önemli bir ameliyat falan olursa da başka cerrah mı kalmadı. Enstitüde mi bir şey oldu? Parti Teşkilatı seçim toplantısı desen, o da geçti. Burada “topluluk” demişler. Arınbasarov’un, kısacası, ortak bir fikre gelmeye nedense aklı yetmedi. Ancak bir şey içini ısıtıyor: İyi ki, konuşmasını daha önce yaptı. E, diğer çalışmaları o her ne olursa olsun görecek. Sempozyumun raporunu istetip aldırır.
İşte bu düşüncelerle dairesinin kapısına geldiğinde, şafak sökmeye başlamıştı. Komşusu Meğefür sokaktan bir çamaşır ipi tutarak girdi.
– Çok erkencisin, – dedi o.
– Tam tersi, geciktim, gece boyunca yolculuk yaptım.
– E, e… Biz de işte, sen dönüyorsun diye gece boyunca yağmur yağdırdık. Şimşekler çaktırarak. Bu kadarını da gören yoktu yani.
– İşte bu yağmur yüzünden uçak kalkmadı ya, komşu.
– Acele etme, Arıslan, iş işte, kurt değil, ormana kaçmaz. – Ondan sonra çamura bulanan çamaşır ipini gösterdi. – Ya, karım başımın etini yiyince çıkıp alayım desem, yerinde yok. Ta oradaki metruk garajın içinde buldum, – dedi. O yine ekledi: – İyi ki, sağlam kalmış, ya. – Ondan sonra komşusuna laf dokundurmak için acele etti. – Senden bir Fransız parfümü kokusu geliyor, Rus kızlar uğurlamış gibi. Tamam, korkma. Feyrüze’ye söylemem. Otelden bahsedersen elbette.
Sivri dilli Meğefür ile onlar yirmi yıllık komşular, bunun için de onun davranışlarına alışmış Arınbasarov. Suratı asık bir şekilde taksiden inen adamın içi bir kez daha rahatladı. Cebinden çıkarıp sigara tuttu ve göz kırptı.
– Ben yani, ben Meğefür. Benim uçak biletim var. Ama işte sen… çamaşır ipini bahane edip nerelerde dolaşıp geliyorsundur. Muhtemelen, Seğize’yi uyutup, kaçmışsındır.
İkisi de memnun memnun güldü. Tütünleri yakmaya başladılar. Meğefür’le karşılaşmalarına çok sevindi Arınbasarov, çünkü, Feyrüze’sinin yanına asık suratla girmek istemiyordu. Nereye giderse gitsin, her zaman özlemle bekler Feyrüze’si, yüzünde bulut eseri bile görmezsin.
Böyle diye tam düşünemedi bile, kapı kendiliğinden açıldı. Koridorda Feyrüze’si dikiliyordu. Kapı açıldığında onu hep, uzun mavi sabahlığıyla görmeye alıştığından bu kez şaşırdı kaldı Arınbasarov: Karısı elbiseli, omzunda çiçekli bir örtü.
– Vay, karıcığım, selam, – o, birden saatine baktı, – işe gitmek için erken değil mi ya? Daha yedi yeni oluyor.
Feyrüze heyecanlandığını belli etmemeye çalıştı. Arınbasarov, yağmurluğunu çıkarıp, karısına uzattığında gayriihtiyari onun gözlerine dikkat etti, vücudu bir yandı, bir soğudu. Hemen arkasındaki kapıyı kapattı ve Feyrüze’sini kucakladı. Beynini bir düşünce yaktı. Kendi bile fark etmeden:
– Şey, annem mi yoksa?… – diye korkarak, nefesini bir defada dışarıya üfledi; ayaklarının bağı çözülerek, o, duvara yaslandı. Annesi çoktandır hastaydı, ama köyü bırakmak istemediğinden hâlâ, köyde kardeşinde kalıyordu. Yaşlı yani artık.
Nasıl bir hata yaptığını Feyrüze’si de anladı ve acele edip başını salladı.
– Yok, Arıslan, kayınvalidem iyi, – o, kocasının göğsüne başını koydu. Dün köyden aradılar, bu yıl habantuy37a çağırdılar.
Arınbasarov, karısının beyaz telleri görünen yumuşak kahverengi saçlarını okşadı, kıvırcık saçlarının bembeyaz nefis boynuna değer değmez titremesine büyülenerek baktı ve nedense hisleri taşıp gitti, gençliğinde olduğu gibi, sıkıca, göğsüne yasladı:
Diğeri daha sıkı bir şekilde yaslandı, hıçkıra hıçkıra ağlamaya başladı.
– Sus, kızımızı uyandıracaksın, – dedi Arıslan, ama karısını göğsünden ayırmaya kıyamadı. Çok eski, yılların ta diplerinde kalan önemli bir gün geldi aklına birden. O zamanlarda Arıslan, enstitüyü bitirmişti, Moskova’ya asistan olarak gitmesi gerekiyordu. Feyrüze, üçüncü sınıfı yeni tamamlamıştı. İlk ayrılışları idi. Sevgileri çok güçlü olsa da öğrenememişlerdi daha. Havaalanına uğurlamaya gelince, uçağın havalanmasına az bir vakit kaldığını akıllarında tutarak, yakındaki akağaçlığa gittiler. Bavullar verilmişti. İşte o zaman, tam bugünkü gibi, onun göğsüne başını yaslayıp ağlamaya başlamasın mı? Engelleyebilirim deme. Öyle yapıyor Arıslan böyle, yok, durduramıyor. Sanki cepheye gidiyor. Hatta o da duygulanmış, gözünün kenarından damlalar çıkmıştı.
Uçağa geç kaldılar. Bavul gitti. Ama, ağlamaya da öpüşmeye de doydular, sonra yeni sefere bilet alamayınca da Feyrüze gişenin karşısında ağladı. Üzülüp, Moskova’ya bir bilet bulup vermişlerdi.
Arınbasarov gülümseyerek, memnun bir hâlde dikiliyordu. Karısı bunu, başını kaldırıp bakmasa da sezdi.
– Niye gülümsüyorsun? – dedi, kendi vücudu yay gibi sertti.
– Havaalanını hatırladım, – dedi Arınbasarov, karısının başını göğsünden ayırıp. – Niye yoksa dönmeme sevinmiyor musun? Baksana, bak, gözlerin kızarmış. Sana ağlamak yakışmıyor karıcığım.
– Ben sadece böyle… böyle… Şimdi biter, – Feyrüze acele ederek örtünün ucuyla gözyaşlarını sildi. – Zamanın değilse de, dönse keşke diye dilemiştim.
Onlar salona geçti. Feyrüze hemen çay yaptı. Kocası tıraş olurken:
– Özledin de mi yani? – diye şaka yaptı. Mutfaktan bakan Feyrüze’si şakayı kabul etmedi.
– İşten telgraf göndermişler– diyerek konuya başladı Arınbasarov, diplomat çantasını boşaltırken. Bu sana, Fransızların çıkardığı markalı bir parfüm! E, bu da Gülşan kızıma… Gül-şan’ıma… – O, karısına doğru baktı. – Onu uyandırmayalım mı yani? – Ondan sonra kendisi cevap verdi.– Tamam, sınavları başlayacak, biraz uyusun, dinlensin. Onun için ayakkabılar… İşte! Hindistan’dan getirmişler. Artık bizim ülkeler arasında da alışveriş iyileşiyor. Sempozyumun yapıldığı yerde sattılar. – Bu sözlerle o, masaya parlak, süsleri olan beyaz ayakkabıları koydu. Daha çok da ayakkabının üzerindeki küçücük mavi çiçekler cezbedip kendine çekiyordu. Feyrüze de deminki hislerini unutup tamamen çocuklara benzeyip ayakkabıları eline aldı.
– Çok güzel yapıyorlar şimdi! – diyerek büyülendi, dayanamadı, birisini giyip bakmak istedi, ama onu kocası engelledi.
– Bıraksana ya, topuklarını kırarsın… Senin ayağın daha büyük.
Divanda ayakkabının tekini tutarak biraz düşündükten sonra Feyrüze konuştu.
– Arıslan kızma tamam mı! – dedi, o yine kedere battı. Arınbasarov dikkat kesildi.
– Ya ne oldu? Deminden beri ben seni anlamıyorum, karıcığım!
– Olmadı da o…
– Sonra, niye böyle sulu gözlü oldun?
– Kızmamaya söz veriyor musun?
Arınbasarov sinirlendi.
– Veriyorum veriyorum, çabuk söyle. Çünkü benim kliniğe gitmem gerek sekize kadar. İşte, telgraf çekmişler… Mavi kâğıt Feyrüze’nin elinden yere düştü. O, onu uzanıp almadı. Kocası bu sessizlikten faydalanarak kliniğin garajına telefon etti. Alo! Alo, merhaba! Evet, ben, teşekkürler, nereden tanıyorsunuz. Şey, yoksa telefon görüntülü mü? Olur olur, o zamana kadar geliriz. Evet, anladım, haber vermemiştim de. Tamam, bir ambulans gönderiniz!…
Arınbasarov ahizeyi bıraktı ve yavaşça kalkıp, Gülşan’ın odasına yöneldi. Bunu gören Feyrüze, kâğıt gibi bembeyaz olup fırladı, hatta kocasına birden bağırdı:
– Arıslan!… Şey yani… Kızımız… dönmedi… Feyrüze tekrar ağlamaklı oldu ama bu sefer dayandı. Dün o İlğuca’sı ile sinemaya gitmişlerdi. Gece boyunca bekledim, gözümü kırpmadım. Gece boyunca şimşek çaktı, gök gürledi… Yıldırım düştüğü zamanlar da oldu… Korkuyorum. Dönerken, yoksa… yıldırım falan mı çarptı ki? Arkadaşlarına telefon etmeye de çekindim. Adı çıkmasın, dedim. Böyle bir alışkanlığı olmayınca yani… Ondan sonra ümitlenerek konuştu. Belki, buraya şimdi dönüp gelir… Çok yağdı yağmur, kovalarca…
Arınbasarov ne yapacağını bilemedi, bir uçtan bir uca yürüdü. Karısını nasıl avutacağını da bilemedi. Pencerenin önünde biraz düşündükten sonra sordu:
– Ya, telefon kiminle ortak? Telefon etmedi mi?
Mutfakta, çay hazırlamakta olduğu yerden gelen Feyrüze, kocasından gözlerini kaçırdı, sanki, bu durumdan o suçlu.
– Telefon etmedi ki.
– İşte gördün mü, karıcığım, – Arıslan’ın yüzünde bir sertlik oluştu. – Hep söylüyorum sana, fazla şımartma diye. Yok… – Ondan sonra ayakkabıları kutusuna koyup masanın üstüne bıraktı ve şöyle dedi:
– O delikanlıyı biliyorum, benim öğrencim. Onunla olsa, daha ne istersin.
Feyrüze o anda, son samana tutunmaya çalışan boğulan biri gibi bir nefeste:
– Biri, iki kez telefon etti, – dedi.– Ama sesi duyulmuyordu…
Bu haberden sonra Arınbasarov sakinleşir gibi oldu:
– Onlar bozuk bir telefon kulübesinden aramışlardır. – Kapının önünde, kısa bir araba kornası duyuldu. Arınbasarov acele ederek masaya çay içmeye oturdu. – Tamam karıcığım, iyiye yoralım. Sen şimdi işe gitme, telefon edip konuş da… Dönmesini bekle… E, kalanını da akşam konuşuruz.
Çok geçmeden, profesör Arınbasarov arabada hastanesine gidiyordu.
Üçüncü bölüm, yani hayale doğru bir adım
Cerrahi bölümü ülkenin en büyük kliniklerinden sayılıyor. E, bu en büyük kliniğin başhekimi kim? Kaznabayev, ilim doktoru. Profesör, Başkurdistan’ın ünlü doktoru… Çalışma odasındaki aynanın önünde kravatını düzeltirken Geyniyar Geynulloviç bunları aklından geçirdi. Düşüncelerinden memnundu o, gayriihtiyari gülümsedi. E, niye gülmesin, Kaznabayev bir yerlerde devrilmiş duran biri değil. İşte böyle. Kaznabayev’i artık, Yüksek Şurâ yöneticilerinden başlayıp ücra köylerdeki sıradan bir kolhozcuya38 kadar herkes biliyor. Hatta geçenlerde siyasi eğitim binasında yapılan cumhuriyet etkinliğinde Bakanlar Kurulu Başkanının birinci vekili elini sıkıp gitti.
– Gerekirse, Geyniyar Geynulloviç, gelin, biz yabancı değiliz, – dedi.
Tabi, Kaznabayev hiç şüphesiz gidecek. Boşuna mı o, birinci vekilin kız kardeşini, yok yerden kadro açarak, işe aldı. Evet, evet… E, işte birinci vekilin yanındaki kimdi ki? Niyeyse birden aklından çıktı gitti. Kalın kaşlı, mülayim yüzlü bir Rus’tu. E, evet, yanılmıyorsa sendikalarının İl Sovyetinin yeni başkanı idi. Evet, evet o! Burada onunla arayı sıkı tutmak gerek… Bütün izin belgeleri, diğer kolaylıklar onun elinde. Geçenlerde bir adam müsveddesini işten çıkarmak istediğinde ne kadar sıkıntı çekti. Sendika karşı çıkıyor… Kanun onların lehinde…
Kaznabayev memnun bir hâlde, parlayan simsiyah saçlarını arkaya taradı. Artık o, kırk sekiz yaşında. Onun için hayat yeni başlıyor. Mevki sahibi, yakışıklı, dört dörtlük.
Gerçekten de Kaznabayev’in dış görünüşü çok erkeksi, her kadını âşık edebilecek kadardı. Birleşerek yükselen kara kaşlar, düz sivri bir burun, toparlak dudaklı bir ağız, biraz kibir belirtisi ortaya çıkaran kare bir çene ve keskin bakışlar… Bunlara onun insanın içine işleyen yumuşak konuşmasını, sohbet edişini, sevgi göstererek güvenilir ağır yürüyüşünü de eklersen, Kaznabayev’in doğuştan insanlarla çalışmak için, yönetici olmak için yaratıldığına inanmaktan başka bir çaren de yok. Ağzı altın diş dolu. Öğrencilik yıllarının hatası işte. Birinin dolaştığı bir kızı almak istemişti ama kızın sevgilisi boksör çıktı. “Eh, yakışıklı delikanlı, al sana!” deyip altı dişini vurup kırdı. O düşüncesizce davrandı. Bu zamana kadar hep kızlar onun önünde “ah” ettiği için şimdi de öyle olur diye niyetlenmişti. Küçük bir öğrenci kutlaması idi galiba… Şimdi unutulmaya başladı. Birinin bir odalı dairesi vardı. Mutfağa çıktı ve güzel kızı görür görmez kucakladı. Sanki, onların evlenme çağları gelmiş…
Kaznabayev şimdi bunları hatırlayıp, mahzun mahzun gülümsedi. Bırak artık, olanlar unutulmuş. Ona göre, altın dişler işte onun sahip olduğu bu mevkiye güzellik katıyordu.
Başhekim, özenli siyah takımın üstüne kar gibi beyaz bir önlük giydi ve odasının kapısının açıldığını duyunca, çalışma odasından çıkmak için acele etti. Sekreteri Roza olsa gerek. Genelde kendisi görünmüyorsa, kimseyi geçirmez. Şimdi de tam böyle oldu. Odanın kapısını yarı açıp onun çıkmasını bekleyen Roza, o görününce içi eriyerek gülümsedi.
– Geyniyar Geynulloviç, size Arınbasarov gelmişti, – dedi. Zarif yüzlü, boyu posu güzel, gerektiği zaman sert de olabilen Roza, böyle anlarda yarım adım içeriye yürür ve arkasından kapıyı kapatır, ondan sonra daha kısık bir sese geçip konuya devam eder. – Onu, anladığım kadarıyla, telgraf çekip çağırtmışlar. Keyfi yok. – Böyle anlarda yan tarafı ile kapıya dayanır, sanki, birisi gelip açacak; kesinlikle, bu yarı ciddi yarı güvenilir tonu başhekimin beğendiğini iyi biliyor kız, bunun için, çok sadık bir köpek gibi, günler boyunca siyah suni deri ile kaplanan, iki parçadan oluşan yüksek kapıları göz bebeği gibi koruyor. Onun hakkında hastanede şöyle bir haber dolaşıyor. “Kaznabayev’in kara kapılarını alıp git, o zaman Roza da onlara takılıp gidecek.”
Şu anda, başhekim, sekreterinin yüzünü, üstünü başını detaylı olarak gözden geçirdi ve onun güzelliğine, özenine denilecek bir laf olmadığına inandığından (e, bunu kızın kendisi de fark ediyor), yumuşak bir sesle sordu.
– Akıllım, e… profesör Arınbasarov’un Moskova’da sempozyumda olması gerekmiyor muydu? Çok gitmek istediği için göndermiştim galiba, yanılmıyorsam…
– Evet, Geyniyar Geynulloviç. Onun daha bir haftalık izni vardı. Ama… dönmüş.
– Tuhaf, akıllım, tuhaf… Çok tuhaf… – O aklından bir şeyler hesapladı ama, o hesapladıkları ucu ucuna denk gelmeyince, sanki, suratı asıldı.
– Keyfi yok diyorsun, ha?
– Evet, yok, – Roza bu kez kapıya daha sağlam yaslandı. Bir telgraf çıkarıp gösteriyor, çıkarıp gösteriyor, ama okumak için de vermiyor. Niye, ben olmayınca dünya mı yıkılıyor, diyor, bir uçtan bir uca yürüyor. İznimi böldürüp çağırtmasaydınız, diyor. Sizi… – Bu anda Roza önemli bir haber verdiğini anlayıp sustu, ince sarı kaşlarını çattı, böyle özenli, zarifçe arkaya toplanmış altın sarısı saçlarını, beyaz, nefis yumuşak parmak uçları ile düzeltti ve büyük mavi gözlerini pencereye çevirdi. Biraz yanlışlık yaptı. Bunun için de hayıflandı. Artık geç. Öfkelenirse ya da onun bir şeyini beğenmezse, Geyniyar Geynulloviç ona “akıllım”ı eklemeden seslenecek. Klinikte Roza’yı herkes adıyla değil de, işte bu başhekimin taktığı “akıllım” lakabıyla dolaştırıyor. Bunu kız kendisi de duyuyor, ama kızmıyor. Hem de kim, Kaznabayev’in kendisi, böyle adlandırınca kötü değil tabi.
Şimdi başhekim masanın ardında düşündü, düşündü ve başındaki kalpağını çıkarıp attı. Bembeyaz önlüğün üstünde kapkara saç, Roza’ya bu ilginç geldi.
– Keyfi yok diyorsun yani?
Biraz önceki hatasını nasıl düzelteceğini bilmeyen sekreter durumu biraz yumuşatmak istedi.
– Geyniyar Geynulloviç, o kadar da değil… Uçak kalkmamış, Ufa’da gök gürültülü yağmur yağdığından, havaalanı kapalıymış. Yeni dönmüş. Uyumadan yani.
– E, niye uyumadan dolaşıyormuş ki?
Roza başhekime ne cevap vereceğini bilemedi, böyle anlarda kullanılabilecek bir çare aklına getirip:
– Onu sormadım ki, Geyniyar Geynulloviç, – diyerek başhekimin gözlerine dolu dolu bakarak gülümsedi; dik, yuvarlak göğüslerinin daha da güzel görünmesi için yan durdu. Bunu kendince değerlendiren Kaznabayev:
– E… benim hakkımda ne diyor ki? – diye sordu ve sekreterinden memnun, elini salladı: Tamam, akıllım, işi varsa, şimdi gidip yapsın, benim biraz işim çıktı. Daha sonra kabul ederim.
– Öyle söylerim, Geyniyar Geynulloviç! – Roza’nın içi rahatladı. – Başka emirleriniz var mı?
– E…evet, çok, çok… Diğer toplantı ne zaman olacak?
– Gündüz üç olarak belirlenmiş.
– Üçte, üçte… İyi. Öyleyse akıllım, sen bana on beş dakika sonra STK Başkanı Yamanharov’u çağırtırsın. Üçte demek. Akıllım, Parti Komitesi sekreteri ile Sendika Komitesi Başkanı da yerinde olsun. Küçük bir görüşme yapabiliriz. Tamam, akıllım!…
Roza, bir yerden çıkardığı küçük bir bloknota başhekimin söylediklerinin hepsini yazdı ve kara kapıyı bağrına basıp kucaklıyor gibi değer vererek açıp, sessizce çıkıp gitti.
Bugünlerde, cumhuriyette, Yüksek Şûra’ya, halk milletvekilliğine aday gösterme kampanyası başlatıldı. Büyük her topluluk bir kişi gösterebilir. Bugün saat üçte bu toplantının yapılacağını iyi biliyor Kaznabayev. Sadece bilmiyor, kendisi saatini de söylettirdi. Bu toplantıda kendini aday olarak göstertmekti niyeti. Elbette, her seçim bölgesinde de bu kolay olmayacak. Her biri için de alternatif adaylar var. Yeni, zamana göre seçim böyle galiba. Daha önce, mesela, o iyi zamanlarda, bütün iktidarı ülke komitesi kendisi paylaştırıyordu. Kaç kez ümitle bekledi Kaznabayev, olmadı. Hep onu atladılar. Bakanların göğsüne taktılar, o kudretli küçük bayrağı, ülke komitesinin bölüm müdürlerine, birinci sekreterlerin hepsine paylaştırdılar… Aralarında göstermelik olsa da – belki bir hesap için gerekmiştir – öncü olarak kabul edilen işçilere verdiler. Yüksek Şûra’ya hiçbir faydası olmayan, hatta onun anlamını bilmeyen pancar yetiştirenlere, sağıcılara kadar bu mevkiye sahip oldular. Elbette hepsi değil. Onların içinde “birinci”nin beğendikleri. Bir şey yapmadan, tek kelime bile konuşmadan, el kaldırıp toplantılardan dönen o kişiler neye gerek ki? Ortalama bir şekilde çalışanları da milletvekilliğine geçince, toplu güçle lider oldular. Kaznabayev biliyor milletvekillerinin nasıl davrandıklarını. Böyle bir bakana gittiği bir günde gördüklerini hiç unutmuyor. Kabul odası insanlarla dolu. Herkes sırasını bekliyor. Kaznabayev de sıraya yazıldı. Öğleye kadar girebilirse iyi. Dahası, ilçelerden, şehirlerden gelenler de çok; herkes kendi sıkıntısını söylemeyi, işini halletmeyi hayal ediyor. Onlarla aynı yerde cumhuriyetin tek büyük hastanesinin biricik başhekimi de bekliyor. İş mi yani bu? Bir saat geçti, iki… Giremiyor, sıra gelmiyor. Bu beklediği sürede iki üç kişi, onların kim olduğunu Kaznabayev anladı, doğrudan girip, işlerini halledip çıkıp gittiler. E, nasıl davranıyor onlar! Gülümseyerek gelip giriyorlar kabul odasına. Elindeki dosyayı bir o tarafa bir bu tarafa geçirip tutarak, nezaketle, herkesle gülümseyerek selamlaşıyor. Göğsündeki rozeti herkes görünce, sabırsızlık göstererek sekretere sesleniyor:
– Yerinde mi?
Yerinde elbette. Ondan sonra o, ağabeyinin evine misafirliğe çağrılmış sanki, göğsünü gererek geçip gidiyor. Hiç kimse bir şey söyleyemiyor… İşte böyle aşağılandığı anlar çok oldu Kaznabayev’in. E, o profesör başıyla duruyor kapının önünde…
Geyniyar Geynulloviç bu ana kadar halk milletvekillerinin Şehir Sovyeti milletvekili oldu. Ama şimdi imkân oluşunca, niye kendisini Yüksek Şûra’ya aday göstertmesin ki? Zamanın şu anda kendine göre olan kuralları da iyi: Kim isterse o kendisini göstertir. Demokrasi…
Kaznabayev hayallere dalıp, pencerenin önünde dikildi. Bilim bakımından şimdi o hiçbir şey yapamaz. Geçmişteki tezler rüyasına girdiğinde de, soğuk terlere batıp uyanıyor o. Zahmetini çok çekti o. Ne yapsın, Kaznabayev yönetici olarak doğmuş. Onun yeteneği de bu. E, işte bu makama yükselmek için çok kan dökmesi gerek; şimdi ileride olacakları kim biliyor… İşte, ilimle onun elinin altındaki Arınbasarovlar uğraşsın. O mikrocerrahi diyor, ağzında tükürük kalmıyor, tartışıp sempozyuma da gitti. O, enstitüde konferanslar veriyor, o gece gündüz ameliyat yapıyor, ayrıca, sesleri kısılana dek konuşuyor, üstelik ilmi ilerletiyorlar.
Kaznabayev böyle şeylere alışmamış, alışamaz da. Ömür tektir, bu hayat iki kez gelmiyor. Güzelleştirip, tadını çıkarıp, sefasını sürüp yaşamak gerek. İşte, onun başhekim olduğu beş yıllık süre içinde kaç profesör öteki dünyaya gitti. Birisi kalp krizi, ikincisinin… söylenecek gibi değil yani. Akıllıca yaşamayı bilmek gerek. Seni herkes önemsesin. Sağlı sollu kavga ederek, düşman olarak yaşamak iyi değil. Kısacası, yaşamak için de yetenek gerek. İşte böyle düşünüyor Kaznabayev hayat hakkında. Şimdi, o, Arınbasarovları yerse de onların değerini iyi biliyor. Çünkü kliniğe şöhreti onlar getiriyor. E, ünlü kliniğin başında…
Kaznabayev, kol saatine baktı ve koltuğuna gelip oturdu. Masasının başka bir çekmecesinden Cumhuriyet gazetesinin seçim hakkındaki durumunun basıldığı sayıyı çıkardı. Yamanharov gelene kadar bunu gözden geçirmek istedi.
…Selektör başhekimi hayal dünyasından çıkardı. Roza’ymış, yumuşak sesi yankılandı:
– Geldi, Geyniyar Geynulloviç.
– Kim? – Başhekim önce şaşırdı, ondan sonra hatırlayıp, soğuk bir şekilde seslendi. – Girsin!
Yamanharov, zayıf, uzun boylu, kamburumsu, kalın camlı gözlüklerinden ne düşündüğü hiç anlaşılmayan, ince burunlu, dar alınlı, kırk kırk beş yaşlarında biri. Hastane koridorunda ya da sokakta o kimseyle selamlaşmaz, bunu da gözlerinin iyi görmemesine yordular. O, hep şikâyet eder, hiçbir işten de memnun değil, toplantılarda ilk sıralarda yer alıp tenkit ederek konuşmalar yapar, buna rağmen, nedense hastanede onu Hizmet Topluluğu Birliğine başkan olarak seçtiler. Yöneticilere alternatif bir teşkilat oluyor yani. O doçent olsa da, bulaşmadığı iş yok. Enstitüde konferanslar veriyor. Ama artık öğrenciler eskisi gibi değil; sertleştiler. Geçenlerde bütün tıp fakültesi Yamanharov’un derslerinden vazgeçince, Kaznabayev’in de işe karışması gerekti. Rektör Fehriyev’e telefon etti. Göz göre göre iyi birini nasıl devre dışı bırakıyorsunuz? Ondan sonra, iyi mi kötü mü, Yamanharov başhekim Kaznabayev’in asistanı oldu. O artık kendisine yakın bulduğunu gizlemiyor, zamanı geldiğinde, teşekkürlerini bildirmeye hazır duruyor. Zor ameliyatları kendi üzerine almıyor, ama STK’nin işini çok iyi yapıyor. Onun her zaman tüm kâğıtları da önceki düzenindedir.
– Haydi geç, otur, Samat. – Başhekim özellikle “Safaroviç” demedi. İki elini uzattı. – Burada senin görüşün gerekti. Sen de biliyorsun, ben her zaman senin yardımına muhtacım.
Bu sözlerden sonra Yamanharov rahatlayıp gülümsedi, hatta uzun ellerini nereye koyacağını bilemedi.
– Teşekkürler, Geyniyar Geynulloviç, böyle değer verip çağırdığınız için, – dedi sekreterin getirdiği kahveyi içerek. – Siz benim ömür boyu öğretmenimsiniz.
– Unutmadığın için aferin. Sen iyi birisin. Biliyor musun niye çağırdım?
Yamanharov dikkat kesildi.
– Şu ana kadar hayır. – Ancak, masada duran gazetenin seçimle ilgili durumunun basıldığı sayfanın açık olduğunu da fark etti. Gözlüğünü sildi, bir kez daha göz gezdirdi. Bunu fark eden başhekim özellikle ona engel olmadı, kaykılarak oturdu. Dinleniyor sanki. Ondan sonra birden sordu:
– Sana ailenle iki odalı bir dairede yaşamak yeter artık. Sen ne düşünüyorsun?
Samat Safaroviç kızardı, gözlüğünü çıkarıp, uzağı görmeyen gözleri ile başhekime doğru baktı.
– Siz ne derseniz öyle olsun, Geyniyar Geynulloviç. Ben şey…
– Öyleyse, anlaşıldı. – Kaznabayev, bu iş bitti demeyi anlatmak için avucu ile şap diye cilalı, siyah masaya vurdu. Gazeteyi de özellikle kenara koydu.
– Ha, bir de, bu toplantı ne zaman olacak? Burada, seçim durumunu öğrendim…
– Bugün, Geyniyar Geynulloviç, saat üçte. İşte, halkı toplamak gerek. – Samat Safaroviç, gitmeye hazırlanan biri gibi, acele ederek gözlüğünü taktı.
Kaznabayev öfkelenir gibi oldu.
– Hm-m… hm…m… İnsanlar ta nerelerden Moskovalardan duyup dönüyor. E, biz ne, işle uğraşıp, bilmiyoruz bile. Söyleyen danışan biri de yok…
Yamanharov bu sözlerden sonra birden parladı.
– Yok, Geyniyar Geynulloviç, niçin söylemiyor diyorsunuz. Akıllım… e – e… Roza biliyor, o, dün size söyledim, dedi. Ben ona hemen sorayım. Öyle halledilecek bir iş değil. Olmaz ama. Biz burada çoluk çocuk da değiliz. Yamanharov hareket etmeye başlayınca, başhekim onu sakinleştirdi.
– Ya, tamam, yorulma! Gerçekten de, söylemişti galiba. Bu işte başın ağrır. Öyle mi? – Düşündükten sonra yine konuştu. E, e… kimi aday olarak göstermeyi düşünüyorsunuz? Sadece STK değil, ben de bileyim.
Bu kez Yamanharov memnun bir hâlde gülümsedi.
– Geyniyar Geynulloviç, bizim adayımız tektir. İşte, durumu da iyice öğrenin. Sizin için de gerekli olacak…
Bir süre sonra bu iki kişi birbirlerini konuşmadan anlayarak büyük bir memnuniyetle gülümsediler.
– Öyleyse, – dedi Kaznabayev, sözü yuvarlar gibi yaparak, – size, sizin isteklerinize karşı gelmek olmaz ki. Siz halksınız, topluluksunuz… Sadece şey, Samat, senin, kendi başına, Parti Komitesi sekreteri ile ilişkileri açıklaman gerekir mi? Çok partili bir sistem olsa da, bizde Komünistler Partisi yani. Hesaplaşmadan olmaz. Öyle işte. Ama sendika?…
Yamanharov arı sokmuş gibi fırladı.
– Yok, yok, Geyniyar Geynulloviç, insiyatif sadece onlarda ve bende. Gerekmez! Bu da bizim küçük sırrımız. Saat üçte buyurunuz. Yamanharov geri geri kapıya doğru yürüdü. Başhekim elini sallarken, diğeri de kara kapının ardında kayboldu.
Kaznabayev rahatlayıp, koltuğunda bir süre oturduktan sonra Roza’yı çağırdı.
– Akıllım, diğer toplantılar olmayacak, saat üçte toplantı yapılacakmış, – dedi. Ondan sonra birden aklına geldi. Arınbasarov gelsin!
Sekreter avuçlarını iki yana açtı:
– O… gitti… Beklemedi….
– Üzücü, çok üzücü, akıllım. Ya, tamam kendisi bilir.
Roza hâlâ çıkmamıştı.
– Ya, ya akıllım başka ne var?
– Ben Arınbasarov’a gönderilen telgrafa göz atabildim. Orada “topluluk” diye yazılmış, acil gelmesini rica etmişler. Soruşturup baktım kimin çektiğine, hiç kimse bilmiyor.
Kaznabayev memnundu.
– Tamam, akıllım, git. Sağ ol, – deyip oturdu kaldı.