Kitabı oku: «Ömür Tektir», sayfa 4
Dördüncü bölüm, yani, ne ölü ne diri olan İlğuca profesörü istiyor
İlğuca hastanede gözünü açtı. Önce hiçbir şey anlamadı. Beyaz döşemeler, beyaz duvarlar… Nerde yatıyor ki o? Başı sıkıca, beyaz bir sargı ile sarılmış, sağ kolunu da hareket ettirebilecek gibi değil. Bütün vücuduna nedense belirsiz bir sızı yayılmış, kıpırdayamıyor bile. Ne olmuş ona?
Yanına beyaz önlüklü bir kadın gelince, kendisinin hastanede olduğunu anladı. E, niçin yatıyor burada? Onun enstitüde derste olması gerek. Çok geçmeden de imtihanları başlayacak.
– Uyandın mı, delikanlı? Böyle olunca bizim işler zor değil.
Ne kadar yumuşak bir ses. İlğuca uzun bir süre bu mülayim kadına doğru baktı. Ondan sonra birden sordu.
– E, ben burada niçin yatıyorum? – Sesi inleyerek çıktı. Doktor onun kalbini dinledi, tansiyonunu ölçtü, ondan sonra da çarşafla örttü.
– Ne ölü ne diriydin kardeşim, artık korku geride kaldı.
– Nasıl yani, ne ölü ne diri?..
– Onu da artık kendine sormalısın.
O anda omzuna bir önlük örtmüş olan polis kıyafetli bir erkek geldi. Önlüğünü çekip düzeltirken onun apoletlerini gördü: Yüzbaşı.
Sandalye alıp, İlğuca’nın yanına yaklaşarak geçip oturdu. Doktor çıkmak üzereydi, işaret ederek, yüzbaşı onun kalmasını rica etti. Çantasından kalem ve bloknot çıkardı.
– Adınız? – Sesi sert idi.
İlğuca yine bir şey anlamıyor. Niçin şu anda o burada ve niye onu sorguya çekiyorlar? Siniri geldi geçti. Ancak, cevap vermeye hâli kalmadığından gözlerini yumdu. Yüzbaşı kendi hatasını anladı, galiba.
– Delikanlı, sen, lütfen, vazgeçme; çünkü bizim için her dakika kıymetli.
İşte, bu önemli. İlğuca yeniden gözlerini açtı ve yüzbaşıya değil, doktora yöneldi. Doktor onun alnındaki sargıyı düzeltti.
– Kardeşim, bu, tahkikat için gerekli.
Biraz baktıktan sonra, hasta dile geldi:
– İl-ğuca…
– Evet… e, soyadın?
İlğuca sonra da konuşmak istiyor, ama dili dönmüyor. Bu niçin soruyor ki?
– Bil-mi-yorum…
Yüzbaşının yüzü asıldı, doktor kadına dönüp baktı.
– Daha yeni kendine geldi, – dedi o, savunur gibi yapıp. Bence biraz dinlensin. Biz ona pansuman yapıyoruz. Kafası birkaç yerden yarılmış… Nasıl sağ kaldıysa o.
Yüzbaşı bloknotunu çıtırdatarak yazıyordu. Boş dönmek istemiyor gibi.
Doktor devam etti:
– Boynunda ipin izi kalmış…
Yüzbaşı birden yazmayı bıraktı.
– İp izi mi kalmış diyorsunuz? – O, bu anda kalkıp bakmak istedi ama doktor izin vermedi.
– Hayır, hayır, lütfen, onun bel kemiği kırılmış, iki kaburgası çatlamış, şu anda geçici olarak sardık. Bir cerraha göstermek gerek…
İlğuca bunların sesini duyuyor. Çok uzaktan, bir küpün içinden yankılanıyor gibi. Kulak verince, cerrah sözünden titredi. Ama, bu ikisini dinlemeye devam etti.
– Asmaya mı niyetlenmişler yani? – Bu yüzbaşının sesi. Ona doktor cevap veriyor:
– Söylemesi zor. Onu kaldırımda su birikintisinde bulmuşlar. İp falan da yok.
– Belki, onu asmaya çalışmışlardır. Serseriler çok. Geçenlerde burada… Yüzbaşı bir şeyler söyleyecekti ama doktor onu böldü.
– Gece boyunca çok güçlü bir yağmur yağdı. Korkutucu bir biçimde gök gürledi, şimşek çaktı. Böyle zamanlarda insanlar bazı duygulara kapılır. Tabi bilinmez yine de. Ama buna şahit oldum: Tabiatın böyle fırtınalı günlerinde bizim hastaneye hastalar daha çok gelir. Kendi hastalığı için değil, ama işte… ya dövülüyor ya da bir yerlerden düşüyor…
Yüzbaşı yine çıtırdatarak bloknotuna yazdı.
– Düşme dediğinizde, yukarıdan, balkondan atlandığında da bu travmaların olması mümkün mü? – O, yataktaki yiğidi işaret etti.
– Elbette, mümkün. Sadece… Böyle zamanlarda genelde köprücük kemiği zarar görür, ayak kırılır. Ama bizim hastanın ayakları sağlam.
– İyi kontrol ettiniz mi? – Yüzbaşı şüphesini belirti.
– Kontrol ettik. Kolu kırılmış. Yani düşmediği belli. – Doktor kadın, kendisi de meraklandı galiba; bir şeyleri hatırlayıp birden yerinden kalktı.
– Hatırladım!
– Neyi? – Yüzbaşı da canlanarak hemen bloknota yapıştı.–Evet, evet…
– O… iç çamaşırlıymış… Bir evin önündeki kaldırımda su birikintisinde yatıyormuş. Çok ıslanmış. Gardan gelen birisi “ambulans”a telefon etmiş.
– Bunları biz de biliyoruz. Yani, o bir kapıdan çıkmışa benziyor. Bizimkiler yakın çevredeki daireleri dolaştılar ama şu ana kadar şüpheli bir şey bulamadılar. Tuhaf…
– Tuhaf değil, üzücü. Doktor İlğuca’nın elini kontrol ederek tuttu ve yeni bir konu başladı. Yani yüzbaşı yoldaş, cinayet arttıkça artıyor bugünlerde.
Bu söz onu suçlar gibiydi. Doktor, İlğuca’ya baktı ve onun uyumuş olduğuna inanınca, tekrar devam etti. – Biz hayatı hafife alıyoruz, demokrasi, glasnost39 diyoruz ama düzen yok. Siz öfkelenmeyiniz, o sadece bizde değil tüm ülke içinde böyle. Bugünlerde karaborsacılar için biz bütün şartları oluşturduk. İşte, Ufa’nın merkez pazarına yaklaşılacak gibi değil. Önce altmış yetmiş hum olan çizmeler, parlak bir ek işlendikten sonra pazarda iki yüz hum ya da üç yüz oluyor, hatta daha fazla. O, kooperatif dedikleri şeyi de düzene sokacak mısınız yoksa yok mu? Mağazadan alınacak hiçbir şey kalmadı. Kooperatif olunca, onlar kendileri üretmeli değil mi yani?
– Ya… kooperatifler bize ait değil. Ben o işler ile uğraşmıyorum, demek istiyorum. Evet, problemler var.
– Sadece var denemez, çok! Arttıkça da artıyor. Ayıp. Biz hukuk devleti kuruyoruz diye övünüyoruz, ama biz gözümüzü biraz daha açıp baktığımızda bir tane bile hukuk kuralımız yok. E, niye cinayet artıyor?
Yüzbaşı, hastane odasında böyle bir tartışma olabilir diye düşünmemişti galiba, şaşırdı. Ama kendi kurumunu da savunmaya çalıştı:
– Bizim gücümüz yetmiyor ki. Halk da yardım etmiyor…
Doktor o anda sözü kaptı.
– Nasıl yardım etmiyor? Doğru değil bu… İşte geçen cumartesi, pazarın kurulduğunda tramvaya binmeye geliyordum. Ne göreyim: Restoranın önünde, beş delikanlı birbirlerini kana bulayarak dövüşüyordu, ama cop tutan iki adamınız onlara gülümseyerek baktı ve gitti. Dayanamadım, gidip kollarından çektim. Ben konuşuyorum, ver şu sopanı, şimdi gidip omuzlarına vurayım, diyorum. Utanmıyor diğeri. Dövüşsünler abla, artık demokrasi var, bu onların şahsi işi, diyerek birisi de ağzını ayırıyor. İyi ki, oradaki erkekler gidip aralarına girdi. Bir yerleri acısa bize getiriyorlar yani. Yok, polis çalışmıyor.
– Adam yetmiyor ki. Maaş az.
– E niye, bizimki çok mu? İşte böyle bir mahluku ayağa kaldır bakalım. Gece gündüz yanlarından ayrılamıyoruz. Doktor, İlğuca’yı işaret etti, yiğit bütün söylenenleri dinleyip duyuyor. Yavaş yavaş hafızası yerine gelir gibi oldu. Yüzbaşı kalkıp gitmeye hazırlanıyordu galiba.
– Bu delikanlı ne zaman kendine gelir acaba? – diye yorgun bir sesle sordu.
– Önce bir cerraha göstermek gerek. Buraya yarım saate kadar gelecek. Ben de onun için bekliyorum. Zavallı delikanlı genç de. Doktor kadın hâlâ deminki konudan ayrılamıyordu galiba, sesini azaltsa da devam etti. Polis için şu anda bütün olanaklar yaratılıyor. Sizin de şikâyet etmeniz değil, çalışmanız gerek. İşte cinayetler arttıkça bizim meşakkatimiz de artıyor. Bilmek isterseniz, o bizim alay ettiğimiz durgunluk devri zamanında çok çok azdı cinayet, olduğunda da çözüp sonlandırıyordunuz. Artık pek çoğu serbestçe dolaşıyor serserilerin, avarelerin. Çoğu genç, hiçbir yerde çalışmıyor, ana babalarının sırtından geçinip, keyif çatıyorlar! Yaralananlar şimdi iki kat daha fazla geliyor bize. Bilmiyorum, tek maaş yetmiyor diye oturduğumuz da yok. Yani tutup tecavüz mü etsinler, ya…İşte ne yani? Haraç çeteleri mi? Onlar ne ki? Soyguncular…
– Ağrıyan yere dokundunuz… – diye hayıflandı yüzbaşı, bu kadının eline nasıl düştüğüne üzülüyordu galiba.
İlğuca’nın birden “şak” diye aklına geceki eski garaj, dört serseri delikanlı geldi. Beyni güçlükle çalışmaya başladı. Yağmur. Şimşek çakması, kesintisiz gök gürültüsü… Eski garaj… Tekmelemeler… Aniden İlğuca’nın beynine sıcak kan geldi. Bir şeyler onun göz kapaklarını yakıp geçti. O kendisini fark ettirtmeden hareket etmeye çalıştı ama gücü yetmedi; bu, bütün vücuduna akıl almaz bir sızı yaydı. Doktor da yüzbaşı da birden kalkmıştı.
– Niye ağlıyorsun, kardeşim? – diyerek, doktor hemen pamukla onun sıcak gözyaşlarını sildi; İlğuca hafızasını zorladı, dişlerini gıcırdattı, biraz nefes aldı, yavaş ve güçsüz bir sesle dünyadaki en kıymetli ismi söyledi.
– Gül-şan…
Yüzbaşı sanki bunu beklemiş dersin, hafif olan çantasından şak diye o bloknotunu yeniden çekti çıkardı.
– Ne, ne, kardeşim kimin adını söyledin? Evet, evet!…
Ama azap ateşinde yanan İlğuca bu dakikada doktoru da, yüzbaşıyı da duymuyordu. Bütün vücuduyla titremeye başladı. Doktor sürahiden su doldurup, çabucak İlğuca’nın kurumuş, yanmış olan dudaklarına dayadı. Bir yerlerden hemşireler peyda oldu. Hastanın sarılmış olan başını güçlükle kaldırdılar. İlğuca bir iki damla su yuttu ve yastığa geri yığıldı.
– Kardeşim, şimdi cerrah gelecek. Bir baksın… – Doktor kadın, hemşirelerine pek çok emir verdi, onların her biri bir tarafa dağıldı.
– Bana şimdi… profesör Arınbasarov’u… çağırın!..
Hastanın yanında dikilen doktor da, yeniden gelen hemşireler de, hatta polis yüzbaşı da yanlış duymadık değil mi, – diye şaşırdı. Hemşireler fısıl fısıl kendi aralarında konuştular:
– Bu delikanlı, Arıslan Rehmetulloviç’i istiyor, değil mi?
– Evet, onu istiyor.
– Bir yönetici çocuğudur?
– Oo, yönetici çocuğu olsa, çoktan arayıp ortalığı ayağa kaldırırlardı.
– Orası öyle yani.
– Niye, bizim cerrah da iyidir, düşüp kalanlardan değildir.
– Öyle de, profesörün de iyisini istediğine göre bir şey vardır.
– Aa, bitti mi yani dünyada eş dost falan.
– Yok, arkadaşım, Arıslan Rehmetulloviç öyle biri değil. Günahını alma. Onu bütün cerrahi bölümünde ölesiye seviyorlar…
– Evet, profesörün elleri altın.
– Elleri mi diyorsun sadece, yüreği de altın onun, yüreği!
– Elbette, çok bilim adamı yetiştirdi. O, mikrocerrahi okulu kurdu bize. Ta neredeki ülkelerden tecrübelerini paylaşmaya geliyorlar bize.
– Ay, Allah’ım, benim arkadaşım anlattı, bir sabiyi getirmişler, diyor. Annesi pancar çapalıyormuş, çocuğu da mısırların arasında oynuyormuş. Biçerdöver de çalışıyormuş. Biçerdöveri görmemiş. Sabi, iyi ki biçerdöverin bıçaklarının arasına girmemiş. Durdurabilmiş diyor biçerdöveri. Kolunun dirsekten aşağısı kopmuş. Bu sabiyi helikopter ile gidip almış, ameliyat yapmışlar. Kopan kolu, soğutucu bir kutuya koyup dönmüşler, diyor.
– Öyle ameliyatlar uzun mu sürüyor?
– On mu, on bir saat mi demişlerdi o zaman. Profesör kendisi yaptı, diyor. Bütün öğrencileri bakmış. Ameliyattan dinlenmeye de yemek yemeye de çıkmadı diyor. Biliyor musun, canım, şimdi o sabinin eli çalışıyor, diyor. Dikilen elinde iz bile kalmayacakmış.
– Git, ya?
– Evet, çok geçmeden alıp gidecekmiş annesi babası.
– Ha, Arıslan Rehmetulloviç’i öğrencileri de seviyor. Onun derslerinin kendisi bir zenginliktir, diyorlar.
– Ah, bize yetişmedi ki… – Hemşireler üzüldü ama birbirlerini sakinleştirmek için acele ettiler:
– Tamam, arkadaş, güze iyice hazırlanarak, okumak için enstitüye kesin gireriz ve rahatça profesörün derslerini dinleriz.
İlğuca’nın baş ucunda duran doktor kadın, hastanın sakinleştiğini görüp yeniden sordu:
– E… bizim cerrah olmaz mı yani?… O da çok iyi bir bilim adamı…
İlğuca şu anda dünyaya, tamamen zihni açık bir şekilde bakıyordu:
– Abla, lütfen, bana profesör Arınbasarov’u çağırınız…
Odada duran herkes birbirlerine şaşırmış bir hâlde baktı.
Beşinci bölüm, yani profesör güven gösterdikleri için bağışlamalarını rica ediyor
Saat üçü on dakika geçmişti ama toplantı hâlâ başlamadı. Halk şaşkınlıktan uğuldamaya başladı. Toplantı salonu dopdolu, bu zamana kadar böyle bir şey olmamıştı galiba.
Arıslan Rehmetulloviç, suratı asık bir şekilde, en arka sırada oturuyor. Niye çağrıldığını daha önceden bilseydi, ayağının tekini bile basmazdı. Milletvekilliğine aday gösterme toplantısıymış, katılımın yeterli olması gerekiyormuş. Nesine gerek ki şimdi bu milletvekilliği Arınbasarov’un. Halka böyle de hizmet ediyor, bütün ömrü bunun için kurulmuş desek de hata olmaz. Şu anda Moskova’daki sempozyumda bulunması da bu kişiler içindi. E, birine, herhangi bir yerde, herhangi bir zaman, herhangi bir kuruma, kolhoza veya sovhoza40 gaz vermek için boru ya da pilorama41 bulup vermek için mi, hiç olmazsa bir okul ya da mağaza yapmak için mi; ama bunların hepsini herkes yapabilir. Arınbasarov böyle ufak tefek şeyler için kendini harcamayacak. Şu anda o, şöyle bir karara vardı: Toplantıda duracak ama akşam uçağıyla Moskova’ya yeniden uçacak. Bu karara, o ta sabahleyin varmıştı. Kaznabayev’i, başhekimi, görmeden gitse hoş olmaz diye düşündü. Uğrayıp bu kararı söyleyip gitmekti niyeti. Şansından, kabul etmeye vakti olmadı. Sonra, Arıslan Rehmetulloviç sevindi, çünkü telgrafı çeken kişi bulunmadı. Anladığı kadarıyla, gençler karıştırmış galiba. Bir taşla iki kuş; toplantılarını görüp, konuşma yapanları dinleyip, biraz da dinlenip gider. Ama niye hâlâ toplantıya başlamıyorlar?
Hastanenin Parti Teşkilatı Sekreteri Sibeğetullina bir saate bakıyor, bir kapıya, yerinde oturup sabredemiyor. Kimi bekliyorlar ki? İşte ateşe basan kedi gibi, Yamanharov yürüyor. Arıslan Rehmetulloviç o anda anladı: Başhekim Kaznabayev gecikmiş. Baksana ne kadar zaman geçti, bir kişiyi beş yüz kişi bekliyor. Arınbasarov, birilerinin elini sıkarken bu yüzden başını salladı.
Profesör, yine sahnedeki Sibeğetullina’ya dikkat etti. O, ne yapacağını bilemiyor, zavallı. Kâh kâğıtlarını karıştırıyor, kâh bir iş bulmuş gibi sahne arkasına çıkıp dönüyor, birileri ona sorular yağdırıyor, bunlara cevap vermeye çalışıyor. Arıslan Rehmetulloviç düşünceleriyle Sibeğetullina’nın öğrencilik yıllarına döndü. Son sınıfta okuduğundaydı galiba, onu atmışlardı. Suçu neydi ki? Güya, rektörün izni dışında, köylü bir delikanlıyı sevmiş, hamile kalmış…Evet zamaneler… Evlenemiyorlar da, delikanlı şoför olarak çalışıyor, yanlışlıkla bir kişiye çarpıyor ve onu beş yıla mahkum ediyorlar. O zamanlar Arınbasarov doçentti, ama Sibeğetullina’yı kurtarmak için, daha doğrusu, okumaya devam ettirmek için, çok uğraştı. Burada şimdi onun adını aklına getiremiyor. Kimdi ya? Hayır, hepsi de aynı değil mi yani… En önemlisi, bu yetenekli öğrencinin beladan kurtulmasına yardım etti. O şoför parçası da beş yıl yerine, aftan faydalanıp, sadece iki yıl yatıp çıkmış diye duyuldu. Düğünlerine gidemedi Arıslan Rehmetulloviç, tekrar tekrar çağırsalar da. Şimdi kocası, bu hastanede “Ambulans”ta çalışıyor galiba. Sibeğetullina yetenekli bir doktor… Eh, böyle olanların hepsine de zamanında yardım eli uzatmak mümkün değil ki. Şu anda bile bakarken sinirlendi.
– Sibeğetullina! – diye seslendi o, salonu aşarak; o elbette duymadı, ama ünlü profesörün haberini ulaştırmaz olurlar mı hiç? Birisi gidip söyledi. Salon boyunca aramaya başlayınca, profesör ona işaret etti.
– Elfiye Rehimovna, bu tarafta! – Yardımcı da bulundu. Arınbasarov’u görünce, yanına gitsem mi gitmesem mi diye biraz tereddüt etti. Ondan sonra profesörün sözünü kırmanın uygun olmayacağını düşünerek sahneden indi. Yaşı otuza yeni ulaşan Sibeğetullina, kız gibi güzeldi. Uzun topuklu ayakkabılarıyla boyunu posunu alımlı gösterip, kalçalarını bir oraya bir buraya sallayarak yürüyor… Arıslan Rehmetulloviç onun gençliğine büyülenerek bakıyordu. Bembeyaz yüzlü, kocaman kara gözleri olan, nefis çeneli bu kadının en büyük zenginliği, konuştuğunda pırıl pırıl görünen mercan dişleri olduğunu hatırlıyor profesör. Kalın, siyah saç tutamlarını yüksekte toplayıp tepesinde bağlamış. Siyah takımlı. Göğsünde İlçe Sovyeti milletvekilliği rozeti. Bunlar onun yüzüne, görünüşüne bir sertlik hatta kibir vermiş gibi.
Gelip Arıslan Rehmetulloviç’in elini sıkarken, Elfiye’nin yüzünde samimi bir gülümseme oluştu, ama nedense o, suç üstünde yakalanmış bir çocuk gibi kıpkırmızı oldu.
– Merhaba, Sibeğetullina! – diye gülümsedi profesör, yanındaki boş yeri gösterdi. Haydi, benim yanımda otur biraz!
– Nasılsınız, Arıslan Rehmetulloviç! – Elfiye önce dikilerek durmak istedi, uygun olmayacağını düşünerek, yanına çökmeye mecbur oldu. Herkes onlara dikkat ediyor, bunu Elfiye de fark ediyor. Öncelikle, ünlü birinin yanında, kendisi çağırdığına göre, biraz olsa da oturmanın kötü olmadığını iyi biliyor o. Pek çok kişi şu anda ona kıskanarak bakıyor. Arınbasarov sert biri, herkesle böyle konuşmaz. İkinci olarak da, şu dakikada Elfiye çekiniyordu. Sebeplerini kendisi biliyor sadece. Ne dersen de, bu meşhur profesör onu zamanında beladan kurtardı… Ama, kendi çekincelerini yenip:
– A, bu Arıslan Rehmetulloviç, ömür boyu benim adımı aklında tutamadı… – dedi, şakadan. Bunu başkaları da dinliyor. – Elfiye ismi kopkolay… Elfiye Rehimovna…
Profesör ona hayranlıkla baktı.
– Ya, bu kolay olduğu için aklımda kalmadı ama – dedi o, sözlerine derin bir mana vererek.
– Biz çoğuz, Arıslan Rehmetulloviç…
– Evet, çoksunuz ama çok azsınız!
– Bunu nasıl anlamalıyız?
– Direkt olarak. Bir makama sahip olanlar çok ama iş yapan az. Sen çok iyi bir anestezistsin. Bu herkese nasip olmaz, tabiatın verdiği bir yetenek sayıyorum ben. – Etraftakilerin kulak kabartmasından rahatsız oldu Elfiye Rehimovna, ama ters bir şey de söylemedi. Tabi ona ne şüphe, profesörün neyi kastettiğini çok iyi biliyor o. Ama:
– Kaderden kaçan yok ki, – dedi.
Profesör bu sözlerden sonra birden arkasına yaslandı, yüzüne memnuniyetsizlik belirtileri çıktı.
– Yanılıyorsun, Elfiye… Kimden bahsediyorsun?
– Rehim…
– Evet, çok yanılıyorsun, Elfiye Rahimovna. Kaçılabilir. Herkes kendi bahtını kendi kurar. Sen doktorsun! Anlıyor musun, doktor. İnsanların sağlığı ile ilgili çalışan birisin. Ama sen, kendi değerini kendin kaybedip, kâğıt konmuş olan deri bir dosya taşıyarak dolaşıyorsun. Parti için çalışanlar öyle ya da böyle bulunur. Onun önünde diz çökenler, baraj yapacak kadar çok.
Sibeğetulluna’ya, herkesin önünde söylenen bu sözler çok ağır geldi, hatta aşağılanma gibi yankılandı. Kalkıp gitmek istedi ama yapamadı. Baksana, bu Arınbasarov, onu hâlâ öğrenci olarak görüyor, sonra, ne kadar aşağılıyor, yetti artık, Elfiye de akı karadan ayırabilir. Onu bütün kliniğe Parti Teşkilatı Sekreteri olarak boşuna seçmediler ya. Elfiye yerinden kalktı, tam o anda salona, ağır ağır gelen başhekim Kaznabayev girmişti. O kendi makamını bildiğinden önceden ayrılan koltuğuna acele etmeden gidip oturdu.
– Arıslan Rehmetulloviç, beni azarlamak için çağırmışsınız, teşekkürler! – deyip öfkesini gizlemedi Sibeğetullina; şu andaki toplantıdan önce bunun böyle olmasına biraz sevindi. O, hızlı hızlı yürüyerek sahneye yöneldi. Ardından:
– Tamam, bizim konuşmamız daha sonra!… – diyen bir ses yankılandı.
Elfiye, elbette, çok utandı. Dosya taşıyarak dolaşıyorsun imiş. Birisi de bu işi yapmalı. Herkese ünlü profesör denilemez.
Parti Teşkilatı Sekreteri sahneye çıktı. Salon sessizleşti. Bu ilk bakışta böyleydi. Ama gerçekte ise, farklı yerlerde topluluklar toplanmış. Herkes yavaş yavaş fikir alıyor. Sibeğetullina seziyor, şu andaki sessizlik fırtına öncesi olan sessizliği anlatıyor. Ama kim Arınbasarov’u telgraf çekip çağırmış ki? Elbette, onu seviyor, pek çok kişi seviyor. Ama işte şu anda partibürosunun gerçekleştirdiği bir politika var. Ondan sonra birden kendisi de titredi: partibüronun gerçekleştirdiği politika mı? İçinde bir şüphe var, bunu kendisi de biliyor, sadece onu tanımak istemiyor. Bu kendi kendini aldatmak değil mi? Sibeğetullina bakışları ile başhekim Kaznabayev’i arayıp buldu. Yanına STK Başkanı Yamanharov oturmuş, diğer tarafında Sendika Teşkilatının Başkanı. Azameti yüzüne yansımış Kaznabayev’in. Burada o, her zamanki gibi kapkara saçlarını arkaya doğru şöyle bir düzeltti ve Sibeğetullina’ya başlayalım demek için bir işaret yaptı.
Parti Teşkilatı Sekreteri kalktı.
– İlk önce, yoldaşlar, sizi biraz beklettiğimiz için özür diliyoruz, bir sorun çıktı, – dedi o, ama bir yerlerden, arka sıralardan, sinirli bir ses yankılandı.
– Kaznabayev’in kahve içerek oturması da mı meşakkat olarak kabul ediliyor artık!
Sibeğetullina, hatta başhekimin kendisi de bunu duymamış gibi yaptı, sadece Yamanharov dönüp kalkarak, kendisinin üç metre uzakta olan bir şeyi görmemesine rağmen, salonu gözden geçirmeye çalıştı. Bağırmayın, kesinlikle biz biliyoruz sizi ayrıca. Elfiye şimdi iki yol ayrımına geldiğini anladı. Salon demek ki ikiye ayrılacak. Bu, gün gibi açık. Ama hangi tarafa gitmeli Parti Teşkilatı Sekreteri? Ortada duracak değil ya. Ya sol tarafa, ya da sağ tarafa gitmek gerek. Ama, niye az önce profesör Arınbasarov “Bizim konuşmamız daha sonra.” dedi? Bilmece, hepsi bilmece.
Sibeğetullina etraflıca, toplantının gündemini anlattı.
– Yoldaşlar, bu bizim Parti Teşkilatımızın toplantısı değil, kollektif toplantısı. – Burada o birden Arınbasarov’a baktı. – Bana söylendi. Gündemde tek bir mesele var. Ülkede seçim öncesi kampanyası başladı. Şimdi milletvekilliğine alternatif olacak birkaç aday seçilecek. Burada bugün, bizim topluluğumuz da bir kişi göstermeli. Seçim barajı var…
Salon biraz uğuldadı, Sibeğetullina yine düşüncelerinde bir soruya geri döndü. Hangi yoldan gitmeli? Burada mücadele iki kişi arasında olacak: Birisi başhekim Kaznabayev, ikincisi, elbette, profesör Arınbasarov… Yanılmıyorsa… E, kim çağırdı Arınbasarov’u? Gelmiş oturmuş işte. Elfiye bu toplantıyı özellikle bu güne erteledi. İçindeki bir his, toplantıyı Arınbasarov evde yokken yapmak daha hayırlı olurdu fikrini güçlendirdi. “Deri dosyayı taşıyarak” sözleri yankılanır gibi oldu. Bu, Sibeğetullina’nın tereddütlerini yenmesine yardım etti. O, sol kenarda, Kaznabayev’in tarafında yer alması gerektiğini çok açık bir şekilde anladı şimdi. Bu hatta ona bir rahatlık de getirir gibi oldu.
– Yoldaşlar artık, haydi, adayları gösterelim!…
İlk olarak Yamanharov fırladı.
– Ben söz isteyebilir miyim?
– Lütfen buyurun, Samat Safaroviç! Söz, Hizmet Topluluğu Sovyeti Başkanı Yamanharov yoldaşta.
Samat Safaroviç hızlı hızlı yürüyüp kürsüye çıktı ve konuşmaya başladı.
– Yoldaşlar, burada uzun uzun nutuk atmanın bir faydası yok diye düşünüyorum. Biz bununla ilgili toplantıda fikir alışverişinde bulunmuştuk; partibüronun fikri de bana göre belli… – O birden Sibeğetullina’ya baktı.
– Bizim aramızda halk milletvekilliği adaylığına layık tek kişi var, onu da hepimiz tanıyoruz. Kim diye düşünüyorsunuz?
Ön sıralardan bağırdılar:
– Kim demek de ne, bizim başhekim Kaznabayev!
Yamanharov’un ağzı yayıldı.
– Doğru, millet, gece gündüz bizim için kaygılanan, bizim haklarımıza özen gösterip, kliniğin ününü koruyan bu Kaznabayev Geyniyar Geynulloviç’tir. Bugün biz ona güven duyduğumuz için horlanmayız diye düşünüyorum. Bence – o, arkasına döndü, – Elfiye Rehimovna, oylamaya sunmak gerek. Yani, niye uzatalım ki, herkesin işi var, sorunu çok…
Yamanharov kürsüden inmedi, beklemeye başladı. Elfiye Rehimovna ayağa kalktı. Bütün gözler, bu ne söyleyecek der gibi ona yönelmişti. Çıt bile çıkmıyor. Parti Teşkilatı Sekreteri meselenin böyle kolay halledilmesine inanamıyordu, hatta biraz da üzüldü. O, derin bir nefes aldı ve:
– Yoldaşlar, başka adaylar yoksa… – diye çabucak söyledikten sonra oylamaya sundu. Kim…
Ama Sibeğetullina aceleden yanıldığını anlamadı. Çok sessiz olan salonda bir yerden, bu kez ona yakın bir el yukarı kalktı.
– Başka fikirler var mı? – dedi o, şaşırarak. Ondan sonra Yamanharov’a oturmasını işaret etti. Farklı sesler duyuldu.
– Niçin demokrasiyi kısıtlıyorsunuz?
– Doğru değil ki bu!…
– Müzakere etmek lazım.
– Bizde yalakalık yapmaya alışmışlar…
– Dalkavuklar!
Git gide çeşitli atışmalar duyuldu. Sonunda, konuşmak isteyenlere söz vermekten başka bir çare kalmadı. Sakallı, genç bir delikanlı hemen kürsüye çıktı.
– Adaletsizlik ömür boyu hüküm sürdü ve sürecek, – diye başladı o, konuşmasına.
– Soyadınızı söylemeniz gerek, – diye böldü onu Elfiye Rehimovna.
– Hepsi aynı değil mi? – diye işitildi arkadan.
– Nasirov! – dedi sakallı. Birisi gece gündüz halka hizmet ediyor, ilim için çalışıyor, onu gören yok, diğerleri hazır olan şöhreti bölüşüyor, boynuna defne çelengi takıp dolaşıyor. Nerede burada hakikat? Niçin biz göremiyoruz? Sonra, hepimiz öncelikle, görevinde namuslu insanlar değil miyiz?
– Açık konuş! – diye ses verdi Yamanharov. Kaznabayev yavaşça onun elinden tuttu, bir otur ya.
– Açık mı? – Sakallı, Yamanharov’a uzun uzun baktı, diğeri hatta sandalyesinde döndü. – Açıkça söylemek gerekirse, profesör Arınbasarov’u teklif ediyorum. Burada onun kim olduğunu söylemek gereksiz…
Bundan sonra toplantı iyice kızıştı.
Biraz zaman geçtikten sonra, Elfiye Rehimovna’ya sahnenin arkasından bir not getirdiler. Orada şöyle yazıyordu: “Üçüncü Şehir Hastanesine çok acil olarak profesör Arınbasarov’u çağırıyorlar. Genç bir delikanlı ağır bir travmadan sonra ölmek üzere, onu istiyor…” Bu tuhaf notu ne yapacağını bilemeyerek bir süre bekleyen Sibeğetullina, toplantıyı durdurup, onu yüksek sesle okudu. Salon sustu.
Bu haberi işiten Arıslan Rehmetulloviç rahat bir nefes aldı. Çıkıp gitmeden önce, öne geçmeden:
– Yoldaşlar, sizin pek çoğunuzun heyecanını ben anlıyorum. Güven duyduğunuz için teşekkürler! Ama biliyor musunuz, milletvekili olmak Geyniyar Geynulloviç’in işi. Makama göre de böyle emredilmiş. Benim böyle şeylere vaktim yok. Affediniz!… – dedi ve çıkıp gitti.