Kitabı oku: «Ömür Tektir», sayfa 5
Altıncı bölüm, yani gizemli bir telefon
Feyrüze Hesenovna, kocası gidince, yine bunaldı. Kendini nereye koyacağını bilemedi. Tabak çanak yıkamaya çalışıyordu, fincanı düşürüp kırdı. Kırıkları toplamıştı, masayı sileyim derken şişedeki sütü döktü. Sinirlendiği için ağlamaya başlayıp, pencerenin önündeki güllere su dökmeye başlamıştı ama yeni çiçek açmaya başlayan gülün dalını kırdı. Ondan sonra da “pat” diye oturuverdi. İçine bir şüphe düştü, yüreğini endişe kapladı. Daha çok da gül dalı endişelendirdi. Bu pembeleşip çiçek açan gülüne bakınca hep bir çilek gibi olgunlaşan kızını gözünün önüne getirmeye alışmıştı. Şimdi onun dalı kırıldı. Hayır, hayır kırıldı demek doğru olmaz. Feyrüze kendisi dikkatsiz davranınca büküp düşürdü. Akşam, yağmurlu akşamda, o biricik Gülşan’ını çabuk dönmesi için bile uyarmadan serbestçe gönderdi. O da, telefon çalınca “hop” diye fırladı. Babası da evde olmayınca temkinsiz davranmıştı o. Gece gündüz kitap üstünde yorulmuştur diye üzüldü. Arıslan’ı evdeyken böyle bir olay ortaya çıkmazdı. O katıdır. Ama işte, Feyrüze’nin elinden gelmiyor. Gülşan’ına bakıyor ve kendi gençliğini aklına getiriyor.
Bir düşününce, Feyrüze çok şanslı biri. Sevdiği kişiyle evlendi. Çok iyi bir çocuk yetiştiriyorlar. Varlıklı bir hayat sürüyorlar. Her şeyleri var. O, işinden de memnun. Sağlık Meslek Yüksekokulunda öğretmen. Oraya işe gireli artık çok zaman geçmiş. Şimdi de Feyrüze gençliğindeki güzel bir olayı aklına getirdi.
… Yaz tatili idi. Arıslan’ı Moskova’dan dönmüyor da dönmüyor. Feyrüze köyde, annesinin babasının yanında. Ama onun içi rahat değil. Yani, niçin çoktandır bir mektup gelmiyor Arıslan’ından. Şaşırmaktan yoruldu. Bahçeye çıkıp, gizlenerek gözyaşı döktüğü zamanlar da oldu. Bir de içine bir şüphe düşüyor. Kulağından, aynı sınıfta olduğu bir arkadaşının sözü gitmiyor: “Bak ona, dikkatli ol, Moskova’da Rus kızları kötü diyorlar, senin Arıslan’ın gibi esmer delikanlılara asılırlar, diyor…” Şakayla söylese de arkadaşı, Feyrüze’ye yetti. Düğme kadar olan şüphesi büyüdükçe büyüdü, gittikçe bir deveye döndü…
Ama bir gün, bir iş bulup sessizce komşu kadına gitti. O, Feyrüze’nin kulağına: “Orada çok düzgün, yakışıklı bir delikanlı seni bekliyor, kızım. Birlikte okumuştuk, diyor…”
Feyrüze’in yüreği “hop!” etti. Koşup gitmek istedi ama gücü yetmedi. Onların köyünün karşı tarafında bir dağ uzanmıştı. Halk, niyeyse ona Behittav (Şans Dağı) diyor. Onun eteğindeki çukurlukta neler yetişmiyor ki. Açlık yıllarında rızkı oradan sağlamışlar galiba. O baltırğan42, o köpşe43, o çilek, o kartopu…
Behittav’ın köye çok yakın olan bir taş çukurunun dibinden fışkırarak bir pınar çıkıyor. Adı da çok güzel, Yırşişme (Şarkı Pınarı)! Ona gün boyunca farklı taraflardan güneş vurur, suyu ne zaman gelirsen gel, ışıldar, mavileşir. İçmeye doyum olmaz, soğukluğu dişini donduracak kadar. Ama en akılda kalanı, o, gece gündüz, bileği taşlarının üstünden zıplaya zıplaya çınlayan şarkısını yayar. Yanına yatıp dinlemeye başlarsan mı!… Aklın başından gider… O pınarın suyunu getirip semavere koydun mu, çayı da çok lezzetli olur. Artık pınara gitmiyorlar. Her evin önüne denilebilecek kadar tulumba koydular. Uzaklık da var tabi. Böyle olmasına rağmen, Feyrüze kovaları aldı ve omuzlarının başına köyente44 alıp Yırşişmeye gitti. Bunu gören komşu dedenin sesi duyuldu.
– Hey, bu Feyrüze çalışkan ya, yine Yırşişme’ye suya gitti. Kendin gibi çalışkan bir adamla evlen!…
Feyrüze, sokağın köşesinde duran Arıslan’ı görünce yüreği, kafesinden uçup çıkmaya hazırlanan bir kuş gibi, tak tak atmaya başladı. Mutluluktan gözünün önü perdelendi sanki, hiçbir şey görmez oldu. O, tam ters yöne yürüyor, dönüp bakmaya korkuyordu. Birisi fark etmesin de. Ne yapsa da, Yırşişme yanındaki fındık çalılığına ulaşsaydı. Sabrı tükendi kızcağızın. Arıslan’ı onun düşüncesini anlayıp, ardından gelse tamamdı.
Önce çok hızlı yürüdü. Pınara yaklaşırken, adımlarını yavaşlattı. Yüreği seziyor, Arıslan’ı dolaşması gerekse de gelecek.
Yırşişme’ye gelip fındık çalılığına girince ne görsün: Diğer taraftan onun Arıslan’ı kocaman kocaman adım atarak koşuyor ve ona gelmek için acele ediyor. Artık Feyrüze’nin dayanacak gücü kalmamıştı, iki kovasını birden attı ve ona doğru koştu. Ah, o tatlı dakikalar!…
Feyrüze Hesenovna, bundan uzun yıllar öncesinde olan bu anı kendinden geçerek, gözlerini yumup hatırlıyor, bitmez tükenmez bir mutluluk duyuyordu. Galiba, insan, kırka kadar hayaller ve ümitlerle yaşıyor, sonra da bu hatıralarda sevinç buluyor.
…Onlar böyle Yırşişme boyunda ne kadar kucaklaşarak durdular, şimdi aklında değil. Ama o gün Feyrüze pınardan su taşıdı. Arıslan’ı, köydekilere görünmemek için, kavağın dibinde yatıyor, ama Feyrüze her geldiğinde ya krep ya da börek taşıyor. Annesi fark etmez olur mu hiç, kızının mutluluk dolu gözlerine bakıp anlamıştır, muhtemelen. Sonra kendisi yardım etmeye başladı.
– Ben seni götürmeye geldim! – dedi Arıslan, kendinden geçerek Feyrüze’nin kara gözlerine baktıktan sonra. Kız, yakındaki pınarın sesini çıkararak, kikir kikir güldü.
– Git, deli, – dedi, yanındayken hep sıkıca yiğidine yaslandı. – Biraz sabret. Anneme, bahçedeki işlerine yardım edeyim…
İkisi de rahatlayıp gülümsedi. Arıslan görüp konuştuktan sonra gitmek istemişti, Feyrüze onu bırakmadı. İlk defa bir gece onlarındı. Kavağın dibindeki yeşil çimen onlara döşek oldu, yıldızlı gecenin boz havası pamuk yorgan… Bu gece Feyrüze Hesenovna kadın oldu. Gülşan’larının bu hayata yolu, o Yırşişme’de başladı. Çok geçmeden de düğün yaptılar…
…Birden telefon çaldı. Feyrüze “tak” diye kaldı, hayallerin, anıların ipleri koptu. Uzun süre hatıralara dalmak istiyordu. Kim ki? Gülşan’ı mı? Zaman çok uzadı sanki.
– Alo! Ben dinliyorum…
Ahizede, bir şey duyulmuyor. Birinin nefes alışı fark ediliyor. Feyrüze şaşkın bir hâlde konuştu:
– Kızım, Gülşan, sen misin? Niye böyle şaka yapıyorlar şimdi, – diye içinden kızdı o. Ama cevap yerine ahizeden şarkı duyuldu:
Sokağınızı geçeriz,
Çitlerinizi sökeriz.
Güzel kızlarınız varsa
Çalıp gideriz…
Bir erkek sesiydi bu. Vay utanmaz. Feyrüze sinirinden ağlamaya başladı. Niye şimdi ona şaka yapıyorlar? Yoksa şimdikilerin şakaları böyle mi oluyor?
– Kimsiniz? – diye bağırdı ahizeye Feyrüze, ama onunla konuşan olmadı. Delikanlı donuk bir şekilde esrarengiz güldü ve kapattı.
Feyrüze Hesenovna, sersemletilmiş balık gibi sendeleyip, pencere önünde kaldı. Ne düşüneceğini de bilmiyor. Çalıp giderizmiş. Neyi kastediyor ki bu yabancı ses? Ne yazık ki, Arıslan’ı da evde yok. Ne yapsa, telefonla arasa mı? Şimdi o bulunmaz da. Toplantı var diyorlardı. Kendine bir yer bulamadı Feyrüze Hesenovna. Ne kadar tuhaf bir telefondu bu? Onun yüreğini gittikçe endişe kapladı. İçinden, sadece kocasının çabucak dönmesini diledi. Yoksa, bir arkadaşını mı arayıp sorsa? Polise söylese mi? Adı çıkarsa? Dahası, Arıslan onaylar mı bu işi? Tek başına, yüz soru. Feyrüze Hesenovna sadece oturmamak gerektiğini, bir şeyler yapmasının gerekli olduğunu iyi biliyor. Ne olursa olsun diyerek o telefona yöneldi ama yine telefon çaldı. Korkarak ahizeyi kaldırdı ev sahibi.
– Evet, Arınbasarovlar dinliyor.
Telefonun diğer ucunda heyecanlı bir erkek sesi:
– Merhaba, Feyrüze Hesenovna! – diye bağırdı. – Kutluyoruz, canı gönülden! Zaferle. Şimdilik küçük zaferle, büyüğü, daha sonra.
– Ne zaferi, niçin kutluyorsunuz? – Feyrüze Hesenovna hiçbir şey anlamadı. Çok geçmeden de, erkekten ahizeyi bir kadın çekip aldı. Öncekinden de telaşlı bir sesle devam etti bu:
– Merhaba, yenge siz misiniz? Mücadele edip yendik, yenge! Biz de düşenlerden değiliz yani.
– Yendiniz mi, ne? – diye sordu ev sahibi, şaşkın bir hâlde. Diğeri daha da heyecanlı konuştu.
– Yenmemek de ne, aksi mümkün değildi. Geri çekilmeye yer yok, arkada Moskova. Parti Komitesi de onu savunuyor, o STK Başkanı, adam müsveddesi, zıplayıp duruyor, sendikaya ne ki? Hepsini de yendik.
– Neyi yendiniz? Kimi?
– Başhekimin yandaşlarını. E… Arıslan Rehmetulloviç evde mi?
– Yok, o, hastaneye diye gitmişti sabah…
– A, toplantıdan çıkalı çok oldu da. Onu Üçüncü Şehir Hastanesine çağırtmışlardı. Bir şey mi oldu ki? – Ondan sonra sorusunun cevabını beklemedi kadın, haberini bitirmek için acele etti. – Biz Arıslan Rehmetulloviç’i çok seviyoruz, bizim öğretmenimizdir o! Onun gibi insanlar klinikte yok. İşte bunun için Arıslan Rehmetulloviç’i çoğunluğun oyu ile Yüksek Şûra’ya halk milletvekilliğine aday olarak gösterdik. Kazandı. Bizim tebriklerimizi ulaştırınız. Kadın nazikçe vedalaştı ve ahizeyi kapattı.
Bu yenilik Feyrüze Hesenovna’yı şaşkına çevirdi. Onun Arıslan’ı mı, şimdi halk milletvekili olacak yani, tam bir bilim adamı, tiyatroya bile gitmek için vaktine acır o. Konferanslar, ameliyatlar, deneyler… Onun evde olduğu da nadirdir. Ama şimdi, halk milletvekilliğine aday. Nedense bu yenilik Feyrüze Hesenovna’nın içine sığmadı. Ayrıca, kocası için duyduğu gurur gönlünün bir tarafını ısıttı.
Daha sonra ne yapacağını bilemeden Feyrüze Hesenovna dairesini toparlamaya başladı. Salondaki iri çiçekli kilimi elektrik süpürgesi ile temizledi, pencereleri sildi. Saat dört oldu, dördü geçti, Gülşan yok. Arıslan da yok. Böyle zor bir durumda o tek başına hiç kalmamıştı. Arkadaşlarında kalıp enstitüye derse gitse bile şimdiye çoktan geri dönmesi gerekti. Boşuna değil bu. Gülşan’a bir şey oldu. Yok böyle oturmak olmaz. Arıslan’ı bulmak gerek. Yetti, yalnız başına kahrolmalar.
Emin adımlarla telefona geldi, ama bu kez kapının zili çaldı. Rahat bir nefes aldı, koşarak açtı. Ama orada dokuz on yaşlarında saçlarını iyice kazıtmış olan, tanımadığı bir çocuk görünce şaşırdı.
– Kimi arıyorsun, oğlum? – dedi Feyrüze Hesenovna. Çocuk cevap yerine, garip bir şekilde gülümseyip, zarf uzattı ve dondurmasını ağzını şapırdatarak yalaya yalaya merdivenden inip gitti. Feyrüze zarfın dışındaki kargacık burgacık harfleri görünce, onun ardından çıktı.
– Hey, çocuk, lütfen dur, kim verdi bu mektubu?
Kel durdu, korkmadan:
– Veren kişi hileli oldu, uçtu gözden kayboldu! – diye nükteli konuştu, o, dilini uzunca çıkarıp dondurmasını yaladı.
– Niye dondurma için para mı verdi yani? – diye sordu Feyrüze Hesenovna.
– Verdi.
– Çok mu verdi?
Çocuk göğsündeki cebi açıp içine göz attı.
– Şimdi iki dondurma daha alabilirim.
– Zengin olmuşsun ya. Kimin oğlusun?
– Annemin.
– Adı yok mu yani?
– İşte şimdi unuttum.
Kel, iş bununla bitti der gibi, paytak paytak yürümeye başladı.
– Oğlum, mektubu bir erkek mi verdi? Batarken samana tutunmaya çalışan biri gibi, acele ederek, endişeyle sordu. Bu kez çocuk, ablaya üzüldü galiba.
– Bir delikanlı verdi zarfı, yüzünü hatırlamıyorum, dedi.
– Yanında bir kız yok muydu?
– Yok. “Ciguli” de oturan da erkekti. Gittiler.
Feyrüze Hesenovna acele ederek dairesine çıktı ve titreyen elleri ile zarfı yırtıp açtı. Ortası bükülmüş bir defter sayfasında, sol tarafa toplanmış bir şekilde yazılan iki üç cümleydi: “Kızınız değerli ise on beş bin hazırlayınız. Onun bize nasıl verileceğini akşama doğru arayıp söyleriz. Centilmen gibi davranırsanız, kızınızın saçının tek bir teline bile dokunmayız. Baykuş.” Yazıyı okuyunca, Feyrüze Hesenovna’nın birden gözünün önü karardı. Gücü tükendi, havasız kalır gibi oldu. Ama yüreği sezmişti, işte doğru çıktı. Sağ salim olsun da yavrucağı, ay ay, görenler var mı ki bu başı!… Baykuşmuş.
Feyrüze Hesenovna, duvara tutunarak, telefonun yanındaki koltuğa oturdu ve Üçüncü Hastanenin numarasını çevirmeye başladı. Arıslan’ı oraya gitti, demişlerdi.
Yedinci bölüm, yani tutsaklığa götüren yol
Gülşan’ı, şehir boyunca uzun uzun dolaştırdılar. Önce çok tartıştı, tırmaladı, gücü yetmedi, ağladı, ondan sonra yalvarmaya geçti.
Ama iki tarafında da oturan azman gibi adamlar onun hareket etmesine izin vermedi. Onun gözlerinin önünden bir dakika bile yerde yatan İlğuca’sı gitmedi. Ne oldu ki? Tekerlerin altında kaldı galiba… Allah’ım sağlıklıysa tamamdı… E.. öldüyse? Onun tüm vücudu bir yandı bir soğudu. Ağlamaklı oldu, durdu durdu. Gözlerinden gayriihtiyari yaş aktı. Bunu gören Vadik ile peltek, birbirlerine bakıp gülümsedi.
– Ne yani, madonna, delikanlını mı özledin de ağlıyorsun? – diye sırıttı Vadik denileni. Bak, hayvan, bir de “madonna” diye isim takıyor. Onun yüzüne bakılmaz, iğrenç, ağzından bira fıçısından geliyor gibi, haşerat bir koku yayıyor. Saçları bahçedeki korkuluk gibi dağılıp alnına yapışmış. Gülşan sadece bir saniye bakışlarını ona yöneltti ve onun yüzünde uzun bir yara izi olduğunu fark etti. Dudağını öne çıkartıp yalanıyor, haşerat! Bu adama Gülşan’ın sağ tarafında oturan peltek de katıldı:
– Böyle iyi delikanlılay a-asında üzülüp otu-mak kızla-a yakışan biy iş değil!
Kırık pencereden rüzgâr esiyor, bazen kıza yağmur damlaları da gelip değiyor. Peltek, o pencereye ceket gibi bir şey kapıyor.
– Alçak, pencereyi kırdı… – diyor Vadik, dostunun hâlini anlamaya çalışarak.
O da sadece bunu beklemiş, çabucak onun tarafına döndü:
– Vadik, cebinde kalan yakıyı ve-sene. Ü-şüt-tüü.
Vadik yeni aklına gelmiş gibi, koynundan şişeyi çıkarıp, lıkırdatatak içti. Ondan sonra biraz tereddüt etti, gülümser gibi yaparak:
– Madonna, sen de içer misin? – dedi. – Görüyoruz, tir tir titriyorsun, hatta delikanlının gömleği de ısıtmıyor.
Gülşan konuşmadı. Artık ağlamanın, yalvarmanın fayda getirmeyeceğini anladı o. Nedense yüreği taş gibi sert.
– Yoksa kucaklayıp mı oturayım? Cennetin bile gerekmez… Hi-hi!..
Peltek sabredemedi, yoldaşının elindeki şişeyi çekip aldı.
– Geveze! Kendi ısınınca, dostla-ını unuttu. Haydi, ye-le-i değişti-elim!
– Yok benim için madonnanın sağ tarafında sallanarak gelmek çok iyi. Sonra zamanı gelince, böyle kucaklaşıp uyuruz, tamam mı, güzelim! – O, birden kocaman ıslak elini Gülşan’ın gömleğinin kenarından soktu, ikincisiyle de dizinden tuttu. Kızcağızı elektrik akımı çarptı sanki, kendi bile anlamadan, acı acı bağırdı ve göz açıp kapayana dek Vadik’in boynunu sıktı. Hırıldamaya başlayan dostunu peltek kurtardı.
– Vadik sen hâlâ kadın kız meselesinde çok safsın. – O şişedeki sıvıyı içip bitirdi ve şişeyi de camdan attı. Şişe çat diye kırıldı. – Onlar nazlanmayı çok severler.
Gülşan konuşmaya başladı:
– Siz, katiller, en aşağılık hayvanlar! Sizin, bu yaptıklarınız için kesinlikle hesap vereceğiniz zaman da gelecek. Bilin bunu.
Yeni sakinleşen Vadik, Gülşan’ı kenara çekip, pencereyi açıp dışarıya tükürdü.
– Kancık, vay kancık… – Onun başka bir sözü olmadı. Galiba, Gülşan onun boyununa uzun tırnaklarını yarana kadar batırabilmişti.
Bu zamana kadar önde oturan şef, şapkalı adam, hiçbir şey söylemedi: “Ciguli” sahibi de onları duymuyor. Onlar için arkadaki, ne var ne yok. Ama, Gülşan’ın sözlerinden sonra dönüp bakmadan konuştu.
– Centilmenler, kızlara kötü muamele etmek iyi değildir. Sabredin… O herhangi birinin kızı değil, profesörünki… Onların çevrelerinde başka türlü konuşurlar, başka türlü severler. E, siz? Sokak serserileri gibi davranıyorsunuz. İçmeyi de bırakın! Duydunuz mu? İş başlıyor artık… E, kim çalışmazsa o, yemek yiyemez.
İki yiğit birden hareketlenmeye başladı.
– Oldu şef, senin sözünden çıkmayız.
Araba şehrin sokaklarında sağa sola dönerek gitti gitti ve Ağizil köprüsüne götüren yola indi.
– Durdurun! – dedi Gülşan, “şef”in şapkasını yolarak alıp. İndirin beni!..
Böyle bir yüreklilik beklemeyen “şef” dönüp bakmadan, biraz da keyfi kaçarak, başını çevirmeden konuştu:
– Her şeyin bir ölçüsü vardır güzelim! Yoksa…
– Ne “yoksa”? – Gülşan’ın iki elinden de iki yiğit sıkıca tutmuştu, kımıldamak mümkün değil.
– Yoksa mı? İşte bu iki aslana, – o, arkadaki Vadik ile pelteği işaret etti, – evet, iki aslana yoldurmak için veririm. Burada şimdi arabayı durdururuz da… biz şoför ağabeyin ile çıkarız. Anladın mı? İyiliğe iyilikle cevap verirler, güzelim! – Şefin başına şapkasını taktılar, o, şapkasını düzelterek taktı. Yarım saniye bile dönüp bakmadı. Demek, Gülşan’dan çekiniyor, tanınmamaya çalışıyor. E, çekiniyorsa, korkuyordur. Kız onun demin söylediği sözlerden çok korksa da, ama bunlardan her şey beklenir, kurnazlık yaparak, konuşmaya başladı.
– E, sizi ağabey, ben bir yerlerde görmüş gibiyim… – Gülşan nefes almadan cevap bekledi. Ne yapabilir ki bu densiz adam? Bu dakikada onun iki tarafında oturan iki yiğit ellerini biraz bırakır gibi oldu. Gülşan daha da hareketlendi. Gözünü bile kırpmadan kandırma zamanı geldi şimdi onu.
– Gerçekten, nerede gördüm ki sizi? – Arabada sessizlik oldu. Sabredemedi şapkalı, birden dönüp baktı. Onun yüzünü bu karanlıkta aklında tutamasa da, bitişmiş koyu kara kaşları işte gözünün önünde duruyor. Biraz önce şapkasını çekip indirdiğinde başının kel olduğu da anlaşılmıştı. Bunlardan yararlanarak değerlendirmeye çalıştı kız.
– Güzelim, sen beni değil bir vakitte, hiçbir zaman görmemişsindir. Anladın mı? Bunu aklına iyice sok. Yoksa, senin için kötü olacak. Şaka yapma!..
Ateşle oynadığını anlıyor Gülşan. Bunun iyi olmadığını da biliyor. Ama bir ümit işte, belki bırakırlar…
– Şaka yapmıyorum, – dedi Gülşan, saf bir şekilde. – Şu anda tanıdık geldiğiniz için sadece… Yani, bir mecliste mi, misafirlikte mi, burada öldürün aklıma getiremiyorum.
– Evet, akıllı olduğun belli oluyor.
– Ağabey, haydi gerçekleri konuşalım artık. Niye beni burada şimdi bırakmıyorsunuz? Benim orada arkadaşım yattı kaldı. Siz onu arabayla çiğnediniz. Bilin, şu anda sizi polis arıyor. – Bu kez şoför, bu ana kadar hiç kımıldamayan yiğit, vitesi yanlış takıp, arabasını tarıldatıp gürültü çıkardı.
– O, çiğnenmedi, dedi şapkalı sakin bir şekilde.
Gülşan’ın gönlünde bu sözlerden sonra bir inanç uyandı. Şu anda cehennem deliğine giden o değil sanki, İlğuca’yı düşünüyordu. Ama bu şapkalı gerçekten de tanıdık gibi geldi. Ama nerede gördü? Muhtemelen, ona öyle geldi sadece.
– Siz beni nereye götürüyorsunuz? Size ne gerek ki, niye açık açık konuşmuyorsunuz? – Kızın sesi acı çekerek çıktı. O, bu dakikalarda, perişan bir hâlde gece uyumadan, kapının yanında oturan annesini gözünün önüne getirdi. Yine ağlamak üzereydi ama, zayıf görünmemeye kendi kendine söz verdi. Bu haşereler korkak, onları sadece sertlikle yenebileceğini anladı o.
Şapkalı, sesini yine güvercin sesine benzeterek, şöyle dedi:
– Güzelim, biz seni bırakamayız. Niye mi? Sen bizim için çok kıymetli bir malsın!
– Niye, ben size şimdi bir mal olarak mı görünüyorum yani? Ne kadar aşağılayıcı.
– Sen kızma, dinle; böyle bakıldığında, sen bir mal değilsin, bir kaşık suya koyup yutulacak kadar güzel bir kızsın. Anladın mı? Senin bütün zenginliğin işte böyle bir kız oluşunda. Biz seni çaldık. Ama çaldığın bir şeyi bizde boşuna geri gönderme âdeti yoktur…
– Para gerek yani? – Gülşan istihzalı bir şekilde ima etti.
– Doğru, güzelim, bize para gerek. Bu yüzden de, şimdi sen bizim elimize geçen bir malsın, anladın mı?
– Anlamayan nerde, elbette, anladım. On beş bin mi gerek?
– Tam tamına on beş bin hum. Ondan sonra sen bizi kendi polisinle Ufa’da gündüz mum yakıp arasan bile bulamazsın.
– Şimdikiler bulur…
– Bulurlar, ama onlar biz değiliz. Yani, sen ilk ve son kaçırdığımız kız değilsin. Geçenlerde de bir mağazada çalışan bir kadını kaçırmıştık. Boşuna oldu. – O, sessizce güldü. Nedense bu kez peltek kenara döndü.
– Şef onu aklıma geti-meyin şimdi!
Şapkalı keyiflenip güldü; o, çaldığı “mal”la böyle sakin bir şekilde sohbet etmeyi seviyordu. Sakinliğin ona güven verdiğini de anlamak zor değil, ama sinirlenmesi de çok sürmez.
– Satıcı kadın içkici çıktı, – diye devam etti konuya şapkalı, – işte bu aslanla, – o, pelteği işaret edip gösterdi, – gece boyu aşk tazeleyip birlikte yattılar. Kocasına telefon etmiştik, o da sevindi. “Ne parası size, kurtardığınız için teşekkürler, uzun tutun.” dedi. Öyle biri bize değil, bıçağıma gerek. Yoksa… Senin baban da böyle vazgeçer mi ha?
Gülşan konuşmadı.
– Yook, sen farklı bir malsın, güzelsin! Sen iyi davarsın. Senin için profesör baban parasını esirgemeyecek. Biz de ahmak değiliz, ardından bir hafta takip ettik. Şansımıza yağmur yağdı, şansımıza kendin avlandın. Bu sadece. İşte, güzelim, her şeyi açık açık söyleyiverdim. Baban bize on beş bin, biz ona kızını. Kız olarak geri göndeririz.
Düşünen Gülşan:
– Ama benim babam evde yok, – deyiverdi. Şapkalı şaşırmadı:
– Evde yoksa da döner. Mal da beslendiği yere döner. Bizim için annen de olur. Elinde para yoksa bile birisinden borç alır. Alışverişe yarından itibaren başlıyoruz. Eğer her şey doğru, centilmence yapılırsa, her şey olur okey!
Gülşan korkarak sordu:
– E, e… para vermezlerse…
– Vermezlerse mi, – şapkalının sesi birden soğuk, üşütücü yankılandı. Vermezlerse de kaygılanmak gerekmiyor. Senin gibi güzelleri yatırıp keyfine bakarsın, masrafını çıkarırsın. Ufa büyük, Ufa’da kızlar bitmedi. Sen ilki de sonuncusu da değilsin. Eli titreyen ana baba bulunur, güzelim! İşte geldik… Gülşan’ın son sözlerden sonra vücudu bir sıcak bir soğuk oldu. Bu adam oldukça yumuşak konuşmaya çalışıyor. İçi dolu kurt. Hepsi katil. Hareket ediyorlar sadece. Kızcağız diğer tarafa dönüp bakmak istedi ama ona fırsat vermediler. Arabanın tepesini takırdatarak hâlâ yağmur yağıyor. Kırık pencereden yaprak kokusu yayıldı. Demek ki, onlar bir orman yoluna geldiler. Burada onun gözünü bir çaput ile bağlamaya çalıştılar, yapamayınca, başına naylon bir poşet geçirdiler. Elini de bağlamak istediler, ip bulamadılar.
– Madonna, uyarıyoruz, rezidansa geldik. Eğer direnirsen…
Kendi aralarında bir şeyler konuştular, peltek ile Vadik, Gülşan’ı iki tarafından tutarak, dar, toprak bir yoldan sürüklediler. Onların arkasından şapkalı gelmedi, çok geçmedi, araba fazla ses çıkarmadan hareket edip gitti. Demek, bu ormanın içinde onların üçü kaldı. Bu iki haşereden sakınmak gerek. Merhametleri yok. Gülşan’ın bütün vücudu korkudan titriyordu. İlişmeye çalışırlar mı ki?
Biraz yürüdükten sonra, yavaşça, ses çıkararak küçük bir kapı açıldı. Şimdi onu, birinin yazlığına ya da bağ evine getirdiklerini anladı kız. Buradan nasıl kaçmalı? Ama o, tam düşünürken, peltek sessizce gidip kapıyı açtı. O girince, onun başından naylonu çıkardılar. O, duvara tutunarak, içeriye girmeye mecbur oldu. İri keresteden yapılan sağlam bir evdi bu. İçi kuru, sıcak, tozlu; eski kumaş kokusu duyuluyor.
İki delikanlı kendi aralarında sessizce konuşuyor:
– Vadim, sen burada akşam bir içki buldun değil mi?
Diğeri samimiyetle cevap veriyor:
– Korkma, moruk, reçelden mayalanan bir şişe bal45 gözüme çarpmıştı. Şimdi bunu indiririz ve içeriz.
Gülşan birden başını vurdu. Gözüne ateş görünmüş gibi oldu. Şak diye orada yanındaki seki gibi bir şeye çöktü.
– Ne oldu? – diye sordu Vadim.
– Başımı vurdum… Of!… – O, yine ağlamaya başladı. Peltek kibrit çıkardı, kibriti yanınca, mutfak gibi küçük bir odada oturduklarını anladı Gülşan. O anda, yakında olan uzun saplı bir bıçak gözüne ilişir gibi oldu.
– Yakma, gizli bir faaliyet!… – diye fısıldadı Vadim yoldaşına. – Başını çarptıysa, biraz daha terbiyeli olur madonna. – Hâlâ ısırılan eli için hesap sormak istiyordu. O, bir şeyleri çatır çutur düşürerek yaklaşıyordu, peltek önüne geçti:
– Acele etme, önce o şişeyi bulalım şimdi!
Gülşan ağlamayı hemen kesti. Bunlardan merhamet beklenmez. O, dikkatlice yoklayarak önce uzun saplı bıçağı eline geçirdi. Az olsa da gönlüne bir sıcaklık gelir gibi oldu. Lahana kesmek için bıçak çıktı. Ağır, uzunluğu yarım metre kadar vardır.
Vadim, sonunda, onu karanlıkta sol elinden yakaladı ve kendine çekti. Ne yapsa da bıçağı fark ettirmese, kız sabretmeye başladı.
– Şimdi, güzel, madonna, biz seni çatı katına götürürüz. Böyle daha kolay olur. Yoksa, burada sen bizim şarap içmemize engel olursun.
Peltek biraz güldü.
– Vadim, belki onun da içesi geliyordur?..
– Hey, moruk, hepsini de o satıcıyla bir tutma. Hi-hi!… Ya, sizin aşkınız vahim oldu! Kaç gece uyutmadınız, ha-ha-ha!..
– Tamam, öyle ağzını ayı-masana. Çok tatlı bir kadındı o.
– O zamanlar, zor kurtardın kendini. Bir deri bir kemik kalmıştın…
Vadim deneni karanlıkta yine Gülşan’ın göğsünü yokladı, kız sessizce o haşerenin elini kenara itti, bunu kendince anlayan yiğit, memnun olup, Gülşan’ı merdivenlerden yukarı çıkardı. O, hâlâ onun kalçasını, baldırlarını okşuyordu, bu sefer de dişlerini sıkıp sabretti kızcağız. Ne olursa olsun bıçağı kendisiyle alıp girmesi gerek. Kader ne kadar acımasız, yani ne kadar çok sınava mecbur etti, haşereler dünyasına denk geldi. Gözlerinin önüne yine kaldırımda yatan İlğuca’sı geldi.
Sıcak odaya girince, kapının yanında sessizce durup biraz sakinleşti. Diğerleri yokken çabucak üstündeki gömleğini çıkarıp sıktı. Ondan sonra yeniden giymeden önce, uzun uzun onu kokladı. İlğuca’sının ter kokusu sinmişti gömleğe.
Ücretsiz ön izlemeyi tamamladınız.