Sadece LitRes`te okuyun

Kitap dosya olarak indirilemez ancak uygulamamız üzerinden veya online olarak web sitemizden okunabilir.

Kitabı oku: «Yabancı», sayfa 2

Yazı tipi:

YABANCI

Birinci Bölüm

Mevsile fırfırlı dikilen, parlak kumaştan elbisesini biraz kaldırarak yuvarlak, bembeyaz çıplak dizlerini güneş ışığında parlatmak için açtı ve pınarın etrafında kadife kilim gibi döşenerek yetişmiş olan kaz çayırlarına, dizlerinin üzerinde oturdu. Önce, alnının üstünde sarp bir duvar gibi yükselen taş kayaya dikkat etti. Bak sen ona, ne kadar çok çizgi, ne çok akan ter var! On sekizini yeni dolduran, bundan dolayı civardaki tüm dünya, ona sihirli bir temaşa gibi görünen Mevsile, büyük bir şaşkınlıkla, bu taraflarda söylendiği gibi, kayanın taş yüzünü, onun çizgilerini tek tek gözden geçirdi. “Baksana, ben ninemin şalına sarılıp geldiğimde de oradaki çizgileri vardı, hâlâ onlar sapasağlam, diye düşündü o. – E, ben çok uzun zamandır yaşıyorum… Okulu tamamlayalı da bir yıl oldu. Şimdi sekiz ay kolhoz33da inek sağıcı olarak çalışmaya da yetiştim. O taş kayanın çizgileri hiç değişmiyor… Burada bu kaya gibi ebediyen yaşasan. Yok, insanlar kendilerine verilenden fazlasını yaşayamaz, çok büyük bir teessüf…”

“Kayayı, köy halkı Kiyevkaşı (Damat kaşı), diye adlandırıyor. Gerçekten de o dışarıdan baksan çizilmiş bir kaşa benzer. Çıplak taş duvarı sağ taraftaki ufka kadar uzanıyor. Eskilerin anlattığına göre düşmanlarına karşı savaşmaya giderken bir yiğit anlaştığı sözlüsüne şöyle söyler:

– Ben savaşırken evde otur, bu dünyada kuzgunlar çok, senin koruyanın yok.

– Sadece pınara suya gideceğim, canım, sensiz hiçbir yere gitmem, demiş sözlüsü de.

– Öyle de ol… Kazaya, belaya uğramamandır isteğim. Ben uzakta olacağım.

– Canım, pınar suyu içtiğin için benim yüzüm ak. Düşmanları yenip döndüğünde yüzümün akıyla karşılamak istiyorum.

– Öyleyse ben razıyım. Bekle!… – demiş yiğit. Ancak yurdundan çıkıp giderken ikide bir dönüp bakıyormuş; sağ gözünün üstündeki kaşını düzeltip köyle pınar arasındaki yola atmış.

“Düşman ordusuna karşı, atla hücum ederken, sağ gözümü sağ kaşım çöpten korumuştu. Askerin gözü varsa, canı da var. Haydi, göz nurum gibi gördüğüm sözlüm, sağ kaşım onu şimdi kazalardan belalardan korusun…”

Böyle düşünür bahadır. Gerçekten de, onların çadırlarının toplandığı tepeden o pınara kadar devam eden dar yolda, boydan boya kıraç bir kaya hasıl olmuş. Patikadan yürüyen kişiyi, kaya yabancıların gözünden korurmuş.

Sözlüsü, bahadırı her gün bu patikadan sağ salim gelerek pınarın yanında beklemiş. Sadece bahadır dönmemiş. Düşmanla savaşırken ona düşman süngü saplamış. Bahadır, sağ kaşı olmadığı için at üzerinde rüzgâr gibi koştururken gözüne sinek girdiğinden düşmanının süngüsünü fark etmemiş.

Sözlüsü, bahadırı ömrünün sonuna kadar burada beklemiş. Göz nurları burada aktıkça akmış; guguk kuşu gibi ötüp, vadesi yeten ömrünü tüketip kederden helak olmuş. Bunun için de bu pınarın suyu safmış, nurlanarak akarmış. Onun suyunu içen biri âşık olurmuş… İşte, çok eskiden beridir halk, kılıç gibi uzanan taş kaya dizisini Kiyevkaşı ve coskuyla duran karşısındaki bu pınarı da Keleşküzi (Sözlü gözü) diye adlandırıyormuş. Yeryüzünde sevgi bitmediği için, Keleşküzi pınarı da hiç kurumuyor; sandık gibi büyük kahverengi taşların altından sakince, hatta, cıva gibi mavimsi saf suyunu dalgalandırmadan, çoğalarak akıyor.

Şimdi Mevsile işte bu taş kaya yüzüne daha çok dikkat ediyor. Ama, o düşünüyor. Onların köylerinin diğer tarafında Keleşküzi gibi temiz sulu pınarlar da pek çok. Savaştan dönmeyen erler, yiğitler de zamanında çok olmuştur belki de. Onları ağlayarak bekleyen, seven yârlerinin gözleri olarak, bu sayısız pınarlar, dağlar arasına saçılmış. Her yanda bir pınar; küçükleri de büyükleri de var. Tabi, düşmana giden bahadırlar da o günlerde farklı yaşlarda savaşa gitmiş. Mevsile’nin düşüncesine göre, işte bunun için pınarlar da irili ufaklı; yârlerini, erlerini bekleyenler de çeşitli yaşlarda olmuşlar. Bu hiç şüphesiz böyledir. Çünkü aşk yaşa bakmaz, derler. Mevsile’nin bunun hakkında daha önce işittikleri de var. Bu duygu, günah endişesi, ne kadar beklese de hiç gelmiyor. Yanlışlıkla onun yanından geçip gitmesinden korkuyor kız. Artık Mevsile de kendi pınarını bulmalı. Onu hiç şüphesiz bulacak o. Geçen yıl çileğe gittiğinde böyle bir yer gördü. Böyle bir kaya altı. Kayası bembeyaz. Kaya denilse de o bir dağ. Halk onu Aktübe (Aktepe) diye adlandırıyor, oraya gidip hâlâ kireç kazıyorlar. Önceleri bütün köylerin evlerin içerisini de dışarısını da bu kayadan alınan kireç ile badanalamışlar. Evet, ilginç, şimdi yukarıdan yani uçaktan bakıldığında onların yaşadığı yer muhtemelen ışıl ışıldır. Çünkü dağ, taş, orman, güneşte ışıldayan ırmaklar, göller, yıldız gibi parlayan sayısız pınarlar, bunlar arasında yüksek yüksek dağlar, bulutlara uzanan taş kayalarla çevrelenen, kendisi bir nur olan, evleri beyaza boyanan köyler serpilmiş. Birileri, ama sizin köylerde yaşamak zor, hava gelmiyor, kuyudakiler gibi sıkıntı içinde yaşıyorsunuz, diyor. Bunu, genelde, bozkır tarafından ara sıra gelenler söylüyor. Onlar nereden anlayacak bunları? Bu güzellikler yabancı. Mevsile, bu memleketinden ayrılırsa sararıp ölür. Ufa’ya enstitüye pek çok kez davet etseler de gitmedi. Daha doğrusu, yola çıktı, gitti, geldi ve köyünden tekrar dışarı çıkmamaya kendi kendine söz verdi. Nasihat veren annesine de şakayla şöyle dedi:

– Orada biliyor musun, herkes göz önünde çalışıyor anne. Öyle geniş ki. Örtüyü değiştirip kapatmak için çalı çırpı bile yok. Şehir dedikleri yerde cadde ortasında herkesi ağızlarına baktırarak morojnıy34 dedikleri şeyi yiyorlar, su içiyorlar. Güzel görünen hanımlar da, anne, ağızlarını ayırıp caddeleri kaplarcasına gülüyorlar. Bırak, ısrar etme…

– Tamam öyleyse kızım, – Serbiyamal Abla olumlu biri, ona bunlar yetti. Daha çok da Mevsile’nin söylediklerini beğenmedi.

Mevsile burada, kendi doğup büyüdüğü yerde, ömrünü geçirecek. Burada onun kemikleri yatacak. İnsan ölünce toprağa dönecekmiş, yani balçığa. Bunun hakkında onun okudukları da var. Ondan çömlek yaparlar, tabak, tas… Mevsile öldükten sonra herhangi birinin elinde tabak olup, içkici kötü bir adama değersiz kap olarak hizmet etmek de istemiyor. Haydi, dağlı taşlı memleketinden onu kaderi ayırmasın. Bütün hayali bu. İşte bu his, şüphesiz Aktübe yanındaki pınarına ismini verecek. Bir düşünürsen, o kimden, hangi yârden eksik? Sevdiği gelmezse, kendisi arayıp bulur. Bir kitapta okudu o. İnsan doğduğunda yarım aşklı olarak yaratılırmış. Sonra o, kendisinin ikinci yarısını arayıp kavuşurmuş diye. Alın yazısı Mevsile’ye de gelir. Geleceği, gün gibi açık.

Genelde Mevsile kendilerinin yılan gibi kıvrılarak kâh asker kayışı gibi olan yoldaki taş kayaları belinden sararak, kâh az olan ovalara çıkar çıkmaz ok gibi öne atılarak, bazen şırıldayan bazen hüzünlenen ya da olmasa gün yüzüne çıkmaktan usanmış gibi aniden ağaçlığı yarıp, sık kara ormanlar arasına atılan, ondan sonra da uzun zaman görünmediği için özür diliyor gibi, sanki hiçbir günah işlemedim der gibi, beklenmedik bir yerde, aydınlığa zıplayarak çıkan Aknögöş’ünü, memleket ışığını işte böyle düşüncelerle gözünün önüne getirdi. İlk olarak Aknögöş, kıvrıla kıvrıla onların ilçelerindeki bütün köylere de girip çıkıyor denilebilir. Bir başka deyişle, Aknögöş’e onların tarafındaki bütün pınarlar da kendi suyunu ulaştırıyor. Birileri sadece damlayarak, ikincileri avuçlayarak, artık üçüncüleri de çift avuçla… Tabi Aknögöş kendisi de onlardan hasıl oluyor. Dağlardan ayrılıp, ovalara ulaşınca da o yayılıp, rahat rahat akmaya başlıyor. Aknögöş’e kendi gücü nisbetinde suyunu veren pınarlar, yürek derecelerine bakarak aşklarını canından koparan bizim tarafın hanımları demekse, Aknögöş de çok heyecanlı bir sevgiyi ulaştıran kutsal bir ırmak oluyor değil mi?

Tam böyle. Mevsile, büyükannesinin bir şarkısını da çok iyi hatırlıyor. Şöyle diyerek şarkı söylemeye başladı o.

 
Aknögöşüm denilen su nerede
Aknögöşüm akıyor tuğayda 35
Aknögöşümün suyunu içtiysen,
Cana rahat, vücuda büyük fayda…
 

“Cana rahat” ırmak olunca, Aknögöş’ü onların, işte bu dağlı taşlı yörede yaşayanların duygularını başkalarına ulaştıran bir elçi oluyor değil mi? Sevgi elçisi! Aknögöş gide gide Ağizil’e (Ak İdil) katılıyor, Ağizil’den sonra denizlere ulaşmak istiyor…

Pınar yanındaki kadife çimende dizlerinin üzerinde oturan kız kısacık vakitte işte ne kadar çok şey düşündü. Tabi ona yeme içme gerekmez, hayal etmek için imkân ister o. Tam divane. Mevsile namaz kılmaya hazırlanan biri gibi, avuçlarıyla pınar suyunu aldı ve doldurup parmak aralarından süzüp billur damlalar akıtarak, soğukluğu dişine geçen Keleşküzi şerbetini sıcaktan buruşan bir ahududuya benzeyen dudaklarına yaklaştırdı. Kızın dudakları, sanki, bu ihtişamlı nemi arzuyla bekleyen, üzerine çiy düşmüş bir kiraza benzeyerek, mayıs güneşinde parlamaya başladı.

Avucundan düşen damlalarla birlikte Mevsile kendisi de tatlı tatlı güldü. Bundan sonra yaramaz gözlerini oynatıp etrafa göz attıktan sonra dikkatlice gömleğinin üstteki iki düğmesini çözdü. Göğsü açılınca, hoş kokulu, yeni hazırlanmış yuvarlak yağ gibi toplanan sıkı kız göğüsleri, kendi beyazlığında güneş ışıkları ile yarışır gibi utangaçça özgürlüğe yeltendi. Mevsile hızlıca avuçlarıyla yeniden su alıp onları parmak aralarından akıtıp bitirir bitirmez göğüslerinin orman böğürtlenlerine benzeyen pembeliğini ıslattı ve kalan damlaları, ilahî güzellik belgelerini, yüzüne doğru kaldırarak, pınarın akıp gittiği tarafa serpti. Hemen, bir de onun hislerini, onun muhabbetini, duygularını bu su büyük yurda alıp gitsin diye. Belki, onun ikinci yarısı, Aknögöş’ten su içtiğinde onun varlığını hisseder.

O, aceleyle gömleğinin düğmelerini ilikledi.

Daha yeni buradan bir düğün alayı geçti. Kiyevkaşını çevreleyip dar patikadan geldiler. Mevsile iki genç yüreğe sevgiyle baktı. Kenardan baktı, elbette, gizlenerek. Şimdi o diz çöküp, aniden kolları ile taşa dayanıp, su dibine göz attı. Orada parlayan güvey paraları duruyordu. Gelenek şöyle: Paraları ilk kim görürse o bahtlı olur. Hem de o alır. Kız önce paralara merakla baktı. Ondan sonra eliyle almaya yeltendi. Ama büyükannesinin söylediklerini hatırlayınca durdu. Onu ağzı ile alan kişi daha bahtlı olurmuş. Güvey ile gelinin hissettiği mutluluklardan ona da pay çıkarmış. Mevsile çok düşünmedi, dişleri takırdatan suya eğildi ve yanan iki yüzünü batırıp dudakları ile parayı kaptı. Birisini aldı, ancak paralar iki taneydi. İkincisini öyle elle bile almak mümkün değil. Pınarın çukur bir yerinde paralar duruyordu. Ne olursa olsun dedi ve onu, eli ile aldı. Ancak sonra o üzüldü. Tüh, niye böyle yaptım diye. Su dibinde dursaydı daha iyi olurdu.

Mevsile, pınar suyu akıp yeniden temizlensin diye bekledi ve kovalarını eğip su aldı. Annesi de buraya gelmeye alışmış. Suyu semaver için iyi diyor. Kireçlenmiyor.

Artık dönmem gerek deyip kovalarını köyente36sine iliştirdi, Kiyevkaşı’nın yamacında araba sesi işitildi. Çok geçmeden fren sesi yankılandı. Mevsile, dikkatlice, Keleşküzi pınarının diğer tarafına köye doğru giden dar patikanın başına ulaştı. Kimmiş?

Çok geçmeden elinde araba lastiğinden yapıştırılarak yapılmış kovayı tutan, başına samandan bir şapkayı aceleyle yapıştırmış, kareli gömleğinin kollarını sıvamış, ayağına çizme giymiş biri hızlıca pınara doğru inmeye başladı. Tanıdık birine benzemiyordu. Meraklanıp bir söğüt çalılığı arkasına gizlendi. Bir taraftan gitmeyi düşündü ama bir merak onu beklemeye mecbur etti.

Yabancı kişi ilk önce yatarak doyana kadar su içti. Ondan sonra beraberinde getirdiği lastik kovasını pınara batıracaktı. Mevsile o anda bağırmak istedi, lakin şapkalı da akıllı çıktı. Mazotlu kovasını suya batırmadı. E, yakında duran cam kavanozu gördü ve bununla su doldurmak için olduğu yerden kalktı. İşte tam o anda Mevsile yabancı kişinin şeklini şemalini gördü: Sevimli, geniş yüzlü, koyu kara kaşlı, biraz sivri burnu altında seyrek bıyıklı genç bir delikanlıydı. Gözleri ne kara, ne kahve, çenesi biraz öne çıkık, dudakları da hiç kapanmıyor galiba. Yoksa koşup geldiği için mi otuz iki beyaz dişi de parlayarak görünüyor.

Yiğit de kızı fark etti.

– Nasılsın bacım! – diyerek samimiyetle selamladı o Mevsile’yi. – Yoksa korkuttum mu?

Mevsile öyle pek korkmadı, yiğidin kendini alçakgönüllü, sade göstermesi de ona aslında hoş göründü.

– Korkmasına korkmadım da, mazotlu lastik kovasını bu adam pınara sokmasın diye bakıyorum.

Şapkalı etrafı çınlatarak kahkahayla güldü. Sesi de gövdesi de sağlamdı.

– Demek ki köyentenden pay alacaktım.

– Öyle öyle.

Onların ikisi, aynı anda gülmeye başladı.

– Öyleyse, kovalarını vermez misin? Bu demir araba. – O çenesi ile Kiyevkaşı tarafını işaret etti, – çünkü, öksürüp tıksırmaya başladı. Gün sıcak. Çok kızdırıyor.

– Senin gibi terbiyeli birinden kova esirgenmez ki… – Mevsile iki kovasını yere bıraktı. Köyentesini kolundan çıkarmadı. Bunu beklemiş gibi, yiğit iki adımda kızın yanına geldi. Kovadaki suyu bir hamlede, sanki oyuncakmış gibi, lastik kovaya boşalttı da yeniden su alıp Mevsile’ye tutturdu.

– Sağol bacım!…

Şoför yiğidin alnı ter damlaları ile kaplanmıştı. Boynunun arkası da terlemiş, gömleği tenine yapışmıştı, siyah bir çizgi oluşmuştu. Yakından yiğit daha da hoş göründü. Başka bir yiğit olsa, hiç şüphesiz yabancı kızı konuşturmaya gayret ederdi. Mevsile kendine başka yiğitlerin bakacağını iyi biliyordu. Ancak şapkalı itibar bile etmedi, lastik kovasını doldurup arabasını bıraktı, yamaca koştu. Tam gözden kayboldu derken durup yine arkasına döndü. Mevsile’ye el salladı:

– Sağol bacım!…

Mevsile de cevaben el salladı. Çok geçmeden arabanın hareket sesi duyuldu. Kızın aklına ilk gelen soru, bu yiğit kimdi? Ne işle uğraştığını sorabilirdi en azından. Hiç de havai bir yiğide benzemiyordu, işi çoktu galiba, acele ediyordu. Buna Mevsile biraz üzüldü. Onların köyü yanına bataklıkları kurutacak olan, makineli bir grup gelecekmiş diyorlardı. Galiba bu onlardandı. “Bizde ne kadar bataklık var ki, – diye düşündü Mevsile, kendi orada Atbatkan yaylasını göz önüne getirdi. – Orayı kurutmaya çalışıyorlarmış. Bilmiyorum, at batacak kadar olunca, işin üstesinden gelebilecek mi acaba PMK dedikleri…”

Mevsile PMK denilen sözün ne anlattığını da bilmiyordu. Doğrusu onun ne için kullanıldığını anlıyor, büyük araba falandır diye gözünde canlandırıyordu. Fazlası onun için ilginç de değildi. O iki taraftan da bele kadar olan çiçeklerle, çimenlerle donanmış olan pınar yolunu boylayıp, pır pır uçan türlü kelebeklere büyülenerek baka baka, ağır kovalar altında ince belini sallaya sallaya köy tarafına yürüdü.

İkinci Bölüm

Kolhoz başkanı Nurihanov odasından keyifsiz çıktı. Biraz önce de bağırarak ilçeyle konuştuğunu bu kabul odasında da işittiler. Bundan dolayı da başkanla görüşmek için bekleyenlerden birkaçı, Nurihanov’un kızara bozara parti komitesi sekreterinin odasına girmesini beklerken, el kaldırıp yerlerinden kalktılar.

– Böyle olunca bu boğa gözlünün gözüne görünme şimdi.

– Rengi de kaçmış.

– Ne oldu ki?

– E, patronun kaygısı biter mi? O, bir kişi, e, biz çok.

– Doğru söylüyorsun kardeş, moral gerek şimdi moral.

– Babası yaşlı Semirhan da çok sinirli biriydi.

Ondan sonra arada duran bir düzenbaz bakışlı, yerinden kalkıp, şaplatarak ceplerine vurdu ve hiç kimseye de bakmadan:

– Ya başını ağrıtıyorlardır, eş dost, hiç kimse olmasa bile Nurbike’si bu gece yaklaşmasına izin vermemiştir, boşverin, boşuna kafanızı yormayın, – dedi ve kocaman kocaman adımlarla kapıya geldi. Kapı koluna tam uzandım dediğinde yine döndü. – Niye oturup kaldınız, zaten hiçbirinizi kabul etmeyecek, – diyerek çıkıp gitti.

Onun ardından başkaları hareketlendi. Kabul odasındaki sekreter Nefise’ye seslendiler:

– Kardeş, Nurihanov bu kâğıtları imzalar mı?

Nefise sarı saçlı, mavi gözlü, yavaş hareketli, kibirli bir kız. Havalı havalı bekleyenlerin her birinin kâğıdına, onları eline almadan, göz gezdirdi ve boyalı kalın dudaklarını açar açmaz:

– Bu şeylerinizle cuma gelmeniz gerek, cuma! – diyerek başkanın kapısındaki yazıyı gösterdi.

– Gilman Semirhanoviç düzeni seviyor… – Bundan sonra sizinle benim işim bitti der demez de boyalı tırnaklarını törpülemeye girişti.

– Senin, kardeş, şey… insanlarla daha ihtiyatlı konuşmayı öğrenmen gereken zaman şimdi, – dedi bir babalık öfkelenerek.

– Evet, onu Nurihanov şahsen şehirde yazdırıp getirdi. Bu işin eğitimini almış dedi.

Bekleyen adamlar gülüşe gülüşe, kabul odasından çıkıp gittiler.

– Ne işe yarıyor yani, belirsiz!… – diyen sesi işitildi birisinin.

Nefise kalçalarını sallayarak gelip kapıyı tamamıyla kapattı, yüzünde memnuniyetsizlik, hatta öfke belirtileriyle kendi kendine konuştu.

– Yer böcekleri!

Nefise’nin bu ana kadar genelde sade görünen yüzü daha da güzelleşti. Parti komitesi sekreterinden çıkan Nurihanov, Nefise’ye hayranlıkla baktı. Sert davrandığında nasıl da güzelleşiyor diye düşündü o. Lakin hep sert davranarak da yaşanmaz ki. Bir öğrense… Tabi, genç kız ele geçti artık. Onun için aynı. Köpek sahibinin istediğinden başka bir iş yapamaz ki. Dinlemeden harekete geçerse, sahibi böyle köpeği çabuk kendine getirir. Kemik atmaz önüne. Bu, sadece onun devası. Yani, biraz karnı yapışınca bir et parçası göstersen, o zaman ondan daha sadık bir can olmaz. Bu sarıbaşı işte bu yönü ile beğeniyordu Nurihanov. Sadık olduğunu göstermeye hazır, sadece söyle. İnsanları da geçirmiyor. Aferin!… Ona bir et parçası gösterdiğinde de kötü olmaz yani… Böyle sonuçlandırdı başkan fikrini.

Biraz önce azalan keyfi, parti komitesi sekreteri Kutlubayev’le biraz konuşunca yerine gelmek üzereydi yani. Artık o tamamen sakinleşti.

Bu anda onu gören Nefise yerinden hoplayıp kalktı. Yüzü çabucak gevşedi. “Gülümsediğinde de güzelleşiyormuş, diye belirtti bir de Nurihanov. Bunu ya gülümseterek ya da kızdırarak tutmak gerek galiba…”

– Otur, otur, Nefisciğim… – diyerek Gilman kızın güzel omzundan tutup tekrar oturttu. Farklı bir hisse kapılıp, onun sarı saçlarını da okşamayı unutmadı. – Saçların da yumuşacık, Nefiseciğim…

Sekreter kız birden tutuşup yandı. Yüzleri de al al oldu. Böyle, o eski sevimliliğini kaybediyormuş. Ona Gilman:

– Sakin ol, niye böylesin şimdi… – diye nazikçe söyledi.

– Siz, Gilman Semirhanoviç, niye mübalağa ediyorsunuz, yat öl yani pryam… – Nefise çabucak kalkık göğüsleri üstündeki hırkayı çekiştirdi. Belli etmeden, “at kuyruğu” diye adlandırılan saçlarını düzeltti.

– Sen şehir kızısın değil mi? – Bu kez Gilman “Nefiseciğim” demedi, biraz düşününce, yersiz olacağına inandı galiba.

– Evet, Gilman Semirhanoviç! Yani, pryam, konuşuyorsunuz, şaşırtıyorsunuz, siz arabanızla gelip aldınız ya şimdi evden. Böyle doğmuşum, İşimbay’da. Babam uzun bir süre, önce şehirde çalışmış, sonra çingene hayatına başlamış…

– E, evet hatırlıyorum bunları. Unutmadım Nefiseciğim, telaşlanma. Ben tamamen farklı bir şey hakkında sormak istiyordum.

– Lütfen, Gilman Semirhanoviç.

Başkan, kızı sınadı ve dolaylı bir yoldan söze başladı:

– Şimdi ilçe merkezinde yaşam koşulları ağırlaştı, sen biliyorsun. Bal, yağ, et gibi şeyleri kastediyorum yani ben. Seninkilerden ne haber?

Nefise canlandı. Bunu elbette, Nurihanov görmezden gelmedi.

– Ya, herkes gibi, yaşıyoruz yani, Gilman Semirhanoviç. Hayat bu, farklı çağları oluyor. Bitip gitmiş…

Bu yerde Gilman, kızı bekletti.

– Evet, evet bitip gitmesin bu! Yemek yemeden yaşanmaz. Gelecek hafta ilçe merkezine yolumuz düşecek gibi. Projeyi onaylatmak için gitmemiz gerekecek. İstersen, haydi arabam boş. Aynı gün görüp gelirsin. E şimdi… diğer özelliklere gelince, bu değerli şeyleri kastediyorum ben, mal müdürüne söylerim. Dairene getirip verirler…

Nefise ne diyeceğini bilemedi. Büyük mavi gözlerini açıp avuçlarını birbirine vurup, omuzlarını biraz kaldırıp Gilman’ın gözlerine baktı.

– Ya, ne diyeceğimi bilmiyorum, doğrusu.

Bakışları direktti kızcağızın. En çok bunu beğendi başkan. Ancak “et parçası” sözünü aklına getirip, şunu eklemeyi de unutmadı:

– Senin hakkında da düşünürüz. Sen kütüphanecilik bölümünü bitirmiştin değil mi? E, çok sıkıcı bir iş bu. Gün boyu köstebek gibi, bu kitap rafları arasında yürü de yürü. İş için endişelenme. Buna özen gösteririz. Onun için buradayız biz. O manalıca Nefise’nin gözlerine doğru baktı. O kızarmıştı. Daha sonra bir tatil yerine gidişini de düşünürüz…

Bu sırada kendi odasından Kutlubayev çıktı. Parti komitesi sekreterinin görünmesiyle bunların konuşması kesildi.

– Haydi, buraya gelsene, Keşfi Gellemoviç! Biraz daha görüşelim. – Nurihanov, Parti Komitesi sekreteri önünde kıza sertçe seslenmeyi uygun gördü: – İşte böyle kardeşim!… –O, Kutlubayev’in görmediği bir anda ona göz kırptı. Nefise onu çok iyi anladı, memnun bir şekilde gülümsedi.

“Güzelmiş, gavur kızı, nereden buldun onu. Şimdiki arkadaşlar yani… Arkadaşlar varken yaşamak mümkün. Babası mühim biri kolhoz için, babası. Tabi kendisi de sevimli, cana yakın… Et parçası meselesini çabuk anladı, zeki, zeki…” – diye düşüne düşüne Kutlubayev’i alarak odasına girdi Nurihanov.

33.Rusça kollektivnoye hozyaystvo (müşterek ekonomi) tabirinin kısaltılmış şekli; zirai işlerin yapılması adına sosyalist esaslar çerçevesinde kurulan devlet çiftlikleri.
34.Dondurma. (Rusça)
35.Nehir boyunca olan çalılık, ağaçlık.
36.Her iki tarafına kova takarak suyu omuzda taşımak için kullanılan ağaç.
₺38,66

Türler ve etiketler

Yaş sınırı:
0+
Litres'teki yayın tarihi:
01 ağustos 2023
Hacim:
2 s. 4 illüstrasyon
ISBN:
978-625-6981-92-8
Yayıncı:
Telif hakkı:
Elips Kitap
Metin PDF
Ortalama puan 0, 0 oylamaya göre
Metin PDF
Ortalama puan 0, 0 oylamaya göre
Metin PDF
Ortalama puan 0, 0 oylamaya göre
Metin
Ortalama puan 0, 0 oylamaya göre
Ses
Ortalama puan 0, 0 oylamaya göre
Metin
Ortalama puan 0, 0 oylamaya göre
Metin PDF
Ortalama puan 0, 0 oylamaya göre
Metin
Ortalama puan 5, 1 oylamaya göre
Metin
Ortalama puan 0, 0 oylamaya göre
Metin
Ortalama puan 0, 0 oylamaya göre