Sadece LitRes`te okuyun

Kitap dosya olarak indirilemez ancak uygulamamız üzerinden veya online olarak web sitemizden okunabilir.

Kitabı oku: «Hatıralar», sayfa 2

Yazı tipi:

KONYA

Maarif Meclisi – Bu Meclisin Kâtipliğinde Vali ile Halef Selef Olmak – Fil Hikâyesi

Konya Valisi merhum Müşir Mehmet Said Paşa’nın Maarif Meclisi kâtipliği ve vilayet gazetesi muharrirliği ile beni Niğde’den Konya’ya getirdiğini söylemiştim.

Valinin reisliği altında toplanan bu mecliste, vilayetin idare, adliye ve maliye ileri gelenleriyle Konya Merkez Livası Mutasarrıfı, Mevlâna Celaleddin’in postnişini Safvet Çelebi ve diğer çelebilerin, eşrafın, ulemanın ileri gelenleri; hatta âyan azasından, Konya’ya sürgün edilmiş olan İngiliz Ali Bey (maruf Ahmet Rıza’nın babası) de aza sıfatıyla bulunduruldukları için, azanın sayısı otuza yakındı.

Ben meclisin teşekkülünden bir ay kadar sonra geldiğim için Vali Paşa kâtiplik ve sandık eminliği vazifelerini bizzat yapmış bulunduğundan kendisiyle halef selef oluyorduk.

Paşa, gerçekten mali bir müessese gibi gelirler, masraflar, yevmiye, kararlar hulasası vesaire için muntazam defterler hazırlayarak işe başlamış ve galiba kendi kesesinden verdiği birkaç bin kuruşu yardım adıyla gelir defterine ve dört ilk mektep hoca ve kapıcılarının maaşlarını, benim için yaptırılan yazı masası vesaire bedellerini de masraflar defterine bizzat yazarak, bunların makbuz senetlerini bir zarf içinde saklamıştı.

Paşa’nın önüne değil, sağ yanına konmuş olan küçük masa ancak yazı takımı ile bir sigara tabağı sığabilecek kadar küçük olduğundan, bu defterler odanın bir kenarını baştan başa kaplayan şeker renginde keten örtülü sedirin, paşanın sol yanındaki ucuna konulmuştu.

Konya’ya vardığım günün ertesi sabahında hükûmet konağına Paşa ile birlikte gittik. Kendisi koltuğuna oturmadan bana defterlerin yanını göstererek:

“Şuraya oturunuz.” dedi. “Halef selef, devir ve teslim muamelesini yapalım.”

Sedirin kenarına oturdum. Paşa birer birer defterleri açarak kendi yazdıkları gelir ve masrafları gösterdikten sonra, bana gözü önünde kaydettirmek üzere, deftere geçirmemiş olduğu bir iki küçük masraf makbuzunu zarftan çıkararak: “Bunları kaydediniz bakayım.” dedi. Ben defteri dizlerimin üstüne koyarak işe başladım.

Paşa:

“Durunuz!” dedi. “Defter ve her şey masa ve yazıhane üstünde yazılır. Fakat burada onlardan bir şey yok. Diz üstünde yazmak gerekli ise de böyle “siyakat vav”ı gibi bükülerek değil, bir bacağınızı ötekinin üstüne koyarak tabii masayı biraz yükseltirsiniz.”

Bu türlü oturmaktan sıkıldığım için tereddüt ettim, paşa:

“Şimdi önünüzde görülecek bir iş var.” dedi. “Bu iş siz nasıl oturursanız daha kolay, daha çabuk görülecek ise öyle oturmak lazım gelir; bunda edep ve terbiyeye dokunacak bir şey düşünülmez, düşünülemez.” dedi.

Öyle oturdum. Nezareti altında iki masrafı deftere yazdıktan sonra Paşa:

“Şimdi…” dedi. “Bunları yevmiye defterine de geçireceksiniz…”

O zamanlarda sabit mürekkep ve kurutma kâğıdı kullanılmadığından yazıyı kurutmak için elimi paşanın rîgdânına (yazı takımları teferruatından, içine gayet ince kum konulan delikli kap) uzandım. Paşa:

“Yok!” dedi. “Olmaz. Defterlerde kum kullanılmaz. Çünkü yaprakların arasında kalır, ciltlerini bozar; yazılar kuruyuncaya kadar defteri açık bırakarak başka işle meşgul olursunuz.”

Ben hesap işlerinden hiç hoşlanmadığım gibi, kabul ettiğim hizmetin hesapla alakası ihtimalini de düşünmemiş olduğumdan, işe rakamla başlamaktan biraz hayal kırıklığına uğramış gibi oldum. Bereket versin ki pek az ve ehemmiyetsiz şeyler.

Paşa defterlere arzusuna uygun olarak kaydedeceğime kanaat getirdikten sonra yaveri çağırarak, ona: “Bu defterleri Hâzim Bey’in matbaadaki odasına gönder.” ve bana: “Matbaada bir işiniz olmadığı zamanlarda mektupçu beyin yanında oturacaksınız. Biz kendisiyle konuştuk.” dedi.

Mektupçu, Şair Mehmet Nâzım Bey, Niğde’den gönderdiğim yazıları, beni teşvik için gazeteye geçirmekte bulunmasından dolayı, hakkında gıyaben hürmet ve muhabbetle duygulandığım için, daima onun yanında bulunacağıma pek sevindim. Matbaanın gazete nazırı, manzum ve mensur yazıları eksik olmadığı için gazetenin gerçekten muharriri de o demek olduğundan, tabii en ziyade görüşeceğim, irfan ve zekâsından faydalanacağım bir zat idi.

Nâzım Bey cidden çok sevimli ve necip ruhlu bir insan olduğundan üç sene kadar süren daimi yakınlıktan zevk aldım ve çok istifade ettim.

Gerek Said Paşa, gerek Nâzım Bey beni terbiye etmeyi ve aydınlatmayı kendilerine bir insanlık vazifesi saymış gibi hareket ettiler. Nâzım Bey’i Konya’ya vardığım günün akşamında ziyaret etmiştim. Mektupçu odasına girince: “Gel bakayım küçük mektupçu. İnşallah büyük mektupçu da olursun.” diyerek pek güleç bir yüzle beni kabul etti.

Hürmetle, muhabbetle elini öperek gösterdiği sandalyeye oturdum. Meclis; haftada bir defa pazar günleri valinin konağından başlayarak bütün azanın mevsime göre evlerinde, bağlarında, bahçelerinde, külfetli bir öğle yemeğinden sonra müzakereye başlardı.

Bu haftalık ziyafetin başlıca gayesi, hayır eserlerinin izlerinin kalmamış oldukları tetkiklerle anlaşılan ve yeniden yapılmalarına hacet olmayan çeşit çeşit eski zaviye (tekkelerin vesairenin; her kapanın elinde kalmış olan kilitlerini, ilk mektepler maarifine karşılık olmak üzere Maarif İdaresi adına zapt etmek olduğu hâlde, azadan birçoğunun uzaktan yakından alakadar oldukları bu meselenin meclisin umumi heyetinde müzakeresi, işi lüzumundan ziyade uzatmıştı. Aradan epeyce uzun bir müddet geçtiği hâlde bir şey yapılamaması, Vali Paşa’nın dikkatini celp ettiğinden, geceleri mektupçunun evinde toplanarak, yapacakları incelemelerin hulasasını pazar günü meclise arz etmek üzere heyetten bir komisyon seçildi.

Bu komisyon muntazaman devam ederek, altı gecede yaptığı inceleme neticeleri de, pazar ziyafetlerinin doldurduğu midelerle iki üç saat bile müzakereye tahammül edemeyen umumi heyette yine türlü türlü itirazlarla uzamaktan kurtulamıyordu.

O sırada İstanbul’da çıkarılan Tarik adlı gazetenin hoş üsluplu bir Konya mektubu, azanın, harap olmuş vakıflarla alakasız kısmını pek haklı olarak sinirlendirdi. Ben de tabii onlara katılıyordum.

Bu mektup, meclisin devam tarzı ve gördüğü işler hikâye edildikten sonra “İş için toplandılar, oturdular, konuştular; kalktılar.” manasına gelen meşhur Farsça beyte “konuştular” demek olan “guftend” kelimesi yerine “yediler” demek olan “hurdend” kelimesi konularak beyit:

 
“Pey-i maslahat encümen sâhtend
Nişestend-ü hurdend-ti berhâstend”
 

şekline ve manası da “İş için toplandılar, oturdular, yediler, kalktılar.” mealine konulmuş bulunuyordu. Bu vakıf meselesinin uzamasına başlıca bir sebep vardı. Kesin surette hatırlamıyorum. Ya Buğday Pazarı yahut Buğday Hanı adlı bir harap vakıf, talimat hükümlerince en evvel zapt edilecek ve geliri, nispeten, en ziyade iken çelebilerden birine veya bizzat postnişin Safvet Çelebi’ye ait olduğu için, onun ricası üzerine Vali Paşa her nasılsa müzakeresinin sonraya tehirini emretmişti. Gelirlerine el konacak vakıflar listesinde ilk isim, ehemmiyetinden dolayı bu Buğday Pazarı olduğu hâlde, el konmasının tehir edilmesi haklı itirazlara sebep oluyordu.

Vali Paşa’nın konağındaki bir toplu yemekten sonra mektupçu ve diğer bazı zevat başka bir odada sigara, kahve içtikleri sırada: “Buğday Pazarı listenin başında dururken, altındaki ehemmiyetsiz şeylerle uğraşmak gülünçtür. Birçok itirazlar da bundan doğuyor.” diye konuşurlarken İngiliz Ali Bey odaya geldi. Neye dair konuşulduğunu öğrenince:

“Ben…” dedi. “Bu meseleyi bir an evvel hallettirebilirim. Fakat Safvet Çelebi ile zaten aramız o kadar iyi değil, doğrudan doğruya ben açarsam aramız büsbütün açılır, iyi olmaz. Fakat içinizden birisi mecliste, yalnız bir Buğday Pazarı dese bile kâfidir, ben gerisini getiririm.”

Memurlardan hiçbirisi buna cesaret edemediklerinden “Ben açarım.” dedim. Ali bey:

“Bravo!” dedi. “Nasıl açacaksın?”

“Bu isim listenin başındadır.” dedim. “Okurum. Paşa bir şey derse yanlışlıkla okudum diyerek altındaki isme geçerim.”

Ali Bey:

“Bu çok iyi! Aferin. Fakat düşmanlığın yalnız bana yönelmemesi için içinizden hiç olmazsa bir ikisinin benim söyleyeceğim sözleri teyit yollu “Evet efendim; bu Buğday Pazarı meselesi neticelendirilse iyi olur.” gibi bir iki söz söylemesi de lazımdır. Siz bu yardımı bana kesin surette vaat ederseniz, bu mesele bugün hallolunur.”

Orada hazır bulunanlar kendisine katılacaklarını vaat ettikten sonra Ali Bey:

“Meşhur bir fil hikâyesi vardır, bilir misiniz?” diye sordu.

Hiç işitmediklerini söylediler ve hikâyenin nasıl olduğunu sordular. Ali Bey: “Onu şimdi söylemem.” dedi. “Şark Meselesi’ne dönen Buğday Pazarı meselesinin alacağı şekle göre söylerim. Yani Ahır-köy imamının yaptığını yaparım.”

Heyet salona toplanıp geçen içtima zaptı okunduktan sonra sıra vakıf listelerine gelince, ben listeye başlayarak:

“Buğday Pazarı!” dedim. Vali Paşa derhâl: “Bunun tehir edilmesini söylemiştim.” dedi.

“Listenin başında bulunduğu için yanlışlıkla okudum.” dedim, aff-ı devletlerini istirham ederim.”

Ali Bey:

“İntak-ı Hak diye bir söz vardır. Bu yanlış okuyuşta ilahî bir isabet olsa gerek. İlk mektepler acil yardıma muhtaçtırlar…”

Vali Paşa Ali Bey’in sözünü keserek:

“Bu vakfı biraz sonra tetkik etmeye karar vermiştik. Bugün başkalarını tetkik edelim.” dedi. Ali Bey kendisine yardım vaat edenlere manalı bakışlarla birer birer baktıktan sonra Vali Paşa’ya:

“Efendim!” dedi. Aff-ı devletlerini istirham ederim. Ben sözümü bir tecrübe maksadıyla söyledim. İlk mekteplerden ne çıkar? Asıl ilim ve irfan Mevlâna Celaleddin Rumi kuddise sırrehu hazretlerinin mesnevi şeriatıyla neşrettiği, dünya ve ahirette selamet ve saadeti mucip olan ilim ve irfandır. Binaenaleyh Mevlâna evlat ve ahfad-ı kiramının rızklarını ellerinden almak çok büyük bir günah olur…”

Ali Bey’e vaat ettikleri yardımda bulunmayanlardan başka Vali Paşa, bütün aza ve hatta ben gülümsemekten kendimizi alamadık.

Meclis işini bitirdikten, vaatlerini yerine getirenler ve Çelebi ile hocalardan bazıları gittikten sonra Ali Bey, fil hikâyesini şu suretle nakletti:

“Vaktiyle…” dedi. “Hint racalarından biri seyahat suretiyle İstanbul’a gelerek padişah tarafından hakkında gösterilen ağırlamadan dolayı Hindistan’a dönünce bazı kıymetli hediyelerle beraber bir de fil yollamış. Padişah ilk defa gördüğü bu hayvanı harem bahçesine bağlatmış. Padişahın çok sevgili cariyelerinden biri, hayvana çuvaldız batırdığı için hortumunun bir darbesiyle kolu incinmiş olduğundan hünkâr filin hemen saraydan ve İstanbul’dan uzaklaştırılmasını emretmiş. Başmabeyinci ‘Padişahtır bu, yarın yine ister.’ diyerek çok uzaklara değil, Edirne’nin sulu, hayvanlı Ahırköyü’ne gönderir. Başıboş bırakılan filin köyün yerdeki, ağaçtaki mahsullerine saldırmasını günden güne arttırdığı hâlde: ‘Padişah malıdır.’ diye ahali sabreder. Fakat bir iki sene geçtiği ve halkın sabrı tükenmeye başladığı sırada Rumeli’den muzaffer ordusuyla dönen sadrazam, Ahırköyü’nün geniş çayırları üstünde otağını kurdurur. Bunu gören köyün zeki imamı: ‘Ey köylü ağalar! Bu fil belasından kurtulmak için iyi bir fırsat peyda oldu. Hep birden şu paşaya gidip filin başka köylere gönderilmesi için yalvaralım. Ben yalnız da giderim amma, tehlikelidir.’ der.

‘Bak şu haddini bilmez imama, padişahımızın fili hakkında söze cesaret ediyor!’ diyerek beni asar, keser, her şeyi yapar. Fakat bir fil için bütün bir köy ahalisini öldürtemez. Ne dersiniz?’

Köylüler birleşerek kendisiyle birlikte gitmeye karar verirler. İmamın arkasına düşerler. Köyden çıkar çıkmaz paşanın otağı ve onun önünde oturan paşa göründüğü için zavallı imam arkasına bakamayarak ilerler. Paşaya yaklaşınca birkaç temennadan sonra durur ve önüne bakar. Paşa sorar:

‘Sen bu köyün imamı mısın?’

‘Evet efendim.’

‘Bir dileğin mi var?’

‘Evet efendim.’

‘Söyle.’

‘Efendim, bizim köyde bir fil var. Ahali kullarınız bu fil için…’ derken, arkasına bakıp da köylülerin birbirini korkutarak oraya gelinceye kadar birer ikişer sıvışmış olduklarını görünce beti benzi atmakla beraber:

‘Efendim!’ der. ‘Allah şevketli padişahımız efendimize bitmez tükenmez ömürler versin. Bizim köye iki sene evvel bir fil ihsan etti. Ne mübarek hayvanmış! O geldiği günden beri köyde bet bereket arttı; karılarımız, hayvanlarımız hep ikişer doğurmaya, mahsullerimiz kat kat çoğalmaya başladı ve hâlâ öyle gidiyor. Bu fil erkektir. Canlı hayvan, Allah esirgesin ölüverirse köyün hâli harap olacak. Bu kötü neticeyi düşünen köylüler öyle büyük bir musibete yer kalmadan köyde daimi bir fil damızlığı bulunması için bir de dişi fil ihsan buyurulması hususunda taraf-ı devletlerinden delalet ve inayet buyurulmasını niyaz etmek üzere geliyorduk. Köylü aklı bu ya! Efendimizin heybetinden korkarak arkadan kaybolmuşlar.’

Hakikati keşfeden paşa imamın böyle bir an içinde maksadın aksini söyleyebilmek zekâsını takdir ederek, kendisine hilat giydirip bolca para da vererek:

‘Bütün köylülere benden selam söyle.’ der. ‘Padişahımızın fili hakkında gösterdikleri muhabbetten hoşnut oldum. Bundan, tabii, şevketli hünkâr daha ziyade memnun olur ve filin dişisini de bir an evvel buraya gönderir. Cümleniz bundan emin ve müsterih olunuz.’

İmam, kırmızı kaftanıyla sapından kopup yel önüne düşmüş bir gelincik çiçeği gibi koşarak köye döner ve ilk sokakta kendisini bekleyenlerin yanına gelince:

‘Hoca Efendi, inşallah iyi haberle döndün?’ diyen köylülere:

‘Çok iyi. Yakında filin dişisi de gelecek…’ cevabını vermiş.”

Oğlu Ahmet Rıza Bey gibi uzun boylu olan Ali Bey emsali az bulunur bir komik ve mukallit idi.

Son senelerde “Aristocratie de l’Islam” = “İslam Aristokrasisi” adlı Fransızca bir kitapta, bu hikâyenin aynı denilecek derecede bir masal okudum. Padişah filinin rolü, Tunus sultanının katırına oynatılıyordu.

Şiir yazmaya nasıl sevk edildim? Birkaç parça yazdıktan sonra niçin menedilerek kırk beş sene Türkçe şiir yazmadım?

Niğde’den Konya’ya Maarif Meclisi kâtipliği ve vilayet gazetesi muharrirliği ile nasıl götürüldüğümü evvelce söylemiştim.

Konya’ya gelir gelmez, mektupçu merhum Nâzım Bey şiir yazmak için beni ısrarla teşvike başladı.

Günün birinde şiir yazacağım hiç hatırıma gelmemekle beraber okuyacağım şiirlerin vezinlerini anlamak için Niğde’de iken İstanbul’dan bir aruz kitabı da getirtmiş olduğum hâlde, okumaya vakit bulamamıştım. Nâzım Bey’e:

“Şiir yazamam, hatta aruzu da hiç bilmem.” diyerek özür diledim. Nâzım Bey:

“Aruzu hatta ben de layıkıyla bilmem. Fakat yazdıklarım ona uygundur. Bu bir dikkat ve alışma meselesidir. Bir müddet devamlıca şiir okursanız vezinli yazmak kabiliyeti sizin haberiniz olmaksızın hasıl olur.” dedikten sonra kendi gazellerinden birini bana okutturarak “Pekâlâ okuyorsunuz.” diyerek geceleri okumak üzere Ziya Paşa’nın “Harabat” isimli eserinin bir cildini bana verdi.

Hâlbuki Ziya Paşa Adana’da vali iken bastırıp parasız dağıttığı şiir mecmuası o sıralarda Niğde’ye geldiğinden, onun muhteviyatını ve “t” kafiyesinin nihayetine kadar Hâfız Divanı’nı ezberlemiş olduğum hâlde, aruz vezinlerini anlayamamıştım. Nâzım Bey’in vilayet gazetesine konan şiirleri ve onun devamlı teşvikleri Konya’da ve vilayete bağlı yerlerde birçok şair meydana çıkarmış. Bunlar arasında, daha doğrusu başında:

 
“Gel, ne korkarsın ecel, simâ-yı zerdimden benim,
Kurtar Allah aşkına dünyayı, derdimden benim”
 

matlalı gazeli gramofon disklerine alınan, istinaf müddeiumumisi (İkinci Meşrutiyet âyanından) merhum Mehmet Galip Bey bulunuyordu.3

Nâzım Bey zorla beni bu şairler arasına soktuğundan hece sayarak gazel ve mesnevi tarzında manzume taslakları yazmaya ve vilayet gazetesinde bastırmaya başladım.

Namık Kemal merhumun arkadaşlarından, Nafia muhasebecisi Mahir Bey sürgün olarak Konya’da bulunuyordu. Haftada bir kere şairler, edebiyat heveskârları Mahir Bey’in evinde toplanır, her biri bir yemek getirmek suretiyle orada yenir, içilir, gece yarılarına kadar eğlenilirdi. Bu ev, şiir ve edebiyat dergâhı ve Mahir Bey, Namık Kemal’in arkadaşı ve hatta hatırımda yanlış kalmamış ise onun bir eserinin “Mahir” imzasıyla neşredilmiş olması münasebetiyle dergâhın postnişini sayılarak kendisine:

 
“Neşve-bahş-ı bezmi sahba
El-Fakir Mahir baba”
 

yazılı büyük bir mühür yaptırılmıştı. Fevkalade toplantılara bu mühür basılmış davetiyelerle çağırırdı. Bu toplantılardan birinde Acemlere yakışırcasına mübalağalı bir gazel müsabakası yaptılar. Ben de ister istemez iştirak ederek:

 
“Ol kadar ettim teâlî lâmekân-ı aşka”
Arş-ı âlâ en peşin bir âstânımdır benim
 

diye garip bir beyti bulunan bir gazel yazdım. Mahir Bey’le eşraftan Tahir Paşa, Galip Bey hakem oldular. Bu beyitteki mübalağadan dolayı müsabakayı bana kazandırarak mükâfatı olan Murat Bey’in Umumi Tarih’ini verdiler.

O senelerde Konya kadılığında İstanbul payelilerden Emin Efendi namında bir zat bulunuyordu. Maarif Meclisi azasından olduğu için haftada bir defa görürdüm. Derecesini takdire muktedir olmadığım ilminden ziyade yüzünün heybetli güzelliğinden, pek iyi ve temiz giyinmesinden dolayı kendisini çok sever ve hürmet ederdim. Bu gazel vilayet gazetesinde yayınlandığı gün Emin Efendi beni şeri mahkemeye davet ederek güzel yüzünde az çok kırgınlık eseri görüldüğü hâlde:

“Oğlum!” dedi. “Eski kadılar olsa seni bu mahkemeye ‘şer-i had’ ile cezalandırmak üzere getirtirlerdi. Ben muhakeme ve ceza için değil, babaca nasihatle seni ikaz maksadıyla çağırdım. Gazetede bir gazelini gördüm. Çok teessüf ettim; hem arş-ı âlâya: ‘Benim en alçak bir eşiğimdir.’ denir mi? Hemen tövbe ve istiğfar et. Bundan sonra böyle şeyler yazma.”

“Halisane ihtar buyurmanıza teşekkür ederim.” dedim. “Fakat bu arş-ı âlâ aşk lâmekânının arş-ı âlâsıdır; asıl arş-ı âlâ ile bir münasebeti yoktur.”

Emin Efendi:

“Ne olursa olsun!” dedi “Arş-ı âlâ, arş-ı âlâdır. Bunun hakikisi, mecazisi filanı olmaz…”

Bir iki ay sonra, bir hadisenin ilhamıyla ve kadıya verdiğim söze rağmen Allah’a hitaben yazıp gazetede yayımlanan bir gazel, İkinci Abdülhamid devrinin matbuat sansürü veya jurnal edilmek korkusu henüz başlamamış veya taun mikrobu gibi vilayetlere yayılmamış bulunduğuna şahit olduğumdan hatırda kalan mısralarından yalnız matla beytini buraya nakledeceğim:

 
“Zâlimleri ikdâr ile sen azlem edersin
Mazlumu tazallümde dahi ebkem edersin”
 

Bu gazel, gazetede çıktığı gün akşamüzeri Vali Paşa’nın odası önünde muhteşem kadıya rastladım. Görünmemeye, kaçmaya imkân yoktu. Kadı hemen kolumdan sımsıkı tutarak:

“Sen!” dedi. “Çok sevimli, terbiyeli bir çocuksun; fakat kaleminde garip bir azgınlık var. Ben mahkemede sana ne dedim? Sen bana ne yolda söz verdin? Günleri ne çabuk unuttun? Bugünkü gazeteye gazel diye bastırdığın o hezeyanlar nedir? Bu evvelkinden de berbat! Onda hiç olmazsa arştan, lâmekândan dem vuruyordun, bunda arşı farşı da bırakarak doğrudan doğruya Vacip Teâlâ hazretlerinin (Tanrı’nın) tasarrufat-ı samadaniyesine (ilahî tasarruflarına) karışıyorsun. Bu ne cüret! Bu ne kadar haddini bilmezlik! Böyle kötü, dünyada ve ahirette zararlı şeylerden başka yazacak mevzu bulamıyor musun?”

Konuşmayı kısa keserek kadının elinden kurtulmak için:

“Bu nasılsa yazıldı.” dedim. “Bundan sonra böyle şeyler yazmam.”

Emin Efendi, vaadime inandığına hiç de inanmayan bir tavırla kolumu bıraktı ve: “Allah ıslah etsin!” demek ister gibi başını iki yana çevirerek gitti.

İlmî rical içinde bağnazca değil, büyüklükçe bir benzeyenini görmediğim bu heybetli kadının ruhu şad olsun. Bu gazelden sonra galiba suya sabuna dokunmaz bir iki manzume yazarak şairliğe yahut nâzımlığa nihayet verdim.

Bundan bir iki gün sonra Vali Müşir Mehmet Said Paşa:

“Bugün sizinle mühim bir mesele hakkında konuşacağım…” diyerek beni yanına oturttu ve devam etti:

“Gazetede şiirlerinizi görüyorum. Ben, bizim İran taklidi şiirlerden hiçbir lezzet almam; hatta layıkıyla anlamam bile. Yazdığınız şeyler iyi olabilirler. Nasıl olursa olsun, onları yazmak için harcadığınız zaman kaybını karşılayamazlar. Maalesef itirafa mecburuz ki, bu memlekette güzel sanatlar zevki, henüz sayılı birkaç kişiye münhasırdır. Şimdiye kadar biz Türklerden refaha kavuşmuş bir şair, bir ressam, bir musikişinas görmedim, duymadım. Hele şairlerimiz hiç istisnasız zaruret içinde yaşamaya mahkûm bulunuyorlar. Bu yüzden de kendilerini içkiye vererek üstelik sıhhat nimetinden de mahrum oluyorlar. Bütün ömürlerini sefalet içinde ve “felek” namıyla icat ettikleri hayali bir musibet amiline sövmekle geçiriyorlar. Sizin de bu bedbaht zümreye katılmanıza gönlüm razı olmuyor. Yaşınız her şeyi öğrenmeye müsaittir. Bir fenne bile bağlanabilirsiniz: Onunla beraber memur mesleğinde kalsanız bile, idari, adli veya mali mesleklerden ihtisas sahibi olmanız lazımdır. Bu ihtisası peyda edebilmek için mutlaka Avrupa dillerinden birini öğrenmek mecburiyeti var. Çünkü herhangi bir meslekte ilerlemeye yarayacak kitap yok. İnsan şimdiki kitaplarımızdan ne kadar çok okursa okusun, gözü bağlı olarak kuyu dolabına koşulmuş bir at gibi, küçük bir daire içinde döner durur. İlerleme ve olgunlaşma yolunda bir adım mesafe ilerleyemez.”

Müşir Paşa’nın bu samimi ihtarı beni son derece duygulandırmıştı. Gözlerim yaşardı:

“İkaz ve irşad-ı devletlerine kemal-i minnetle teşekkür ederim; bundan sonra hem şiir yazmayacağım, hem de mutlaka bir ecnebi dil öğreneceğim.”

Bugün, yani bu konuşmadan aşağı yukarı yarım asır kadar sonra bu satırları yazarken hatırıma geldi: Acaba paşanın beni şiir yazmaktan vazgeçirmek istemesinde Kadı Emin Efendi’nin de tesiri olmuş muydu? Kadının gazetede gazeli okur okumaz soluğu vali makamında alarak, paşaya: “Bu çocuk şiir namıyla küfürler savurup duruyor. Bu gidişle mutlaka başına bir bela getirecek, yasaklarsanız iyi olur.” demiş olması muhtemeldir. Zira kadı, paşanın hakkımdaki teveccühünü yakından biliyordu. Hatta bu gazelin yayınından birkaç hafta evvel paşa Maarif Meclisinde bana bir talimat not ettirmişti. Ben bu uzun talimatı bir hafta sonraki toplantıda okuyunca paşa, heyete:

“Bakınız!” demişti. “Hâzim Bey söylediklerimi ne kadar iyi kaleme almış.”

Bu iltifatı ilk tasdik eden Kadı Emin Efendi idi.

Fransızcayı öğrenmeye karar verdim; fakat Konya’da basılı bir alfabe bulamadım.

Bir müddet sonra Osmanlı Bankası müfettişlerinden Mihran Efendi Konya’ya geldi. Kendisiyle tesadüfen görüşülerek Fransızca bildiği anlaşıldığı için ona yazdırdığım alfabe ile işe başladım.

İngilizce öğrenmek istesem Said Paşa bana muntazaman İngilizce ders vermek lütfunu da esirgemezdi. Kendisi yıllarca İstanbul’daki askerî mekteplerde riyazi ilimler okutmuş olduğundan öğretmenliğe alışıktı. Yazık ki ben utanarak kendisine bir şey söyleyemedim.

3.Bu tarihten 25 sene kadar bir müddet sonra Galip Bey, Taksim’deki Fransız Hastanesi’nde vefat etti. Ecelle boğuşması üç gün sürdü. Zavallı şair bir türlü ıstıraptan kurtulamadı. Ben her gün birkaç saat onun başı ucunda bulunarak Azrail’i çağıran bu iki mısrasını teessürle hatırladım, durdum.