Sadece LitRes`te okuyun

Kitap dosya olarak indirilemez ancak uygulamamız üzerinden veya online olarak web sitemizden okunabilir.

Kitabı oku: «Hatıralar», sayfa 3

Yazı tipi:

Maarif Müdürlüğü ve Maarif Müdürü

1882 yılında vilayet, liva, kaza merkezlerinde maarif meclisleri teşkil olunduktan bir müddet sonra bazı vilayetlere maarif müdürleri tayin edileceğini gazeteler yazdı. Konya Vilayeti Müdürlüğüne tayinim Vali Paşa tarafından Maarif Nezaretine teklif olunarak: “Şimdilik tecrübe maksadıyla yalnız üç vilayete müdür tayin olunacağı ve Konya’nın bu vilayetler arasında bulunmadığı…” şeklinde cevap verildiğini mektupçu Nâzım Bey’den duymuştum. Konya’ya bir müdür gönderilecek olsaydı bile, benim gibi rüştiyeden yeni çıkmış bir gencin tayini doğru olmazdı. Teklifin reddinden ziyade, paşanın bu yolda yüzsuyu dökmüş olmasına üzüldüm.

Fakat bir sene sonra Bursa Rüştiyesindeki muallimliğinden, kötü huyları sebebiyle azledilmiş bir adam Maarif Müdürü olarak Konya’ya gönderildi. Paşa bu adamdan hiç hoşlanmamıştı. Mamafih paşanın başkanlığındaki büyük meclis devam etmek üzere, müdür efendinin reisliğinde, dört azadan mürekkep küçük bir meclis kurularak kâtipliği bana yükletildi.

Hükûmet konağı yandığından dolayı hükûmet dairelerinin her biri bir yerde bulundukları gibi, vali ve mektupçu da küçük bir evde bulunuyorlardı. Bununla beraber onlardan ayrılmamam için aynı binanın küçük bir odası, bu küçük Maarif Meclisine verildi. Koltuklar ve yazıhaneler ısmarlandı. Müdür, marangoza kendi koltuğunun ve yazıhanesinin ötekilerden on parmak yüksek ve geniş yapılmasını istemiş, geldiği zaman koltuğu ve yazıhanesini sokabilmek için kapının sövelerinden birinin sökülmesi lazım gelmiştir.

Hâzim Tepeyran bunları odanın enine ve boyuna en uygun şekilde koydurttuğu hâlde Müdür Efendi bu tertibi bir türlü beğenmeyerek Hâzim’in koltuğunu kapı yanına koydurttu. Hâzim Tepeyran:

 
“Sadr-ı izzet görünür saff-ı meal olsa yerim
Kasr-ı devlet sanılır ca-yı melal olsa yerim”
 

diye başlayan bir gazel yazıp mektupçuya gönderdi. Bu sırada Müdür Efendi gelerek defterleri istedi. Sonra evrak-ı müsbite sordu. Bu gazel üzerine iş Vali Paşa’ya aksetmiş ve Maarif Müdürü kâtiplik hizmeti kendisine verilmiş bulunan Hâzim Bey, riyaseti altındaki meclisin azasından olduğundan hakkında ona göre muameleye “dikkat olunmasını” bildiren bir ihtar almıştı. Ne yapacağını bilemez bir hâl ile masraf defterinin ilk sayfasındaki masrafların senetlerini istedi.

“O masraflar bizzat Vali Paşa tarafından, ben Konya’ya gelmeden evvel kaydedilmiştir, bana verdikleri evrak-ı müsbite arasında yoktu, ben de kendilerine soramadım.” dedim.

Müdür Efendi: “Ben isterim.” diyerek, usulsüz bir muamele keşfi sanarak âdeta sevindi.

“Sizin kefalet senedinizi de bu evrak arasında göremiyorum!” dedi.

“Benim kefalet senedimi ben saklayacak olursam onun manası kalmazdı.” dedim. “Bununla beraber bir kefil bulmak ve senet yaptırmak hatırıma gelmediği gibi benden kefil ve senet isteyen de olmadı. Bu külfete değecek kadar meydanda büyük bir para da yoktur.”

“İsterse beş para olsun, kefil lazımdır.”

“Bu vazifenin kefilli bir hesap işi olduğunu bilseydim kabul etmezdim. Bununla beraber meclis toplanınca bu meseleyi açarım, lüzum görülürse azadan biri kefil olur.”

Bu konuşmadan sonra Müdür soluğu Vali Paşa’nın odasında almış. Orada evrak mühürletme vesilesiyle bulunan evrak müdürünün bana ertesi gün söylediğine göre, Müdür Efendi, Vali Paşa’ya kefalet senedinden bahsedince:

“Kefili benim!” cevabını aldığı hâlde:

“Senet de ister efendim!” demiş, Vali Paşa kızmış;

“Hoca artık çok oluyorsun, haydi git makul işlerle uğraş!” diye herifi haşlamış.

Konya’da Son Günlerim

Abdurrahman Paşa’nın telgrafla beni Kastamonu’ya çağırdığını Konya valisi Mehmet Said Paşa’ya söylemek benim için çok ağır bir iş oldu. Bu davetin benim dileğimle olmadığını; benden önce Said Paşa’ya arz ve izah etmesini Nâzım Bey’den rica ettim. Paşaya söylemeden evvel bu teklif hakkında babamın fikrini sormuştum. Bana: “Vali Paşa hazretleri ve Mektupçu Bey muvafık görürlerse kabul et.” demişti. Mektupçu Bey de Paşa’ya arz ettikten sonra:

“Haydi, paşa seni bekliyor!” dedi. Said Paşa’dan ayrılmak, tıpkı çok sevdiğim babamdan ayrılmak gibi olduğundan büyük ve heyecanlı bir hüzünle odaya girdim. Paşa yüzümün bozukluğundan o andaki ruhi hâlimi anlayarak, pek güleç bir sima ile beni kabul etti:

“Kastamonu seyahatinizde…” dedi. “Sizin parmağınızın olmadığını Mektupçu Bey anlattı. Teşebbüsünüzle bile olsa buna gücenmeye hakkım yoktur. Her nerede olursa olsun ben sizin hakkınız olan ilerleyişe kavuşmanızı görmekle sevinirim. Göğsümden ne kadar rahatsız olduğumu ve buradan gitmek, İstanbul’daki evimde uzunca istirahat etmek ihtiyacında bulunduğumu bilirsiniz. Kalacak olsam gidişinize mani olmak büsbütün imkânsız değildi. Ben gidince yerime kimin geleceğini Allah bilir. Abdurrahman Paşa’yı yakından tanımıyorum. Eğer onun şöhreti, rivayetlere göre yalnız kibirli olmaktan ibaret bulunsa, Kastamonu’ya gitmenize razı olmazdım. Zira küçük yaratılmış olmanın en görünen taraflarından biri, kendini büyük sanmak deliliğidir. Hâlbuki Abdurrahman Paşa aynı zamanda bükülmez bir namus ve doğruluk gibi mükemmel insanlığa delâlet eden meziyetlerle beraber gerçekten de kibirli ise zararı kendisine ait olur. Siz doğruluğundan ahlakça faydalanırsınız. Binaenaleyh gidiniz ve her nerede bulunursanız bulunun, benim babaca sevgilerimden emin olun. İnşallah İstanbul’da yine birleşiriz.”

Elini öperek çıktım. Her bayramda kendisine tebrik telgrafı çektiğim gibi, rütbem “saniye”ye terfi edilince bunu ona borçlu olduğumu teşekkürle yazdım. Aldığım cevap:

“Rütbe ve nişan gibi takdir edici şeyler hep memleketin malıdır. Memlekete hizmet edenlere ve edeceklere verildikçe herkes memnun olur.” diye bitiyordu. O devirlerde rütbe, nişan gibi şeyler padişah hazretlerinin âleme şamil lütuflarından diye vasıflandırıldığı hâlde Said Paşa’nın bu klişeyi kullanmayarak terfi hakkını millete mal etmesi dikkate değer.

Kastamonu seyahati kararlaşınca halefime yani Maarif Meclisi kâtibine devir ve teslim muamelesine başladık. Maarif Müdürü ayıp arayıcı gözlerle bize nezaret ediyordu. Ben alacağım çıkacağından eminken hesap sonunda dokuz yüz kuruş borçlu görünmeyeyim mi? 36 yıl sonra Kürt Mustafa Paşa Divanıharbi’nin idamıma karar verdiğini, Ali Kemal’in Peyam-ı Sabah gazetesiyle neşredilen ilandan öğrendiğim andaki derin hayrete benzer bir şaşkınlıkla gözlerim karardı. Evde tetkik etmek üzere masraf defterlerini aldım. Sabaha kadar uyuyamadım. Nihayet mal müdürlüğünden azledilmiş olan Niğdeli Veli Efendi aklıma geldi. Eve davet ettim. Defterleri önüne koydum. Yarım saat sonra bu zimmetin gelir defterine iki kere yazılmış bir dokuz yüz kuruştan çıktığı anlaşıldı. Kendi evrakımı temizlerken cüzdanımda iptidai mektebi kapıcılarından ikisine şahsen verdiğim ikişer aylık hesabına ait dört yüz kuruşluk bir kâğıt çıktı. Zimmet yerine alacağım çıktığından memnun olarak beraat ve zimmet tutanağında bu dört yüz kuruşu masarif sandığına bağış olarak kaydettirdim. Vali Paşa tutanağı hazırlarken buna dikkat etmiş ve Maarif Müdürüne:

“Gördünüz mü Müdür Efendi, kime kefil idim?” demiş. Bu olaydan, sonra hesapla ilgisi olan hiçbir vazife almadım.

Fransız Dilini Kendi Kendime Öğrenmeye Ne Zaman, Nerede Başladım? İğne ile Kuyu Kazar Gibi Nasıl Çalıştım?

İngiliz lakabıyla meşhur olan ve beni Niğde’den Konya’ya getiren vali merhum Müşir Mehmet Said Paşa’nın tavsiyesiyle şiir yazmaktan vazgeçtiğim hâlde kırk beş sene kadar sonra, acı bir vazife sebebiyle tekrar şiire başladım.

Said Paşa’ya bir yabancı dili öğrenmeye çalışacağımı vaat ederken: “İngilizce öğrenmek istiyorum, ama Konya’da bunu öğretecek kimse yok.” desem o mübarek adam İngilizce dersi vermek lütfunu da esirgemezdi.

O zamana kadar Fransızcadan başka dillerden tercüme edilmiş hiçbir kitap okumadığım için Fransız dilini öğrenmeye karar verdim.

Çünkü Şemseddin Sami, Ahmet Mithat ve Recaizade’nin Fransızcadan tercüme edilmiş eserlerini okumuştum. Konya’da ne matbu bir alfabe, ne de onu yazacak bir kimse bulabildim. İyi bir tesadüf olmak üzere, o günlerde Konya’ya gelen, Osmanlı Bankası müfettişlerinden Mihran Efendi’ye bir alfabe yazdırdım.

Bir müddet sonra elime Olendorf namında bir Türkçe – Fransızca konuşma kitabı geçti. Bundan hayli faydalandım.

On bir sene evvel, bir kısmını Les Fleurs Degenerees adlı bir kitap hâlinde neşretmek cesaretini gösterdiğim Fransızca şiirlerim, ecnebi şairlerin Fransızca şiirleri arasında ve Paris’te yapılan müsabakada her nasılsa iltifatla karşılandığından, bu dili ne zaman ve ne sürede öğrendiğimi soranlar çoğaldı. Bunu anlatmanın, ne şartlar altında çalışmak icap edeceğine bir örnek vermesi itibarıyla, yeni yetişenler için faydalı olacaktır sanırım.

Hayli uzun olan memuriyet hayatımda, Fransız dili de okutulan Mülkiye Mektebi mezunlarından, arkadaşlık ettiğim birçok genç kaymakamlar içinde yalnız ikisinden başka Fransızca bilir denilebilecek kimseye rastlamadığımdan hâlâ müteessirim. Hangisine sorduysam vakit bulamadıkları cevabını almıştım. Bunların bir kısmı vazifeleri için bilmeleri lazım olan kanun ve nizamları da pek az okumuşlardı. Bir kısmı ise av ve tavladan vakit ayıramıyorlardı. Bunların birinin kalın bir toz tabakasıyla örtülü yazı masasına parmağımla, “En-nezâfetu mine’liman.” hadisini yazdığımı hatırlarım ki, o adam da bana vakti olmadığını mazeret diye ileri sürmüştü. Bence öğrenilmek istenen şeyin kabiliyet nispetinde öğrenilmesine tembellikten başka bir engel yoktur.

Vali Abdurrahman Paşa ile mühürdarlığı, mektupçu kalemi mümeyyizliği, Vilayet gazetesi muharrirliği ve bir müddet sonra idadi mektebinin Mecelle ve Mülkiye kanunları hocalığı da ilave edildiğinde Kastamonu’da altı; mektupçu mümeyyizliği ve mektupçulukla İzmir’de iki; vali muavinliğiyle Edirne’de iki; yani hepsi on sene onunla birlikte gece gündüz çalışmakla beraber Fransızca öğrenmeyi de ihmal etmedim.

Kastamonu’ya geldiğim sıralarda Isparta Rüştiyesi arkadaşlarımdan İstanbul’da bulunan merhum Halil Edip Bey’e Fransızcaya çalıştığımı yazarak bir gramer, lügat ve ileride okumak üzere manzum, mensur bir iki kitap göndermesini rica ettim.

Halil Edip, Vizantapin grameriyle Şemseddin Sami’nin küçük Kamus-ı Fransevi’sini, Tresor Poetique adlı antolojiyi; meşhur Paul et Virginie hikâyesiyle Lamartine’in Graziella’sını yolladı.

Sadrazamlıkta bulunduktan sonra valilikle Kastamonu’ya gönderilen rahmetli Abdurrahman Paşa kar gibi beyaz sakalıyla, sanki iyi çalışırsa mutasarrıflığa terfii vaat edilmiş genç bir kaymakam gibi çalışır ve kâtipleri, memurları da öyle çalıştırırdı. Kendisi çalışırken yanındakilerin boş durmaları onu rahatsız ettiğinden mutlaka başka bir iş bulurdu. Az çok ehemmiyetli yazı müsveddeleri paşa tarafından düzeltilerek, iki üç defa müsvedde yollu yazıldıktan sonra temize çekilebilirdi. Hele gazete müsveddelerini, ben de mutlaka yanında bulunmam şartıyla, çok dikkatli bir sansür gibi kelime kelime tetkik etmedikçe bastırmazdı. Kastamonu’daki işlerim yalnız mektupçu mümeyyizliğiyle, gazete muharrirliği ve kanun hocalığından ibaret değildi, ikişer gece satranç oynamak, çeşitli şerhlere müracaatla Mesnevi okumak da vazife hâlindeydi.

Bunlardan başka paşa, iki seneden ziyade süren bir iş daha bulmuştu. Haftada iki geceyi de eski Arap âlimlerinden Keşşaf’ın “Muhâdarât” kitabından manzum, mensur güzel sözler seçerek tercüme ile gazeteye tefrika ediyorduk. Seçim birlikte yapılıyordu. Ben tercüme ediyordum, paşa karşılaştırıp tashih ediyordu. Hatta bu tercümelerden birinde “bahîl” kelimesini “pinti” diye çevirmiştim: Ertesi gün gazetenin tirajı yarıyı geçtikten sonra paşa fevkalade telaşla makineyi durdurttu. Pinti sözü meşhur “Pinti Hamit” hikâyesini hatıra getirir düşüncesiyle kelimeyi “hasis”e çevirdi ve basılmış 1500 nüshadaki “pinti”leri birer birer kazıtarak düzelttirdi. Galiba o yıllarda “Ahterî-i Kebîr” isimli lügat kitabında “Ebu Hamit” kelimesi “ayı denilen canavar” diye tercüme edilmiş ve kitap İstanbul’da toplattırılmıştı. Herhâlde paşa bundan kuşkulanmış olsa gerektir.

Hem çok, hem de paşanın her işte vesvese derecesine varan itinasından dolayı ağırlaşan vazifeler, Fransızcaya çalışmak için bana ancak geceleri bir saat zaman bıraktığından, birer saat de uykularımdan kesmek zorunda kaldım. Halil Edip’in gönderdiği kitaplardan, tabi olduğu üzere, en evvel gramere başladım: O vakit Arap gramerlerine ait bilgim kuvvetlice olduğundan Fransız gramerine ait bilgileri kolaylıkla öğrenebiliyordum. Birkaç ayda bunu bitirdim. O sıralarda merhum Beşir Fuat’ın neşrettiği daha mufassal gramerden çok faydalandım. Bazı sigalarla (kip) kaideye uymayan fiilleri cep defterime yazarak ara sıra bakmak suretiyle ezberledim. Diğer üç kitabımdan birini tercih ile muntazaman okumaya cesaret edemeyerek, gramer okurken ara sıra bunları da karıştırıyor, bilhassa “Şiir Hazineleri”ndeki kısa manzumeler üzerinde biraz durarak, kendisiyle konuşmak istediğim hâlde dilini bilmediğim sevimli bir yabancı ile karşılaşmış gibi oluyordum. Nihayet, bu kitaplardan birine başlayarak lügate baka baka okumaya karar verdim. Fakat hangisine başlamalı? Paul et Virginie, küçük formada, pek ufak harflerle basılmış olduğu için hecelemek zor geldi. Kıtası ve harfleri büyük olan Graziella’ya başladım. Paul et Virginie sade bir hikâye olduğu hâlde, Lamartine’in yüksek bir üslup ile yazılmış olan kitabına, bilmeyerek başlamış oldum. Cehalet cezası olarak anlamak güçlüğüne rağmen devam ettim.

Kelimelerinin belki onda birini bile bilmediğim ilk yarım sayfayı zorlukla okudum. Bazen hem lügate bakmak, hem de gramere müracaat etmek ihtiyacı da hasıl oluyordu. Bu suretle okuduğum sayfalar çoğaldıkça lügate bakmak mecburiyeti azalıyordu. Her cümlenin manasını anlar gibi oldukça büyük bir kale fethetmişçesine seviniyordum. Lügat yardımıyla kitap okumak cüreti bana Abdurrahman Paşa’dan geçti sanırım. Çünkü o, yıllardan beri abone olduğu Le Temps gazetesini en ziyade lügat yardımıyla okurdu. Mamafih siyasi mevzularda kullanılan Fransız kelimelerinden birçoğunu bilirdi. Graziella’da lügate baktığım kelimelerin Türkçelerini sayfa kenarına yazmış olduğumdan, bu kitabın yarılarına kadar devam eden bu müracaat, sayılarak, her sayfada ortalama kırk defa lügate baktığım anlaşılmıştı.

Fransızcayı ilerletmek için İzmir’den daha uygun bir muhit olamazdı. Fakat ben, birçok vazifelerle gece gündüz meşgul olduğumdan, her kimse ile görüşmek fırsatını pek az bulabiliyordum. Aziz dostum Uşşakîzade Halit Ziya Bey oradaki Osmanlı Bankası şubesinde kâtipti. İlk fırsattan istifade ederek, vilayetin ecnebi işleri başkâtipliğine tayini için delalet ettim. Yakın bir gelecekte müdür olmasına çalışacaktım. İzmir’de Fransızcayı iyi bilen ve Türkçede olduğu gibi bu dili de pek itinalı söyleyen bir gençti. Fransızcada kendisinden çok yardım göreceğimden memnun olmakta iken, kısa bir müddet sonra tütün rejisinden teklif olunan bir memuriyeti kabul ederek İstanbul’a gitmesi beni çok meyus etti. Bu sebeple İzmir’de ve sonra yine Abdurrahman Paşa’nın arkasından vali muavinliğiyle gittiğim Edirne’de arttıkça artan vazifelerden dolayı Fransızcam büsbütün bırakılmış değil idiyse de, Kastamonu’daki derecesinden pek az yükseltebildim. İki sene sonra Dedeağaç’a mutasarrıf oldum.

Birkaç ay sonra mutasarrıf muavinliğine tayin olunarak oraya gelen Kalaisaki isimli ihtiyar Rum, arayıp da bulamadığım âlim bir adamdı. Fransızca ve Latinceyi tamamıyla bilmesinden başka Türkçeyi de oldukça iyi konuşuyor ve anlıyordu. Canlı bir şiir hazinesiydi. Bu dillerin Türkçeden gayrı olanlarında birçok manzumeleri su gibi ezbere okurdu.

Ben, Fransızca yazmayı hiç hatıra getirmemekle beraber, üç kelimeyi birleştirerek söyleyemediğim gibi bunları doğruca ve kolaylıkla telaffuz edemiyor, başkasının söylediklerini ise hiç anlayamıyordum. Çünkü daima sessiz okuduğum için kelimeleri yalnız gözlerim tanıyor, dilim ise kolaylıkla dönmüyordu.

Kalaisaki’nin Fransızcaya vukufu anlaşılınca, kendisinden istifade hususunda acele ederek, bu dile nasıl başladığımı, nasıl çalıştığımı anlattım. Beni gramerden imtihan etti. Kendisinden ders almaya muhtaç olmadığımı, fakat en yüksek kelimelerden tahminen iki üç bin kelime bilip de konuşmada kullanılan bayağı sözleri bilmediğime ve kulaktan anlamadığım gibi kelimeleri kolayca telaffuz etmediğime şaşarak:

“Sizin için yapılacak şey…” dedi. “Dili söylemeye ve kulağı anlamaya alıştırmak üzere Fransızca konuşmak ve şiir ezberleyerek daima yüksek sesle okumaktır.”

Kendisinin ezber bildiği manzumelerden birkaçını yazarak bana verdi. Benim bunları yazıp bir iki defa okumayla ezberlediğimi görünce, manzumelerin sayısını arttırdı. Ezberlediğim şeylere mahsus olarak dilim ve kulağım biraz yola gelir gibi oldular. Fakat söylemek istediğim sözleri söylerken cümlelerin tertibini koruyordum. Hiçbir şey yazmak tecrübesinde bulunmayarak, bir buçuk sene kadar bu suretle yalnız okumaya ve ezberlediğim şiirleri tekrara devam ettim. Çünkü bir gün gelip de nazım değil nesir bile yazabileceğimi hiç ummadığım için yazı egzersizlerini boşuna zahmet sayıyordum.

Konya’dan Kastamonu’ya

1885 Şubat’ının on yedisinde, şiddetli bir poyraz, yerdeki karları savururken Konya’dan ayrıldım.

Bindiğim araba, o zamanlarda “Tatar arabası” denilen, kaba hasır ve Amerikan beziyle örtülmüş, yaysız bir yük arabasıydı.

Konya’dan Niğde’ye, en kestirme yol olan İsmail, Karapınar ve Ereğli yoluyla mahfe veya hayvan sırtında, altı yedi günde gidilirken, Tatar arabaları, bu mesafeyi dört günde aldıkları için, onlara “Hasret kavuşturan!” derlerdi. Konya’da, Bursa’da arabacılık, şekercilik vesaire bazı sanatları, 1878’deki meşum harpte Rus istilasına uğrayan memleketlerimizden hicret eden Türkler ve Tatarlar getirmişlerdi.

Yedi ay evvel, yani temmuz ayında izinli olarak Niğde’ye giderken, daha kestirme diye tuttuğumuz bu yolda başımızdan geçenler bende unutulmaz intibalar bırakmıştır.

O zaman, Konya’dan çıktığımız günün ertesi öğle zamanında vardığımız bir köyde hiç kimseyi bulamayarak, ben araba içinde yemek; araba beygirleri, koşumları çözülmeksizin başlarına takılan torbalarda saman yerken, hiçbir şey düşünmeyerek arabadan indim. Yemeği bir duvarın gölgesinde tamamlıyordum. Bir aralık araba beygirleri kulaklarını oynatıp torbalarını sallayarak birbiriyle şakalaşmaya başladılar. Fakat bu şaka birdenbire ciddi ve tehlikeli bir şekil aldı. Galiba arabaya koşumlarla bağlı olduklarını unutarak birbiriyle bir koşu müsabakası yapmaya kalkıştılar. Köyün önündeki çok geniş sahada iki üç devir yaptılar. İlk devirde araba devrildi. Onlar arabayı sürüklemeye devam ettiler. Tekerlekler fırladı; arabanın üstü uçtu, bizim eşyanın her biri bir yerde kaldı. Nihayet arabacı, uşak, zaptiye zorlukla durdurabildiler.

Kılavuzluk etmek üzere Konya’dan bize yoldaş edilen zaptiye süvarisinin, bu yolu hiç bilmediği hâlde, sırf Ereğli’deki ailesiyle görüşmek için bu vazifeyi üzerine aldığı anlaşılarak, onu Konya’ya döndürdükten sonra biz işe başladık. Temmuz güneşinin altında arabacı, uşak ve ben tam iki saat çalışa, çabalaya arabanın kırıklarını, söküklerini urganla, kayışla ve zincirle şöyle böyle bağlayarak, gideceğimiz yöne yılankavi uzanan bir yolu tuttuk.

Biz ıssız köyden ayrıldıktan biraz sonra havada kapkara bulut sürüleri birbirini kovalamaya başladılar. Bu esnada araba, kağnı tekerleklerinin açtıkları ve asırlardan beri gelen geçenin çiğneye çiğneye otuz santimden ziyade derinleştirmiş oldukları iki paralel çukur yola girmişti. Bu, bütün parçaları kırık, dökük araba ile bu yoldan çıkmak için sağa sola sapmak imkânı yoktu.

Kaderin çizdiği görünmez hayat yolu gibi nereye varacağını bilmeyerek bu çift ve derin yolu takibe mecburduk. Ettik. Temmuzda eşini görmediğim, şiddetli bir yağmur başladı. Doğu ve güney ufuklarının nihayetindeki birkaç mor, mavi dağ tepelerinden başka bir şey görünmeyen Konya çölü, yarım saat içinde bir deniz hâlini aldı. Çukur yollar doldu. Sular beygirlerin diz kapaklarına çıktı. Araba altı düz bir sandala yahut yandan çarklı bir vapur yavrusuna döndü. Nihayet zifiri bir karanlık ve hudutsuz bir su içinde kaldık. Bir tufan başlangıcında bulunuyoruz gibiydi. Bela bu kadarla kalmadı. Kulak zarını patlatacak derecede müthiş tarrakalarla şimşekler, yıldırımlar birbirini takip etti; ikisi pek yakın olmak üzere etrafımıza tam on dört yıldırım düştü.

Kötü bir tesadüf olmak üzere, beş on gün evvel yağmurdan kaçarak bir ağaç altına sığınan dört köylüden üçünün yıldırımla ölmüş olmaları münasebetiyle, Vali Said Paşa, yıldırımlara, bunların acayipliklerine, korunmak için lazım gelen tedbirlere dair, o güne kadar bilmediğim şeyler söyleyerek, bu parlak belalar hakkında beni aydınlatmıştı. Keşke etmeseydi. Mademki korunmaya imkân yok, “Külli câhilun cesur.” dedikleri üzere, cehalet cesaretiyle daha az korkardım.

Şimşeklerin, yıldırımların ani ışıkları ve yalnız iki beygirin sırtlarıyla kulaklarında, sayısız billurdan teller gibi ışıldıyan yağmurdan başka önümüzde hiçbir şey göremiyordum.

Bir aralık bir köpek sesi işitir gibi oldum. Kurtuluş müjdesi gibi gelen bu sesi can kulağıyla, bir daha duymak için boşu boşuna bekledim. Biraz daha su içinde gittikten sonra beygirlerin susuz yere bastıklarını hissettim. Araba hafif meyilli bir bayırı çıkmaya başladı. Koyu karanlığı ani de olsa yırtan şimşekler, yıldırımlar durdu.

Araba, meyli gittikçe ziyadeleşen bir yokuşu tırmanıyordu. Nihayet bir düzlüğe çıkar çıkmaz sola döner gibi oldu ve gıcırdadı. Bu anda beygirlerin bastıkları yerin altı boşmuş gibi derinden kaba sesler ve onların ardından da bir gürültü, anlaşılmaz bağrışmalar, çığlıklar duyulmakla beraber, tekerlekler taşa çarparak, araba irkildi ve yorgun hayvanlar durdular. Ben kâbusa tutulmuş gibi oldum. Meğer bu koyu karanlık içinde beygirler köy odasının damına çıkmışlar!

Büyük bir tepenin yamacına kurulmuş olan bu köyü ufki olarak ikiye bölen bir yolun seviyesine kadar yükselen bu odanın damını, yalnız bir sıra taşla yoldan ayırmışlar. Köpek sesi gelen tarafa gitsek, gidebilsek köyün önüne gelirmişiz. Köy evlerinin damları seyrek seyrek hezen denilen cılız ağaç direkler uzatılıp üstlerine çalı, çırpı, buğday, arpa sapları gibi şeyler döşenerek toprakla örtüldüğü için, eğer bu bir sıra taş tekerlekleri durdurmasaymış araba dam üstüne çıkacak; bizim ne olacağımız belli değilse de, damı çökerterek teravih namazı kılan köylüleri ezeceğimiz veya damdan aşağı uçacağımız muhakkakmış!

Köylü cemaat de biz de büyük ve müthiş bir tehlike geçirmiş olduk. Birbiri ardınca on dört yıldırımdan dehşete düşmüş olan köylüler, sükûn ve huzur ile kıldıkları namaz esnasında, damın üstünde atların tepindiğini ve araba gürültüsünü duyunca can korkusuyla birbirini çiğneyerek sokağa fırlamışlar. Bu korkunç ve feci tehlikeyi atlattığımız için onlar bizi, biz onları tebrik ettik. Köylüler, kurtulduklarına teşekkür için teravih namazını iki rekât fazla kılacakları yerde, şaşkınlıkla asıl namazı tamamlamayı unuttular.

Abdurrahman Paşa’nın bir gün evvel Kastamonu’ya varmamız lüzumunu bildiren telgrafı üzerine, Niğde’de yalnız bir hafta kalarak, on dokuz gün sonra Kastamonu’ya vardık.

Atla, araba ile gittiğim bu uzun yolda çektiğim zahmet ve güçlüğü yazmayarak; yalnız Nevşehir, Yozgat, Çorum, Osmancık, Hacıhamza ve Tosya kasabalarındaki eşraf ve memurlarımızdan gördüğüm misafirperverlik Türk geleneğine tamamıyla uygun olduğundan yarım asırdan ziyade bir müddet sonra olsa da, bundan iftiharla bahsetmek benim için pek lezzetli bir vazifedir.