Sadece Litres'te okuyun

Kitap dosya olarak indirilemez ancak uygulamamız üzerinden veya online olarak web sitemizden okunabilir.

Kitabı oku: «Çocuk Kalbi», sayfa 5

Yazı tipi:

ÖVÜNME

5 Pazartesi

Dün Votini ve pederi ile gezmeye gitmiştim. Dora Grossa Sokağı’ndan geçerken Stardi’yi gördük ki kendisini bunaltma bedbahtlığında bulunan arkadaşlarımı tekmeliyordu. Bir kitapçı dükkânının önünde durmuş gözlerini bir haritaya dikmişti. Sokakta bile çalışıyor. Küçük nezaketsiz, bizim selâmımızı ancak iade etti. Votini pek şık giyinmişti. Bir çocuk için hatta fazla şık diyeceğim. Kırmızı ile işlenmiş keçi derisi ayakkabıları, işlenmiş ve ipek harçlarla süslenmiş bir elbisesi, beyaz keçeden şapkası ve altın saati vardı!.. Azametle yürüyordu amma övünmesinde bu defa başarılı olamadı. Yavaş yavaş yürüyen Mösyö Votini’yi arkamızda bırakarak yolda bir müddet koştuktan sonra taş bir sıranın önünde şöyle böyle giyinmiş küçük bir çocuğun yanında durmuştu. Çocuk yorgun görünüyor ve başını eğmiş orada istirahat ediyordu. Babası olması lazım gelen bir adam ağaçların altında gazete okuyarak gidip geliyordu. Oturduk. Votini küçük çocukla benim aramda oturuyor ve komşusunun dikkatini celbetmek için çare arıyordu.

Bir ayağını kaldırarak “Benim zabit potinlerimi gördün mü?” dedi.

Eminim ki bunu çocuğa baktırmak için söylemişti. O ise hiç aldırmıyordu.

Şimdi Votini ayağını indirdi, bana ipek şeritlerini gösterdi ve yanımdakinin tarafını gözeterek bana bu sırmalı şeylerden hoşlanmadığını ve onların yerine gümüş düğmeler koyduracağını söyledi. Emeği boşunaydı. Küçük çocuk Votini’ye gözlerini bile kaldırmıyordu. Votini bu defa parmağının üstünde beyaz keçeden güzel şapkasını çevirmeye başladı. Fakat çocuk mahsustan yapıyormuş gibi şapkaya da bakmaya tenezzül etmiyordu.

Votini sinirlenmişti. Cebinden saatini çıkararak bana makinelerini gösterdi. Komşumuz yine dikkat etmiyordu.

“Altınla yaldızlanmış gümüş mü?” diye sordum,

“Hayır.” dedi. “Altındır.”

“Fakat tamamıyla altından değil ya, gümüşü de vardır.”

“Hayır. Seni temin ederim.” Bunu söyleyerek çocuğu bakmağa mecbur etmek için saati ta burnunun dibine götürerek ona dedi ki:

“Bakınız, tekmil altından değil mi?”

O kuruca “Bilmiyorum” cevabını verdi.

Votini “O! o! ne kadar azamet!” diye bağırdı.

Tam bunu söylerken Mösyö Votini gelmiş ve sözlerini işitmişti.

Küçük komşumuza dikkatle baktı. Oğluna sertlikle “Sus!” dedi.

Sonra kulağına eğilerek “Zavallı çocuk kör.” diye ilave etti.

Şimdi Votini de çocuğun simasına baktı, camdan gözleri ruhsuzdu.

Votini şaşkın ve hayret dolu gözleri inmiş kalarak “Teesüf!” diye mırıldandı.

Hepsini anlayan âmâ çocuk iyi ve hüzünlü bir tebessümle “Ederimi?” Bilmiyordum” diye cevap verdi:

“O! ehemmiyeti yok…”

Votini biraz bencil olabilir fakat kalbi fena değil. Çünkü bütün gezdiğimiz zamanlarda düşünceli kalmıştı.

İLK KAR

Elveda gezme günleri! İşte çocukların dostu olan kar geldi!.. Dün akşamdan beri yasemin çiçekleri gibi sık ve kuşbaşı yağıyor. Bu sabah mektepte karın camlara çarparak saçaklara birikmesini görmek zevkli idi. Muallim de ellerini ovuşturarak bakıyordu. Biz kartopu yapacağımızı ve bundan sonra olacak buzu ve evde yakılacak ateşi düşünerek memnunduk. Mevsime karşı hiddetli ve daima ders ile meşgul Stardi’den başka dikkat etmeyen yoktu.

Çıktığımız zaman ne kadar güzel bayram oldu.

Herkes bağırarak sokakta yuvarlanıyor. Karı karıştırıyor ve suya atılmış küçük köpekler gibi karın içinde bata çıka yürüyordu. Dışarıda bekleyen ebeveynin şemsiyeleri bütün perdeliydi. Belediye memurunun kasketi de bembeyazdı. Bizim çantalarımız da pek az bir zaman içinde bembeyaz oldu. Bütün talebe küçük solgun Prekossi’ye, çilingirin o hiç gülmeyen oğluna varıncaya kadar sevinç içinde idi. Tramvayın altından çocuk kurtaran zavallı küçük Robetti ise koltuk değnekleriyle sıçrıyordu.

Şimdiye kadar karın, yeri bu kadar kapladığını hiç görmemiş olan Kalabralı kendisine kardan bir yumak yaparak sanki şeftali imiş gibi yiyordu.8 Yemişçi kadının oğlu Krossi çantasına kar doldurdu. Küçük Duvarcı da kahkaha ile gülüyordu. Tam o esnada babam onu yarın için bizim eve davet etti. Ağzı karla dolu olduğundan, tükürmeye, ya da yutmağa cesaret edemeyerek cevap vermeksizin bize bakakaldı. Muallimeler de mektepten çıkarak gülüyorlardı.

Birinci sınıftaki muallimem, o zavallıcık bile karın arasından yürüyor. Yeşil örtüsüyle yüzünü siper alarak öksürüyordu. Muallimler, kapıcılar ve muhafızlar “Evlerinize!” diye bağırırlarken mektepten kurtulmuş bu çocukların kışı bayram yapmalarına onlar da gülüyorlardı. Babam dedi ki:

“Kış için seviniyorsunuz. Fakat elbisesi, kundurası, ateşi olmayan çocuklar da var. Soğuktan berelenmiş elleriyle mekteplerini ısıtacak odunları taşıyarak9 uzun bir yoldan köylere inen binlerce çocuklar da var. İçinde çocukların dumandan nefes alamadıkları, soğuktan titreştikleri mağaralar gibi çıplak ve karanlık yüzlerce mektepler var ki karın içinde gömülmüşlerdir. Oradaki çocuklar uzaktaki kulübelerinin üzerine nihayetsiz yağan ve aralıksız şekilde yığılan bu beyaz kuşbaşı karlara çığlardan korkarak dehşetle bakarlar. Kışı bayram yapınız. Çocuklarım pekâlâ! Fakat kendilerine kışın ızdıraplar getirdiği binlerce çocuğu da düşününüz!

KÜÇÜK DUVARCI

11 Pazar

Bugün küçük duvarcı babasının elbisesinden yapılan, üzerinde henüz kireç ve alçı izleri bulunan bir ceket giymiş olduğu hâlde geldi.

Pederim onun gelmesini benden fazla istiyordu ve bu ziyareti bizi memnun etti. Girer girmez karla tümüyle ıslanmış olan kasketini çıkararak cebine koydu, sonra yorgun amelelerin ağır tavrıyla basık burunlu, elma gibi yuvarlak çehresini öteye beriye çevirerek ilerledi. Yemek salonunda etrafına bir göz attı ve Rigoletto’yu10, bu kambur soytarıyı tasvir eden levhaya gözlerini dikerek ona tavşan gibi burnunu oynattı. Onu tavşan gibi burnunu oynatırken görüp de gülmemek kabil değildir.

Yapıcılık oyunu oynamağa başladık. Bu aziz küçük duvarcı engellerler durdurulmak lazım gelen kuleleri, köprüleri yapmak için fevkalade bir yeteneğe maliktir. O bunları bir küçük adam ciddiyeti ve sabrıyla yapar. Bir kuleyi yapıp ötekine başlarken bana ailesinden bahsetti. Ebeveyni ve kendisi, bir tavan arasında oturuyorlarmış. Babası okumak, öğrenmek için akşam derslerine gidermiş. Ebeveyni onu seviyormuş galiba. Çünkü fakirce elbisesi onu soğuktan muhafaza etmek üzere kalınlaştırıldığı ve boyun bağın mutlaka annesinin eliyle bağlanmış olduğu görülüyor.

Babasının hemen hemen bir dev kadar kocaman olduğunu bana söyledi. Kapıların altından zorla geçebilirmiş. Fakat iyi bir adammış ve oğlunu “tavşan burunlu” diye çağırırmış. Kendisi babasının tamamen aksi olup boyu küçüktür.

Saat dörtte bize kahvaltı verdiler. Minderde oturuyorduk. Kalktığımız zaman bilmem ki niçin küçük duvarcının ceketinden beyaz döşemede kalan izi silmemi pederim istemedi. Beni elimden çekerek sonradan gizlice kendisi sildi. Oynarken duvarcı ceketinin bir düğmesini kaybetmişti. Annemin onu diktiğini gördüğü zaman kıpkırmızı olmuş, şaşırmış kalmıştı ve kendisi için zahmet çektiğini görmekten o kadar mahcup olmuştu ki nefes almağa bile cesaret edemiyordu. Ona, bakması için karikatür albümü vermiştim. O hissetmeksizin resimlerdeki tuhaf suratları o kadar mükemmeliyetle taklit ediyodu ki babam bile gülmeğe başladı.

Küçük Duvarcı bugününden o kadar memnundu ki giderken şapkasını başına koymayı bile unuttu. Şüphesiz bana şükranını göstermek için olacak ki merdivenin sahanlığında bana bir defa daha tavşan gibi burnunu oynattı. İsmi Antuvan Rabükko, sekiz yaşında ve sekiz aylık.

Babam diyordu ki: “Arkadaşın orada bulunduğu zaman minderi silmeni niçin istemedim, biliyor musun oğlum? çünkü bu, onu kirlettiğinden dolayı darılmak gibi olacaktı ve elbette iyi değildi. Hem zaten o mahsustan yapmış değildi. Babasının çalışarak beyazlattığı elbise ile kirletti. Çalışmanın işaretleri daima hürmete değer. Bunlar toz, kireç, vernik ve daha başka şeyler olabilir. Fakat pislik olamaz. Çalışmak hiçbir zaman kirletmez. Çalışmaktan gelen bir ameleye hiçbir zaman (pis) deme. Elbisesinde gayretinin izleri var, demelisin. Bunu hatırla ve küçük duvarcıyı sev. Çünkü o senin arkadaşın ve ayrıca çalışkan bir adamın oğludur.”

BİR KARTOPU

16 Cuma

Daima, daima kar yağıyor.

Bugün mektepten çıktığımız zaman bu kar yüzünden üzücü bir kaza oldu. Mektepten yeni boşanmış bir sürü çocuk erimiş kardan taş gibi sert ve ağır toplar yaparak birbirine atmağa başlamışlardı. Kaldırımın üzeri çok kalabalıktı. Bir mösyö “Artık bitiriniz kabadayılar!” diye bağırdı.

Tam bu esnada sokağın diğer tarafından keskin bir feryat işitildi. İhtiyar bir adam iki elini yüzüne kapamış sallanıyor ve yanında bir çocuk “İmdat! İmdat!” diye bağrıyordu.

Derhâl her taraftan koştular. Zavallı adamın gözünün üstüne bir kartopu gelmişti. Bütün mektepli sürüleri kaçışıyorlardı, ben babamın girdiği bir kitapçı dükkânının önünde idim ve arkadaşlarımdan birkaçının koşarak geldiğini ve durarak camekâna bakıyormuş gibi yaptıklarını gördüm. Cebinde bir parça ekmekle Garron, Koretti, küçük duvarcı ve adamı Garoffi vardı.

Halk ihtiyarın etrafına toplanmıştı. Bir polisle yolcular şuraya buraya koşuşarak soruyorlardı:

“Kimdir, bunu kim yaptı, söyleyiniz kim?”

Karla ıslanıp ıslanmamış olduğunu anlamak için çocukların ellerine bakıyorlardı. Garoffi benim yanımda idi. Onun titrediğini ve kar gibi bembeyaz kesildiğini gördüm.

“Kim yaptı, bu topu kim attı?” diye bağırmakta devam ediyorlardı.

Garron’un Garoffi’ye “Haydi git kendin olduğunu söyle; eğer başka birisini tutarlarsa bu bir alçaklık olur!” dediğini işittim.

Garoffi bir yaprak gibi titreyerek “Fakat ben mahsus yapmadım” diyordu.

“Nasıl olursa olsun. Sen vazifeni yap.”

“Cesaret edemiyorum ki.”

“Korkma! seninle beraber geleceğim.”

Polis ve diğer adamlar gittikçe daha fazla “Kim yaptı, kim yaptı?” diye bağırıyorlar ve “Gözlüğünün camını kartopu ile içeri sokarak haydutlar adamcağızın gözünü çıkardılar.” diyorlardı. Garoffi bu sözü işitince yere düşecek gibi oldu. Garron ona katiyetle:

“Gel!” dedi “Ben seni müdafaa edeceğim.” ve kolundan tutarak, bir hasta gibi yardım ederek ilerletti.

Garoffi görüldüğü zaman o olduğu anlaşılmıştı ve birkaç kişi yumruklarını kaldırmış yürüyorlardı. Fakat Garron arkadaşının önüne siper alarak “On kişi bir çocuğu dövmeye mi geliyorsunuz?” diye bağırdı. Yumruklar indi ve bir polis gelip Garoffi’yi aldı, kalabalığın arasından geçirerek yaralının bulunduğu dükkâna kadar götürdü. Yaralıyı gördüğüm zaman bizim apartımanın dördüncü katında oturan ihtiyar memur olduğunu derhâl tanıdım. Küçük yeğeni de yanında idi. Mendili gözlerinde, bir iskemlede dirseğine dayanmıştı.

Korkusundan yarı ölmüş bir hâlde Garoffi hıçkırarak: “Ben mahsus yapmadım, ben mahsus yapmadım ki!” diyordu. İki yahut üç kişi “Diz çök de af dile!..” diye bağırarak onu şiddetle dükkânın içine attılar.

Fakat derhâl iki kuvvetli kol Garoffi’yi ayağa kaldırdı ve kati bir ses “Hayır efendiler!” dedi. Bu hepsini görmüş ve işitmiş olan müdürümüzdü.

Garoffi hıçkırıklarla ağlayarak ihtiyarın ellerini öpüyordu. Adamcağız da bu pişman olan çocuğun başını elleriyle arayarak okşadı ve “Haydi çocuğum, “Evinize gidiniz.” dedi.

Babam beni kalabalığın arasından çekti. Yolda giderken bana, “Hanri sen de aynı mevkide bulunsan vazifeni yapacak, kabahatini itiraf edecek cesarette bulunabilir misin?” diye sordu:

“Evet!” dedim.

“Bana kalpli ve namuslu bir çocuğa yakışır söz ver!”

“Size söz veriyorum sevgili babacığım!”

MUALLİMLER

17 Cumartesi

Garoffi bugün muallimin azarlamasını bekleyerek çok korkuyordu. Fakat Mösyö Perboni gelmedi ve o anda muavin bulunmadığı için derse gelen, muallimelerin en yaşlısı olam Kromi idi. Çocuğu hasta olduğu için mahzundu. Sınıfa girdiği zaman talebeler gürültü yapmaya başlamıştı. Ağır ve sakin sesiyle bize “Benim beyaz saçlarıma hürmet ediniz. Ben yalnız bir muallime değil, anneyim!” dedi. Artık kimse konuşmaya cesaret edemedi. Küstah Franti bile onunla ancak gizlice alay ederek kendini eğlendirebiliyordu.

Madam Kromi’nin sınıfına kardeşimin muallimesi Matmazel Del-kati, onun yerine de daima koyu renkte elbise giyindiği için burada “küçük rahibe” denilen muallime gönderilmişti. Bunun çehresi bembeyaz ve ince saçları parlak, gözleri şeffaf ve tatlı sedası dualar fısıldamak için yaratılmış gibidir. Hâlbuki o bu tatlı sesiyle kendi küçük âleminin usluluğunu temin etmeyi bilir ve en yaramazlar bile onun önünde yaramazlığa cesaret edemezler.

Çok hoşuma giden bir muallime var ki iptidaî birinci senenin üç numaralı sınıfında muallimedir. Pembe çehreli genç bir kadın. Yanaklarının ortasında iki küçük çukur var. Kırmızı tüylü şapka giyer. Daima neşelidir, sınıfı hep sevinçli bir hâlde bulundurur, ve daima tebessüm eder. Sükûtu temin için cetveliyle mütemadiyen masasına vurur. Bazen de hafifçe çocukların ellerine. Talebesi çıktığı zaman onları sıraya koymak, birisinin yakasını düzeltmek, ötekinin paltosunun önünü iliklemek için arkalarından koşar. Kavga etmemeleri için sokakta onları takip eder. Evde cezalandırılmamaları için ebeveyne ricalar eder, öksürenler için cebinde haplar bulundurur ve üşüyenlere atkısını eğreti verir, örtüsünden ve kısa mantosundan çekerek onu okşamak ve öpmek isteyen küçükler tarafından mütemadiyen hücuma uğrar ve müsait bulunarak onların okşamalarına tatlılıkla cevap verir. Güzel tebessümü yanaklarına küçük çukurcuklarını gönderir. Bu latif muallime ki aynı zamanda resim muallimesidir. Bütün gün çalışarak annesine ve kardeşine yardım ediyor.

YARALININ YANINDA

12 Pazar

Kar topu ile yaralanan ihtiyar memurun yeğeni bahsettiğim sevimli muallimenin sınıfında bulunuyor. Bugün onu gördük. Kendisini oğlu gibi yetiştiren amcasının yanında ikamet ediyor. Gelecek hafta bize okunacak olan “Floransalı Küçük Yazıcı” başlıklı aylık hikâyeyi yazıp bitirdiğim zaman babam “İhtiyar mösyöden haber almak için dördüncü kata çıkalım!” dedi. İhtiyarın yattığı, hemen hemen karanlık odaya girdik, yastıklara dayanarak yatakta oturuyordu. Zevcesi başucunda duruyor ve odanın bir köşesinde küçük yeğeni oynuyordu. Bir gözü sarılı idi. Babamı görünce memnun oldu. Oturduk. Bize iyi olduğunu, gözünün çıkmadığını ve birkaç güne kadar tamamıyla iyileşeceğini anlattı ve “Bu bir fena tesadüftü. O zavallı çocuğun çektiği korkuya teessüf ediyorum!” diye ilave etti. Sonra bize kendisini tedavi eden doktordan bahsetti. Kapının çalındığını işiterek “Ah! İşte muhakkak odur” dedi. Kapı açıldı, kimi göreyim: Uzun mantosuna bürünmüş Garoffi. Eşiğin üstünde, başı eğilmiş, girmeğe cesaret edemiyordu.

İhtiyar “Ne var?”diye sordu.

Babam “Kar topunu atan çocuk” diye fısıldadı.

Elini Garoffi’ye uzatarak ihtiyar “Gel zavallı yavrum sen yaralıdan haber almağa geldin değil mi?” dedi “O pek iyidir. Merak etme. Neredeyse tamamen iyileştim…”

Garoffi ağlamamak için kendini zorlayarak mahcubiyetle yatağa yaklaştı. İhtiyar onu okşuyor fakat o, o derece utanıyordu ki bir kelime bile söyleyemiyordu.

Yaralı devam etti: “Geldiğine teşekkür ederim. Git babana ve annene de ki merak edilecek hiçbir şey yok.”

Garoffi kalbini ezen birşey varmış da söylemeye cesaret edemiyormuş gibi kımıldayamıyordu.

“Ne istiyorsun? Bana söyleyeceğin bir şey mi var?”

“Ben… Hayır!”

“Öyle ise selametle yavrucuğum. Kalbin rahat olarak gidebilirsin.”

Garoffi kapıya doğruldu fakat kapının yanına geldiği zaman durdu ve merakla bakarak kendisini takip eden küçük yeğene döndü. Derhâl mantosunun altından bir şey çıkardı ve “Bu senin için.” diyerek çocuğun eline tutuşturup bir şimşek gibi kayboldu.

Çocuk verilen şeyi amcasına getirerek sargısını açtı. Ben hayretimi zaptedemeyerek “Ay!” dedim, bu zavallı Garoffi’nin getirdiği o meşhur albüm, o posta pulu koleksiyonu idi. Bu koleksiyondan o, daima bahsederdi. Ona o kadar pahalıya mal olan bu kıymetli şey üzerine o ne büyük ümitler kurmuştu. Hülasa bu onun hazinesiydi. Zavallı çocuk! Af ile değiştirmek için hayatının yarısını vermiş oluyordu.

FLORANSALI KÜÇÜK YAZICI

(Aylık hikâye)

O ilk mektebin dördüncü sınıfında idi. On iki yaşında, siyah saçlı, beyaz tenli bir nazik Floransalı; maaşı pek az, ailesi kalabalık olduğu için pek sıkıntı ile ancak geçinebilen bir şimendifer memurunun oğlu. Babası onu pek sever ve hakkında gayet müsaadeli bulunurdu. Her şey için müsaadeli, yalnız ders için değil. O bu noktada sert ve ciddidir. Çocuklarının en büyüğü olan bu oğlu aileye yardım için mümkün olduğu kadar erken bir mevki kazanmalı ve buna çabuk layik olmak için de az zamanda çok çalışmalı.

Zaten o babasının teşvikinden fazla çalışırdı. Baba yaşlı olmakla beraber fazla gayrete mecbur olduğu için hakikatte olduğundan daha ihtiyar görünüyordu. Bununla beraber ailesinin ihtiyacını temin için vazifesinde tahammül ettiği zor hizmet dışında, oradan buradan kopya edilecek yazılar alıp gecesinin bir kısmını da bu meşguliyetle geçirirdi.

Son zamanda gazete ve cüz cüz kitaplar neşreden bir yayıncının verdiği, abonelerin isim ve adreslerini sargı kağıtlarının üzerine yazma vazifesini kabul etmişti. Muntazam yazılmış beş yüz adres için üç frank kazanıyordu fakat bu çalışma onu yoruyor ve çoğu zaman, akşam sofrada “Gözlerim harap oluyor, gece işleri beni bitiriyor!” diye şikâyet ediyordu.

Çocuk bir gün “Bırak baba senin yerine ben yazayım. Biliyorsun ki tıpkı senin gibi yazıyorum…” demiş, baba ise yok evladım sen çalışmaya mecbursun. Mektep ödevlerin benim sargı kâğıtlarımdan çok ehemmiyetlidir. Senin bir saatini meşgul etmek bile benim için azaptır. Teşekkür ederim, fakat katiyen istemem…” diye cevap vermişti.

Çocuk babasının razı olmayacağını anlayarak ısrar etmedi. Fakat bakın ne yaptı: Biliyordu ki babası tam gece yarısında yazısını bitiriyor ve yatmak için yatak odasına çıkıyordu.

Çok zaman asma saat on ikiyi vurduktan sonra babasının iskemlesini yerine koyarak ağır adımlarla yatak odasına yol aldığını işitmişti.

Bir gece babasının uyumasını bekledi, sonra kalkarak sessizce giyindi, yoklaya yoklaya odaya girerek lambayı yaktı. Üzerinde bir yığın boş sargı kâğıdı ve bir adres listesi bulunan masanın önüne oturup babasının yazısını tamamıyla taklit ile yazmağa başladı.

Başarıyla yazmaktan memnundu. Fakat yine ızdıraptan bağımsız değildi…

Sargı kâğıtları yığılıyordu… Ara sıra ellerini ovuşturmak için kalemi bırakıyor, sonra etrafı dinleyerek ve tebessüm ederek daha dikkatle başlıyordu.

Böylece yüz altmış tane adres yazmıştı.

Tam bir frank hak edilmişti. Şimdi kalemi aldığı yere koydu.. Lambayı söndürdü ve parmaklarının uçlarıyla yürüyerek yatağına döndü.

Bugün öğleyin peder sofraya daha keyifli gelmişti o hiçbir şeyin farkında olmamıştı. Başka şeyler düşünerek tabii hâlinde işini görüyor, ertesi günkü sargıları düşünmüyordu. Neşe ile oturmuş ve elini oğlunun omuzuna koyarak “Eh Jül! Artık baban senin inanmayacağın kadar çalışıyor. Dün akşam iki saatte evvelki gecekilerden fazla iş yaptım. Ellerim henüz çevik, gözlerim de daha vazifelerini pekâlâ yapıyor.”

Jül, tamamen memnun. Kendi kendine “Zavallı babacığım! İkinci bir kâr olarak kendine gençleşmek kanaatini de veriyorum. Öyle ise gayret!” dedi.

Başarısından cesaretlenerek ertesi gece saat gece yarısını çalınca Jül yine çalışmak için kalktı ve bunu birçok geceler yaptı.

Baba şüphe etmiyordu. O yalnız bir defa akşam yemeğinde birdenbire “Ne tuhaf şey. Bir zamandan beri burada fazla mürekkep sarf edilmeye başlandı.” dedi. Jül titremişti fakat bahis ileriye gitmedi ve çocuk yine gece çalışmalarına devam etti.

Bütün gece böyle çalışarak kâfi derecede rahat edemiyor. Sabahları yorgun kalkıyor, geceleri vazifelerini yaparken gözleri ister istemez kapanıyordu.

Bir akşam ömründe ilk defa olmak üzere defterinin üzerinde uyudu. Baba ellerini çırparak “Haydi gayret, gayret oğlum!” diye bağırdı.

Jül kendini toplayarak işine devam etti. Fakat ertesi gün aynı şey oldu. Gittikçe bu dermansızlık artıyordu.

Kitabının üzerinde uyuyor, âdetinden geç uyanıyor, derslerini çabucak yapıyor ve çalışmaktan lezzet almıyormuş gibi görünüyordu. Babası nasihatlar vermeye sonra da ilk defa olarak oğlunu tekdire başladı.

Bir sabah “Jül!” diyordu “Sen pek değiştin. Evvelki çocuk değilsin. Hatırına getir ki ailenin bütün ümidi senin istikbalindedir. İtiraf ederim ki senden memnun değilim.”

Bu sözlerle çocuk dehşete uğrayarak kendi kendine “Evet pek doğru.” diyordu, “Ben böyle devam edemem, bu hilenin artık bitmesi lazım.”

Fakat bu sabahın akşamında baba pek ziyade neşe ile sargı kâğıtlarından bu ay geçen aya kıyasla otuz iki frank fazla kazandığını söyleyerek bu fazla hasılatın şerefine çocukları için aldığı şekerleme kâğıdını cebinden çıkardı.

Çocuklar ellerini çırparak neşeli seslerle şekerlemeleri topluyorlardı. Jül bu manzaradan cesaret aldı ve kendi kendine “Hayır babacığım, hayır!” dedi, “Seni aldatmaya devam edeceğim. Daha fazla gayret edip gündüzleri derslerimi yapacağım ve geceleri çalışmaya devam edeceğim. Senin için ve bu yavrucaklar için…” Baba ilave etti: “Fazladan otuz iki frank! Çok memnunum.” parmağıyla Jül’ü göstererek “Yazık ki bunun hâli beni pek üzüyor.”

Jül gözlerinden düşmeye hazır iki iri damlayı zaptederek tekdire tahammül etti. Hâlbuki kalbinde tatlı bir sevinç vardı. Bütün gayretiyle çalışmaya devam ediyordu amma yorgunluk, yorgunluk üzerine geldikçe artık tahammül edilemeyecek kadar güçleşiyordu. Bu hâl iki ay devam etti.

Baba ona tarif olunmaz bir tembellik isnat etmekte ve gittikçe öfkeli gözlerle bakmakta devam etmekteydi. Bir gün oğlunun ne yaptığını haber almak üzere muallimine gitti.

Muallim “Evet…” diyordu, ”Başarılı oluyor çünkü zekidir fakat evvelki gibi gayreti yok. Daima yarı uyur bir hâlde, dalgın duruyor ve mütemadiyen esniyor. Kitabet ödevleri kısa, acele ile çırpıştırılıyormuş gibi. Yazısı ihmal ile dolu. Halbuki istese bunlardan çok daha iyisini yapabilir!

Akşam baba çocuğu ayrıca çağırmış ve mutadından daha şiddetli tekdir etmişti. Diyordu ki:

“Jül, görüyorsun ki ben çalışıyor ve hayatımı ailem uğrunda harap ediyorum. Sen bana uymuyorsun. Senin ne bana ne kardeşlerine ne de annene karşı muhabbetin yok! Çocuk hıçkırarak ‘Ah! Böyle söylemeyiniz babacığım.’ ” dedi. Yaptığını itiraf etmek için ağzını açmak üzere iken babası sözünü keserek: “Ailemizin içinde bulunduğu şartları biliyor ve hepimiz tarafından gayret ve fedakârlıkta bulunması gerektiğini anlıyorsun. Görüyorsun ki ben bile iki kat çalışmağa mecbur oluyorum. Bu ay şimendifer kumpanyasından yüz franklık bir ikramiye verileceğini hesap ediyordum. Bu sabah öğrendim ki bir şey verilmeyecekmiş.”

Bu haber üzerine çocuk sustu ve yapmak istediği itiraftan vazgeçti. Kendi kendine “Hayır babacığım, hayır!” diyordu, ”Sana hiçbir şey söylemeyeceğim ve bu sırrımı saklayacağım. Çünkü senin için çalışmak istiyorum. Bu sana verdiğim üzüntüyü giderecek. Mektebe gelince, imtihanları geçecek derecede çalışıyorum. Ehemmiyeti olan şey, hayatını kazanmak için sana yardım etmek ve seni öldüren yorgunluğu hafifletmektir.”

Çocuğun gece çalışmaları, sersemlik içerisindeki harap günleri, kederli gayretleri; babanın acı azarları daha dört ay devam etti. İşin fena ciheti yavaş yavaş baba, çocuğu bir asi, bir nankör addederek ondan soğuyor ve istikbalinden hiçbir şey beklemiyordu.

Jül, babasının vaziyetini görerek fevkalade müteessir oluyor ve arkasını döndüğü zaman babasına gizlice buseler gönderiyor ve çehresi şefkat, merhamet ve hüzün hislerini ifade ediyordu. Kederin ve yorgunluğun tesiriyle Jül zayıflamış ve güzel rengini kaybetmişti. Artık derslerini büsbütün ihmal etmeye mecbur oluyordu. İyice anlıyordu ki bu hal artık bitmelidir. Her akşam kendi kendine “Bu akşam artık kalkmayacağım” diyor fakat gece yarısı olunca kararını yapmaya çalışırken vicdan azabı hissediyordu. Ona öyle geliyordu ki yatakta kalmak bir vazifeyi yapmamak, babasından, ailesinden bir frank çalmak demekti. Bir gece babasının uyanarak kendisini tutacağını veyahut tesadüfen sargı kağıtlarını iki defa sayarak aldandığını anlâyacağını ümit ederek kalktı. Çünkü bu takdirde kendinin yapmaya cesaret edemediği kayıtsız bir hareket yapılmaksızın her şey tabiatıyla bitmiş olacaktı.

Gene devam ediyordur.

Bir akşam babası öyle acı bir söz söyledi ki, Jül’ü kat’i bir karar vermeye sevkediyordu.

Annesi Jül’e bakıp onu evvelkinden çok zayıf ve çok solgun görerek “Jül sen hastasın.” dedi ve sonra ızdırapla zevcesine dönerek “Jül hasta! Bak, ne kadar solgun. Yavrucuğum söyle neyin var?”

Şimdi baba oğluna bir nazar fırlatarak “Ne olacak vicdansızlık!” dedi, “Bu durum böyle hastalık doğurur. Jül gayretli bir talebe ve kalpli bir çocuk iken böyle değildi.”

Anne “Hasta…” diye devam etmek isterken peder “Artık hiç umurumda değil..” diyordu.

Bu cevap zavallı çocuğun kalbine bir hançer darbesi vurdu.

Ah! Hastalığı hiç onun umurunda olmuyordu öyle mi! Evvelce öksüreceğini işittiği zaman titreyen babası artık onu hiç sevmiyordu.

Artık hiç şüphesi yok ki Jül, babasının kalbinde ölmüştü.

Kalbi azap içinde kendi kendine “Ah! Hayır babacığım şimdi artık hakikaten yazmaktan vazgeçeceğim. Senin muhabbetin olmaksızın ben yaşayamam. Kalbini tekrar ve tamamen kazanmak isterim.

Sana herşeyi söyleyecek ve artık hiç aldatmayacağım. Eskisi gibi derslerime çalışacağım. Elverir ki sen beni sev. Muazzez babacığım. Of, bu defa kararımdan dönmeyeceğim.” diyordu.

Bütün bunlara rağmen bu gece gene alışkanlığına uyarak kalktı. Yatağından çıktığı zaman, içinde kalbi memnuniyet ve şefkatle çarparak bunca zaman gizlice çalıştığı o küçük iş odasını son defa olmak üzere gecenin sükûtu içinde bir kaç dakikacık görmek istedi. Lambayı yakarak masanın karşısında durduğunda üzerine artık hiçbir şey yazmayacağı boş sargı kâğıtlarını ve ezberden bildiği adam ve memleket isimlerini görünce büyük bir hüzne mağlup oldu ve hiç tereddüt etmeksizin yazmaya başlamak üzere kalemi aldı.

Fakat elini uzatırken bir kitaba dokunmuş ve yere düşürmüştü. Korkusundan yüreği heyecan içinde idi. Ya babası uyandıysa!.. Şüphesiz fena bir hareket yaparken yakalanmış olacak değildi, kendisi bile ona her şeyi söylemek istemişti. Hâlbuki karanlıklar içinde onun adımlarını işitmeyi, gecenin bu saatinde sükûtun içinde yakalanmayı sonra birinci defa olarak babasının küçük düşeceğini görmeyi düşünerek titriyordu.

Nefesini keserek etrafı dinledi. Hiçbir gürültü işitmiyordu, hiç, hiç… Bütün ev uyuyordu. Babası bir şey işitmemişti. Müsterih oldu. Yazmaya başladı ve sargı kâğıtları birbiri üzerine birikiyordu. Çalışmaya tamamen dalmış mütemadiyen yazıyor, yazıyordu.

Hâlbuki babası arkasında idi. Düşen kitabı işiterek uyanmış ve iş odasına çıplak ayakla girmek için müsait bir fırsat beklemişti. Evet, o orada, beyaz başı oğlunun esmer başı üzerinde idi. Kalemin sargı kâğıtları üzerinde koştuğunu görüyordu. Her şeyi anlamıştı. Hafızasından çıkan bütün tafsilatı, oğlundan şüphe etmekten mütevellit derin bir üzüntüyle şimdi birdenbire hatırlıyordu. Kalbinden büyük bir şefkat taşıyor, oğlunun arkasında kalbi çarparak mıhlanmış gibi duruyordu. Jül iki elleriyle başını çırpınır hâlde tutarak birdenbire bağırdı.

Hıçkırıklarından babasını tanımış “Ah babacığım, beni affet! Beni affet babacığım.” diyordu.

Babası çocuğun alnını gözyaşları ve buselerle örterek “Sen beni affet oğulcuğum benim muazzez Jül’üm. Ben herşeyi anladım, artık hepsini biliyorum. Senden af dileyecek olan asıl benim. Sevgili yavrum, artık gel benimle gel!” dedi ve iskemlesinden kaldırıp annesinin yatağına yatırdı. Kollarının arasına bırakarak “Al bu fedakâr evladı. Kucakla çünkü benim yerime dört aydan beri çalışıyor.” dedi, “Ailesinin ekmeğini kazanırken ben onu itham ediyorum.”

Annesi evvela hiçbir şey söylemeyerek kalbinin üzerinde onu sıktı, sıktı ve birçok kere öptükten sonra: “Haydi artık hemen yatağına yavrucuğum. Git uyu, biraz dinlen oğlum.” dedi.

Baba, Jül’ü kollarına alarak odasına getirdi ve muhabbetle okşayarak yorganını örtüp yastıkları düzelterek yatağına yatırdı. Çocuk “Teşekkür ederim babacığım.” diyordu, “Teşekkür ederim fakat sen de git yat. Şimdi rahat ve mesudum. Geceleriniz hayır olsun babacığım.” Babası muhakkak uyuduğunu görmek istiyor. Yatağın başucunda oturup elini avuçlarının içine alarak “Uyu! Uyu melek yavrum.” diyordu. Zaten dermansız olan Jül biraz sonra uyumuştu. Şimdi üç dört aydan beri mahrum olduğu mesut rüyalarla dolu müsterih uykusunu uyuyordu.

Gözlerini açtığı zaman güneş birkaç saatten beri ortalığı tenvir etmişti. Yanında, yatağın kenarına başını dayamış babasını görmüştü ki geceyi bu hâlde geçirmişti. O çocuğunun istirahatiyle mesut uyuyordu.

8.İtalya yarımadası’nın en cenubunda bulunan Kalabra’da hakikaten karın bolca yağdığı pek nadir görülür.
9.Eskiden bizde de olduğu gibi henüz bazı memleketlerde kışın mektebi ısıtmak için her çocuğun bir miktar odun getirmesi bir âdettir.
10.Rigoletto; Büyük İtalyan Bestekârı Verdi’nin meşhur operasındaki başlıca şahıstır. Bu tiyatronun mevzusu Viktor Hügo’nun bir dramından alınmıştır ki orada aynı şahıs Birinci Fransuva’nın dalkavuklarından biri olan “Tribule” ismiyle nitelendirilmiştir.

Ücretsiz ön izlemeyi tamamladınız.

₺29,90

Türler ve etiketler

Yaş sınırı:
0+
Litres'teki yayın tarihi:
09 ağustos 2023
Hacim:
311 s. 2 illüstrasyon
ISBN:
978-625-99850-9-1
Yayıncı:
Telif hakkı:
Elips Kitap
Metin
Средний рейтинг 0 на основе 0 оценок
Metin
Средний рейтинг 5 на основе 4 оценок
Metin
Средний рейтинг 5 на основе 14 оценок
Metin PDF
Средний рейтинг 4,8 на основе 33 оценок
Ses
Средний рейтинг 0 на основе 0 оценок
Metin
Средний рейтинг 5 на основе 1 оценок
Metin
Средний рейтинг 4,3 на основе 4 оценок
Metin
Средний рейтинг 5 на основе 43 оценок
Metin
Средний рейтинг 4,5 на основе 2 оценок
Metin
Средний рейтинг 0 на основе 0 оценок
Metin
Средний рейтинг 0 на основе 0 оценок
Metin
Средний рейтинг 0 на основе 0 оценок
Metin
Средний рейтинг 0 на основе 0 оценок
Metin
Средний рейтинг 0 на основе 0 оценок
Metin
Средний рейтинг 0 на основе 0 оценок
Metin
Средний рейтинг 0 на основе 0 оценок
Metin
Средний рейтинг 0 на основе 0 оценок
Metin
Средний рейтинг 0 на основе 0 оценок