Kitabı oku: «Japon Mitleri ve Efsaneleri», sayfa 2
Ama-terasu ve Susa-no-o
Susa-no-o (Sert Erkek), Güneş Tanrıçası Ama-terasu’nun erkek kardeşiydi. Susa-no-o gerçekten hiç istenmeyen bir tanrıydı ve Japon Tanrılar Âlemi’nde kesinlikle rahatsız edici bir unsur olarak düşünülüyordu. Karakteri, Nihongi’de belki de bu eski kayıtlarda adı geçen diğer tanrılarınkinden daha açık bir şekilde çizilmiştir. Susa-no-o’nun korkunç bir hırçınlığı vardı ve bu çoğu zaman acımasız ve cimri davranışlara sebep oluyordu. Üstelik uzun sakalına rağmen sürekli ağlama ve feryat etme alışkanlığı vardı. Öfke nöbeti geçiren bir çocuğun oyuncağını parçalara ayırması gibi, Sert Erkek de şiddetli bir öfke nöbetindeyken ansızın dağların güzel yeşilliklerini yok eder ve birçok insanı zamansızca öldürürdü.
Ailesi, İzanagi ve İzanami, Susa-no-o’nun yaptıklarından çok rahatsız oldular ve birbirlerine danıştıktan sonra asi oğullarını Yomi Ülkesi’ne sürmeye karar verdiler. Ancak Susa’nın bu konuda söyleyecekleri vardı. Şöyle dedi: “Şimdi talimatlarınıza uyacağım ve cennete (Yomi) gideceğim. Bu nedenle kısa süre için Yüksek Cennet Ovası’na gidip ablamla (Ama-terasu) görüşmeyi diliyorum; bunun ardından sonsuza kadar gideceğim.” Bu görünüşte zararsız istek kabul edildi ve Susa-no-o, Göğe yükseldi. Ayrılışı denizde büyük bir kargaşa yarattı, tepeler ve dağlar gümbürdedi.
Ama-terasu bu sesleri duymuş ve bunların kötü kardeşi Susa-no-o’nun yaklaştığının işareti olduğunu anlayarak kendi kendine şöyle demiş: “Küçük kardeşim iyi niyetle mi geliyor? Amacı beni krallığımdan mahrum bırakmak olsa gerek. Anne babamızın çocuklarına verdiği sorumluluktan dolayı her birimizin sınırları var. Öyleyse niçin gitmesi gereken krallığı reddediyor ve burada casusluk yapmaya cesaret ediyor?”
Bunun üzerine Ama-terasu, savaş hazırlıklarına başlamış. Düğümler atarak saçını bağlamış, mücevherler takmış ve bileklerine “beş yüz Yasaka mücevherinden oluşan yüce bir kordon” bağlamış. Sırtına “bin okluk bir tirkeş ve beş yüz okluk bir tirkeş taktığında” ve yayın geri tepmesini zayıflatmak için kollarını tamponlarla koruduğunda müthiş bir görünüme sahip olmuş. Ölümcül bir dövüş için hazırlandıktan sonra yayını savurmuş, kılıcını kavramış ve bir tahkimat görevi görecek büyük bir delik açana kadar yere vurmuş.
Tüm bu ayrıntılı ve ustaca hazırlık boşunaymış. Sert Erkek tövbe etmiş. “Başından beri,” demiş, “kalbimde kötülük yoktu. Ama anne babamızın sert buyruğuna itaat ettiğim için ebediyen Yeraltı Diyarına gitmek üzereyim, ablamın yüzünü görmeden ayrılmaya nasıl dayanabilirim? Bu nedenle bulutları ve sisleri yaya olarak geçerek o kadar yoldan geldim. Ablamın bu kadar katı bir ifade takınmasına şaşıyorum.”
Ama-terasu bu sözlere biraz şüpheyle bakmış. Susa-noo’nun çocuksu takvası ile zalimliği kolayca uzlaştırılamazdı. Bunun üzerine, bizim tarif etmemize gerek olmayan dikkate değer bir işlemle samimiyetini sınamaya karar vermiş. Şimdilik testin, Sert Erkek’in kalbinin saflığını ve kız kardeşine karşı duyduğu samimiyeti kanıtladığını söylemek yeterlidir.
Ancak Susa-no-o’nun iyi davranışı gerçekten çok kısa ömürlüydü. Ama-terasu cennette çok sayıda güzel pirinç tarlası yapmıştı. Bazıları dardı, bazıları uzundu ve Ama-terasu pirinç tarlalarıyla haklı olarak gurur duyuyordu. Susa-no-o ilkbaharda tohumu eker ekmez araziler arasındaki bölmeleri bozdu ve sonbaharda bir dizi alacalı tayı serbest bıraktı.
Bir gün kız kardeşini kutsal Dokuma Salonu’nda tanrıların giysilerini dokurken gördüğünde çatıda bir delik açıp derisi yüzülmüş bir atı yere fırlattı. Ama-terasu o kadar korkmuştu ki dokuma tezgâhında yanlışlıkla kendini yaraladı. Son derece kızgın bir şekilde mekânını terk etmeye karar verdi; böylelikle parlak cüppesini üstüne alarak mavi gökyüzünden aşağı süzüldü, bir mağaraya girdi, cüppeyi güvenli bir şekilde bağladı ve orada inzivaya çekildi.
Artık dünya karanlıktaydı ve gece gündüz değişimi bilinmiyordu. Bu korkunç felaket gerçekleştiğinde on binlerce tanrı Cennet Nehri’nin kıyısında toplanıp Ama-terasu’yu parıldayan ihtişamıyla cenneti bir kez daha donatmaya nasıl ikna edeceklerini tartıştılar. Çok derin bir muhakemeden sonra, “Düşünce-birleştirici”den eksik kalır yanı olmayan bir Tanrı, Ebedi Topraklar’dan bir dizi şarkıcı kuşu bir araya topladı. Bir geyiğin bacak kemiği ve kiraz kabuğu ateşine dayanılarak yapılan çeşitli kehanetlerin ardından tanrılar bir dizi alet, körük ve metal işçiliği yaptı. Yıldızlar bir ayna oluşturmak için bir araya getirildi; sonunda mücevherler ve müzik aletleri oluşturuldu.
Tüm bunlar gerektiği gibi yerine getirildikten sonra, on binlerce tanrı, Güneş Tanrıçası’nın gizlendiği kaya mağarasına indi ve güzel bir eğlence sundular. Gerçek Sakaki Ağacı’nın üst dallarına değerli mücevherler ve ortadaki dallara da ayna astılar. Her taraftan kuşların ötüşü duyuldu ki bu, sadece başlangıçtı. Şimdi Uzume (“Semavi-korkutucu-dişi”), eline Eulalia otuyla süslenmiş bir mızrak aldı ve Hakiki Sakaki Ağacı’nın başlığını yaptı. Sonra baş aşağı bir küvet koydu ve on binlerce tanrı kahkahalarla kükreyene kadar son derece edepsiz bir şekilde dans etmeye başladı.
Böylesi olağanüstü davranışlar haliyle Ama-terasu’da merak uyandırdı ve dışarı baktı. Onun varlığıyla dünya bir kez daha parladı. Bir kez daha Yüksek Cennet Ovası’n-da yaşamaya başladı ve Susa-no-o, usulüne uygun şekilde cezalandırılarak Yomi Ülkesi’ne sürüldü.
Susa-no-o ile Yılan
Mitlerin ve efsanelerin olağan tutarsızlığı nedeniyle, Susa’nın Yomi Ülkesi’ndeki konutuna yapılan tüm atıfların tamamen ihmal edildiğini gördüğümüze şaşırmıyoruz. Onunla bir sonraki karşılaşmamızda her zamanki yaramaz tavırlarına rastlamıyoruz. Gerçekten onu Yuvarlak Masa Şövalyeleri’nden birine layık bir rolde buluyoruz. Onun birdenbire şövalye olarak ortaya çıkışı ister onun açısından art niyet içeren gizli bir hamle olsun, ister kız kardeşinin cennetten ani geri çekilişi onu kalıcı olarak ıslah etmiş olsun fark etmez; bu konuda tamamen bilgisiz bırakılıyoruz.
Cennetten inen Susa-no-o, Idzumo eyaletindeki Hi nehrine ulaşmış. Burada bir ağlama sesi onu huzursuz etmiş. Kendisinden başka birinin ağladığını duymak o kadar alışılmadık bir durummuş ki bu hüznün nedenini aramaya gitmiş. Yaşlı bir adamla bir kadına rastlamış. Adamla kadının arasında şefkatle okşayıp acılı gözlerle baktıkları genç bir kız varmış; adam ve kadın gönülsüzce kıza veda ediyor gibiymiş. Susa-no-o yaşlı çifte kim olduklarını ve niçin ağladıklarını sorunca yaşlı adam şöyle cevap vermiş: “Ben bir Yeryüzü İlahı’yım ve ismim Aşi-nadzuçi’dir (Ayağı felçli yaşlı). Karımın ismi de Te-nadzuçi’dir (Eli felçli yaşlı). Bu, bizim kızımız; ismi Kuşi-nada-hime (Fevkalade İnada Prensesi). Ağlama sebebimiz şudur: Eskiden sekiz kızımız vardı ama sekiz başlı bir yılan her sene birini yedi. Şimdi bu kızımız için vakit yaklaşıyor. Hiçbir kurtuluşu yok, bu yüzden çok üzgünüz.”
Sert Erkek, acı dolu hikâyeyi bütün dikkatini vererek dinledikten sonra bakire kızın son derece güzel olduğunu düşünerek sekiz başlı yılanı öldürmeyi teklif etmiş. Ama hizmetinin karşılığında aileden kızı ona vermesini istemiş. Bu isteği seve seve kabul edilmiş.
Susa-no-o, Kuşi-nada-hime’yi çok dişli bir tarağa çevirip saçına sokmuş. Sonra yaşlı çifte bir miktar sake demlemesini söylemiş. Sake hazır olduğunda onu sekiz leğenin içine döküp korkunç canavarın gelmesini beklemiş.
Yılan en sonunda gelmiş. Sekiz başlı hayvanın gözleri “kış kirazı” gibi kırmızıymış. Ayrıca sekiz kuyruğu varmış, sırtında köknar ve servi ağaçları gelişmiş. Sekiz tepe ve sekiz vadi kadar bir alanı kaplayacak uzunluktaymış. Hantal hayvan yavaş yavaş yürüyormuş ancak sakeyi bulunca her bir kafa, yılan son derece sarhoş olup uykuya dalıncaya kadar bu çekici içkiyi açgözlü bir şekilde içmiş. Bunun üzerine korkacak fazla bir şeyi olmayan Susa-no-o, on karışlık kılıcı çekip bu kocaman yaratığı parçalara ayırmış. Kuyruklarından birine vurunca silahı diş diş olmuş ve eğilince Murakumo-no-Tsurugi isimli bir kılıç keşfetmiş. Kılıcın ilahi bir kılıç olduğunu anlayınca bunu cennetin tanrılarına vermiş.
Görevini başarılıyla tamamlayan Susa-no-o, çok dişli tarağı tekrar Kuşi-nada-hime’ye dönüştürmüş ve sonunda evliliğini kutlayabilmek için İdzumo eyaletindeki Suga’ya gelmiş. Burada şu dizeleri yazmış:
“Birçok bulut yükseliyor,
İçinde eşlerin durması için
Her tarafta bir çit var,
Bir çit oluşturuyorlar
Ah! O çit!”
Nihongi
İlahi Elçiler
O sıralar Cennetin Yüce Ovası’nda toplanan tanrılar, Kamış Düzlükleri Ülkesi’nde (İdzumo) sürekli karışıklıklar olduğunun farkındaydı. Ovaların, kayaların, ağaç köklerinin ve otlakların konuşabildikleri anlatılır. Bunlar, geceleri ateş alevi gibi yaygara koparırlar; gündüzleri beşinci aydaki sinekler gibi kümelenirlermiş. Ayrıca bazı tanrılar kendilerini sakıncalı kılmışlar. Tanrılar, bu karışıklıklara bir son vermeye kararlılarmış ve bir istişare yaptıktan sonra Taka-mi-musubi, Kamış Düzlükleri’ni yönetmesi, ayaklanmayı bastırması ve ülkeye huzur ve refah getirmesi için torunu Ninigi’yi göndermeye karar vermiş. Yolun önceden hazırlanması için haberciler göndermek gerekli görülmüş. İlk elçi Ama-no-ho imiş; ancak tanrılara bilgi vermeden ülkede üç yıl geçirdiği için onun yerine oğlu gönderilmiş. Oğul da babası gibi yapmış ve kutsalların düzenine kafa tutmuş. Üçüncü elçi Ame-waka imiş (Semavi genç Prens). O da soylu silahlarına rağmen vefasız çıkmış; görevini yerine getirmek yerine âşık olmuş ve Şita-teru-hime’yi (Basit parlak Prenses) kendine eş olarak almış.

Susa-no-o ve Kuşi-nada-hime
Bir araya gelen tanrılar, bu uzun gecikmeye sinirlenmiş ve İdzumo’da neler olup bittiğini anlamak için bir sülün göndermişler. Sülün, Ame-waka’nın kapısının önünde bir sinameki ağacının tepesine tünemiş. Ame-waka kuşu görünce hemen vurmuş. Ok, kuşun içine girip çıkmış, tanrıların yerine yükselmiş ve tekrar geri gelerek vefasız ve aylak Ame-waka’yı öldürmüş.
Parlak Prenses’in hıçkırıkları cennete ulaşmış, zira prenses efendisini seviyormuş ve onun ani ölümünde tanrıların haklı intikamını fark edememiş. O kadar yüksek sesle ve o kadar acınası bir şekilde ağlamış ki Semaviler onu duymuş. Hızlı bir rüzgâr inmiş ve Ame-waka’nın gövdesi Cennetin Yüce Ovası’na doğru süzülmüş. Bir ölü tapınağı yapılmış ve merhumu buraya yatırmışlar. Frank Kinder şöyle der: “Sekiz gün sekiz gece feryat edilip ağıtlar yakıldı. Nehrin vahşi kazları, balıkçıllar, yalıçapkınları, serçeler ve sülünler büyük bir matemle kederlendiler.”
Ame-waka’nın Aji-şiki isimli bir arkadaşı, cennetten gelen hüzünlü uğultuları duymuş ve taziyesini sunmuş. Merhum kişiye o kadar benziyormuş ki, Ame-waka’nın ailesi, akrabaları, karısı ve çocukları onu görünce haykırmışlar: “Efendimiz hâlâ yaşıyor!” Bu Aji-şi-ki’yi ziyadesiyle kızdırmış ve kılıcını çekip anıt tapınağı yerle bir etmiş. Tapınak Yeryüzü’ne düşerek Moyama Dağı’nı yaratmış.
Bize anlatılana göre Aji-şi-ki’nin ihtişamı öylesine parlakmış ki iki tepe ve iki vadi kadar bir alanı aydınlatıyormuş. Yas merasimleri için toplananlar şu şarkıyı söylemişler:
“Cennette yaşayan dokuma bakiresinin
Boynunda taşıdığı mücevher dizisi gibi
Ah! Mücevherlerin parlaklığı
Aji-suki-taka-hiko-ne’den iki vadiye yayılmış!
Kayalık derenin taşra fahişeleri tarafından
Kenarları birleştirilen yan havuzu
Cennetten uzakta,
Buraya gelin, buraya gelin!
(Kadınlar beyaz tenli)
Ve ağına yayılın
Kayalık derenin yan havuzunda.”
Nihongi
Kamış Ovaları’na iki tanrı daha gönderilmiş ve bu tanrılar görevlerinde başarılı olmuşlar. Faydalı bir raporla cennete dönmüşler ve artık her şeyin Yüce Torun’un gelişi için hazır olduğunu söylemişler.
Yüce Torun’un Gelişi
Ama-terasu, torunu Ninigi’ye birçok armağan takdim etti. Ona cennetin dağ basamaklarından beyaz kristal toplar, değerli taşlar ve en değerli hediye olan Susa-no-o’nun yılanın içinde keşfettiği kutsal kılıcı armağan etti. Mağarasından dışarıyı dikizlerken baktığı yıldız aynasını da ona verdi. Ninigi’ye dansıyla tanrıları çok eğlendiren o hayat dolu neşe ve dans bakiresi Uzume de dahil pek çok tanrı eşlik etti.
Ninigi ve yoldaşları bulutların arasından güçlükle geçip cennetin sekiz çatallı yoluna vardıklarında, büyük ve pırıl pırıl parlayan gözleri olan devasa bir yaratık bulmuşlar ve paniğe kapılmışlar. Bu yaratığın görünüşü o kadar korkunçmuş ki Ninigi ve büyüleyici Uzume dışındaki tüm arkadaşları, görevlerinden vazgeçme niyetiyle geri dönmeye başlamışlar. Ancak Uzume, devin yanına gitmiş ve ilerlemelerini engellemeye cesaret edenin kim olduğunu sormuş. Dev şöyle cevap vermiş: “Ben, Tarla Yollarının Tanrısıyım. Ninigi’ye hürmetimi sunmak için geldim ve ona rehberliğimi sunma şerefine nail olmak için yalvarıyorum. Ey güzel Uzume, efendinin yanına git ve ona bu mesajı ilet.”
Böylece Uzume geri dönmüş ve aşağılayıcı bir şekilde geri çekilen tanrılara mesajı iletmiş. Tanrılar, iyi haberi duyunca zevkten dört köşe olmuşlar, bulutların içinden bir kez geçmişler, Yüzen Cennet Köprüsü’nde dinlenmiş ve sonunda Takaçihi’nin zirvesine ulaşmışlar.
Yüce Torun, yanına rehber olarak Tarla Yollarının Tanrısı’nı alıp üzerinde hüküm süreceği krallığın bir ucundan diğer ucuna seyahat etmiş. Büyüleyici bir noktaya ulaştığında bir saray inşa etmiş.
Ninigi, Tarla Yollarının Tanrısı’nın hizmetinden o kadar memnun kalmış ki o deve Uzume’yi eş olarak vermiş.
Ninigi, sadık rehberini romantik bir şekilde ödüllendirdikten sonra, bir gün kıyıda yürürken son derece sevimli bir bakire görünce içinde sevgi kıpırdanmaları hissetmeye başlamış. Ninigi ona “Sen kimsin, güzeller güzeli kadın?” diye sormuş. Kadın şöyle cevap vermiş: “Ben Büyük Dağ Sahibi’nin kızıyım. İsmim Ko-no-Hana, ağaçlara çiçek açtıran Prenses.”
Ninigi, Ko-no-Hana’ya âşık olmuş. Çabucak kızın babası Oho-yama’nın yanına gitmiş ve kızını ona vermesi için adama yalvarmış.
Oho-yama’nın İha-naga (Kaya gibi Uzun Prenses) adında bir kızı daha varmış: İsminin işaret ettiği gibi bu kız hiç de güzel değilmiş ama babası Ninigi’nin çocuklarının kayalar gibi çok uzun hayatlara sahip olmasını arzu ediyormuş. Bu yüzden Ninigi’ye iki kızını da takdim etmiş, talibin tercihinin İha-naga’dan yana olacağını umduğunu ifade etmiş. Bizim çocuklarımıza çirkin kız kardeşlerin değil de Külkedisi’nin güzel görünmesi gibi, Ninigi de seçimine sadık kalmış ve İha-naga’ya bakmamış bile. Bu ihmal, Prenses’i fevkalade öfkelendirmiş. Alçakgönüllülükten çok hararetle şöyle haykırmış: “Beni seçmiş olsaydın sen ve çocukların bu diyarda uzun bir ömür sürecektiniz. Mademki kız kardeşimi seçtin sen ve çocukların ağaç çiçekleri gibi, kız kardeşimin boynundaki çiçekler gibi çabucak yok olacaksınız.”

Hoori ve Deniz Tanrısı’nın Kızı
Ne var ki Ninigi ve Ko-no-Hana birlikte bir süre mutlu mesut yaşamışlar. Ama bir gün kıskançlık Ninigi’yi bulup huzurunu kaçırmış. Kıskanmak için bir sebep olmadığından Ko-no-Hana bu davranışına çok içerlemiş. Ufak bir ahşap kulübeye çekilmiş ve ateş yakmış. Alevlerden üç bebek ortaya çıkmış. Bunlardan yalnızca ikisi bizi ilgilendiriyor: Hoderi (Parlak ateş) ve Hoori (Sönük ateş). Hoori, daha sonra göreceğimiz üzere, ilk Japon imparatorunun büyükbabasıdır.
Deniz Tanrısı’nın Sarayında
Hoderi başarılı bir balıkçıymış, küçük erkek kardeşi Hoori ise yetenekli bir avcıymış. Bir gün şöyle haykırmışlar: “Deneme amaçlı hediye değiş tokuşu yapalım.” Bunu yapmışlar ama bir amaç uğruna balık yakalayabilen ağabey, ava gittiğinde evine eli boş dönmüş. Bu yüzden ok ve yay alarak geri dönmüş ve küçük erkek kardeşinden olta istemiş. İşe bakın ki Hoori ağabeyinin oltasını kaybetmiş. Eskisi yerine yeni bir olta için yapılan cömert teklif küçümsemeyle reddedilmiş. Ağabey, balık kancaları fıçısını da kabul etmemiş. Bu teklifler karşısında ağabey şöyle cevap vermiş: “Bunlar benim oltalarım değil, çok olsalar da bunları almayacağım.”
Hoori, ağabeyinin hiddetinden dolayı çok üzülerek deniz kenarına gidip acısını atmaya çalışmış. Şiko-tsutsu no Oji (Tuzlu deniz ihtiyarı) isimli nazik bir adam niçin üzüldüğünü sormuş. Hüzünlü hikâyeyi dinleyen yaşlı adam şöyle cevap vermiş: “Üzülme artık. Bu meseleyi senin için halledeceğim.”
Yaşlı adam sözüne sadık kalarak bir sepet yapmış, Hoori’yi sepetin içine koymuş ve sonra sepeti denize batırmış. Hoori, suyun derinliklerine indikten sonra her türden muhteşem, deniz yosunu bakımından zengin, hoş bir kordona gelmiş. Burada sepeti bırakmış ve sonunda Deniz Tanrısı’nın sarayına ulaşmış.
Saray son derece heybetliymiş. Mazgallı siperleri, taretleri ve heybetli kuleleri varmış. Kapıda bir kuyu duruyormuş ve bu kuyunun üzerinde bir sinameki ağacı varmış. Hoori, burada rahatlatıcı gölgede oyalanmış. Oraya geleli daha çok olmamış ki güzel bir kadın ortaya çıkmış. Kadın kıyıdan su çekerken kafasını yukarı kaldırmış, yabancıyı görmüş ve annesiyle babasına gördüğünü söylemek için telaş içinde derhal geri dönmüş.
Deniz Tanrısı haberleri duyunca “sekiz katlı bir minder” hazırlatmış ve yabancıyı içeriye almış. Misafirine bu şerefi neye borçlu olduğunu sormuş. Hoori ağabeyinin oltalarının kaybıyla ilgili hüzünlü hikâyeyi anlatınca Deniz Tanrısı krallığındaki “geniş yüzgeçliler ve dar yüzgeçliler” olmak üzere tüm balıkları bir araya getirmiş. Milyonlarca balık bir araya geldiğinde Deniz Tanrısı onlara kayıp olta hakkında bir şey bilip bilmedikleri sormuş. Balıklar, “Bilmiyoruz,” diye cevap vermişler. “Ancak Kızıl Kadın’ın (tai) bir süredir ağzı ağrıyordu ve buraya gelmedi,” diye eklemişler. Böylelikle kadın çağrılmış ve ağzı açılınca kayıp olta ortaya çıkmış.
Hoori, Deniz Tanrısı’nın kızı Toyo-tama’yı (Zengin mücevher) eş olarak almış. Üç yıl boyunca her şey yolunda gitmiş ama bir süre sonra Hoori sıla hasreti çekmeye başlamış. Oltayı da hâlâ ağabeyine geri götürmediğini hatırlamış. Bu pek doğal hisler, sevgi dolu Toyo-tama’nın vicdanını sızlatmış ve babasına gidip ona derdini anlatmış. Ne var ki her zaman kibar ve nazik olan Deniz Tanrısı, damadının davranışına hiç mi hiç kızmamış. Tam tersine, ona oltayı vererek şöyle söylemiş: “Bu oltayı ağabeyine vermeden önce oltaya gizlice seslen ve ‘Zavallı kanca!’ de.” Ayrıca Hoori’ye Akan Dalga ve Gelgit Mücevheri’ni takdim etmiş ve şöyle demiş: “Gelgit Mücevheri’ni düşürürsen anında gelgit olur ve ağabeyin boğulur. Ancak ağabeyin tövbe edip af dilerse ve sen Gelgit Azaltıcı Mücevher’i daldırırsan gelgit kendiliğinden azalacak, böylelikle ağabeyini kurtaracaksın. Onu bu şekilde rahatsız edersen ağabeyin kendi isteğiyle teslim olur.”
Hoori ayrılmadan hemen önce karısı yanına gelip yakında ona bir evlat vereceğini söylemiş: “Rüzgârların ve dalgaların şiddetlendiği bir günde mutlaka deniz kıyısına geleceğim. Benim için bir ev inşa et ve beni orada bekle.”
Hoderi ile Hoori Barışıyorlar
Hoori yuvasına vardığında ağabeyi suçunu kabul edip af dilemiş ve afı kabul edilmiş.
Toyo-tama ve küçük kız kardeşi, rüzgâr ve dalgalarla cesurca yüzleşerek deniz kıyısına gelmiş. Hoori orada karabatak tüyleriyle kaplı bir kulübe inşa etmiş ve Toyo-tama vakti geldiğinde orada bir oğlan doğurmuş. Toyo-tama, efendisini yavrularıyla kutsadıktan sonra ejderhaya dönüşüp tekrar denize dönmüş. Hoori’nin oğlu teyzesiyle evlenmiş ve dört çocukları olmuş. Bunlardan biri, günümüzde Jimmu Tenno olarak bilinen ve Japonya’nın ilk insan imparatoru olduğu söylenen Kamu-Yamato-İware-Biko’dur.
II
Kahramanlar ve Savaşçılar
Yorimasa
Uzun zaman önce bir imparator ciddi şekilde hastalanmış. Kuzey Yıldızı’nın Mor Salonu denilen sarayın çatısından gelen çok korkunç ve anlaşılmaz bir ses yüzünden geceleri uyuyamıyormuş. Bazı saray mensupları, uzanıp bu garip gece ziyaretçisini beklemeye karar vermişler. Güneş batar batmaz doğu ufkundan kara bir bulutun süzüldüğünü ve yüce sarayın çatısına konduğunu fark etmişler. İmparatorun yatak odasında bekleyenler, ilk başta bulut gibi görünen şey aniden devasa ve güçlü pençeleri olan bir canavara dönüşmüş gibi, olağanüstü tırmalama sesleri duymuşlar.
Bu korkunç ziyaretçi her gece gelmeye devam etmiş ve İmparator’un durumu her gece daha da kötüleşmiş. İmparator sonunda o kadar hastalanmış ki hizmetinde bulunan herkes, canavarı yok etmek için bir şey yapılmazsa İmparator’un kesinlikle öleceğini anlamış.
Sonunda majestelerini bu korkunç musallattan kurtaracak kadar yiğit tek şövalyenin Yorimasa olduğuna karar verilmiş. Bunun üzerine Yorimasa, savaş için özenli hazırlıklar yapmış. En iyi yayını ve çelik başlı oklarını almış, üzerine av kıyafeti giydiği zırhını kuşanmış ve her zamanki miğferi yerine tören başlığını takmış.
Günbatımında sarayın dışına gizlenmiş. Böylece beklerken gök gümbürdemiş, gökyüzünde şimşekler parlamış ve rüzgâr vahşi iblisler gibi çığlık atmış. Ama Yorimasa cesur bir adam olduğu için doğa olaylarının hiddeti onu hiçbir şekilde yıldırmamış. Gece yarısı olduğunda gökyüzünde kara bir bulutun hızla yükseldiğini ve sarayın çatısına dayandığını görmüş. Bulut, kuzeydoğu köşesinde durmuş. Gökte bir kez daha şimşek çakmış ve bu sefer büyük bir hayvanın parıldayan gözleri ortaya çıkmış. Yorimasa, bu garip canavarın tam yerini fark etmiş ve canavar dolunay gibi yuvarlak olana kadar yayını çekmiş. Bir an sonra çelik başlı ok hedefi vurmuş. Korkunç ve öfke dolu bir kükreme duyulmuş ve ardından devasa canavar sarayın çatısından yere yuvarlanırken şiddetli bir gürültü işitilmiş.
Yorimasa ve yardımcısı ileriye doğru koşmuşlar ve gördükleri korkunç yaratığı göndermişler. Bu şeytani gece yaratığı bir at kadar büyükmüş. Kafası bir maymun kafasıymış. Vücudu ve pençeleri bir kaplanınki gibiymiş. Yılan kuyruğuna, kuş kanatlarına ve ejderha pullarına sahipmiş.
Bu canavarın derisinin İmparatorluk hazinesinde antika olarak saklanması için İmparator’un emir vermesi şaşırtıcı bir durum değilmiş. Yaratık öldüğü andan itibaren İmparator’un sağlığı hızla iyiye gitmiş ve Yorimasa, “Aslanların Kralı” anlamına gelen Şişiwo adlı bir kılıçla ödüllendirilerek hizmetlerinin karşılığını almış. Ayrıca sarayda terfi etmiş ve sonunda İmparatorluk Sarayı’nın en güzel nedimesi Ayame ile evlenmiş.