Kitabı oku: «Japon Mitleri ve Efsaneleri», sayfa 3
Yoşitsune ve Benkei
Yoşitsune’yi Kara Prens veya V. Henry ile ve Benkei’yi; Küçük John, Will Scarlet ve Keşiş Tuck ile karşılaştırabiliriz. Yoşitsune, sadık uşağı Benkei Japon tarihi ve efsanesinde de yer almamış olsaydı çok dikkate değer bir kahraman gibi görünebilirdi. Hal böyleyken, Benkei’nin herkesten daha büyük bir adam olduğunu kabul etmek zorundayız. O, arkadaşlarından boy olarak üstün olmasının yanı sıra cesaret, zekâ, yetenek ve harikulade bir duyarlılık bakımından da onlardan üstündü.
Burada, hiç zorluk çekmeden yüz adamı öldürebilen ve hatasız bir şekilde Kutsal Budist Yazıları’nı yorumlayan bir adamdan söz ediyoruz. Bankei, Yoşitsune strateji yoluyla onu ciddi şekilde dövmeyi gerekli gördüğünde ağlayabilir ve efendisinin karısı bir oğlan doğurduğunda elinden geldiğince yardımlarını sunardı. Benkei’nin çok yönlü karakterinin başka bir yanı daha vardı: Eşek şakalarına olan tutkusu. Başka bir yerde atıfta bulunulan çan olayı yerinde bir örnektir ve bir grup rahip hesabına verdiği muazzam ziyafeti bir başka örnektir; ancak şakasını yaptıysa kahkahalarının cezasını sonuna kadar öderdi. Benkei bir olayda şöyle söyler: “Şanssız bir olay olduğunda, efendim onunla ilgilenecek olanın ben olduğumdan emin olur.” Bu kesinlikle doğruydu. Benkei kirli işleri yapmaktan hiçbir zaman kaçınmamıştır ve efendisi ondan bir şey yapmasını istediğinde Benkei’nin tek şikâyeti, görevin yeterince zor olmamasıydı. Doğruyu söylemek gerekirse bu görev öyle zor olurdu ki bir düzine daha az yetenekli kahramanı korkuturdu.
Anlatıldığına göre Benkei uzun saçlı ve otuz iki dişle doğmuş. Ayrıca rüzgâr gibi hızlı koşabiliyormuş. Benkei mütevazı Japon evleri için fazla büyükmüş. Jinsaku’nun örsüne vurduğunda bu yararlı nesne yerin derinliklerine batmış ve Benkei, yakacak odun olarak büyük bir çam ağacı getirmiş. Benkei on yedi yaşındayken bir Budist tapınağında rahip olmuş; ama bu onun Tamamuşi adında güzel bir genç kızla heyecanlı bir maceraya atılmasına engel olmamış. Çok geçmeden kahramanımızın aşktan ve rahiplikten koptuğunu ve dikkatini tamamen kanunsuz bir savaşçının heyecan verici maceralarına adadığını görüyoruz.
Bu noktada ondan bahsetmeye şimdilik ara vermeli ve Yoşitsune’nin Benkei’nin hizmetini ve arkadaşlığını elde edip bunu ölünceye kadar koruma şansına nasıl sahip olduğunun hikâyesini anlatmalıyız.
Yoşitsune ve Taira
Yoşitsune’nin babası Yoşitomo, Taira ile girdiği büyük bir savaşta öldürülmüş. O sırada Taira klanı çok güçlüymüş ve klanın zalim lideri Kiyomori, Yoşitomo’nun çocuklarını yok etmek için elinden geleni yapmış. Ancak çocukların annesi Tokiwa, küçükleri de yanına alarak kaçıp saklanmış. Sonunda, karakteristik Japon metaneti sayesinde nefret edilen Kiyomori’nin karısı olmaya razı olmuş. Bunu, çocuklarının hayatını kurtarmanın tek yolu bu olduğu için yapmış. Yoşitsune’yi yanında tutmasına izin verilmiş ve her gün ona şöyle fısıldamış: “Baban Minamoto Yoşitomo’yu unutma! Güçlen ve babanın intikamını al, çünkü onu Taira öldürdü!”
Yoşitsune yedi yaşına geldiğinde bir keşiş olarak yetiştirilmek üzere manastıra gönderildi. Genç çocuk, derslerine çok çalışıyordu ama cesur ve fedakâr annesinin korkusuz sözleri her daim kalbindeydi. Bu sözler onu hareketlendirip eyleme geçmesini sağladı. Bir vadiye giderdi; burada küçük tahta kılıcını sallar, savaş şarkıları söyleyerek kayalara ve taşlara vururdu. Bir gün büyük bir savaşçı olmayı arzuluyor, Taira klanının ailesine yaptığı yanlışları düzeltmek istiyordu.
Bir gece böyle işlerle meşgulken büyük bir fırtına karşısında irkildi ve uzun, kırmızı bir burnu, devasa parlak gözleri, kuş benzeri pençeleri ve tüylü kanatları olan güçlü bir dev gördü. Cesurca yerinde duran Yoşitsune, devin kim olabileceğini araştırdı ve Tengu Kralı, yani dağ elflerinin, her türden olağanüstü hileyle sık sık uğraşan neşeli küçük varlıkların kralı olduğu konusunda bilgilendirildi. Tengu Kralı, Yoşitsune’ye çok nazik davrandı. Onun azmine hayran olduğunu açıkladı ve ona kılıç sanatında öğrenilmesi gereken her şeyi öğretmek için geldiğini söyledi. Dersler çok tatmin edici bir şekilde ilerledi ve çok geçmeden Yoşitsune yirmi kadar küçük tenguyu yenebildi ve bu çevikliği, hikâyenin ilerleyen bölümlerinde göreceğimiz gibi, Yoşitsune’nin çok işine yaradı.
Yoşitsune ve Benkei
Yoşitsune on beş yaşına geldiğinde Hiei Dağı’nda Benkei adında çok saldırgan bir bonzenin (rahip) yaşadığını duydu. Benkei, bir süredir Kyoto’daki Gojo Köprüsü’nü geçmeye gelen şövalyelere pusu kuruyordu. Amacı bin kılıç elde etmekti ve çok hovarda olmasına rağmen o kadar cesurdu ki, kanunsuz davranışıyla şövalyelerden en az dokuz yüz doksan dokuz kılıç elde etmişti. Yoşitsune bu olan bitenden haberdar olduğunda, Tengu Kralı’nın öğretisini iyi bir şekilde kullanıp Benkei’yi öldürmeye ve böylece ülkedeki dehşete bir son vermeye karar verdi.
Yoşitsune bir akşam yola çıktı. Mutlak kayıtsızlık tavrını takınmak için Gojo Köprüsü’ne gelene kadar flütünü çaldı. Az sonra, siyah zırhlı devasa bir adamın ona doğru geldiğini gördü. Bu Benkei’nin ta kendisiydi. Benkei genci görünce ona cılız görünen birine, mükemmel bir şekilde enstrüman çalan ve o zaman gökyüzünde parlayan ay hakkında çok hoş bir şiir yazan ama katiyen savaşçı olmayan bir hayalpereste saldırmanın onursuzluk olduğunu düşündü. Bu aşağılama Yoşitsune’yi doğal olarak kızdırdı ve Benkei’nin baltasını birdenbire elinden düşürdü.
Yoşitsune ile Benkei’nin Dövüşü
Benkei öfkeyle gürledi ve silahını rastgele savurdu. Ancak tengu öğretisinin canlılığı, Yoşitsune’nin yararına oldu. Bir yandan diğer yana, önden arkaya ve yine arkadan öne sıçradı, kahkahalar ve pek çok el hareketiyle devi dalgaya aldı. Benkei silahını sürekli olarak ya havaya ya yere vurdu, ama rakibini hep ıskaladı.
Sonunda Benkei yoruldu ve Yoşitsune bir kez daha devin elindeki kargıyı devirdi. Dev, silahını geri kazanmaya çalışırken Yoşitsune ona çelme takınca tökezleyip yere kapaklandı. Kahramanımız, zafer çığlığıyla dört ayaklı Benkei’nin üzerine bindi. Dev, mağlup edildiği için son derece şaşkındı ve kendisine galibin Lord Yoşitomo’nun oğlu olduğu söylendiğinde yenilgisini erkekçe kabul etmekle kalmadı, ayrıca bundan böyle genç fatihin koruyucusu olabilmek için yalvardı.
Bu andan itibaren, Yoşitsune ve Benkei’nin isimlerini birlikte duyuyoruz ve ister Japonya’da ister başka bir yerde olsun tüm savaşçı hikâyelerinde, hiçbir zaman bu kadar cesur ve uyumlu bir güç ve dostluk birliğine rastlanmamıştır. Taira’ya karşı sayısız zafer kazandıklarını, sonunda onları denize sürdüklerini ve Dan-no-ura’da can verdiklerini öğreniyoruz.
Dan-no-ura’ya bir kez daha, efsanevi bir bakış açısından bakıyoruz. Yoşitsune ve sadık uşağı, Settsu eyaletinden Saikoku’ya bir gemiyle geçiyorlarmış. Dan-no-ura’ya ulaştıklarında büyük bir fırtına çıkmış. Yükselen dalgalardan gizemli sesler, savaş gürültüsünün, hızla hareket eden gemilerin çıkardığı seslerin ve savrulan okların, bin adamının ayak sesinin çok uzaklardan gelen yankısı geliyormuş. Gürültü gittikçe artmış ve Taira klanına ait ruhani bir bölük dalgaların üzerinde belirmiş. Zırhları yırtık ve kanla kaplıymış ve buharlı silahlarını dışarı atarak Yoşitsune ile Benkei’nin yelken açtığı tekneyi durdurmaya çalışmışlar. Bu, Taira’nın korkunç ve kalıcı bir yenilgiye uğradığı Danno-ura savaşının ruhani bir anısıymış. Yoşitsune bu büyük hayalet konağı görünce Taira’nın ölülerinin hayaletlerinden bile intikam almak için haykırmış; ama her zaman kurnaz ve ihtiyatlı olan Benkei, ustasına kılıcı bir kenara bırakmasını emretmiş ve bir tespih çıkarıp birkaç Budist duası okumuş. Hayaletler huzura ermiş, ağlayıp sızlamalar kesilmiş ve artık sakinleşmiş denizde yavaş yavaş kaybolmuşlar.
Efsaneye göre, balıkçılar hâlâ zaman zaman hayalet orduların denizden çıktığını ve uzun kollarını salladığını gördüklerini anlatıyor. Efsanelerde sırtı işaretli yengeçlerin Taira savaşçılarının hayaletleri olduğu izah ediliyor. Daha sonra, mağlup edildikleri yere yorulmak bilmeden musallat olan bu talihsiz hayaletlerle ilgili başka bir efsaneyi tanıtacağız.
Oyeyama Goblini
İmparator İçijo döneminde Oye Dağı’nda yaşayan bir iblisle ilgili Kyoto’da pek çok korkunç hikâye anlatılıyordu. Anlatılanlara göre bu iblis pek çok şekle bürünebiliyormuş. Bazen insan kılığına girerek Kyoto’da hırsızlık yapar ve pek çok kişiyi çok sevdikleri oğullarından ve kızlarından mahrum edermiş. Bu genç erkekleri ve kadınları dağ kalesine götürmüş ve ne yazık ki onlarla eğlendikten sonra o ve goblinleri büyük bir şölen yapıp bu zavallı gençleri mideye indirmişler. Kutsal saray bile bu korkunç olaylardan muaf değilmiş. Kimitaka bir gün güzeller güzeli kızını kaybetmiş. Kız, goblin kralı Şutendoji tarafından kaçırılmış.
İmparator bu üzücü haberi duyunca konseyini çağırarak onlara bu korkunç yaratığı nasıl öldürebileceklerini sormuş. Vezirleri, majestelerine Raiko’nun cesur bir şövalye olduğunu söylemişler ve bu tehlikeli ama değerli maceraya bazı yoldaşlarla birlikte gönderilmesini tavsiye etmişler.
Böylelikle Raiko beş yoldaş seçmiş. Onlara neyin emredildiğini, maceralı yolculuğa nasıl çıkacaklarını ve sonunda goblin kralını nasıl öldüreceklerini anlatmış. Girişimlerinde başarılı olmak istiyorlarsa en önemli şeyin işi ustalıkla yapmak olduğunu açıklamış. Dağ rahiplerinin kılığına girip zırh ve silahlarını şüphe çekmeyen sırt çantalarının içinde dikkatlice gizlenmiş bir şekilde taşımanın iyi olacağını söylemiş. Yolculuklarına çıkmadan önce şövalyelerden ikisi Savaş Tanrısı Haçiman tapınağında, ikisi Merhamet Tanrıçası Kwannon tapınağında ve ikisi Gongen tapınağında dua etmeye gitmiş.
Bu şövalyeler, kalkıştıkları iş için kutsanmak adına dua ettikten sonra yola çıkmışlar ve tam vaktinde Tamba eyaletine ulaşmışlar; hemen önlerinde Oye Dağı’nı görmüşler. Goblin kesinlikle en çetin dağları seçmiş. Muazzam kayalıklar ve büyük karanlık ormanlar her yönden yollarını tıkarken, neredeyse hiç beklenmedik anlarda dipsiz uçurumlar ortaya çıkmış.
Bu cesur şövalyeler biraz moralsiz hissetmeye başlar başlamaz, birdenbire önlerinde üç yaşlı adam belirmiş. İlk başta yeni gelenlere şüpheyle bakmışlar, ancak daha sonra onlara son derece samimi ve minnettarlıkla davranmışlar. Bu yaşlı adamlar, şövalyelerin yolculuklarına çıkmadan önce dua ettikleri tanrılardan başkası değilmiş. Yaşlı adamlar, Raiko’ya Şimben-Kidoku-Şu (insanlar için ferahlatıcı ancak goblinler için zehirli) denilen bir kavanoz sihirli sake vermişler ve Şutendoji’ye bunu içirmesini tavsiye etmişler. Şutendoji böylelikle hemen felç olacak ve son vuruş için kolay bir lokma olacakmış. Bu yaşlı adamlar sihirli sakeyi verdikten ve değerli öğütlerini sunduktan hemen sonra etraflarında mucizevi bir ışık parlamış ve bulutların arasında kaybolmuşlar.
Olanlardan büyük keyif alan Raiko ve şövalyeler dağa tırmanmaya devam etmişler. Bir dereye vardıklarında akan suda kan lekeli bir elbise yıkayan güzel bir kadın görmüşler. Kadın acı acı ağlıyormuş ve kimonosunun uzun kolluklarıyla gözyaşlarını siliyormuş. Raiko’nun ona kim olduğunu sorması üzerine kadın, Raiko’ya bir prenses ve goblin kralının sefil esirlerinden biri olduğunu bildirmiş. Kadına önünde duran kişinin yüce Raiko’dan başkası olmadığı ve Raiko ile şövalyelerinin dağın aşağılık yaratığını öldürmeye geldiği söylendiğinde kadın sevinçten havalara uçmuş. Küçük grubu siyah demirden yapılma büyük bir saraya götürmüş ve nöbetçilere peşinden gelenlerin sığınacak yer arayan zavallı dağ rahipleri olduğunu söyleyerek onları ikna etmiş.
Raiko ve Kadın
Uzun koridorlardan geçtikten sonra Raiko ve şövalyeleri kendilerini muazzam bir salonda bulmuşlar. Salonun bir ucunda korkunç goblin kralı oturuyormuş. Vücudu dev gibiymiş; parlak kırmızı teni ve gür beyaz saçları varmış. Raiko alçak gönüllülükle krala kim olduklarını söyleyince goblin kralı, neşesini saklayarak onlara oturmalarını ve az sonra başlayacak olan ziyafete katılmalarını buyurmuş. Daha sonra kırmızı ellerini çırpması üzerine içeriye pek çok güzel kız girmiş. Yanlarında da ziyadesiyle yiyecek ve içecek getirmişler. Raiko kadınları izlerken içten içe bunların bir zamanlar Kyoto’da mutlu mesut yaşadıklarını biliyormuş.
Ziyafet devam ederken Raiko sihirli sake kavanozunu çıkarmış ve bunu denemesi için goblin krala rica etmiş. Canavar, itiraz veya şüphe etmeden bu içecekten biraz içmiş ve çok güzel bulduğu için bir kadeh daha istemiş. Bütün goblinler bu sihirli şaraptan paylarını almışlar. Onlar içerken Raiko ve arkadaşları dans ediyormuş.
Sihirli içecek etkisini kısa sürede göstermeye başlamış. Goblin kral uyuşmuş ve sonunda o ve goblinleri uykuya dalmışlar. Sonra Raiko ayağa fırlamış ve şövalyeleriyle beraber hızla zırhlarını kuşanıp savaşa hazırlanmışlar. Üç ilah bir kez daha gözüküp Raiko’ya şöyle demişler: “İblisin ellerini ve ayaklarını sıkıca bağladık, korkmanıza gerek yok. Şövalyelerin uzuvlarını keserken sen de elleri kes, sonra diğer onileri (kötü ruhları) öldürünce işiniz tamamlanmış olacak.” Bunun üzerine bu ilahi varlıklar birdenbire gözden kaybolmuşlar.
Raiko Goblinleri Katlediyor
Raiko ve şövalyeleri, kılıçlarını çekmişler ve uyuyan goblin kralına dikkatli bir şekilde yaklaşmışlar. Raiko, silahı güçlü bir şekilde goblinin boynuna indirmiş. Goblinin başı gövdesinden kopar kopmaz havaya fırlamış ve burun deliklerinden çıkan duman ve ateş cesur Raiko’yu kavurmuş. Kılıcını bir kez daha savurmuş. Bu defa korkunç kafa yere düşmüş ve bir daha asla hareket edememiş. Bu cesur şövalyeler, çok geçmeden şeytanın yardakçılarını da öldürmüşler.
Büyük demir saraydan neşeli bir şekilde çıkmışlar. Raiko’nun beş şövalyesi, goblin kralının canavar kafasını taşımışlar ve bu korkunç manzarayı esaretten kurtulan ve Kyoto sokaklarında bir kez daha yürümeye hevesli mutlu bakirelerden oluşan bir grup takip etmiş.
Goblin Örümceği
Önceki efsanede bahsedilen olay gerçekleştikten bir süre sonra cesur Raiko ciddi bir şekilde hastalanmış ve odasından çıkamamış. Küçük bir çocuk gece yarıları ona hep ilaç getiriyormuş. Raiko çocuğu tanımıyormuş ama çok fazla hizmetçisi olduğu için bu durum ilk başta şüphe uyandırmamış. Raiko ilacı aldıktan hemen sonra daha iyi olmak yerine daha da kötüleşmiş, bu yüzden hastalığının sebebinin bazı doğaüstü güçler olduğunu düşünmeye başlamış.
Sonunda Raiko, baş hizmetçisine gece yarısı kendisine gelen çocuk hakkında bir şey bilip bilmediğini sormuş. Anlaşılan ne baş uşak ne de başka biri çocuk hakkında bir şey biliyormuş. O zamana kadar Raiko’nun şüpheleri tamamen olgunlaşmış ve meseleyle dikkatlice ilgilenmeye karar vermiş.
Küçük çocuk gece yarısı tekrar geldiğinde Raiko, ilacı almak yerine bardağı çocuğun başına fırlatmış ve kılıcını çekerek onu öldürmeye çalışmış. Odada tiz bir çığlık sesi yankılanmış, ama çocuk daireden kaçarken Raiko’ya bir şey fırlatmış. Fırlattığı şey dışarı doğru yayılıp büyük beyaz yapışkan bir ağa dönüşmüş ve Raiko’yu o kadar sıkı sarmış ki hasta adam zar zor hareket edebiliyormuş. Raiko kılıcıyla ağı keser kesmez bir başka ağa sarılıyormuş. Raiko daha sonra yardım istemiş ve baş görevlisi, koridorlardan birinde o canavarla karşılaşmış ve uzun kılıcıyla onu engellemiş. Goblin onun üzerine de bir ağ atmış. Sonunda kendini kurtarmayı başarıp efendisinin odasına koştuğunda Raiko’nun da Goblin Örümcek’in kurbanı olduğunu görmüş.
Goblin Örümceği bir mağaranın içinde acıyla kıvranırken bulunmuş, kafasının üzerindeki kılıç kesiğinden kan akıyormuş. Onu derhal öldürmüşler ve ölümüyle Raiko’nun ciddi hastalığına neden olan şeytani etki ortadan kalkmış. O andan itibaren kahramanımız sağlığına ve gücüne tekrardan kavuşmuş ve bu mutlu olayın şerefine görkemli bir ziyafet hazırlanmış.
Hikâyenin Başka Bir Versiyonu
Bu efsanenin Kenko Hoşi tarafından yazılan ve daha önce anlattığımızdan büyük ölçüde farklı olan başka bir versiyonu daha var. Bu versiyonu atlamak, efsanenin şimdiye kadar genel okuyucunun erişemediği en uğursuz tarafını gizlemek olacaktır.3
Raiko, bir defasında en değerli hizmetkârı Tsuna ile Kyoto’dan ayrılmış. Rendai ovasını geçerken havada yükselen bir kafatası görmüşler ve bu kafatası, sonunda Kagura ga Oka denen yerde kaybolana kadar önlerinde rüzgârla sürükleniyormuş gibi uçmuş.
Raiko ve yardımcısı, kafatasının ortadan kaybolduğunu fark eder etmez önlerinde harabe halinde bir malikane görmüşler. Raiko bu harap binaya girmiş ve garip görünüşlü yaşlı bir kadın görmüş. “Kadın beyazlar içindeydi ve beyaz saçları vardı; gözlerini ufak bir çubukla açtı ve üst göz kapakları bir şapka gibi başının üstüne düştü. Sonra ağzını açmak için sırık kullandı ve göğsü dizlerinin üzerine düştü.” Kadın daha sonra şaşkınlık içindeki Raiko’ya seslenmiş:
“Ben iki yüz doksan yaşındayım. Dokuz efendiye hizmet ederim. İçinde bulunduğunuz eve iblisler musallat olmuş durumda.”
Raiko bu sözleri dinledikten sonra mutfağa girmiş ve bir an için gökyüzüne bakınca büyük bir fırtınanın yaklaştığını fark etmiş. Karanlık bulutların toplanmasını seyrederken ruhani ayak sesleri duymuş ve odaya büyük bir goblin grubu doluşmuş. Raiko’nun karşılaştığı tek doğaüstü yaratıklar bunlar değilmiş, zira o anda rahibe gibi giyinmiş bir varlık görmüş. Minnacık bedeni beline kadar çıplakmış, yüzü iki ayak uzunluğundaymış ve kolları “kar kadar beyaz ve ip kadar inceymiş.” Bu korkunç yaratık bir an için gülüp sis gibi gözden kaybolmuş.
Raiko hoşa giden bir horoz ötüşü duymuş ve ruhani ziyaretçilerin onu artık rahatsız etmeyeceğini düşünmüş. Bir kez daha ayak seslerini duyduğunda bu sefer gördüğü çirkin bir cadı değil, “meltemde sallanan söğüt dallarından daha zarif” olan hoş bir kadınmış. Raiko güzel kıza bakarken gözleri onun parıldayan güzelliğinden dolayı bir an için kör olmuş.
Görme yetisini geri kazanmadan önce kendini çok sayıda örümcek ağına sarılı bulmuş. Kadın gözden kaybolduğunda kılıcıyla ona vurmaya çalışmış ama yalnızca zeminin tahtalarını kestiğini ve altındaki temel taşını kırdığını görmüş.
Tsuna efendisinin yanına geldiği anda kılıcın beyaz kanla kaplı olduğunu ve ucunun çatışmada kırıldığını anlamışlar.
Raiko ve hizmetkârı etrafı iyice araştırdıktan sonra bir in keşfetmişler. İnde bir sürü bacağı olan, yumuşak tüylerle kaplı devasa ve büyüklükte bir kafaya sahip bir canavar görmüşler. Güçlü gözleri güneş ve ay gibi parlıyormuş ve yüksek sesle şöyle inliyormuş: “Hastayım ve acı çekiyorum!”
Raiko ve Tsuna yaklaştıkça canavardan çıkan kırık kılıç ucunu fark etmişler. Kahramanlar yaratığı yuvasından çıkarıp kafasını kesmişler. Yaratığın midesindeki derin yaradan bin dokuz yüz doksan kafatası ve çocuk büyüklüğünde örümcekler fışkırmış.
Raiko ve takipçisi, önlerinde duran canavarın Dağ Örümceği’nden başkası olmadığını fark etmiş. Bağırsakların içinde buldukları büyük kadavrayı kestiklerinde insan cesetlerinin kalıntılarını bulmuşlar.
Prens Yamato Take’nin Maceraları
Kral Keiko, en küçük oğlu Prens Yamato’ya birkaç haydut öldürmesini emretmiş. Prens ayrılmadan önce İse tapınaklarında dua etmiş ve Güneş Tanrıçası Ama-terasu’nun görevini kutsaması için yalvarmış. Prens Yamato’nun teyzesi, İse tapınaklarından birinde başrahibeymiş ve teyzesine babasının kendisine emanet ettiği görevi anlatmış. Bu hoş hanımefendi söz konusu haberi duyduğuna çok memnun olmuş ve yeğenine pahalı bir ipek cüppe hediye etmiş. Cüppenin ona şans getireceğini ve belki daha sonra işine yarayacağını söylemiş.
Prens Yamato saraya dönüp babasının iznini aldığında karısı Prenses Ototaçibana ve bir dizi sadık takipçisi eşliğinde saraydan ayrılarak güneydeki Kiuşiu Adası’na doğru ilerlemiş. Bu ada haydut kaynıyormuş. Ülke o kadar engebeli ve geçilmezmiş ki Prens Yamato düşmanı gafil avlayabileceği kurnaz bir plan tasarlaması gerektiğini hemen anlamış.
Bu sonuca vardıktan sonra Prenses Ototaçibana’ya teyzesinin ona verdiği ipek cübbeyi getirmesini emretmiş. Bunu hiç şüphesiz karısının yönlendirmesiyle giymiş. Saçlarını serbest bırakmış, taramış ve mücevherlerle süslemiş. Aynaya baktığında sahte kılığının mükemmel olduğunu ve oldukça güzel bir kadın olduğunu görmüş.
Böyle göz kamaştırıcı bir halde düşmanın çadırına girmiş. Çadırda Kumaso ve Takeru oturuyormuş. İkisi, kralın oğlunu ve grubunu yok etme çabalarını tartışıyorlarmış. Tesadüfen yukarı baktıklarında kendilerine doğru gelen güzel bir kadın görmüşler.
Kumaso o kadar sevinmiş ki kılık değiştiren Prens’i yanlarına çağırmış ve ona derhal şarap ikram edilmesini buyurmuş. Yamato bunu yapamayacak kadar mutluymuş. Utangaç bir kadın gibi görünüyormuş. Çok küçük adımlarla yürümüş ve utangaç bir bakirenin bütün çekingenliğiyle göz ucuyla dışarıya bakmış.
Kumaso kendisini kötü etkileyecek kadar şarap içmiş. Bu sevimli yaratığın kadehine şarap koyuşunu görmenin zevkini yaşamak için içmeye devam ediyormuş.
Kumaso sarhoş olunca Prens Yamato şarap kavanozunu aşağı fırlatmış, hançerini çabucak çekip Kumaso’yu öldürünceye kadar bıçaklamış.
Takeru, kardeşine ne olduğunu görünce kaçmaya çalışmış ama Prens Yamato üzerine atlamış. Hançeri bir kez daha havada parlamış ve Takeru yere düşmüş.
Ölmek üzere olan haydut, güçlükle “Bir dakika bekle,” demiş. “Kim olduğunuzu ve nereden geldiğinizi bilemeyeceğim. Şimdiye kadar krallıktaki en güçlü kişilerin kardeşim ve ben olduğumuzu düşünmüştüm. Gerçekten yanılmışım.”
“Ben, sizin gibi asileri öldürmemi emreden Kral’ın oğlu Yamato’yum!” demiş Prens.
Haydut kibarca, “Sana yeni bir isim vermeme izin ver,” demiş. “Bundan böyle size Yamato Take diyecekler, çünkü ülkedeki en cesur kişi sizsiniz.”
Takeru bunları söyledikten sonra ölmüş.
Prens Yamato ve Takeru