Sadece LitRes`te okuyun

Kitap dosya olarak indirilemez ancak uygulamamız üzerinden veya online olarak web sitemizden okunabilir.

Kitabı oku: «Cennetin bu yakası», sayfa 2

Yazı tipi:

Amory “Bu partilerde hep utangaç bir iki çocuk olur,” dedi, “Kızağın en arkasına oturup gizlice olan biteni izler, fısıldaşır ve birbirlerini aşağı iterler. Bir de şaşı gözlü kızlar vardır,” dehşet verici bir taklit yaparak devam etti, “Genç kızlara koruyuculuk eden yaşlı kadınlar gibi sert bir ses tonuyla konuşurlar.”

Myra hayretler içinde “Sen çok komik bir çocuksun,” dedi.

Amory birden dikkatini ona yöneltti, “Ne demek istiyorsun?” Sonunda kendine güveni yerine gelmişti.

“Ah, hep böyle tuhaf şeylerden bahsediyorsun. Neden yarın Marylyn ve benimle kayak yapmaya gelmiyorsun?”

Amory kısaca “Gündüzleri kızları sevmem,” deyip kestirip attı ama sonrasında bunun biraz haşin kaçtığını düşünüp ekledi: “Ama seni seviyorum.” Boğazını temizledi. “En sevdiğim insanlar listesinde birinci, ikinci ve üçüncü sırada sen varsın.”

Myra’nın gözleri hayallere daldı. Marylyn’e anlatacak harika bir hikâyesi olmuştu! Burada mükemmel görünüşlü bir oğlanla koltukta oturmaları, ufak bir ateş, koca binada yapayalnız oldukları hissi…

Myra teslim olmuştu. Ortam çok uygundu.

“Benim en sevdiğim insanlar listesinde ilk yirmi beş sırada sen varsın,” diye itiraf etti, sesi titriyordu, “Froggy Parker ise yirmi altıncı.”

Froggy bir saat içinde yirmi beş sıra birden düşmüştü. Üstelik henüz bunun farkında bile değildi.

Ama Amory fırsatı yakalayınca çabucak eğildi ve Myra’yı yanağından öptü. Daha önce hiçbir kızı öpmemişti, sanki yeni bir meyvenin tadına bakmış gibi merakla dudaklarını yaladı. Ardından dudakları rüzgârda savrulan yeni açmış kır çiçekleri gibi hafifçe birbirine dokundu.

Myra nazik bir coşkuyla “Müthişiz,” dedi. Elini Amory’nin elinin üstüne koydu, başını omuzuna yasladı. Amory duygularındaki ani değişiklikle sarsılmıştı, tiksiniyor, yaşananlardan iğreniyordu. Tüm benliğiyle oradan uzaklaşmayı, Myra’yı bir daha asla görmemeyi, bir daha kimseyle öpüşmemeyi diliyordu. Birdenbire kendi yüzünün ve onun yüzünün, birbirine kenetlenmiş ellerinin farkına vardı. Vücudunu terk edip gitmek, gözlerden uzakta bir yere, zihninin bir köşesine saklanmak istedi.

“Beni tekrar öp.” Kızın sesi koca bir boşluktan gelmişti sanki.

“İstemiyorum!” dediğini duydu. Bir sessizlik daha oldu.

Myra yerinden fırladı, yanaklarını incinen gururunun verdiği bir pembelik kaplamıştı, başının arkasındaki koca fiyonk durmadan titriyordu.

“Senden nefret ediyorum!” diye bağırdı. “Bir daha sakın benimle konuşayım deme!”

Amory “Ne oldu?” diye kekeledi.

“Anneme beni öptüğünü söyleyeceğim! Yapacağım! Yapacağım! Anneme söyleyeceğim, o da bir daha seninle oynamama izin vermeyecek!”

Amory ayağa kalktı ve karşısındaki, dünya üzerinde varlığından haberdar olmadığı yeni bir tür hayvanmış gibi ne yapacağını bilemeden kıza baktı.

Birdenbire kapı açıldı ve eşikte, el yordamıyla katlanır gözlüğünü arayan Myra’nın annesi belirdi.

Nazikçe gözlüğünü takarken “Pekâlâ,” dedi, “resepsiyondaki adam burada iki çocuk olduğunu söyledi… Nasılsın Amory?”

Amory Myra’yı izledi ve gürültünün kopmasını bekledi ama hiçbir şey olmadı. Surat asması geçmiş, pembeliği yatışmıştı, annesine cevap verirken Myra’nın sesi yaz mevsimindeki bir göl kadar sakindi.

“Ah, çok geç kaldık anne ben de düşündüm ki doğrudan…”

Amory anne kızı merdivenlere doğru izlerken alt kattan yükselen kahkahaları ve sıcak çikolatayla tatlı çöreklerin sevimsiz kokusunu duydu. Gramofonun sesi, mırıldanan onlarca kızın sesine karışmıştı, yüzü hafifçe kızardı ve her yanını ateş bastı:

 
Casey-Jones, lokomotife tırmandı
Casey-Jones, elinde emirleriyle
Casey-Jones, lokomotife tırmandı ve
Elveda diyerek koyuldu yola vaat edilen ülkeye gitmek üzere
 
Genç Egoistin Hayatından Kareler

Amory Minneapolis’te iki yıl geçirdi. İlk kış giydiği sarı mokasenler defalarca yağ ve çamura maruz kaldıktan sonra yeşilimsi kirli bir kahverengiye döndü. Gri kareli kumaştan bir yün ceketi ve kırmızı örgü bir kayak şapkası vardı. Köpeği Kont Del Monte kırmızı şapkayı kemirince eniştesi ona yüzünün üzerine düşen gri bir tane verdi. Bu şapkanın sorunu nefes alıp verdikçe içinin buz gibi havayla dolmasıydı; bir gün lanet olasıca şey yanaklarını dondurmuştu. Amory karla yanaklarını ovmuş ama değişen tek şey renginin siyahımsı bir maviye dönmesi olmuştu.

Kont Del Monte bir keresinde bir kutu meneviş yemiş, ama hiçbir şey olmamıştı. Daha sonra her nedense aklını kaçırarak sokağa fırlamış, çitlere çarparak, oluklarda yuvarlanarak tuhaf bir koşuşturmayla Amory’nin hayatından çıkıp gitmişti. Amory yatağında ağlayıp durmuştu.

“Zavallı küçük kont,” diye hıçkırmıştı, “Ah zavallı küçük kont!”

Birkaç ay sonra kontun yaptığı şeyin bir parça duygusal olduğunu düşünmüştü.

Amory ve Frog Parker, edebiyattaki en muhteşem cümlenin Arsen Lüpen’in III. perdesinde yer aldığını düşünüyordu.

Çarşamba ve cumartesi matinelerinde en ön sıraya otururlardı. Cümle şöyleydi:

“Eğer büyük bir sanatçı ya da büyük bir asker olamayacaksam, yapabileceğim en iyi şey büyük bir suçlu olmaktır.”

Amory tekrar âşık oldu ve bir şiir yazdı. Şiiri şöyleydi:

 
Marylyn ve Sallee,
Bu kızlar bana göre
Marylyn daha önde
Sallee’den, bu tatlı ve derin sevgide
 

Amory, Minnesota’lı futbolcu McGovern’ın Amerikan Yıldızlar Takımı’na birinci turda mı yoksa ikinci turda mı seçileceğiyle, kartlı geçiş sisteminin nasıl çalıştığıyla, bozuk paralı geçiş sisteminin nasıl çalıştığıyla, çift taraflı düğümün nasıl atıldığıyla, bebeklerin nasıl dünyaya geldiğiyle ve Üç Parmaklı Brown’ın gerçekten de Christy Mathewson’dan daha iyi bir atıcı olup olmadığıyla ilgileniyordu.

Okuduğu şeyler arasında şunlar vardı: For the Honor of the School, Küçük Kadınlar (iki kere), The Common Law, Sapho, “Dangerous Dan McGrew” The Broad Highway (üç kere), “Usher Evinin Çöküşü” Three Weeks, Mary Ware the Little Colonel’s Chum, “Gunga Din” The Police Gazette ve Jim-Jam Jems.

Tarihteki tüm Henty maceralarını satın almıştı ve Mary Roberts Rineheart’ın neşeli cinayet öykülerine özel bir ilgi duyuyordu.

Okul, Fransızcasını berbat ettiği gibi, sıradan yazarlara karşı bir beğenisinin oluşmasına sebep oldu. Öğretmenleri onun tembel, güvenilmez ve görünüşte zeki biri olduğunu düşünüyordu.

Birçok kızdan saç bukleleri topluyordu. Birçoğunun yüzüğünü takıyordu. Ama çok geçmeden kimse ona yüzüklerini ödünç vermez oldu, sinirlenince bir şeyleri çiğneme huyu yüzünden yüzüklerin şekillerini bozuyordu. Görünüşe bakılırsa bu durum yüzüğü ödünç alacak bir sonraki kişinin haset şüphelere kapılmasına sebep oluyordu.

Amory ve Frog Parker yaz ayları boyunca her hafta şehir tiyatrosuna gittiler. O hoş kokulu Ağustos akşamlarında neşeli kalabalığın arasında Hennepin ve Nicollet caddeleri boyunca hayal kurarak eve doğru yürürlerdi. Amory, insanların onun ne kadar muhteşem işler başaracak bir çocuk olduğunu anlamamalarına hayret ediyordu. Yüzler kendisine çevrildiğinde ya da gözler üzerine yöneldiğinde bildiği en romantik ifadeyi takınan on dört yaşındaki bu genç, ayaklarının altında asfalt değil de yumuşak yastıklar varmış gibi yürürdü.

Sonrasında yatağa girdiğinde penceresinin hemen önünde daima sesler olurdu; belirsiz, yok olup giden, büyüleyici sesler… Uykuya dalmadan önce en sevdiği hayallerden birini kurarak bir hücum oyuncusu olduğunu, Japonya’yı istila ettiği için dünyanın en genç komutanı unvanını aldığını düşlerdi. Onun hayallerini süsleyen daima bu değişim hali olurdu, asla onların gerçekleşecek olması değil. İşte bu da tam Amory’nin karakterine uygun bir şeydi.

Genç Egoistin İlkesi

Amory Geneva Gölü’ne geri çağırılmadan önce ilk mor kravatı, ilk uzun paçalı pantolonu, uçları tamamen birbirine değen takma gömlek yakası, mor çorapları ve göğsünün cebinden sarkan mor mendiliyle dışarıdan utangaç, içten içeyse heyecanlı görünüyordu. Dahası, en münasip dille bir tür aristokratik egoizm olarak adlandırılabilecek ilk hayat felsefesini, ilkesini belirlemişti.

En büyük çıkarlarının tek bir değişkene, değişen bir insana, geçmişi daima onun ayrılmaz bir parçası olacağından Amory Blaine ismiyle etiketlenen bu kişiye bağlı olduğunu fark etmişti. Amory kendisini muazzam bir iyilik ve kötülük kapasitesine sahip, şanslı bir genç olarak değerlendirirdi. “Güçlü bir iradeye” sahip olduğunu düşünmezdi, ama hünerlerine (çabuk öğrenen biriydi) ve üstün zekâsına (çok derin kitaplar okurdu) güvenirdi. Asla mekanik ya da bilimsel bir zihniyete sahip olamayacağı gerçeğiyle gururlanırdı. Bunun dışında ulaşamayacağı yüksek bir mevki yoktu.

Fiziksel açıdan: Amory ziyadesiyle yakışıklı olduğunu düşünürdü. Öyleydi de. Kendini çeşitli sporlara yatkın bir atlet ve kıvrak bir dansçı olarak görürdü.

Sosyal açıdan: İşte, durumun en tehlikeli hali aldığı nokta burasıydı. Kendisine bahşettiği kişilik, cazibe, çekicilik ve duruş, hemcinslerini gölgede bırakan bir güçken tüm kadınları büyüleyen bir yetenekti.

Zihinsel açıdan: Şüpheye yer bırakmayan mükemmel üstünlük.

Bu noktada bir itirafta bulunmak gerek. Amory vicdan söz konusu olduğunda epey müsamahasızdı. Ona boyun eğdiği için değil… Zaten daha sonra ondan tamamen kurtulacaktı da… Ama on beş yaşındayken vicdanı, onun kendisini diğer çocuklardan çok daha beter görmesine sebep oluyordu. Vicdansızlık… Kötülük söz konusu olduğunda bile insanları etkileme arzusu… Bazen acımasızlığa varan bir soğukkanlılık ve kayıtsızlık… Değişken bir onur anlayışı… Müthiş bir bencillik… Cinsellikle ilgili her şeye duyulan hayret verici, sinsi bir merak…

Bu süslü görüntünün altında tuhaf bir zayıflık da yatardı. Kendinden yaşça büyük bir çocuğun (kendinden yaşça büyük çocuklardan nefret ederdi) dudaklarından dökülen kaba bir söz, onu altüst ederek kasvetli bir duygusallığa veya yersiz bir mahcubiyete sürükleyebilirdi… O hislerinin kölesiydi; umursamaz ve küstah olabileceğini hissetse de ne cesareti, ne kararlılığı ne de kendine saygısı vardı.

Kendini tanıma yerine kendinden şüphe etmeyle harmanlanmış kibir, insanları iradesine hizmetle yükümlü makineler olarak gören bir algı, dünyanın zirvesine çıkabilmek için tüm diğer çocukları “geçme” arzusu… İşte Amory böyle bir altyapıyla ergenliğe girdi.

Büyük Maceraya Hazırlık

Tren yaz ortasının verdiği rehavetle, yavaşça Geneva Gölü’ne yaklaşırken Amory’nin gözüne istasyonun çakıllı yolundaki elektrikli otomobilinde bekleyen annesi ilişti. Bu, eski bir elektrikli otomobildi. İlk modellerden. Gri renkli… Annesini yüzünde güzellik ve asaletle, eski anıları hatırlamanın verdiği bir tebessümle dimdik oturmuş bir halde görünce birden onunla gurur duydu. Birbirlerini sakince öptüler, Amory otomobile binerken bir an onunla boy ölçüşebilmesi için gereken cazibeyi yitirdiğinden korktu.

“Sevgili çocuk… Boyun epey uzun, arkaya bak da gelen giden var mı söyle…”

Kadın sola ve sağa baktı, saatte üç kilometre hızla son derece dikkatli bir şekilde yola koyuldu. Amory’den kendisine gözcülük yapmasını istedi. Hatta kalabalık bir dörtyol ağzına geldiklerinde Amory’nin arabadan inerek önden gitmesini ve bir trafik polisi gibi ona kılavuzluk etmesini söyledi. Beatrice’e dikkatli bir şoför demek mümkündü.

“Çok uzunsun ama yine de yakışıklısın, insanların tuhaf göründüğü yaşı atlatmışsın. On altı yaşında mı öyle gözükülüyordu, on dört ya da on beş de olabilir, bir türlü hatırlayamam… Ama sen o yaşı atlatmışsın.”

Amory “Beni utandırma,” diye fısıldadı.

“Ama sevgili çocuğum, bu nasıl bir kılık! Sanki hepsi takımmış gibi duruyor, öyleler değil mi? İç çamaşırın da mor mu?”

Amory hiç de nazik olmayan bir şekilde homurdandı.

“Brooks’a10 gidip güzel takımlar almalısın. Bu akşam ya da belki yarın akşam konuşuruz. Kalbinle ilgili konuşmak istiyorum, muhtemelen ihmal ediyorsun ve farkında değilsin.”

Amory kendi kuşağının ne kadar yüzeysel bir süsle kaplı olduğunu düşündü. Bir dakikalık utangaçlıktan sonra annesiyle arasında olan o eski, alaycı ilişkinin bir nebze olsun değişmediğini hissetti. Yine de ilk birkaç gün büyük bir yalnızlık içinde bahçelerde ve sahilde dolaştı, şoförlerden biriyle garajda sarma sigara içmenin uyuşuk zevkine vardı.

Arazinin iki yüz kırk bin metrekarelik bölümüne eski yeni yazlıklar, çeşmeler ve yeşilliklerle kaplı kuytu köşelerde birden göze batan beyaz banklar yayılmıştı. Sayıları giderek artmaya başlayan beyaz kediler çiçek bahçelerinde sinsi sinsi dolanıyor ve geceleri ağaç karaltılarının arasından aniden beliriveriyordu. Sonunda Bay Blaine her akşamki gibi kütüphanesine çekilince Beatrice o kuru patikalardan birinde Amory’yi yakaladı. Kendisinden kaçtığı için onu bir güzel azarladıktan sonra ay ışığı altında baş başa uzunca konuştular. Amory annesinin güzelliğine bir türlü alışamıyordu, zarif boynu ve omuzlarıyla otuz yaşın zarafetini taşıyan bu şanslı kadın onun annesiydi.

“Amory, canım,” diye hafifçe mırıldandı, “senden ayrıldıktan sonra tekinsiz, tuhaf zamanlar geçirdim.”

“Öyle mi Beatrice?”

“Son sinir krizimi geçirdiğimde…” bundan sanki yürek isteyen görkemli bir başarıymış gibi bahsediyordu. “Doktorlar dedi ki…” sesi giderek mahrem bir ton alıyordu, “eğer benim içki alışkanlığım dinç bir adamda olsaymış şimdiye dek fiziken çöker ve çoktan mezarı boylarmış, canım, çoktan…”

Amory ürkerek geri çekildi ve Froggy Parker’ın bu konuda ne düşüneceğini merak etti.

“Evet,” Beatrice hüzünle devam etti, “hayaller gördüm… Muazzam düşler…” Avuçlarını gözlerine bastırdı. “Ebruli sahillere vuran bronz nehirler gördüm ve havada süzülen kocaman kuşlar, gökkuşağına benzeyen tüyleri olan rengârenk kuşlar. Tuhaf nağmeler ve kaba saba borazanların gürültüsünü duydum. Efendim?”

Amory kendini tutamayıp sinsice gülmüştü.

“Ne var, Amory?”

“Devam et dedim, Beatrice.”

“Hepsi bu… Hemen hemen aynı şey tekrarlanıp durdu, bunların son derece sönük gözükmesine sebep olacak gösterişli renklere sahip bahçeler; baş döndürücü bir hızda dönüp duran, kış aylarından daha soluk, hasat aylarından daha parlak aylar…”

“Peki, şimdi daha iyi misin Beatrice?”

“Gayet iyiyim, daha iyi olamazdım. Kimse beni anlamıyor, Amory. Bunu sana tam olarak ifade edemem Amory, ama… Kimse beni anlamıyor.”

Amory çok duygulanmıştı. Kolunu annesine dolayıp başını nazikçe omuzuna sürttü.

“Zavallı Beatrice, zavallı Beatrice.”

“Bana kendinden bahset Amory. İki yılın korkunç mu geçti?”

Amory önce yalan söylemeyi düşündü, ama sonra vazgeçti.

“Hayır, Beatrice. Güzeldi. Burjuvaya ayak uydurdum. Bayağı biri oldum.” Böyle söylediği için kendine şaşıyordu, Froggy bunları duysa ağzı açık kalırdı diye düşündü.

Birden “Beatrice,” dedi, “yatılı okulda okumak istiyorum. Minneapolis’teki herkes yatılı okula gidecekti.”

Beatrice biraz telaşlandı.

“Ama sadece on beş yaşındasın.”

“Evet, ama herkes yatılı okula on beşinde başlıyor ve ben gitmek istiyorum Beatrice.”

Beatrice’in ihtarıyla yürüyüş boyunca bu konu bir daha açılmadı, ama bir hafta sonra Amory’ye müjdeyi verdi:

“Amory, kendi yolunu çizmene izin verme kararı aldım. Eğer hâlâ istiyorsan okula gidebilirsin.”

“Evet!”

“Connecticut’taki St. Regis’e gideceksin.”

Amory hemen heyecanlandı.

Beatrice “Hazırlıklar yapılıyor,” diye devam etti. “Gitmen senin için daha iyi olacak. Şahsen ben Eton’a, oradan da Oxford Chris Church’e gitmeni yeğlerdim; ama şu an için bu, pek olası gözükmüyor. Mevcut durumda üniversite meselesinin kendiliğinden çözüme kavuşmasını bekleyeceğiz.”

“Sen ne yapacaksın Beatrice?”

“Tanrı bilir. Kaderimde bu ülkede yaşlanmak varmış gibi gözüküyor. Amerika’da bulunmaktan pişman değilim, aslına bakarsan bunun sıradan insanlara özgü bir pişmanlık olduğunu düşünüyorum. Ayrıca gelecek vaat eden büyük bir ulus olduğumuzdan da eminim ama yine de…” diyerek iç çekti, “ömrümün çok daha eski, yıllanmış bir medeniyette, yeşilin ve sonbahar renklerinin hâkim olduğu bir ülkede geçmesi gerektiğini düşünüyorum.”

Amory cevap vermeyince annesi devam etti:

“Tek pişmanlığım senin başka ülkeleri görememiş olman. Ama sen bir erkek olduğun için burada, öfkeli kartalın gölgesinde yetişmende bir sakınca yok, bu doğru bir ifade mi: öfkeli kartal?”

Amory öyle olduğunu söyledi. Japon istilasına anlam veremiyordu.

“Okula ne zaman başlayacağım?”

“Gelecek ay. Sınavlara girmek için oraya biraz daha erken gitmelisin. Ondan sonra bir hafta boşluğun olacak, o sürede Hudson’a gidip birini ziyaret etmeni istiyorum.”

“Kimi?”

“Monsenyör Darcy’yi, Amory. Seni görmek istiyor. Harrow’a, oradan da Yale’e gitti, sonra da Katolik oldu. Onun seninle konuşmasını istiyorum, sana faydası olacağını sanıyorum…” Çocuğun kumral saçlarını nazikçe okşadı. “Sevgili Amory, sevgili Amory…”

“Sevgili Beatrice…”

Böylelikle eylül başında Amory yanına altı kat yazlık çamaşır, altı kat kışlık çamaşır, bir süveter ya da tişört, bir hırka, bir palto, kışlık vesaire alarak okullar diyarı New England’a doğru yola koyuldu.

Orada New England’ın ruhsuz hatıraları ve büyük, üniversite benzeri sosyal hiyerarşileriyle tanınan Andover ve Exeter; Boston ve New York’un en zengin ailelerinden üyeleri kabul eden St. Mark, Groton ve St. Regis; büyük kayak pistleriyle St. Paul; başarılı ve iyi giyimli üyeleriyle Pomfret ve St. George; Orta Batı’nın zenginlerini Yale’deki sosyal başarılara hazırlayan Taft ve Hotchkiss; Pawling, Westminster, Choate, Kent ve daha yüzlerce özel okul vardı. Hepsi, zihinlerini harekete geçiren tek şey olan üniversite giriş sınavlarına odaklanarak, “bir Hıristiyan beyefendisi olmak için gereken zihinsel, ahlaki ve fiziksel eğitimi eksiksiz verdiklerini, gençleri çağın ve kuşağın getirdiği problemlerin üstesinden gelecek şekilde yetiştirdiklerini ve Fen-Edebiyat alanında sağlam temeller sağladıklarını” ve kendi geleneksel, güçlü, etkileyici mezunlarını imal ettiklerini ilan eden yüzlerce yönerge yayımlarlardı.

Amory St. Regis’te üç gün kaldı, küçümsemeye varan bir özgüvenle sınavlara girdikten sonra rehberlik alacağı ziyaretini gerçekleştirmek üzere New York’a döndü. Sabahın erken saatlerinde etraflıca göremediği büyük şehirde Hudson Nehri’ndeki vapurdan görünen uzun, beyaz binaların temizliği dışında onu etkileyen pek bir şey olmadı. İşin aslı, aklı okulda sergileyeceği atletik yeteneklerin hayaliyle öylesine doluydu ki bu ziyarete büyük maceraya atılmadan önce katlanılması gereken sıkıcı bir giriş gözüyle bakıyordu. Ama çok geçmeden hiç de öyle olmadığı anlaşıldı.

Monsenyör Darcy’nin evi nehre bakan bir tepenin üzerine kurulmuş, zamanla çeşitli eklemeler yapılarak genişletilmiş eski bir evdi. Evin sahibi, ülkenin başına geçmesi için çağrılmayı bekleyen sürgün bir kral gibi, dünyanın farklı Katolik bölgelerine yaptığı seyahatlerden vakit bulduğunda burada yaşardı. O zamanlar kırk dört yaşında olan Monsenyör, simetrik denemeyecek iri fakat hareketli bir yapıya, altın sarısı saçlara ve insanı sarmalayan parlak bir karaktere sahipti. Tepeden tırnağa mor renkteki tören kıyafetiyle bir odaya adım attığında Turner’ın tablolarındaki gün batımlarını akıllara getirerek hem takdirleri hem de dikkatleri üzerine toplardı. İki roman yazmıştı: Din değiştirmeden önce yazdığı tam anlamıyla Hıristiyanlık karşıtıyken ondan beş yıl sonra yazdığı diğerinde, önceleri Hırıstiyanlara yöneltmiş olduğu eleştiri oklarını çok daha zekice taşlamalara çevirmiş ve Anglikanlara yöneltmişti. Dini ritüellere son derece bağlı, şaşırtıcı derecede tesirli biriydi, tanrı fikrini evlenmeyip cinsel ilişkiden uzak durmaya yemin etmesine yetecek kadar çok severdi, komşusunu da en az o kadar.

Çocuklar ona bayılırdı, çünkü kendisi de çocuk gibiydi. Gençler ona içlerini dökerdi, çünkü o da hep gençti ve anlattıkları hiçbir şey onu şaşırtamazdı. Doğru yerde ve zamanda doğmuş olsa bir Richelieu olabilecekken mevcut durumda çok ahlaklı, çok dindar (sofuluk derecesinde olmasa da) bir din adamıydı; nerede ne konuşması gerektiğini bilir, hayatın her yönüyle tadını çıkarmasa da hakkını verirdi.

O ve Amory daha ilk görüşte birbirlerinden hoşlanmışlardı. Elçilik balosundakilerin bile başlarını döndürebilecek bu şen şakrak, etkileyici adam ve ilk uzun pantolonunu giyen bu yeşil gözlü, hırslı genç, yarım saatlik bir sohbetin ardından birbirlerini baba oğul gibi görmeye başlamışlardı.

“Sevgili oğlum, yıllardır seni görmeyi bekliyordum. Kendine koca bir sandalye çek de şöyle bir laflayalım.”

“Şimdi okuldan geliyorum, St. Regis’i bilirsiniz.”

“Annen söylemişti ki kendisi harikulade bir kadındır, sigara al, eminim içiyorsundur. Eğer sen de benim gibiysen fen ve matematik derslerini hiç sevmiyorsundur…”

Amory hiddetle başını sallayarak onayladı.

“Hepsinden nefret ediyorum. İngilizce ve tarihten de.”

“Elbette. Okuldan da bir süre nefret edeceksin ama St. Regis’e gidiyor olmana sevindim.”

“Neden?”

“Çünkü orası tam bir beyefendi okulu, kalıtımsal sınıf farkı ve ayrımcılık gibi konularla erkenden tanışmamış olursun. Nasılsa üniversitede buna bolca maruz kalacaksın.”

Amory “Princeton’a gitmek istiyorum,” dedi. “Sebebini bilmiyorum ama bütün Harvard’lıların eskiden benim olduğum gibi hanım evladı olduğunu düşünüyorum. Bütün Yale’liler de mavi hırkalar giyip pipo içen tipler.”

Monsenyör kendini tutamayıp güldü.

“Ben de onlardan biriyim, biliyorsun.”

“Ama siz farklısınız… Princeton’lı olmayı aylak, yakışıklı ve aristokrat olmak gibi görüyorum… Tıpkı bir bahar günü gibi, anlarsınız ya. Harvard ise dört duvar arasında olmak gibi…”

Monsenyör “Yale de Kasım gibi, canlı ve hareketli,” diye tamamladı.

“Aynen öyle.”

Sarsılmaz bir yakınlık kurmaya başlamışlardı.

Amory “Ben Bonnie Prince Charlie’nin tarafındaydım,” dedi.

“Elbette öylesindir… Peki ya Hannibal’ın?”

“Evet, bir de Güney Konfederasyonu’nun.” İrlandalı bir vatansever gibi gözükmek konusunda şüpheleri vardı (İrlandalı olmanın sıradan olmak anlamına geldiğini düşünürdü) ama Monsenyör İrlanda’nın kaybedilmiş romantik bir kavga, İrlandalılarınsa çok cana yakın insanlar olduğunu söyleyerek onu rahatlattı. Üstelik kendisinin bu konuda peşin hükümlü olduğunu memnuniyetle dile getirdi.

Yoğun geçen bir saatin ve onlarca sigaranın ardından Monsenyör Amory’nin Katolik olarak yetiştirilmediğini duyunca dehşete düşmemiş olsa da epey şaşırdı ve başka bir misafir daha beklediğini söyledi. Bu misafir Boston’lı saygıdeğer Thornton Hancock’tı: The Hague’un eski bakanı, ünlü Ortaçağ Tarihi’nin bilgili yazarı ve tanınmış, vatansever, parlak bir ailenin hayattaki son üyesi.

Monsenyör bir sır veriyormuşçasına “Buraya biraz dinlenmek için geliyor,” dedi. Amory’ye sanki akranı gibi davranıyordu. “Beni bilinemezliğin verdiği yorgunluğu atabileceği bir liman olarak görüyor, sanırım onun o ağırbaşlı ihtiyar aklının aslında karışık olduğunu ve kilise gibi tutunacak bir dal aradığını gören tek insan benim.”

Birlikte yedikleri ilk öğle yemeği Amory’nin hayatının ilk dönemlerine dair unutulmaz bir anıydı. Amory sıradışı bir parlaklık ve cazibeyle ışık saçıyordu. Monsenyör soru ve önerilerle onun en iyi yanlarını ortaya çıkarıyor, Amory de büyük bir şevkle heveslerinden, arzularından, pişmanlıklarından, inançlarından ve korkularından bahsediyordu. Sohbet o ve Monsenyör arasında geçiyordu ve yaşlı adam daha ihtiyatlı, daha az kabullenici fakat yine de mesafeli olmayan bakış açısıyla bu ikisinin arasında geçen konuşmaları dinleyip tatlı gün ışığının keyfini çıkarıyordu. Monsenyör çoğu insanda gün ışığı etkisi yaratırdı. Amory de gençliğinde, biraz da yaşlılığında öyleydi ama bu, asla ikisinin arasındaki gibi böylesine karşılıklı ve içten olmayacaktı.

Her iki kıtanın da ihtişamını görmüş, Parnell, Gladstone ve Bismarck’la sohbet etmiş olan Thornton Hancock “Pırıl pırıl bir genç,” diye düşünmüştü. Sonrasında da Monsenyör’e şöyle demişti: “Fakat onun eğitimi bir okulun ya da üniversitenin insafına bırakılmamalı.”

Ama sonraki dört yıl boyunca Amory’nin zihni popülerlik mevzuları, üniversitedeki sosyal sistem eşitsizlikleri ve Biltmore Teas ile Hot Springs arasındaki golf sahalarında boy gösteren Amerikan sosyetesiyle meşgul olacaktı.

Muhteşem bir haftanın sonunda Amory’nin aklı tersyüz oldu, yüzlerce teorisi doğrulanmış ve yaşama sevinci binlerce yeni gayeyle taçlanmıştı. Sohbetin eğitimle alakası yoktu, Tanrı korusun! Amory, Bernard Shaw’un kim olduğuna dair pek fikre sahip olmasa da, Monsenyör, The Beloved Vagabond ve Sir Nigel’ı11 ele alış tarzıyla Amory’nin bir kez bile kendini yetersiz hissetmesine sebep olmadı.

Yine de Amory’nin kendi kuşağıyla yaşayacağı ilk çatışmanın yaklaştığı hissediliyordu.

Monsenyör “Gittiğin için üzgün değilsin, tabii. Bizim gibi insanlar için ev, o an olmadığımız yerdir,” dedi.

“Üzgünüm…”

“Hayır, değilsin. Senin ya da benim için bu dünyada vazgeçilmez kimse yoktur.”

“Pekâlâ…”

“Hoşça kal.”

Egoistin Çöküşü

Amory’nin St. Regis’te geçirdiği ilk iki yıl kimi zaman acılarla dolu kimi zaman da sevinçliydi; ama Amerikan hazırlık okulu genel olarak bir Amerikalının hayatında üniversitenin gölgesinde kalmaya mahkûm olduğundan bu yılların Amory’nin hayatına da ciddi bir etkisi olmadı.

Başlarda yanlış hareket etti; kibirli, kendini beğenmiş ve her şeyden nefret ediyormuş gibi davrandı. Pervasız bir mükemmeliyet ve kendini terbiyesinin müsaade ettiği ölçüde tehlikeden korumak arasında gidip gelerek vaktinin çoğunu futbola ayırıyordu. Çılgın bir panik anında kendi cüssesindeki bir çocukla mücadeleden kaçtığı için yuhalanırken bir hafta sonra çok daha büyük bir çocuğa kafa tuttuğu için çok fena dayak yemiş, ama kendiyle gurur duymuştu.

Üzerinde otorite kuran herkesten nefret ediyordu ve bu durum derslerine karşı sergilediği kayıtsızlıkla birleşince okuldaki her öğretmeni öfkeden çıldırtıyordu. Bu tutum onun şevkini kırarak kendini nefret edilen biri gibi görmesine sebep olduğu için köşelere çekilip somurtuyor ve ışıklar kapandıktan sonra kitap okumaya devam ediyordu. Yalnız kalmaktan ödü koptuğu için birkaç arkadaş edinmişti; fakat bu arkadaşlar okulun elit tabakasından olmadığından onları kendi yansıması olarak düşünür ve kendisi için vazgeçilmez olan tavırları sergileyebileceği bir izleyici kitlesi olarak görürdü. Dayanılamaz derecede yalnız ve çok mutsuzdu.

Onu rahatlatan bir iki şey vardı. Amory suya dalacak olsa dibe en son batan şey onun kendini beğenmişliği olurdu. Bu yüzden okulun yaşlı kadın hademesi Wookey-wookey, ona gördüğü en yakışıklı çocuk olduğunu söylediğinde Amory’nin gözleri ışıl ışıl parıldamıştı. Okulun futbol takımındaki en çelimsiz ve en genç oyuncu olmak hoşuna gidiyordu. Doktor Dougall’un çok hararetli bir tartışmanın ardından eğer isterse okuldaki en yüksek notları alabileceğini söylemesi de hoşuna gitmişti. Ama Doktor Dougall yanılıyordu. Amory’nin okuldaki en yüksek notları alması mizacı itibarıyla mümkün değildi.

Acınası, kısıtlanmış, hem öğretmenler hem öğrenciler arasında sevilmeyen… İşte Amory’nin ilk dönemi böyle geçti. Ama yeni yıl geldiğinde ketum ve sevinçli bir halde Minneapolis’e döndü.

Frog Parker’a tepeden bakan bir edayla “Ah, başlarda biraz toydum,” dedi, “ama iyi uyum sağladım, takımdaki en hafif adam benim. Yatılı okula gitmelisin Froggy. Muhteşem bir şey.”

İyi Niyetli Profesörle Yaşananlar

İlk dönemin son gecesi başöğretmen Bay Margotson çalışma salonuna haber göndererek saat dokuzda Amory’yi odasına beklediğini söyledi. Amory nasihatlerin yolda olduğunu düşündü, ama saygılı olmaya karar verdi; çünkü Bay Margotson ona iyi davranırdı.

Davet sahibi onu yüzünde bir gülümsemeyle karşılayarak sandalyeye oturmasını işaret etti. Çok hassas bir mevzuyla karşı karşıya olduğunu bilen bir adam tavrıyla tereddüt ederek konuşuyor ve bilinçli olarak nazik gözükmeye çalışıyordu.

“Amory,” diye söze başladı. “Seni özel bir mesele için çağırttım.”

“Evet, efendim.”

“Bu sene dikkatimi çektin ve senden… Senden memnunum. Bence sen… Sen çok iyi bir adam olabilecek yapıdasın.”

Amory neler olup bittiğini anlamaya çalışarak “Evet, efendim,” dedi. İnsanların kendisinden kabullenilmiş bir başarısızlık gibi konuşmasından nefret ederdi.

Yaşlı adam aldırış etmeden “Ama şunu fark ettim ki,” diye devam etti, “çocuklar arasında pek sevilmiyorsun.”

Amory dudaklarını yalayarak “Evet, efendim,” dedi.

“Ah, ben düşündüm de, şey… Yani neyden hoşlanmadıklarını tam anlayamamış olabilirsin. Bunu sana söyleyeceğim, çünkü inanıyorum ki, ah… Eğer bir çocuk sorunlarının ne olduğunu bilirse bunların üstesinden daha kolay gelebilir… Yani başkalarının kendinden beklentilerine uyum sağlayabilmek için.” İtina gerektiren bir suskunluğun ardından yine tereddütle devam etti: “Senin şey olduğunu düşünüyorlar, şey… Çok küstah…”

Amory daha fazlasına katlanamazdı. Sandalyesinden doğruldu, konuşurken sesini zar zor kontrol ediyordu:

“Biliyorum… Ah, bildiğimi düşünmüyor muydunuz?” Sesi yükseldi. “Ne düşündüklerini biliyorum, bunu bana söylemek zorunda olduğunuzu sandınız!” Duraksadı. “Ben… Ben şimdi geri dönmeliyim… Umarım kaba davranmıyorumdur…”

Aceleyle odadan çıktı. Serin havada odasına doğru yürürken kendisine önerilen yardımı reddetmekten sevinç duyuyordu.

“Aptal bunak!” diye bağırdı. “Sanki bilmiyorum!”

Bunun tekrar çalışma salonuna dönmemek için iyi bir bahane olduğuna karar vererek odasına dönüp koltuğa kuruldu, kurabiye yiyerek Beyaz Birlik’i12 bitirdi.

Harikulade Kız Hadisesi

Şubat ayında parlak bir yıldız vardı. Uzun zamandır beklenen bir olaymış gibi Washington’ın doğum gününde13 tüm New York’un ilgisini çekmişti. Yıldızın lacivert gökyüzünde bıraktığı bir anlık parlak beyazlık, Binbir Gece Masalları’ndaki şehirlerin akıllarda canlandırdığı tüm ihtişama denkti. Ama bu defa Amory onu sokak lambalarının, Broadway’daki ışıklı at arabası tabelasının ve St.Regis’ten Paskert’la birlikte yemek yediği Astor’daki kadınların gözünden görüyordu. Paskert’la asabi konuşmalar, akort edilen kemanların gürültüsü, boya ve pudranın baştan çıkarıcı yoğun kokusuyla karşılandıkları tiyatronun salonuna girerken Amory muazzam bir zevk ve haz duygusuna sürüklendi. Her şey onu büyülüyordu. Oyun, George M. Cohan’ın “The Little Millionaire”iydi. Oyundaki esmer genç kızın dansını ışıldayan gözlerle kendinden geçerek izlemişti.

 
Ah… Sen… Harikulade kız
Ne harikulade kızsın sen…
 

diye söylüyordu tenor ve Amory sessiz ama tutkulu bir şekilde onayladı.

 
Senin… Tüm… Güzel sözlerin
Heyecanlandırıyor beni…
 

Kemanlar gittikçe yükselerek son notaları titretti, kız sahnede kıvrak bir kelebeğe dönüştü ve tüm salonda bir alkış koptu. Ah böyle âşık olmak, böylesine büyüleyici bir melodinin sarhoş edici ahengine kapılmak…

Son sahne bir terasta geçiyordu, çellolar ayın müziğine iç çekti. Sahne, hafif macera ve derinliksiz sabun köpüğü komedi arasında gidip geliyordu. Terasların müdavimi olmak, bunun gibi bir kızla, hayır hayır! Daha iyi bir kızla, anlaşılmaz bir garson, dirseğinin üzerinden şampanyalarını doldururken saçları altın rengi ay ışığıyla kaplanmış hayallerindeki o kızla tanışmak için yanıp tutuşuyordu. Perde son kez indiğinde öylesine uzun bir iç çekti ki ön sıradakiler dönüp ona baktılar ve rahatça duyacağı bir ses tonuyla şöyle dediler:

10.Brooks Brothers, New York’ta lüks bir giyim mağazası. (ç.n.)
11.The Beloved Vagabond (1900): “Sevimli Serseri”, W.J. Locke’nin romantik romanı, Sir Nigel (1900): “Sör Nigel”, Arthur Conan Doyle’un romantik romanı. (ç.n.)
12.Beyaz Birlik (1891): “The White Company”, Arthur Conan Doyle’un tarihsel romanı. (ç.n.)
13.Washington’ın doğum günü: Şubat ayının üçüncü pazartesi günü, ABD’nin ilk başkanı George Washington’ın doğum günü onuruna düzenlenen, daha sonra tüm başkanların anıldığı bir kutlama halini alan ulusal bayram. (ç.n.)